TUTSAK (1.KİTAP)-1-

''Naiad, çıktı sudan, ışıltılar saçarak
Nispet edercesine parlak güneşe...
Baktım, gülümsemesinden korkarak
Ölümlü gözleri kör edene...''



                            Değerli yorumlarınızı bekliyorum :)


UYANIŞ

İlk duyumsadığı his, buz gibi bir soğuktu, tüm bedenine sızan ve nefesini kesen bir soğuk. Gözlerini henüz açamamıştı, aralayamıyordu bile. Burnunu sızlatan soğuğa rağmen derin bir nefes almak istedi, denemesiyle birlikte ciğerleri yeni oluşuyormuş gibi yandı ve soluğu yarıda kesildi. Tüm bedeni katılaşmıştı. Hareket etmekte zorlandı; kımıldamaya çalıştıkça uyanan vücudu titremeye başlamıştı.

Kolunu kımıldatmadan, eliyle üstünde hissettiği örtüye dokundu. Bedenini saran örtüyü, parmağının ucuyla tutup çekti ve aynı anda gözlerini açınca, zifiri bir karanlıkla burun buruna geldi. İçini donduran ani bir korkuyla, avuçlarını yattığı zemine hızla bastırdı. Metali, sırtında ve bacaklarında hissediyordu. Parmakları, sert zemine temas edince içini korkunun da ötesinde tuhaf bir duygu kapladı. Soğuktu… Karanlıktı… Metal bir kutunun içinde uzanıyordu. O anda, nerede olduğu konusunda aklında bir fikir oluştu. Fakat düşüncesinin olasılığı, içinde bulunduğu karanlıktan bile daha korkunçtu. Böyle bir şey olanaksızdı.

Anlamanın verdiği panikle doğrulmaya çalıştı; bedeni yeni çözüldüğünden hareketleri çok hızlı değildi. Doğrulmaya çalışırken alnını tavan diyebileceği bir sınıra çarpsa da; hareketleri yavaş olduğundan canı çok yanmadı. Zor da olsa nefes alıyordu, evet, bu yaşam işaretine odaklandı ve düzgün nefes almaya çalıştı. Bu kadar çok korkmasaydı, belki düşünmek için sakinleşmek daha kolay olacaktı. Hissettiği korku dehşet vericiydi.

Birileri olmalıydı, ona yardım edecek birileri mutlaka olmalıydı. Ses tellerini kullanmak için ağzını açtı, soğuk dudakları hâlâ kaskatıydı. Çenesini, yavaşça oynatarak birbirine yapışmış dudaklarını açtı ama bu çabası, ses çıkarması için yeterli olmadı. Hırıltı bile çıkaramadan ağzını kapadı ve soluk alıp vermesi iyice hızlandı. Kalp atışlarını kulaklarında bir uğultu olarak dinlemek mide bulandırıcıydı. Karanlık onu boğuyordu.

Bir türlü engel olmadığı bir panik haliyle, içinde bulunduğu hapisten kurtulmak için debelenmeye çalıştı. Bu çabası, çamurun içine yuvarlanan kolsuz ve bacaksız birinin oradan kurtulmak için çırpınması kadar anlamsız oldu. Çırpınmaktan yorulup, pes ettiğinde nefes nefese kalmıştı. Sakinleşmek mümkün olmasa da bunu yeniden denedi. Sakinleşmeyi başaramayınca titreyen ellerini kullanarak kapalı kaldığı hücresinin boyutlarını tahmin etmeye çalıştı. Artık emindi, korkudan hayal etmiyordu, gerçekti. Uzun, metal kutunun içinde çıplak bir vaziyette ve üstünde bir örtüyle yatıyordu. Bu da tahmin ettiği şeyi doğruluyordu ama bir terslik vardı. Ölü değildi.

Saniyeler aktıkça soluk almakta güçlük çekiyordu. Yaşadığı boğulma hissiyle, metal kutu içindeki zamanının azaldığını anladı. Birilerinin onun sağ olduğunu acilen fark etmesi gerekiyordu. Metal kutuyu biraz olsun kaydırabilmek veya ses çıkarabilmek için, bacağını çekebildiği kadar kendine doğru çekti ve karşısında duran engele gücü yettiğince vurmak amacıyla gerindi. Ayağının hedefe değmesiyle, zemin ileri doğru hızlıca kaydı fakat bu ivme onun gücü sayesinde olmamıştı. Beklediği yardım gelmişti.

Tuhaf bir gıcırtı duydu, tam o sırada gözlerini yoğun bir ışık kavurdu. Bir çift kolun onu sarıp, yattığı yerden kaldırmaya çalıştığını anlayınca buna içgüdüsel olarak karşı koymaya çalıştı çünkü bir şey göremiyordu. Korkusu, dehşete dönüşmüştü. Bu sırada, bir refleksle kolunu sertçe savurdu. Kolu, onu kavrayan kişiye çarpamadan durduruldu ve geriye doğru büküldü. Onu durduran kişi, üstünden kayan örtüyü kullanarak onu hızlıca kundakladı. Nihayet, inleyerek de olsa sesini biraz çıkarabilmişti. Bir el ağzını örttü ve bir ses kulağına fısıldadı.

"Sakin ol."

Bir erkek sesiydi. Bu ses, ona hiç kimseyi çağrıştırmadı çünkü kendisini dâhi tanımadığını fark etti. Ne ismini hatırlıyordu ne de başına gelenleri... Sesin verdiği talimata uyarak kendini çaresizce adamın kollarına bıraktı. Örtü ile kundaklandığından adamın kolları, onu rahatça kucakladı. Bir dakika sonra soğuk odadan çıktıklarını anladı. Ayak seslerini belli belirsiz duyduğu kişinin omzunda, gözlerini hafifçe araladı. Buğulu bir görüntü titreşip, bir anlığına netleşince de çıktıkları kapının üstünde yazan şu yazıyı okuyabildi: "MORG."

Buz gibi bir hisle, onu kaçıran -veya kurtaran- kişiye başını çevirdi. Daracık görüşü, sisli bakışlarıyla adamın sadece gözlerini görebildi. Açık kahverengi ve parlak harelere sahip muhteşem bir çift göz ona baktı. Kısacık bir andı. Gözlerin sahibi, bakışlarını ileriye çevirirken, o da kendine engel olamadan bayıldı.

 

Geniş bir yatağın üzerinde uyandı. Gözlerini açtı ama hareket etmeden önce düşüncelerini toparlamaya çalıştı, yapamadı, son anıları bir kabustan farksızdı. Hatta hala rüyada olmalıydı çünkü geçmişiyle ilgili adı da dahil hiç bir şey hatırlamıyordu. Yavaşça doğruldu, küçük bir odada yalnızdı. Kendine gelmeye çalışırken etrafına bakındı. Penceresiz odada oturduğu yataktan başka küçük bir masa, basit tahta bir sandalye ve masanın üzerinde bir tabak meyve ile küçük bir şişe su vardı. Üstündeki kıyafete baktı: ona birkaç beden büyük gelen kısa kollu bir tişört ve yine büyük beden bir eşofman altı. Belinden düşmemesi için eşofmanın ip kemeri iyice sıkılmıştı. Komik duruyordu, önemsemedi, hali baştan ayağa rezildi zaten.

Neredeydi? Kimdi? Neden buradaydı? Neden ölü olmadığı halde morgda…

Kapıya yaklaşan ayak sesleri duydu. Kendini yatağa tekrar attı ve sırtı, kapıya dönük olacak şekilde uzandı. Tuttuğu nefesi yavaşça bıraktı ve kendini sakinleştirmeye çalıştı. Açılan kapıdan içeri girenlerin ayak seslerine bakılırsa gelenler iki kişiydi. Yatağın kenarında ayak sesleri kesildi. İçlerinden biri kısık bir sesle konuştu.

"Hâlâ uyuyor." Diğeri yorum yapmayınca, ilk konuşan devam etti. "Siro'yu çağırsak mı?"

"O iyi." dedi. “Mümkün olduğu kadar burada kalmak istiyorum.” Bu sesi, morgda da duymuştu. Hoş ve insanda dinleme isteği yaratan bir tonu vardı.

“Onu saklayamazsın. Çağrıyı görmezden gelemezsin.” Bir an bekledi ve daha kısık sesle devam etti. "Onu öldürmen hiç iyi olmadı, kesin ceza alacaksın."

Çığlık atmamak ve kıpırdamamak için kendini zor tuttu. Bu adamlar, birini öldürdüklerini itiraf ediyorlardı, belki sıra ondaydı. Korku damarlarını buza çevirirken uzandığı yatakta iyice kasıldı.

“Ne düşünüyordun ki! Başaracağını mı?” dedi onaylamayan bir sesle. “Çok pervasızsın!”

"Başka çarem yoktu. Sen ispiyonlamasaydın, başaracaktım." dedi öfkeyle. Birkaç kalp atımı bekledikten sonra sakinleşerek konuştu. "Onu uyandırmalıyız, yola çıkmadan önce yemek yemesi gerek." dedi ve bir çift ayak sesi sert adımlarla uzaklaştı.

Diğeri birkaç saniye daha orada durdu ve iç çekerek odadan çıktı. Bu adamların, onu neden kaçırdıklarını bilmiyordu ama içinden bir ses, buradan derhal uzaklaşması gerektiğini telkin ediyordu. Nereye gideceğini düşünmesine gerek yoktu çünkü içinde bulunduğu durum itibariyle gidebileceği tek yer vardı: katillerden mümkün olduğunca uzakta herhangi bir yer…

Öncelikle bu odadan çıkması gerekiyordu. Ayağa kalktı ve yatağın kenarında duran bez ayakkabıları giydi, kapıya gitti. Kulağını kapıya dayayarak dinledi, ses yoktu. Usulca kapıyı yokladı, kapı kilitli değildi. Dudaklarını sıkarak düşündü. Beyni, o kadar boştu ki aklına hiçbir şey gelmiyordu ve dehşetli bir panik kalbine yerleşmişti. Kendini ağırlaşmış hissediyor, aklına hiçbir şey gelmiyordu. Katiller kaç kişiydiler ve nasıl bir yerdeydi… Hiçbir şey bilmeksizin plan yapması olanaksızdı, yine de düşünmesine şaşırdı. İçinde bulunduğu duruma göre kendini oldukça cesur hissediyordu. Belki de hep öyle biriydi ya da korkudan donup kalmayacak denli ağır bir şoktaydı. Öncesinde nasıl bir insandı acaba? Kendini bile tanımıyordu ki…

Kapıdan ayrılıp etrafa baktı, yanına silah namına ne alabilirdi? Tabaktaki elmalara bakışlarını dikti, hemen vaz geçti. Fakat yanındaki şişe işe yarardı, camdan yapılmıştı. Küçüktü ama elindeki tek silah buydu. Yan gözle sandalyeye baktı, ayaklarını sopa niyetine kullanabilirdi ama parçalarken ses çıkardı. Saçlarını yüzünden çekti ve şişeyi sıkıca tutup kapıya yürüdü. Ses çıkarmadan kapıyı aralayıp dışarıya baktı. Küçük bir boşluk ve devamında merdivenler görünüyordu. Merdivenlerin sonundan gelen ışık anca yolunu aydınlatıyordu, alt kattaydı ve üst katı görememek canını sıktı. Belirsizliğe doğru dikkatlice adım attı.

Merdiveni tırmandı, şık ve rahat mobilyalarla döşenmiş bir salona ulaştı. Büyük pencerelerden görebildiği kadarıyla gündüzdü ve şansına salonda kimse yoktu. Ana kapıya doğru baktı, kilitli olmamasını ve dışarıda onu bekleyen biri olmamasını umut ederek öne doğru adımladı. Üst katta kimse görünmüyordu. Fakat sol taraftaki koridordan tıkırtılar geliyordu. Yakalanmamak için elini çabuk tutması gerekiyordu. Koşup koşmama konusunda kararsızdı, ses çıkarmaktan veya dışarıda bekleyen biri varsa yakalanmaktan çekiniyordu. Salon olduğundan uzun gelmeye başladı ve kapıya ulaşmak konusunda sabırsızlanıyordu.

“Bizi mi arıyordun?”

Korkuyla sıçradı ve sesin geldiği yöne baktı. Koridorun başında iki adam ona bakıyordu, ikisi de siyahlar içindeydi. Ön tarafta uzun boylu kumral adam gözlerini kısmış ona bakıyordu, hemen arkasında siyah sakallı adam elleri cebinde ona sırıtıyordu. Kumralın hareketlendiğini görünce elindeki cam şişeyi tüm kuvvetiyle adama fırlattı, adam çevik bir hareketle yana kayınca şişe tüm hızıyla siyah sakallı adamın çenesine çarptı. Bu atışı beklemeyen adam kaçınamadı ve darbe yüzünden acıyla haykırdı, kumral bir an arkadaşına baksa da hemen toparlandı ve ona döndü. O ise kapıya yakın olmanın verdiği cesaretle öne döndü ve koştu. Fakat kapıya dokunamadan adam onu belinden yakaladı. Ne kadar hızlıydı… Şaşırmayı boş verdi, düşünmeksizin başını adama savurdu. Saldırısı hedefi bulmuştu. Adam acıyla geriledi ve kolları gevşeyince, o da sıyrılmaya çalıştı. Fakat adamın onu bırakmaya niyeti yoktu. Tek koluyla onu duvara yapıştırdı ve iki kolunun bileklerini tutarak duvara sabitledi. Onu morgdan çıkaran genç adamla yüz yüze kaldı. Adamı, garip renkteki parlak gözlerinden tanımıştı. Gözleri, kusursuz biçimi ve altın pırıltıları saçan renkleriyle insanı büyülüyordu. Deli gibi atan kalbini sakinleştirip adamın etkisinden kurtulmaya çalıştı, bu adam onun olası katiliydi. Karşısında aptallaşmaması gerekiyordu.

Kumralın kaşının kenarı darbe yüzünden açılmıştı ve fena halde kanıyordu. Genç adamın çenesi kasıldı, sanki söyleyeceklerini zor tutuyordu. Çenesini eliyle ovalayan siyah sakallı adam onlara doğru yürüdü, kolay yakaladıkları için keyifli olduğunu saklamıyordu. İçi öfkeyle yandı ve onu sıkıca tutan kumraldan kurtulmak için dizini onun bacak arasına doğru kaldırdı. Kumral ondan böyle bir hareket bekliyor olmalı, hızla yana kaydı. Ustaca bir hareketle kaçmasını engellemek için onu çevirmeye çalıştı. Böylece onu daha kolay zapt edebilecekti. Fakat onun teslim olmaya niyeti yoktu. Genç adamın parmakları bir pençe gibi onu yakalamıştı, debelenmesini hala engellemeye çalışıyordu. Kumral, bedeninin gücünü kullanarak onu kendine çekerek kollarını sabitledi. Kıpırdayacak hali kalmayınca çaresizce durdu, başını kaldırıp adama öfkeyle baktı. Çabasından dolayı saçı başı iyice dağılmıştı, buna rağmen dağınık saçlarının arasından adamın sakin yüzünü görebiliyordu. Genç adam koyu renkli kirpiklerinin arasındaki ilginç renkli gözlerinde beliren tuhaf bir hüzünle ona eğilirken; kaşından süzülen kan, yanaklarından dudaklarına ulaştı. Akışı fark eden adam, hiç rahatsız olmadan akan kanını kendi omzuna sildi ve yeniden ona döndü.

“Sakinleşecek misin?” boğuk bir sesle fısıldadı.

Sesi ve yakınlığı yüzünden bir an nefes alamadı, cevap da veremedi. Dikkatini diğer adama çevirdi çünkü kumralın yakınlığı yüzünden veya kurtulmak için harcadığı adrenalin yüzünden başı dönmeye başlamıştı. Siyahlı adam bir peçeteyle dudağını silerek ikisini seyrediyordu. Uzun boylu, siyah saçlı ve sakallı adam dudağındaki yaraya rağmen düzgün dişlerini göstererek ona gülümsedi. Yirmi beşlerinde anca görünen adamın teni hastalıklı bir şekilde soluktu ve gözleri kömür gibi siyahtı. Geniş gülümsemesi ve rahatlığı onu rahatsız etti. Kolunun birini kumraldan kurtarmak için yeniden davrandı ama adam, diğer kolunu öyle bir kanırttı ki, bağırmamak için dudağını ısırdı. Debelenmesine aldırmadan onu sürüklemeye başladı ve salonun köşesindeki büyük kanepeye savurdu. Dengesini koruyamadı ve yumuşak kanepeye düştü. Öfkeyle bağırarak doğruldu. Adamın kaba hareketine sinirlenmeyi başarmıştı, onu beki de öldüreceklerdi ama o öylece fırlatıldığı için sinirleniyordu. Kızgın bakışlarla adama baktı. Adamın siyah tişörtünün omzu, kaşından akan kanıyla kirlenmiş; eskimiş, koyu renk kotuna bile kan damlamıştı. Küçük bir yaradan akan kana inanamadı. Genç adamın, kaşları yine çatıktı ama sinirli olmaktan çok düşünceli gibiydi. 

Tek eliyle dağılmış saçlarını düzeltirken bıkkın bir sesle konuşmaya başladı:

"Sana sakin olmanı öneririm." dedi kusursuz çekicilikte bir ses tonuyla ve ardından nefes alarak devam etti. "Çok klişe bir laf olacak ama duruma uygun. Kaçamazsın, o yüzden bunu denemeye çalışma."

Dudağına yeniden ulaşan kanını silip sakalı adama döndüğünde; adam elindeki peçeteyi sehpaya fırlattı ve başıyla onu işaret etti. "Sanırım onu uyandırmaya değil, uyutmaya çalışmamız gerekecek. Bununla ilgilenmemi ister misin?"

Kumral kesik bir nefes aldı ve başını salladı. "Gerek yok. En iyisi yola çıkmak!” dedi ve seri adımlarla geldiği koridora yürüdü.

Siyahlı adam gururlu bir tavırla başını yukarı kaldırdı. Avıyla dalga geçen bir panter misali onu süzerek yürüdü ve tekli koltuğa oturdu. Sonra sırıttı. “Berbat görünüyorsun.”

Kurumuş dudaklarını yalayarak nefeslendi. Berbat görünmek umurunda değildi şu an berbat bir çıkmazdaydı. Bu tuzaktan nasıl kurtulacağını düşünürken etrafına bakındı. O sırada adamın telefonu çaldı, adam elini cebine atarken; o da son şansını kullandı. Kaslarında kalan son güçle kapıya doğru fırladı, nefes almaksızın sehpa ve koltukların üzerinden atlayarak kapıya ulaştı. Çevikliğine inanamıyordu ama düşünmek için zamanı yoktu. Kapıyı açtı ve dışarı adım attı ve durdu.

Bahçede yolun başına park etmiş siyah bir minibüs vardı ve devasa bir köpekle iki kişi aracın yanında bekliyordu. Kadın kulağına dayadığı telefonu indirdi ve kapattı. Uzun boylu kadın, düz saçlarını atkuyruğu yapmıştı. Hafif makyajlıydı. Çok güzel bir kadındı ama bakışlarındaki keskinlik, ifadesini sertleştiriyordu. Köpeğin başında duran diğer adam ise çok genç ve çelimsizdi. Genç adam rahat bir tavırla ona gülümsedi.

"Ne kadar düşüncelisin. Biz de seni almaya geliyorduk, bizi zahmetten kurtardın." dedi ve onun arkasına baktı. “İnanamıyorum, yine ondan dayak mı yedin? İkiniz de mi?”

Nefes nefese arkasına baktı. Altın gözlü elinde bir buz torbasıyla evin girişinde duruyordu, siyahlı da hemen arkasındaydı. Kıkırdayan siyahlı dudaklarını sıkarak kendini durdurdu. Altın gözlü elindeki buz torbasını hala kan sızan yarasına bastırarak doğruldu. Geri eve girerken homurdandı.

“Araca binin, ben şimdi geliyorum.”

Fazla düşünmedi. Kendi ayaklarıyla ölümüne yürüyecek değildi. Kumral eve girince gerginliğinden sıyrılarak seyrek ağaçların sardığı ormana doğru hızlandı. Aralarındaki mesafeye güveniyordu, tek çekincesi iri köpekti. Fakat zayıf genç yoktan var olurcasına aniden karşısında belirdi. O ise tamamen içgüdüyle yere eğildi. Bir dansçı gibi tam tur dönüp adamın ayağını çelerek onu yere düşürdü. Ve yere düşen adamın şaşkın yüzüne bir yumruk attı. Bütün bunları nasıl yaptığını düşünürken yerde bir takla attı ve ayağa hızla kalkıp koşmaya devam etti. Kadının, "Bayılt" diye mırıldandığını duyduğunda, hızlıca yana kaydı ve aynı anda yanı başında parlak bir ışık topu patladı. İçgüdüsel olarak yaylandı ve ellerini yere dayadı. Bir ışık topu daha patlarken uzun bir takla attı. Ayakları yere değer değmez koşmaya devam edecekti ama başka bir şey onu engelledi.

Ona çarpan güçle birlikte etrafa toz toprak saçarak yerde yuvarlandı. Sonunda durduklarında nefes nefese, üzerindekine baktı. Yine oydu. Bir kabus gibi üstüne çöken adamın öfkeyle parlayan altın gözleri kısıldı.

"Beni, gerçekten kızdırmaya başladın!" dedi dişlerini sıkarak.

Dalgalı, gür saçları yüzüne dökülmüştü. Tek kaşının üzerinde, kötü iliştirilmiş bir bant vardı. Bant aralanmıştı ve kenarından incecik kan sızıyordu. Konuşmamaya karar vermişti ama dayanamadı. Sinirleri çok bozulmuştu.

"Sana iyi vurmuşum." dedi kendini tutamadan ve güldü.

Genç adamın yüzü, iyice anlamsızlaştı ve karışık bir ifadeyle onu süzdü. Konuşacak gibi dudaklarını araladı ama son anda kendini tutup dudaklarını birbirine bastırdı. Gözlerindeki bakış yüzünden onun da gülümsemesi silindi ve garip bir hisle genç adamdan bakışlarını çeviremedi. Etkiyi bozan ise devasa köpek olmuştu. Aniden yanında beliren köpek yüzünden onu durduran altın gözlüye daha sıkı sarılmak gelse de kendini geriye doğru çekti. Köpek, büyük burnunu uzatıp havayı kokladı ve sivri dişlerini sergileyerek etrafında dolandı. Kıpırdayamadı ve kendini sakınamadı çünkü hala altın gözlünün bedeninin altında hapisti ve bileğini de sıkıca kavramıştı. Neredeyse korkudan bağıracaktı. Gözlerini köpekten ayırmadan geriledi ama köpek, ona doğru eğildi. Köpeğin kocaman ağzı açıldı ve köpek, sivri dişlerinin arasından çıkan diliyle, sallayıp kaçırmaya çalıştığı yüzünü salyalı bir şekilde yaladı. Korkudan buz kesmişti. Köpek, dili dışarıda olduğu halde soluklanıp yüzünü yeniden yaladı ve yüzünü gözünü tamamen salya içinde bırakmanın keyfiyle, neredeyse sırıtarak geriledi.

Şaşırma sırası ona gelmişti. Çevik bir hareketle ayağa kalkan altın gözlü, bileğine asılıp onu da ayağa kaldırdı. Köpeğe döndü. "Hadi Cerberus!" İnsafsız bir güçle sürüklercesine onu minibüse doğru yöneltti. "Yürü!"

Zayıf olan hızlı adımlarla araca doğru yürürken altın gözlü derin bir nefes aldı ve tek eliyle başına başlığını geçirdi. Sanki yüz ifadesini özellikle saklamaya çalışıyordu. Adam, dişlerinin arasından homurdandı.

"Sakın numara yapma!"

Siyah saçlı, onlara doğru seslendi.

"Sana söylüyorum, bence onu uyutmalıyız."

Kumral diğerine aldırmadan ve onun yüzünü temizlemesine izin vermeden eliyle kolunu iyice sardı. Sabrı tükenmiş bir ifadeyle onu araca doğru çekiştirdi. Altın gözlü, onun bedenini kendisine iyice bastırdı ve onu, debelenmesine izin vermeden lüks minibüsün içine itti. Diğerleri de köpekle birlikte minibüse bindiler. Ormanın ortasındaydık ve bu garip yabancılar dışında ortalıkta kimseler görünmüyordu. Yardım isteyecek kimse yoktu. Siyah minibüse, fırlatılırcasına bindirildikten sonra köpek de yanına atladı ve onun ayağının dibine oturdu. Köpeğin varlığı o kadar dehşet uyandırmıyordu artık, yine de sakınmayı ihmal etmedi. Yüzündeki salyaları temizleyerek koltuğun içine gömüldü ve şimdilik yenilgiyi kabullenmiş gözüktü. Onu, öldürmek için her nereye götürürlerse götürsünler, onlarla savaşmadan önce gücünü mutlaka toplamalıydı.

Altın gözlü, sürücü koltuğunun yanına oturdu. Minibüsü, zayıf çocuk kullanacaktı. Suratsız kız, ona bakmıyordu. O garip ışık toplarını, kızın attığını düşündü. Kız, siyah saçlının dudağından zemine damlayan kanı işaret etti.

"Hala kanıyor Hades." dedi ve yan gözle ona bakıp ekledi. "Formundan hiçbir şey kaybetmemiş."

Yola çıkmışlardı. Bacaklarını kendine iyice çekti ve çenesini dizine yerleştirdi. Bu insanlar, onu tanıyorlardı. Onu bilmediği bir nedenle daha önce öldürmeye çalışmışlardı fakat o, hiç birini hatırlamıyordu. Köpek bile, korkunç görüntüsüne rağmen, zarar vermeyecek kadar onu tanımıştı. Yüzünü, üstüne sürerek yeniden temizledi ve kaşlarının altından çevresini izlemeye devam etti.

Minibüs, yollardan hızla geçerken hiç sarsılmıyordu. Şehre indiler, kalabalık trafiğe rağmen usta manevralarla kayarcasına ilerlediler. Kırmızı ışıkta iki kere durdular ama bu sırada kaçmasına olanak yoktu. Kapıların önünü tutmuşlardı ve altın gözlü omzunun üstünden arada attığı bakışlarla onu izlemeyi ihmal etmiyordu. Siyah filmli camlardan, dışarıdaki insanların onu görmelerine de olanak yoktu. Elini kolunu sallayıp, etraftaki kalabalığın ilgisini çekemeyeceğini anlayınca, geçtikleri yollara çevirdi bakışlarını. Tanıdık bir yer görmeye çalıştı ama hiçbir yeri hatırlamıyordu. Neden hiçbir şey hatırlayamıyordu?

BÖLÜM 2: OLİMPOS

Minibüs, keskin virajlı bir yoldan geçerek şehirden ayrıldı. Sahil yolundan yukarı doğru tırmandıktan sonra düz yola geçti. Sola dönüş yapmışlardı. Deniz kenarında bir şehirdeydiler, sadece bunu anlayabildi. Aklındaki bilgilerin hepsi, paramparçaydı. Artık, yolu izlemeyi bırakmıştı. Tüm kiniyle, altın gözlü adamın ensesine bakıyordu. 

Genç adam koltuğa rahatça yayılmış, tek kolunu açık pencerenin kenarına dayamıştı. Yüzünü göremiyordu ama sinirini ona yöneltmesi için yüzünü görmesine gerek yoktu. O olmasaydı kapıdan kolayca kaçabilecekti. Gözleri adama karşı duyduğu öfkeyle kısıldı. Başını çevirirken yandaki aynaya gözü ilişti ve onu izleyen altın gözlerle karşılaştı. O, adama bakarken; adam da onu seyrediyordu. Başını başka yöne çeviremedi, öylece bakıştılar. Koyu renk kirpiklerinin arasından kehribar gibi parıldayan gözlerin özlem dolu ifadesi, içine işledi. Böyle güzel ve yoğun bakabilen biri, nasıl olur da acımasız bir katil olabilirdi?

Tuttuğu nefesini bırakıp geniş koltukta yer değiştirdi altın gözlünün bakışlarından kaçmak için ama köpekten tarafa yaklaşması gerekeceğinden durakladı. Altın gözlüye bakmamaya çalışarak eski yerine sığındı ama kendine hâkim olamadan bakışlarını tekrar aynaya kaydırdı. Neyse ki altın gözlü, bakışlarını ileriye çevirmişti.

Güneş batarken küçük bir yerleşim yerinin yakınından geçtiler ve köyün sınırından çıktıktan sonra yarım saat kadar daha gidip yüksek duvarların çevrelediği demir bir kapının önünde durdular. Hava oldukça karanlıktı, ay ışığı zorlukla etrafı aydınlatıyordu. Yetersizdi, aydınlatmak için de pek çaba harcanmamıştı. Sanki özellikle saklanmıştı. Koltuğa istemsizce gömüldü. Dışarıyı sarmış aralıklarla yoğunlaşan karanlığa baktıkça ürperiyordu. Kapının kanatları açıldı ve minibüs içeri girdiğinde kapı otomatik olarak kapandı.

Pek bakımlı olmayan ağaçlıklı bir korudan geçtiler, uzun süredir ilgilenilmemiş çalıların arasından. Karşılarında büyük bir ev vardı. Aslında, buraya ev demek yetersiz bir tanım olurdu. Burası evden çok, sonradan eklenmişe benzeyen ve hiçbir uyumu olmayan bloklardan oluşmuş devasa bir malikâneydi. Eski ile yeni öyle çok birbirine geçmişti ki, bakarken bile göz yoruyordu. Simetrisi olmayan loş bahçe lambalarının aydınlattığı yolu izleyerek kapıya yaklaştıklarında, kapı açıldı. Kapıdan, en fazla otuz yaşlarında görünen bir kadın dışarı çıktı.

Taş merdivenlerin yanında duran minibüsün içinden ilk çıkan suratsız kız olmuştu.

"Getirdik!" diye homurdandıktan sonra eve doğru yürüdü. Zayıf çocuk ve altın gözlü de kızın ardından minibüsten çıktılar. O ise minibüsün arkasında, siyah saçlıyla ve köpekle birlikte kalakalmıştı. Siyah saçlı, ona döndü.

"Hadi bakalım, kırmızı halı beklemiyorsundur umarım!"

"Benden ne istiyorsunuz? Ben size ne yaptım?" dedi.

Siyah saçlı, onu süzdü ve başıyla ona evi gösterdi. "Hadi, bizi bekliyorlar!"

Gerçekten de hepsi, beklenti içinde minibüse bakıyordu. Bir tek altın gözlü kenarda, başlığı başında, ilgisiz gibi duruyordu. Pes ederek minibüsten çıktı. Köpek, hemen arkasından atladı ve onun yanında yürümeye başladı. Siyah saçlı, kapıdaki kadına yaklaştığında sırıttı.

"Bak, kimi getirdik Hera!" dedi rahatça. “Zeus dırdırı bırakır umarım.”

Hera, Zeus, Hades, Cerberus... Bu isimler olsa olsa takma isim olabilirdi. Bunların, çeteye benzer halleri yoktu ama belli ki karanlık bir iş çeviriyorlardı. Yoksa normal birinin ismi, neden tanrı ve tanrıça ismi olsundu ki? Aklındaki bilgilerin tutarsız olabileceğinin farkındaydı çünkü ne hayatındaki kişileri hatırlıyordu ne de olayları... Sadece yarım yamalak genel bilgiler vardı. İki kere ikinin dört ettiğini biliyordu ama kendi adından bihaberdi. Mitolojinin önemli tanrılarını sayabilirdi ama kendi yaşını sorsalar tahmin edemezdi. Acaba altın gözlünün takma ismi neydi? Mitolojik kahramanlar hakkında yeterli bilgisi olmadığını fark etti ama adamın isminin "Apollon" olduğunu düşündü elinde olmadan. Belki de "Eros..." Böylesi yakışıklı birinin takma ismi başka bir şey olamazdı. 

Bunları düşünürken merdivenin başındaki kadın ile göz göze geldi. Kadınının bakışları, onun aklını okuyor gibi keskindi. Düşündüklerinden utandı ve yüzünün kızardığını hissetti. Kadının gözleri mavi yeşildi ve çok düzgün, asil hatlara sahip bir yüzü vardı. Onu, ilk gördüğünde kadının yaşının otuz olduğunu düşünmüştü. Şimdiyse kadına daha yakındı ve bu zarif duruşlu kadının daha genç olabileceği ihtimali daha ağır basıyordu. Kadın, tam anlamıyla büyülü bir güzelliğe sahipti. Kadın hafifçe gülümsedi.

"Hoş geldin." dedi kibarca ve diğerlerine göz atarken onunla konuşmaya devam etti. "Bir an için senden tamamen kurtulduğumuzu düşünmüştüm."

Kadının bu ani kabalığına karşılık vermedi. Susmaktan başka ne yapabilirdi ki? Beyninin hafıza bölümü hâlâ ölüydü.

Kadın, siyah saçlıya baktı. "Siz içeri geçin. Hades, kıza da odasını göster!" dedi ve ileriye baktı. "Ares, seninle konuşmalıyız."

Kapıdan girmeden önce, kime seslendiğine baktı. Altın gözlü başını kaldırmış, kadına bakıyordu yüzünde hoşnutsuz bir ifadeyle. Demek ki onun takma ismi Ares'ti. Ansızın altın gözler, ona doğru kaydı ve o, adamın bakışının ona hissettirdiği duygulara sinir olarak başını önüne çevirip eve girdi. Dışarıda burnuna gelen toprak, ağaç ve deniz kokusu evin içine de dağılmıştı. Hafif ama insanı rahatlatan bir havaydı. Siyah saçlının, yani sözde Hades'in, ardı sıra yürürken köpek de yanı başında ilerliyordu. Yutkunup konuştu.

"Beni öldürecek misiniz?"

Hades, omzunun üstünden baktı.

"Bu zaten yapıldı, neden yineleyelim ki?"

"Belli ki, iyi öldürememişsiniz." diye kendi kendine mırıldandı.

Salonu geçip merdiveni tırmanmaya başlamışlardı. Adamın yanında yürürken dikkatlice etrafa göz atıyordu. Burası dört katlı bir malikâneydi. Malikânenin çok sayıda odası vardı ve bu odalar, kısalı uzunlu koridorlarla birbirlerine bağlanmıştı.

'Labirent gibi.' diye düşündü. Evin görünen tek çıkışı da, giriş kapısının olduğu salondu ya da öyle bir izlenim uyandırılmaya çalışılmıştı. Ne olursa olsun, bu evin bir sürü çıkışı olduğuna emindi.

Hades, koyu kırmızı bir kapının önünde durdu ve elini kapıya koydu.

"Böyle yaparak kapıyı açabilirsin." dedi ve ona bakarak ekledi. "Eminim, bunu da hatırlamıyorsundur."

"Kapı dokunmatik mi?" dedi kapıya incelerken. Tahtaya çok benziyordu oysaki.

"Dokunmatik mi?" diye alaycı bir sesle tekrar etti Hades ve düzgün dişlerini göstererek gülümsedi. "İşte bu komikti."

Onun çatılan kaşlarına bakınca boğazını temizleyerek ciddileşti. "Dokunmatik değil ama kapılar, sadece oda sahipleri tarafından ve sahiplerinin izin verdiği kişilerce açılabilir. Bir de Zeus açabilir tabi ki... Bak ben dokunduğumda kapı açılmadı. Şimdi de sen dokun."

Dalga geçtiğini biliyordu ama ona uymaktan ve kendisiyle dalga geçmesine izin vermekten başka çaresi yoktu. Elini kapıya yaslayınca kapı pervazından ayrılarak açıldı. Şaşkınlıkla Hades'e döndü. Hades tek kaşını kaldırıp kibirli bir tavırla dudağını büktü.

"İşte, bak!"

"Bu oda, benim odam mı yani?" dedi, daha içeriye bakmadan. Böyle bir yerde, katillerin içinde yaşadığı bu evde, kendisinin de bir odası olması tuhaftı. Hem de değişik bir mekanizmayla açılan kapıya sahip bir odası olması... Acaba o da çetenin bir üyesi miydi? “Ne tuhaf!”

Hades başını salladı. “Bence de tuhaf ama evin kararlarına bazen akıl sır erdiremeyiz. Özellikle konu sen olduğunda…”

Adamın devam etmesini bekledi, kendi hakkında bir şeyler öğrenmek için ama adam susup bakışlarını koridora çevirdi. Gitmeye hazırlandığını düşündü ve nedense yalnız kalmak istemedi, adamın ilgisini çekmek için konuştu.

"Ben hiçbir şey hatırlamıyorum."

Ona dönen Hades, kollarını kenetledi.

"Biliyorum, bu çok normal. Ölümlerde hafıza kendiliğinden sıfırlanır, yani sizin ırkınız da öyle oluyor. Seninle bağlantılı her olay ve kişi ölümünle birlikte hafızandan kayboldu."

"Ben ölmedim! Morgda uyandığımı anımsıyorum; ama yaşıyordum. Arkadaşına sorabilirsin." derken Hades sabırsız bir sesle onun lafını kesti.

"Bu uzun hikâye ama sen ölmüştün. Buna eminim. Arkadaşım da emindi. O yüzden seni morgda arıyordu çünkü seni öldüren oydu. Neyse, çok oyalandım."

Hades, onu kapının önünde bırakıp giderken ağzını açıp bir şey diyemedi. Köpek de Hades'in peşine takılıp onu yalnız bıraktı. O da düşünceli adımlarla odasına girdi, kapıyı kapattı. Zifiri karanlıkta kalınca aniden korkuyla kasıldı. Kıpırdamadan kalakalmıştı sanki korku tüm hücrelerine yayılıp onu felç etmişti. Aniden karanlıktan korktuğunu anladı. Kalbi delice atıyordu. Odadaki hava tükenmişçesine kesik kesik nefes almaya başlamıştı. Yere çöktü. İnleyemiyordu bile. Korkuyordu. Gözlerini sıkıca kapatıp başını elleri arasına aldı. Bir şeyin, karanlıkta kükreyerek ona saldırmasını bekliyordu. Nefes alamadığı için havasızlıktan başı dönmeye başladı ve yere yığıldı.

Birinin derinlerden gelen sesini duydu ve kapalı gözlerinin ardından ışığı fark etti. Yine de dehşetine engel olamadı, kendinden geçmek üzereydi. Onu, düştüğü yerden kaldıran kişiye karşı koymadı. Kendisini yatağa yatırıp saçlarını okşayan elin sahibi, onu sakinleştirmek için konuşuyordu. Kelimeler kulağına uğultu halinde geliyor ne söylendiğini anlamıyordu. Kalbi normale dönmeye başladığında uğultu dindi.

"Sakin nefes al. Rahatla, ben yanındayım!" diyen sese güvendi ve kendini bıraktı. Bayılmadan önce hatırladığı son şey, alev kadar sıcak bir dudağın, buz gibi alnına dokunmasıydı. Bedeni temelli gevşedi ve rahatladı.

 

BÖLÜM 3: ÖLÜMSÜZLER

Aynı gün içinde üçüncü kez tanımadığı bir yerde gözlerini açtı. Yataktan doğrulmadan önce hiç kıpırdamadan ortamı dinledi, ses yoktu. Yalnız olduğunda emin olunca doğrulup etrafa bakındı. İçinde bulunduğu oda çok ilginçti. İlginçlik odadaki eşyadan ziyade odanın kendisindeydi. Bir kere duvarlar başlı başına tuhaftı. Hâlâ uyanmamış olabileceğini düşündü, bitmek bilmeyen bir rüyanın içindeydi, belki de. 

Duvardaki ışıltılı, kalın damarlara bakındı. Renkli damarlarla kaplanmış duvar, odayı aydınlatan tek şeydi. Odada, başka bir ışık kaynağı yoktu. Duvarlar, doğal gibi görünen beyaz, mavi, kırmızı ve yeşil damarlarla kaplıydı. En parlağı beyaz olanıydı, diğer renkler solgundu. Elini kaldırıp, mavi damara sürdüğünde mavi damarlar ışıldamaya başladı. Gözleri açıldı. Diğer renklere de dokununca hepsi birden parlamaya başladı. Oda, bu ışıltılar sayesinde bir anda bir renk cümbüşüne büründü. Bu cümbüş, gökkuşağının ortasında oturmak gibiydi. Mavi renge tekrar dokununca, mavi damar hafifçe soldu. Beyaz dışındaki diğer renkleri de solgunlaştırdı. Bu çok güzel bir sistemdi. Dokunmatik kapıdan sonra, dokunmatik ışık sistemine şaşırmaması gerekiyordu ama renklerinin güzelliği karşısında onlara hayran olmaması mümkün değildi. Duvara yoğunlaştırdığı ilgisini odadaki eşyalara yöneltti. Odada, yataktan başka; tek kapılı bir dolap, küçük bir masa ve masanın üzerinde de birkaç kitap vardı. Ayrıca odada, iki sandalye ve masanın altındaki rafta siyah camdan yapılmışa benzeyen küçük bir kutu da vardı. 

Yataktan inip odadaki diğer kapıya doğru yürüdü. Çıplak ayaklarla dolaşmaktan sıkılmıştı. Kapının hemen yanında küçük bir ayakkabılık gözüne çarptı. Oradan siyah bir babet alıp ayağına geçirdi ve odanın diğer kapısına yürüdü. Neyse ki bu kapının kolu vardı. Kapıyı açtı. Burası banyoydu ama içerisini sadece odadaki ışık aydınlatıyordu. Dudağını ısırarak bir süre kapının önünde öylece durdu. Banyo yapmak istiyordu ama karanlığa girmek istemiyordu. Ortalıkta, el feneri veya muma benzer bir şey görünmüyordu. Elektrik anahtarı bile yoktu ki! Aklına bir şey geldi. Elini içeriye uzatıp duvarı okşadı:

"Hadi, lütfen ışılda." diye mırıldandı. Banyo, bir anda rengârenk oldu. Tedirgin adımlarla banyoya girdi ve sadece beyaz ışığı serbest bıraktı. Ne kolaydı!

Lavabonun üstündeki aynada, kendini görünce irkildi. Kendini tanımıyordu. Aynada, ona bakan yabancı biriydi. Omuzlarından aşağı dökülen siyaha yakın, koyu kahverengi dalgalı saçları vardı. Sanki hatırlayabilecekmiş gibi aynaya biraz daha yaklaştı. Elini yüzüne doğru kaldırıp yüzünün gerçek olup olmadığına baktı. Evet, karşısında ona bakan kişi kendisiydi. Gözleri yeşil-kahve harelerle dolu parlak bir elaydı. Burnu düz olarak iniyordu. Kuru, kırmızı dudakları şekilli bir dolgunluğa sahipti. Elmacık kemiklerini okşadı, yüzü orantılıydı ama sol tarafında çene kemiğinin üstünde belli belirsiz bir yara izi vardı. Eski bir ize benziyordu ve doğal olarak bu yaranın yol açtığı olayı zerre kadar hatırlamıyordu. Doğruldu ve kaşları çatıldı. Karşısındaki yansımanın sahibi, en az dışarıdaki insanlar kadar kendine yabancıydı.

Solgun yüzüne baktı. Gözlerinin altı, hafifçe morarmıştı. Onu buraya getiren sözde Hades kadar hastalıklı görünüyordu. Şu haline bakınca ölümden döndüğüne inanması kolaydı. Tişörtünü sıyırdı. Zayıf, kaslı bir yapısı vardı. Ormandaki evde ve bahçesinde yaptığı gösteriyi göz önüne alırsa, antrenman yapmış bir fiziği olması normaldi. Sırtında da boydan boya bir yara izi vardı. Yara oldukça iyileşmişti ama beyaz teninde incecik kırmızı bir iz bırakmıştı. Nasıl olduğunu bile hatırlamadığı ize fazla takılmadı çünkü uzun zaman önce olmuş bir yaraydı. Fakat bedeninde ölümcül bir yara izi görememek kafasını karıştırdı. Onu nasıl öldürmeye çalışmışlardı acaba? Öldürmeye çalıştıkları birini alıp buraya neden getirmişlerdi ve morgdan çıkarma zahmetine girmişlerdi. Her şey çok saçmaydı. Başını sallayıp raftan bir havlu alarak duşa girdi.

Bir saat sonra, temizlenmiş ve üstüne yeni bir kıyafet geçirmiş halde pencerenin önünde dikiliyordu. Pencere geniş bir pervaza sahipti ama dışarısı öyle karanlıktı ki, oturup dışarıyı seyretmesi saçma olacaktı. Karnı da çok acıkmıştı, midesi neredeyse sırtına yapışmıştı. Onu buraya zorla getirmişlerdi ve anlaşılan ilgilenmek akıllarına gelmemişti. Kapının açık olmasına bakılırsa buradan kaçmasına ihtimal vermiyorlardı. Kendine güvenen katillere sahip olduğuna göre aynı şekilde davranmasında sakınca yoktu. Zaten ellerindeydi, korkak tavrı kurtulmasına yardımcı olmazdı. Biraz dolanmanın zamanı gelmişti.

Son on dakikadır koridorlarda dolanıyordu ama uzun koridorlar boyunca kimseye rastlamamıştı. Koridordaki hiçbir kapıyı da açmaya çalışmamıştı. Ne de olsa sahipleri dışındakiler kapıları açamazdı. Bazı kapılara bakmak bile midesini kaldırmaya yetmişti. Bir tanesi, pıhtılaşmış kandan yapılmış gibiydi. İçlerinde en masum olanı balçıktan yapılmış olandı ama o da iğrenç kokuyordu. Çoğu kapı ise tahtadandı, üstünde şekilli oymalar vardı. Bazılarının kapı kolları olsa da yine de onları açmayı denemedi. Mutfağın daha belirgin bir yerde olmasını diledi içinden ama mutfağın olduğu yer olduğunu tahmin ettiği alt kata bir türlü inememişti.

Bıkkınlıkla köşeyi döndü ve zayıf gençle karşı karşıya geldi. Genç adam hemen hemen onun boyundaydı. Gülümseyerek rahatça sordu.

"Selam, acıktın mı? Yoksa kaçmaya mı çalışıyordun?"

"Hangisi olursa..." diye cevapladı.

Adam ona yaklaştı, yüzü kemikliydi ama keskin hatlara sahip değildi. Sevimli denebilecek bir çocuksu yüzü vardı.

"Benim adım Hermes." dedi ve başıyla selam verdi. "Yeniden tanıştığımıza sevindim."

"Yeniden..." diye tekrarladı ve ardından aklına gelince heyecanla sordu. "Benim adımı biliyor musun?"

Hermes'in kaşları havalandı.

"Kimse sana adını söylemedi mi?"

Başını "hayır" anlamında sallayınca Hermes anlayışlı bir ifadeyle ona baktı.

"Senin adın, Dünya!"

İnanmamış gibi bir ifadeyle ona baktı. Kimliklerini gizlemelerine hak verdi ama neden onu da işin içine katıyorlardı ki? "Neden herkesin takma ismi var? Yoksa gerçek isimlerinizi, benim gibi, hatırlamıyor musunuz?" dedi dalga geçerek.

"Gerçek isimler mi?" dedi Hermes. "Ama bunlar gerçek isimlerimiz, senin ismin de öyle. Takma isim neden kullanalım ki?"

"Burası da Olimpos sanırım." dedi dudağını bükerek.

Hermes ciddileşti. "Hatırlıyor musun?"

"Ah, yapma! Hafızamı kaybetmiş olabilirim ama aptal değilim. Bir insanın ismi nasıl olur da Dünya olabilir ya da Hermes veya Hades?" Durdu ve ağzı bir karış açıldı çünkü Hermes'in yerden yükseldiğini görüyordu.

Ağırlıksızmış gibi yukarı yükselen Hermes, onun etrafında hızlı bir tur atıp yerine kondu.

"Burası da Olimpos." dedi adam. "Şimdi bana inandın mı?"

"Yani sen bana, Yunan tanrıları olduğunuzu mu söylüyorsun?" Hâlâ, az önce tanık olduğu gösterinin etkisindeydi ve bunun bir göz aldatmacası olduğuna dair hiçbir ipucu görünmüyordu. Adam bildiğin havalanmıştı, doğal bir hareketmiş gibi.

Hermes önemsiz bir tavırla elini salladı. “Uzun hikâye! Kısaca bahsetmek gerekirse, zamanında Yunanlılar efsanelere sahip çıktılar çünkü yazmaya ve resmetmeye herkesten çok meraklıydılar. Bir sürü de boş vakitleri vardı. Biz de haliyle onların kültürüne dâhil olduk. Birçok yerde farklı isimlerle anıldığımız olmuştur. Her gelişinde sana bunları açıklıyoruz ama sanırım bu kez benim anlatışım son olacak.” dedi Hermes, son kelimelerini buruk bir sesle söylemişti.

Beni sonunda öldüreceksiniz diye düşündü ve çekinmeksizin cansızca vardığı sonucu söyledi.

"Beni kurban mı edeceksiniz? Yani ben insanım değil mi?"

Hermes gülmemeye çalışarak cevapladı.

“Teklifin için teşekkür ederim ama çok sıskasın. Önce seni beslememiz gerekiyor. Ve bazen iblis olmandan kuşkulanmıyor değilim.”

Adamın şakasına karşın gözlerini kısarak kaşlarını çattı. Onun için çok önemli olan bir konuda şaka yapıyordu. Hermes, koridorda yürümeden önce onu çağırdı:

“Hadi gel de bir şeyler atıştıralım. Dinlenmen için seni uyandırmaya gelmedim. Akşam yemeğini kaçırdın ama kalanlar seni doyurur.”

Yemeği, mutfakta yediler. Hermes ona, Antalya'da olduklarını söyledi. Gerçekten de Olympos’talardı. Burasının tatil yeri olduğunu biliyordu. Hafızası bu tür bilgileri silmemişti ama geri kalan her şey uçup gitmişti. Hermes, insanların eski zamanlarda bazı güçleri sebebiyle onları tanrı olarak kabul ettiklerini anlattı. Ayrıca minibüsteki kızın adının Athena olduğunu öğrendi. Ona, kısaca "Hena" diyorlardı. Kapıda onları karşılayan kadının da Hera olduğunu öğrendi. Tanrıça Hera! Hades ve Ares’ten bahsetmekten özellikle kaçındığını hissetti, sohbeti kesmemesi için üstelemedi. Hermes, Ares hakkında Zeus’u beklemeleri gerektiğini söyleyip konuyu uzatmadı. Bunlar inanılmaz gelse de anlattıklarını masal gibi dinlemek hoşuna gitti. Önceki hayatında bunlara meraklı mıydı, bilmiyordu ama Hermes'in samimi, akıcı konuşmasından zevk aldı.

Mutfak alt kattaydı ve çok büyük değildi. Normal bir ışıklandırmayla aydınlatılmıştı. Galiba sadece özel odaların sistemi farklıydı. Burası gözü rahatsız etmeyen, bir sıra floresanla aydınlatılıyordu. Koridorlar da duvara gömülü süslü antika lambalarla bezeliydi.

Dünya, Hermes'in hazırladığı kahveyi karıştırırken yanı başına oturan adama sordu:

"Siz hepiniz Zeus ve Hera'nın çocukları mısınız? Hiç yaşlanmıyor musunuz?"

Hermes, dudağını büktü.

"O biraz karışık bir durum ama çoğumuzun kardeş olmadığını söyleyebilirim. Dedim ya; efsaneler yarı masal, yarı gerçektir."

"Diğerleri nerede?" dedi. “Etrafta dolandım ama sadece sana rast geldim.”

“Genelde Hera, Zeus, Apollon, Athena, Ares, Artemis, Adonis ve Eros buralarda olur. Kolay ulaşılabilir olmaları gerekiyor, anlarsın ya…” anlamadığını fark edince boğazını temizleyip devam etti. “Diğerleri sürekli dolaşırlar. Bunlara ben de dâhilim.” dedi ve sırıtarak ekledi. “Ne de olsa haberciyim.”

“Adonis mi?” dedi Dünya. “Hiç öyle bir tanrıça duymamıştım.”

Hermes, aniden kahkaha attı. “Ne! Tanrıça mı?" Gözlerinden yaş gelene kadar güldükten sonra konuşmayı başardı. “Sakın bunu başka yerde söyleme yoksa çok darılır. Adonis, bir tanrıça ha!”

Sabırla adamın kahkahalarının bitmesini bekledi. Hermes sonunda sakinleşip gülmekten yaşaran gözlerini silerken ona baktı.

"Onu görünce bu dediğinin ne kadar komik olduğunu sen de anlayacaksın."

Dünya, omzunu silkti.

"Neyse ne, komik bir şey dediğimi düşünmüyorum!"

Hermes ciddileşip görünmez birini dinler gibi durakladı. Sonra doğrulup ona baktı. "Sohbet güzeldi ama iş beni bekler. Sonra görüşürüz."

Dünya genç adamın gitmek için ayağa kalkmasını beklerken Hermes aniden ortadan kaybolunca ağzı bir karış açıldı. Etrafına bakındı, yoktu. Gerçekten de havaya karışmıştı. Mutfakta, tek başına kalakalmıştı. Yapacak başka işi olmadığından kahvesini bitirdi.

Hermes'in hatırlatmasından sonra; tanrılar hakkında bildiklerini düşündü. Uzun sürmedi çünkü pek fazla bir bilgisi yoktu. Zeus, tanrıların kralıydı ve şimşek yaratıyordu. Hera ise kraliçe tanrıçaydı ama onun kıskançlık dışında bir şey yaptığını hatırlamıyordu. Bilgileri, nereden öğrendiğini bilmese de tanrıları ve görevlerini hayal meyal anımsıyordu. Film ve kitap bilgilerinden çok, genel bilgiler kafasındaydı. Galiba mitoloji bilgileri bu kadarla sınırlıydı ama neden hatırladıkları sadece salt bilgiden oluşuyordu? Ne anı ne olay… Yaşanmışlıkla ilgili hiçbir şey anımsamıyordu.

Zihnindeki Ares imajı, buradaki Ares'ten çok farklıydı. Daha çok kaba saba esmer ve iri bir adam olması gerekiyordu sanki… Koyu kumral saçları olan, altın renkli gözlere ve çekici yüz hatlarına sahip, heykel gibi fiziği olan biri değildi. Genç adamın yüzüne yapışmış hüzün aklına gelince; onu, savaş tanrısı olarak düşünmek daha da zorlaştı. Savaş tanrısının ukala ve acımasız biri olması gerekiyordu. Belki de öyleydi. Ne de olsa kendisine, onu öldürmeye çalıştığını söylemişlerdi, daha doğrusu onu öldürdüğünü…

Ayak sesiyle irkildi. Girişe döndü. Orta yaşı geçkin bir adam, birkaç adım ötede ona bakıyordu. Yoksa Zeus bu muydu? Kırlaşmış saçları ve gözündeki gözlüğüyle, adam; Dünya'nın hayal ettiği Zeus'a hiç benzemiyordu. Adam, ona yaklaştı ve oldukça yumuşak bir tonda konuştu.

"Seni tekrar görebilmek ne güzel Dünya!” yüz ifadesi de sesi kadar sakindi. "Hafızanı yitirdiğini biliyorum, beni hatırlamıyorsun değil mi?"

Adamı onaylamak için başını salladı. Konuşmayınca adam yarı yolda durakladı, sanki onu ürkütmek istemiyordu. Usulca içini çekti. "Bu, çok zor bir durum... Neyse ki sen bununla başa çıkmasını iyi biliyorsun.” Dedi ve gülümsedi. “Benim adım Enlil."

"Ben…" dedi Dünya, adamdan yayılan tekinsiz bir his vardı. "Kimseyi hatırlamıyorum."

Enlil başını yana yatırdı.

"Sorun değil." diye cevapladı. "Hatırlayamasan da yakında tanıyacaksın."

Adamı baştan ayağa çabucak süzdü. Adam, kumaş pantolon giymişti. Bir gömlek ve klasik ayakkabısıyla tam bir dede kılığındaydı. İçinden bir ses, bu adamın da normal bir insan olmadığını söylüyordu görünüşünün aksine. Başını sallayıp adamı onayladı.

“Umarım.”

"Yemek yemişsin, bu iyi." dedi adam ve tezgâhtaki bulaşıklardan gözlerini kaldırdı. "Öyleyse içecek servisine katılabiliriz. Bana eşlik eder misin?”

“Çağrılmadım.” Dedi kaşlarını çatarak. Samimi olma gibi bir düşüncesi yoktu ama buradan kurtulmak için uyumlu davranmakta da sakınca yoktu.

Adam sırıttı ve bir sır söyler gibi eğilip fısıldadı. “Ben de…” dedi ve doğruldu. “En eğlenceli partiler çağrılmadıklarındır.”

Dünya adamın uzattığı koluna girip girmemekte bir an tereddüt etti. Sonra içinden "Ne olabilir ki?" diye geçirip sandalyeden indi ve adamın koluna girdi. Adamın göründüğü kadar güçsüz olmadığını koluna girince fark etti. Yüzü orta yaşlıydı ama bedeni dinçti.

"İçecek servisi demekle neyi kastettin?"

Yürürken bir taraftan da adamı konuşturmaya çalışıyordu. Adam ona bakmadan sorusunu cevapladı.

"Yemekten sonra genelde toplanıp bir tür içki içerler. Seni çağırmamaları normal çünkü bu, senin içemeyeceğin türden bir içecek." dedi ve ona doğru gülümsedi. "Ama sana çok güzel bir çay ikram edebilirim. Çayı beraber içeriz her zamanki gibi."

"Her zamanki gibi?" Galiba onun anımsayamadığı alışkanlıklarından biriydi. Adama hafifçe gülümsedi. Adam da ona göz kırparak doğruldu. Girişteki ana salonu geçtiler ve alt kattaki başka bir koridora girdiklerinde adama "Onlar ne içiyor?" diye sordu.

Adam nefeslendi.

"Nektar. Bunlar antik zaman tanımıyla tanrı içkileridir. Nektarın ne olduğunu biliyor musun?"

"Hayır."

"Ölümsüzlerin ihtiyaç duyduğu bir içecek… Güçlü bir içkidir, ölümlüler onu içemezler." diye açıkladı Enlil ve bir kapının önünde durdu. Ona bakmaksızın konuştu. “Bir süredir buraya gelmemiştim ve gelmek de istememiştim. Eğer hoş karşılanmazsam istediğin kişilerle sohbet etmende sakınca yok." Dedi ve yan gözle ona baktı. “Hiç alınmam.”

Başını sallayan Dünya belirsizliğin verdiği bir çekingenlikle yutkunup kapıya baktı.

BÖLÜM 4: ENLİL

Altın varaklarla işlenmiş iki kanatlı bir kapıydı. İşlemeler yaprak ve çiçeklerden oluşuyordu. Bu işlemeler, her nasılsa parıldıyordu ama çevresinde ne elektrik ne de boyayla alakalı bir şey görünmüyordu. Enlil, kapıya doğru döndüğünde; kapı kendiliğinden açılmaya başladı. Kapı açıldığında muhteşem bir oda önlerine serildi. Olimpos'un masalsı ortamını tasvir etmek isteseydi, bu odayı anlatması yeterli olurdu. Sadece geniş bir salonda olduğuna inanmak çok zordu. Bina içinde olduğunu dahi kendine hatırlatması gerekmişti. Çünkü taş olması gereken duvarlar ve tavan, gökyüzüne dönüşmüştü. Neredeyse bu salonda güneşi görmeyi bekleyecekti. Ortadaki havuzun etrafında geniş minderler vardı. Kenarda ise kısa divanlar. Çevresindeki çiçekler ve bitkiler öyle canlı ve yeşildi ki! Çiçeklerin kokusu, tüm odaya dağılmıştı. Sarmaşıklar, odadaki mermer sütunları sarmıştı. Diğer tüm çiçekler de göz alıcı renkleriyle sarmaşıkları taçlandırıyordu.

Servis yapan insanlar dışında yirmi veya yirmi beş kişinin dağıldığı salonun ortasındaki kısa divana kurulmuş olan Hera, yeşil uzun bir elbise giymişti. Göğsünün hemen altındaki kemerden aşağıya dökülen eteğiyle çok şık görünüyordu. Saçlarını topuz yapmıştı. Yüzü ışıltı saçıyordu. Onun salona girdiğini fark edince elinin zarif bir hareketiyle onu çağırdı. Dünya kadına doğru döndü, çevresindeki yabancıların onu izleyen bakışlarından rahatsız olmuştu. Bir an ne yapması gerektiğini düşündü ve Enlil'in ardında durduğunu hissedince, cesareti geri geldi. Yürürken de adam onu yalnız bırakmadı, Dünya'nın bir iki adım arkasındaydı. Adamın güven aşılamaya çalıştığını düşündü. Yaklaşınca kadın doğruldu ve elindeki kadehi yana bırakıp ona gülümsedi.

"Senin dinlendiğini sanıyordum."

Gözleriyle diğerlerini süzerken bir yandan da Hera'ya cevap verdi. "Dinlendim."

Biraz ötede Hermes ve Hades uzandıkları minderden doğruldu. Yanlarında, Athena oturuyordu. Athena'nın üzerinde açık renkli bir gömlek ve kahverengi dar bir pantolon vardı. Saçını örgülerle toplamıştı. Çok güzel görünüyordu. Hermes ve Hades yakası açık birer gömlek ve yarı spor, rahat pantolonlar giymişlerdi. Kendisinin nasıl göründüğünü düşündü. Yutkunup ellerini cebine soktu. Dolapta şu an üzerinde olan basit tişört ve kottan başka bir şey yoktu ki. Hera ile konuşurken etrafa bakınmaya devam etti. Tanımadığı birkaç kişi dikkatlerini ikisine yöneltmişti. Dünya’nın asıl görmek istediği kişi ise sütunun yanındaki divanda ilgisizce oturuyordu. 

Kumral saçlarını sıkıca toplamış, yakışıklı yüzü ortaya çıkmıştı. Avuçlarının arasındaki bardağı sürekli çeviriyordu. Yanındaki kadın, onunla konuşurken; Ares'in gözleri, sabit bir şekilde yere bakıyordu. Onun geldiğini fark etmemişti veya varlığı Ares için önemsizdi. Adamın üzerinde yeleğe benzeyen, kolsuz, şık bir üstlük vardı. Dik yakası, boynuna kadar yükseliyordu. Siyah pantolonuyla, odada bu kadar koyu renkli giyinmiş iki kişiden biri Ares, diğeri de kendisiydi. Yanındaki kadın ise sarı saçlı, orta boylu; yüzü, meleklere benzeyen güzel bir kadındı. Kadın, omzunun üstünden bir saniyeliğine ona baktı. Sonra başını çevirip eliyle, ilgisini çekmek istercesine Ares'in kolunu okşadı ve konuşmaya devam etti.

Hera yanını işaret edince, kadının yanındaki mindere bağdaş kurup oturdu, Enlil de biraz geride kalarak sütuna yaslandı. Bilerek onları baş başa bıraktığını düşündü. Adamın geride kalmasına aldırmayan Hera kadehinden bir yudum aldı ve ona döndü.

“Hatırlama konusunda problemin olduğu için burada ne işin olduğunu ve bizim kim olduğumuzu merak ediyorsundur.”

Kadının, mavili yeşilli gözlerine bakarak başını salladı. “Sizlerin kim olduğunuza dair bir şeyler öğrendim; ama beni buraya neden getirdiğinizi bilmiyorum. Şahit olduklarımın gerçekliğinden bile emin değilim.”

Hera anlayışlı bir tavırla başını salladı.

"Evet, öğrenmek senin hakkın ama sana her şeyi anlatmadan önce Zeus'un gelmesini beklememiz gerekiyor. Onun fikrini aldıktan sonra ne yapacağımıza karar verebiliriz. Biz, işlerin bu kadar karışacağını tahmin edemedik. Değil mi Ares?" dedi ve başını Ares'in olduğu tarafa çevirdi.

O tarafa bakmamak için kendini zor tutuyordu. Ares, hoşnutsuz bir tonda konuştu. "Ben yapmam gereken şeyi yaptım."

“Yaptığın pek kabul edilir bir şey değildi.” Dedi kadın. “Bakalım Zeus bu konuda ne diyecek?”

Bunu söylerken Hera'nın ses tonu değişmemişti; ama bu sözlerde, üstü kapalı bir tehdit seziliyordu.

"Vereceği cezayı beklemen gerekecek Hera, umarım cezası seni tatmin eder." dedi. Bir an duraklayıp ekledi. "Biraz hava alacağım. Size afiyet olsun."

Dünya arkasını dönüp Ares'e baktığında; genç adam çoktan sırtını dönmüş, salona açılan başka bir kapıya doğru yürümeye başlamıştı. Kapıyı tek eliyle itti ve sinirli adımlarla dışarı çıktı. Onunla konuşan sarışın kadın da Ares çıkana kadar arkasından baktı. Sonra da açık mavi elbisesinin eteklerini toplayıp onlara doğru geldi.

"Hera, bu konuda bir şey yapmalısın. Zeus'un ceza verme konusunda biraz anlayışlı olmasını sağlamalısın." Diye keskin ve kararlı bir tonda konuştu. “Tek suçlu o değil, bunu biliyorsun!”

Hera, gözlerini kadına çevirdi.

"Onun asiliğini dizginlememiz gerektiğini de sen biliyorsun Afrodit. Sürekli kendi bildiğini yapıyor. Bu sefer, boyunu çok aştı ve yapılması yasak olan bir şeyi yaptı. Dengeleri değiştirmeye çalışmamalıydı. Ares'i, Zeus'un gazabından ben bile kurtaramam."

Afrodit, kin dolu bir bakışla ona kısaca baktı ve Hera'nın karşısına geçti. Küçümser bir tavırla eliyle onu işaret etti. “Bu ölümlünün değeri ne ya da diğerlerinden farkı ne? Bu kadar önemli olmak için ne yaptı ki? Bu ölümlüyü neden bu denli koruyorsunuz?”

"Onun ne yaptığını seninle tartışmamız bile saçma!" dedi, Hera. Hera'nın, sinirlenmeye başladığı belli oluyordu. "Öte yandan Dünya için bile olsa Ares'in yaptığı şey affedilemez bir suç." diye kızgın bir sesle ekledi.

Afrodit huysuz bir sesle tısladı.

"O halde bu ölümlü de cezalandırılmalı!"

"O, hiçbir şey hatırlamıyor ki..." diye araya giren Hades yanlarında belirdi. “Hatırlamadığı davranışlarının zararlarından sorumlu olamaz.”

Afrodit öfke saçan bakışlarını bu kez Hades'e yöneltti. "Keşke hatırlasaydı!" dedi ve tekrar Dünya'ya döndü. "O zaman, vicdan azabından kendisi ölmeyi dilerdi!"

Başka biri lafa girdi. “Dünya’nın zarar verdiğini de kanıtlayamazsın Afrodit.”

Anlamsızca, kendi hakkında yapılan konuşmayı dinliyordu. Onlara, ne gibi bir kötülük yaptığını merak etmeye başlamıştı. Ares, onu öldürmeyi deneyerek ona kötülük yapmak yerine nasıl iyilik yapabilmişti? İyice öfkelenen Afrodit, hırsla ana kapıya döndü, hızlı adımlarla odadan çıktı. Dünya ise boş düşüncelerinin yankısını ve son duyduklarını anlamlandırmaya çalışıyordu. Daha önceleri burada yaşadığını anlamıştı fakat bu antik tanrı ve tanrıçaların arasında ne aradığı ise tamamen gizemdi. Hera da anlatmadı. Kimse anlatmadı. Herkes Zeus'un vereceği karara göre konuşacaktı anlaşılan. Diğerleri ondan uzak durup nektarlı içkilerini içerken; o, salona girdiğinden beri hiç konuşmayan Enlil gibi çay içti.

Kadehler dikkatini çekti, hepsi birbirinden farklıydı. Hera ayaklı zarif bir kadeh kullanıyordu. İçkisi de altın renkli, hoş kokulu bir içkiydi. Hermes kısa, küt bir kadeh kullanıyordu ve içkisi su gibi şeffaftı. Athena, alt tarafı beyaz, üst tarafı siyah renkli olan bir içki içiyordu. Kadehi de epey uzundu. Hades'in içkisi en ilginçleriydi. Konyak kadehindeki sıvının rengi ve dokusu kanı andırıyordu, keskin bir kokusu vardı. İçindekinin domates suyu olduğunu düşündü çünkü adamın kan içmesi saçmaydı.

Suskun Enlil’in de etkisiyle kalabalık sıkıcı olmaya başlamıştı. Gergin ve zorlama sohbetlere katılmasına gerek yoktu ama aklı başka yerdeyken dinlemek bile işkenceydi. Oradan buradan ve onun anlamadığı birçok konudan bahsettikten sonra Hera, ortadan yok olmadan önce ona beklemesini ve sakin olmasını telkin etti. Hera ayrıldıktan sonra rahatlayarak ona yaklaşan Enlil onu odasına götürmeyi teklif edince bunu hemen kabul etti. Bu karmaşık koridorlarda kaybolmak bu gece için en son istediği şeydi. Enlil; onun, yolları bir iki gün içinde çözeceğinden emin olduğunu söyledi. "Daha öncekiler de böyle olmuştu." diye Dünya'yı rahatlattı.

Enlil onu birkaç dakikada odasının önüne getirdi. Bu sefer, geçtiği koridorlara dikkat etmişti. Düzensiz görünse de aslında sistemli bir koridor planı vardı. Koridorlar, düşündüğü kadar karışık değildi. Burayı tamamen çözmek için koca evde bir kere kaybolması yetecekti. Enlil'e, iyi geceler diledikten sonra odasına girdi ve kapıyı kapatmadan önce elini duvara sürdü. Duvarın damarları ışıldayınca odasına geçip kapıyı kapattı.

Odada ne televizyon ne de bilgisayar vardı. Nasıl vakit geçirecekti ki? Masanın üzerindeki kitaplara baktı. Masada dört tane kitap vardı. Biri mangaydı. Diğer üçü de "Silmarillion", "Tılsım" ve "Yüzüncü Ad" isimli romanlardı. Bu kitapların sahibi kendisi olabilirdi ama çizgi roman merakı olduğunu düşünmek biraz tuhafına gitti. Uykusu yoktu, bu yüzden kitap okumaya karar verdi. "Silmarillion"u alıp yatağına uzandı.

Kitap, birkaç kez kucağına düştü. Gözleri kapanmak üzereyken toparlanıyordu; kitabı bir türlü bırakmak istemiyordu. Kitap bir kez daha yatağın üstüne düştü. Kitabı, yeniden almak yerine gözlerinin kapanmasına izin verdi. Tam, uykuya dalacakken odada hafif bir esinti hissetti, sanki biri yanından yürümüştü. Korkuyla gözleri açıldı. Etrafına bakındı ama kimse yoktu. Öyle korkmuştu ki gözlerinden başka her yeri kaskatı kesilmişti. Sonra rahatlayarak nefeslendi ve pencereye baktı. Pencere kapalıydı, oradan esinti gelmesine imkân yoktu. Gözleri yeniden kapanıyordu. Burnuna hoş ve çekici bir koku dolarken uyumaya başlamıştı bile.

        İki gün boyunca diğerleri yoğun olduğundan Enlil'le vakit geçirdi. Enlil, sadece onunla konuşuyordu; adamın anlatmak istemediği bir sebepten dolayı diğerlerine kırgın olduğunu öğrendi. Onun isteğine saygı göstermek adına iki tarafa da birbirlerinden bahsetmedi. Gerçi kimse sormadı da… Ares'i ve Afrodit' i bu süre boyunca bir kez olsun görmedi. Malikânede kaybolmadan dolaşmayı öğrenmiş, tek kârı da bu olmuştu. Bu süre zarfında bahçeye hiç çıkmamıştı. Gelirken ve pencereden gördüğü kadarıyla bahçenin yabani ve bakımsız görüntüsü vardı. Yani ilgi çekici bir tarafı yoktu.

BÖLÜM 5: KAÇIŞ

Üçüncü günün sabahında, kahvaltı için mutfağa indiğinde Hermes ile karşılaştı. Genç adam her zamanki neşesiyle onu selamladı.

“Ne şanslısın, poğaçalar bitmeden yetiştin.” Dedi ve masanın üstündeki tepsiyi işaret etti. “Apollon’dan önce gelmemiz de ayrı bir şans!”

Dünya tepsiye dönerek sordu. “Apollon ne alaka?”

Hermes meyve suyunu yudumlayıp cevapladı. “Onda mide yerine dipsiz bir kuyu olduğunu unutmuş olamazsın…” dedi ve duraklayıp boğazını temizledi. “Olabilirsin de… Neyse bu söylediğimi de unut. Dün sabahtan beri ortalıkta değildin, odanda sıkılmadın mı?”

Odasında değildi ki… Enlil ile birlikte vakit geçiriyordu gerçi adamdan da sıkılmıştı çünkü Enlil'in eski hikâyeleri de ilginçliğini yitiriyordu. İddia ettiğine göre; Enlil, bilinen efsanelerin gerçek hallerini anlatıyordu ve az da olsa bildiği ilginç öykülerin normal bir hikâyeye dönüşmesi hayal kırıklığı yaratıyordu. Bazılarının sonları çok acımasızdı, bunları duymak canını sıkıyordu. Genelde Zeus'un efsanelerini anlatmıştı. Onun merak ettiği başka biriydi ama sormaya çekindiğinden, Enlil'in anlattıklarını dinlemek zorunda kalmıştı. Beklemekten çok sıkılmıştı. Zeus'un gelmesini neden beklemesi gerektiğini kimse söylemiyordu. Enlil’in yoldaşlığından bahsetmek yerine konuyu değiştirdi.

“Daha ne kadar beni burada tutacaksınız? Birileri yokluğumu fark etmiş olmalı.”

Hermes çiğnediği poğaçayı yutarak doğruldu. “Bu konuda hiç endişelenme.”

“Benim değil sizin endişelenmeniz gerekiyor!” dedi şaşkınlıkla. “Beni kaçıran ve tutsak eden sizsiniz! Ceza alacak olan sizsiniz!”

Güçlü bir kahkaha atan Hermes masaya eğildi. “Hala anlamadın mı Dünya? Bu boyuttaki tek irade Zeus’tur ve ceza yetkisi de sadece ona aittir. Sıradan ölümlü kanunları bizi etkilemez.” Doğruldu ve ciddileşti. “Bu duruma yol açacak ne yaptığını bilmiyorum ama umarım Ares seni korumaya çalışırken kendi varlığını tehlikeye sokmamıştır. Zeus’un kararının merhametli olması için dua etmelisin.”

Dünya buz gibi oldu. Acil bir işi olduğunu söyleyen Hermes yeniden neşelenip onunla vedalaşırken tepki bile veremedi. Adamın ortadan kaybolması dahi normale dönüşmüştü, eskisi gibi irkilmiyordu. Mitolojik bir kabusun içindeydi ve anımsamadığı geçmişinde yaptığı veya yol açtığı bir olay yüzünden herkes diken üzerindeydi. Ares için korkuyorlardı. İşin aslını bilen tek kişi Ares idi, o da ortalıkta yoktu. Yoksa ondan mı kaçınıyordu? Belki de ondan nefret ediyordu… Hem de onu öldürmeye çalışacak kadar…

Öylece oturup bu yabancıların ona ceza biçmesini mi bekleyecekti? Dudaklarını çiğneyerek bir süre düşündü, tamamen delirmeden buradan gitmeliydi. Malikane çoğunlukla ıssızdı, bazen yanı başında bir nefes hissetse de bunun onun korkusundan dolayı oluşan bir yanılsama olduğunu tahmin etmek güç değildi. Ona kim engel olacaktı veya yokluğunun fark edilmesi ne kadar zaman alırdı? Denemeden bilemezdi. Kararını verdi. Gezinti kisvesi altında teorisini denemek, burada cezasını beklemekten daha mantıklı geldi. Mutfaktan tedirgin adımlarla çıktı ve giderek hızlanan adımlarla giriş kapısına kadar gitti. Kimseye rastlamamıştı ama kalbi çıldırmış gibi atıyordu. Bir an kapının önünde dikildi, sonra kararını vererek dışarıya çıktı. 

Kasvetli bahçeye bakarak merdivenlerden hızla indi, malikâneye doğru döndü. Karanlık bakışları andıran pencereler onu son kez uyarıyordu, kaçmak mı kalmak mı delilikti? Belki delirmekten korkmasına da gerek kalmamıştı çünkü sınırı zaten çoktan geçmişti. Tekrar bahçeye döndü. Onu, birinin izleyebileceğini düşünüp ana yoldan gitmenin tehlikeli olduğuna karar verdi. Aşağı çalıların arasına girdi, yoldan fazla uzaklaşmadan yürümeye başladı. Ne tarafa gideceğini sadece kestirebilirdi, emin olamıyordu. İyice sıklaşan çalılar, yabani ağaçlara dönüşmüştü. Takılmamaya çalışarak zorlukla ilerlerken bir ses duydu ve olduğu yerde durdu.

"Ah, hayır! Yanılıyorsun." Dedi biri, fısıldayan birinin ardından.

Sesi tanımıştı ve kiminle konuştuğunu merak ederek sesin geldiği yöne yürüdü. Fısıldayan diğer ses de tanıdıktı.

"O zaman yanıldığımı ispat et."

“Hiçbir şey ispatlamak zorunda değilim.” Dedi alaycı bir sesle diğeri. “Hesap vermekten nefret ettiğimi bilirsin.”

“Bunu neden yapıyorsun aşkım?” diye mırıldandı. “Bu işe neden karıştın?”

“Seni ilgilendirmez.” Dedi karşıdaki gerginleşen bir tonda.

“Beni ilgilendiren sensin aşkım.” Dedi çekici bir tonda ve ekledi. “Seni düşündüğüm için beni suçlayamazsın.”

İyice yavaşladı. Yaklaşık iki metrelik bir çalıyı geçmişti ki sesin sahiplerini gördü. Hemen çalının arkasına geri saklandı. Neyse ki onu görmemişlerdi, zaten görecek durumda da değillerdi. Afrodit, küçük bir etek giymişti ve düzgün bacağını Ares'in bacağına dolayarak bedenini adama yaslamıştı. Sırtını kurumuş bir ağaca yaslanmış Ares'in elleri Afrodit'in belini sarmıştı. Durdurmak için mi yoksa kendine çekmek için mi belli değildi. Ama gözleri kapalıydı, başını geriye yaslamıştı ve boynunu Afrodit’in dudaklarına teslim etmişti. Acele etmeksizin genç adamın tadına bakan Afrodit'in bir eli Ares'in kemerindeydi, diğeri adamın güzelim saçlarının arasındaydı.

Şahit olduğu sahne karşısında bir an gözü karardı ve soluksuz kalarak geriledi. Afrodit'in, Ares'in dudaklarına uzandığını görünce daha fazla orada kalamadı. Saklandığı çalıya takılan saçlarını kurtardıktan sonra arkasına dönüp koşmaya başladı. Yola çıktı ve demir kapıya ulaşana kadar durmaksızın koştu. Titreyen elleriyle kapıyı tuttu, soluğunun düzelmesini beklerken gözünün önünde hâlâ ikisini görüyordu. Aklından her şey silindi, ne kaçırılması ne Zeus’un tepkisi ne de cezalandırılma riski… Tek düşündüğü o ikisinin yakınlaşmasıydı. Birdenbire "Lanet olsun!" diye bağırdı ve elini demir kapıya vurdu. Elinin acımasına aldırmadan işlemeli demir kapıyı tırmanmaya başladı. Üç metrelik kapıyı çevik hareketlerle kolayca aştı ve diğer tarafa geçti. Ter içindeydi, yorulmuştu ama duraklama lüksü yoktu. İki nefes alarak koşmaya devam etti.

O ikisinin bu denli yakın olduklarına inanamıyordu. Ares, Afrodit'in sevgilisiydi. Bundan etkilenmesine daha çok öfkelendi. Ne tarafa gitmesi gerektiğini bilmiyordu ama gücü tamamen tükeninceye kadar koştu. Duraklayıp etrafa bakındı. Yolu gözden kaybetmiş, malikâneden de uzaklaşmıştı. Her yerde ağaç vardı. Dağa doğru koşmuş olduğunu fark edince yönünü biraz değiştirdi, derken ayağı kaydı ve yokuş aşağı düşerken başını bir ağaca veya kayaya çarptı. Canı acımıştı ama çığlık bile atamadı. İçindeki duygunun onda yarattığı acı, çarpışmanın verdiği acıdan daha yoğundu. Sonunda durabilmişti ama o, ayağa kalkmaktansa bir süre daha olduğu yerde yattı. Başı acıyordu ve gözleri yanıyordu. Pantolonu ve tişörtü yırtılmıştı, kolları çizik içindeydi. Sırt üstü döndü ve mevsimin bu döneminde bile hâlâ yeşil olan ağaçların arasından, gökyüzündeki güneşe baktı. Şimdi ne yapacaktı?

Şehre ulaşıp polise gidebilse, bu tuhaf insanlardan kurtulma şansı var mıydı? Hafızasını geri kazandıracak bir tedavi var mıydı? Deniz kenarına inmek mi daha mantıklıydı? Aptal hafızası yüzünden nerede olduğunu dahi bilmiyordu. Sonunda karar verip doğruldu, alnını ıslatan kanı sildi. Başını fena çarpmıştı, saçlarının ön tarafı ıslanmıştı ve kan yüzüne akıyordu. Ayağa kalkınca bir an başı döndü, ağaca tutunarak baş dönmesinin geçmesini bekledi. Geçmedi. Yavaş adımlarla yürümeye başladı.

Arada durması gerekiyordu, baş dönmesine artı olarak gözleri kararmaya başlamıştı. Nihayet yol göründüğünde hiç hali kalmamıştı, dizleri titredi, tökezledi ve yere oturmak zorunda kaldı. Yoldan arabalar geçiyordu ama bulunduğu yerden onu görebilmeleri zordu. Çalıların arasında yarı emekleyerek ilerlemeye çalıştı. Kalbi iyice yavaşlamış, kan kaybından gücü tükenmişti. Geçen herhangi bir arabanın dikkatini çekebilmek için seslenmeye çalıştı fakat sesini duyuramadığından arabalar geçmeye devam etti. Gözünün önünde karanlık toplar ışıklar saçarak patlıyordu. Yolla arasında iki metre bile yoktu ama ilerleyemiyordu. Yere yığıldı ve yattığı yerde gülmeye başladı. O an yapabildiği tek şey buydu, belki de son şey olacaktı.

Bir arabanın fren yaptığını duyunca elini havaya kaldırdı. Nihayet biri onu görebilmişti ama geç kalmış olması muhtemeldi. Eli, yere düşmeden bir el onu yakaladı. Başının altına elini koyarak onu kucaklayan kahramanını görmek için gözlerini araladı. Gece mavisi gözlerle karşılaşınca bir an şaşaladı. Nedense karşısında altın gözleri görmeyi beklemişti, umut etmişti. Yine de karşısındakine "Teşekkür ederim." diye fısıldadı ve gözlerini kapattı.

Mavi gözlerin sahibi konuşmaktansa onu bir arabaya bindirdi, ona yardım eden başka biri daha vardı. Yabancı adam diğer adama sertçe söylendi.

"Arabayı sen kullan, ben onun yanındayım."

Adamın kucağında bilinci gidip gelirken araba hızla ilerliyor, kucağına yattığı adam Dünya'nın saçlarını okşayarak onu uyanık tutmaya çalışıyordu.

"Sakın uyuma Dünya!"

İsmini nereden biliyordu? Yoksa o mu söylemişti? Adam sürücüye seslendi.

"Biraz daha hızlansana!"

"Sana bu külüstürü getirmemeni söylemiştim." dedi sürücü, onları sarsarak arabayı döndürdü. Bu Ares'in sesiydi. Kaçmayı başaramamıştı. Kendini tamamen bıraktı, tüm enerjisi üzerinden akıp gitti. Başaramamanın verdiği kızgınlık ve altın gözlünün biraz ötesinde olmasının yarattığı sevinci aynı anda hissediyordu. Duyguları, düşünceleri, mantığı ve kontrolü tamamen alt üst olmuştu, her şeye boş verme isteğiyle kendini bıraktı. Fakat onu kendine bastıran adam uyumaması için hafifçe sarsınca başı çatlar gibi ağrıdı, inleyerek adamın elinden kurtulmaya çalıştı.

"Hayır, aşkım, sakın uyuma!"

"Bırak beni!" diye mırıldandı ama adam onu bırakma niyetinde değildi. Kendisine "aşkım" diye seslenmesiyse ölmek üzere olduğu bu halde bile tuhafına gitti. Bu adam kimdi?

"Ares, gaza bas!" dedi adam panikle.

"Lanet olsun, basıyorum işte! Sen onu uyanık tut!" Ares’in sesinde de öfke ve panik seziliyordu. “Neden peşime takıldın ki!”

“Sorumsuz davranmanı engellemek için elbette! Hızlandır şu arabayı!”

“Kes sesini!”

“Sen kes!” diye homurdandı mavi gözlü. “Umarım senin adam geç kalmaz, haber verdin değil mi?”

Öfkeli sesler mırıltıya dönüşürken yolun geri kalanı karabasan gibi geçti. Bir an morgda yatıyordu, bir an Ares'in ona sıkıca sarıldığını görüyordu. Yokuştan aşağıya yuvarlanırken başını çarpıyor, sonra birden tanımadığı bir kapının önünde durduğunu görüyordu. Hayal içindeyken bile acı çekmeye devam ediyordu. Alelacele bir odaya taşındığını anladığı sırada canlı bir hayalin içindeydi ve acısı azalmaya başlamıştı. Bu rahatlama hayalin etkisi miydi, bilmiyordu; ama hayalden çıkmak da istemiyordu. Hayali gittikçe netleşti ve tüm bilincini kapladı.

Ares'in kolları arasında, tanımadığı bir odadaydı. Ares ondan ayrıldı ve yüzünü elleri arasına aldı. Dünya, adamın aşk dolu gözlerinin parlaklığında kaybolmuştu. Ares eğildi ve dudaklarını Dünya’nın burnunun ucuna dokundurup doğruldu. Kalbini titreten bakışları onun yüzünü okşarken kararlı bir sesle konuştu.

"Seni bir daha elimden almasına izin vermeyeceğim." diye fısıldadı. "Asla!"

"Ama..."

"Hayır, güzel gözlüm, itiraz etme. Başka çaremiz yok." Ares, ona yaklaşırken çekici bir sesle ekledi. "Bana güven papatyam."

Dudakları, onunkilere dokunmadan bir saniye önce muhteşem bir gülümsemeyle onu rahatlattı. O anda hayali dağıldı.

BÖLÜM 6: BENİ NEDEN ÖLDÜRDÜN?

Bir kadının sesini duyuyordu. Kadın, bilmediği bir dilden tatlı bir sesle konuşurken bedenini bir uyuşukluk sardı. Acıları azaldı ve bilinci açılmaya başladı. Gözlerini açtığında kırk yaşlarında bir kadının yanı başında oturduğunu gördü. Kadının bir eli onun alnında, diğeri de, göğsünün üzerindeydi. Yavaşça konuşan kadının ellerinden sıcak bir akım yayılıyor ve bu akımın onu acıdan uzaklaştırdığını hissediyordu. Kadın ellerini çektiğinde, halsiz olması dışında bilincini geri kazanmıştı.

"Merhaba!" dedi kadın. "Ben Sirona, şifacıyım."

Yattığı yerden doğrulmaya çalışınca kadın onu durdurdu.

"Uzansan iyi olur Dünya, çok kan kaybetmişsin. Bu geçici bir rahatlama, daha iyileşmedin. Başını çarptığını anımsıyor musun?" Cızırtılı bir sesle ‘evet’ diye onaylayınca kadın şefkatli bir gülümsemeyle konuştu. "Bu iyi ama bir süre gücünü toplamak için dinlenmen gerek."

"Teşekkür ederim." dedi Dünya ve kendinden geçti.

Yeniden uyandığında bedeninin daha güçlendiğini hissetmek sürpriz olmuştu. Uzun zamandır mı baygındı acaba? Gözlerini açtığında sakin duruşlu bir kadının yanı başındaki sandalyede oturduğunu gördü. Kadın usulca konuştu.

“Yeniden merhaba Dünya, kendini nasıl hissediyorsun?”

“Merhaba. İyiyim.” Dedi ve kurumuş boğazının izin verdiğince konuştu. “Ne zamandır baygınım?”

“Birkaç saat oldu. Geldiğinde oldukça kötü durumdaydın ama nasıl olduysa hızlı iyileştin.” Dedi kuşkulu bir sesle. “Ben yokken yanına gelen biri oldu mu?”

Dünya kadına doğru şaşkınlıkla baktı. “Baygındım…” dedi açıklayıcı olması umuduyla. “En son seni görmüştüm.”

Kadın gülümsedi ve başını hafifçe yana eğdi. “Anlıyorum.”

Hızlı iyileşip iyileşmemesi onun kafasını meşgul etmedi, iyi hissetmesi yeterdi. Huysuzlanması için de… Biraz gergin bir sesle sordu. "Beni geri mi getirdiler? Olimpos’ta mıyız?"

Kadın onu onaylayarak başını salladı ve dikkatlice sordu. "Olimpos'a geri gelmek, senin için bu kadar kötü mü?"

Kendini yatağa sıkıntıyla bıraktı. "Bir süre yalnız kalabilir miyim?"

“Elbette…” dedi kadın ayağa kalktı. “Sana yiyecek bir şeyler getireyim, yedikten sonra dinlenebilirsin."

Yemekten biraz yedikten sonra, kadın onu üç yatağın bulunduğu sessiz odada bıraktı. Tüm o koşuşturma boşa gitmişti. Kaçamamıştı. Yatakta yan döndü. Üzerine rahat bir pijama giydirmişlerdi ve alnı ile saçlarının bitiştiği yerde kalın bir bandaj vardı. Bandajı çözüp eliyle yarasını yokladı. Kanaması durmuş, kapanan yarası hafifçe sızlıyordu. Çok daha kötü durumda olacağını düşünüyordu, anlaşılan hissettiği kadar çok hasar almamıştı. Gözlerini kapattı ağlamamak için kendini zor tutuyordu. Derken bir damla gözyaşı yanağından aşağı süzüldü. Hafifçe hıçkırdı. Kafası öyle karışıktı ki, ne için ağladığını bile bilmiyordu. Hâlâ son hayalinin etkisindeydi, kendi gerçekliği çoktan kaybetmişti. Sürekli Ares’i düşünmekten nefret ediyordu. Eliyle yastığını kavradı ve derinden bir hıçkırıkla yüzünü yastığa gömdü. Tedirgin bir el saçlarını okşayana kadar ağladı. Parmakları saçlarında hissedince aniden doğruldu, odada hâlâ yalnız olduğunu görünce ürperdi. Gözlerini ovuşturarak oturdu, iyice etrafına bakındı ama etrafta kimse yoktu. Başucundaki fenerin parlaklığını arttırdı. Artık uyuyamazdı.

Komodinin üstündeki lambayı aldı, bu eski tip bir lambaydı. Gaz lambasının fitilini iyice alevlendirdi. Penceresiz oda yeterince karanlıktı. Dışarısının da karanlık olabileceğini düşünerek dışarı panikle çıktı. Korkusunun nedeni karanlıktan çok şu an hissettiği sezgiydi. İzlendiğine dair hissine engel olamıyordu. Hafızasını kaybetmeden önce de paranoyak olup olmadığını bilmiyordu ama şimdiki hissi tam bir paronaydı. Arada bir arkasına bakınarak tanıdık koridor bulana kadar hızlı adımlarla yürüdü.

Odasına doğru yürürken koridorda Hades ile karşılaştı. Hades'in yanındaki Cerberus, kuyruğunu neşeyle sallayarak, ona doğru koşunca; Dünya geri koşma isteğiyle kasıldı ama yerinde durmayı başardı. Hades kaşlarının altından onun tepkilerini izleyerek yanına geldi.

"Kaçağımız yuvaya döndü." diyerek başını yana yatırdı. "Buna bir son versen iyi olacak Dünya. Kendini veya bizi yaralamaktan başka bir işe yaramıyor. Bizi çok endişelendirdin."

Cerberus başını ona sürtünce gayri ihtiyari hayvanın başını okşadı. Bu hareketi, sadece kendisine tuhaf gelmişti. O yüzden çaktırmadı. Bir yandan köpeğin devasa başını okşarken sertçe söylendi.

"Beni kaçıran sizsiniz. Rahat bırakılana kadar vazgeçme niyetinde değilim."

Hades ukala bir tavırla onu süzdü. "Ah, gerçekten bu hallerine bayılıyorum. Boşa kürek sallıyorsun ama azimlisin. Hadi kıyafetini değiştir. İçki servisi başlamak üzere, bana katıl ve seni davet etmek için kapına kadar gelmemi ödüllendir."

"Hayır, istemiyorum!" dedi, huysuz bir sesle. “Hiçbirinize güvenmiyorum, beni rahat bırakın!”

"Kalbimi kırıyorsun Dünya.” Dedi, kelimelerinin tersi bir umursamazlıkla. Ve elini salladı. “Hadi, üstünü değiştir. Seni bekliyorum."

Adama öfkesini kusacakken başka bir sesle durakladı.

"Sen git Hades, Dünya'ya ben eşlik ederim."

İkisi dönüp sesin sahibine baktılar. Ares; siyahlar içinde bir gölge misali, tek omzunu duvara yaslamış, kollarını kenetlemiş, direkt ona bakıyordu. Adamın sesini duymak bile onu etkiliyordu. Heyecandan boğazı çöle dönüştü, konuşamadı. Elindeki fener parmaklarından kayınca, Hades hemen atılıp onu elinden aldı. Utanmıştı ama elbette ki, buna bahanesi hazırdı.

"Ben hâlâ kendimi iyi hissetmiyorum, uyumam daha doğru olur." diye mırıldandı.

Yaslandığı duvardan doğrulan Ares, nefeslenerek Hades'e baktı ve başıyla adama işaret etti. Hades, ona sırıtarak elinde fenerle uzaklaştı. Koridorda, ikisi yalnız kalmıştı. Dünya, üzerindeki gerginliği, bir an önce atması gerektiğini biliyordu. Biraz ötesinde duran kibirli adamın salt varlığının dahi onda yarattığı garip heyecanı belli etmemeliydi. Onun için tehlike demek olan adamın karşısında bu denli çabuk dağılmamalıydı. Başını kaldırıp Ares'in onu süzen yumuşak bakışlarına döndü. Gözlerini kıstı ve daha kararlı bir sesle konuştu.

"Ben gelmiyorum."

"Neden kaçtın?"

"Ne?" dedi konunun nereye gittiğini anlamaksızın.

Ares daha net bir tonda tekrarladı. "Neden kaçtın?"

"Bu normal değil mi? Burada olmak istemiyorum. Kaçmamı beklememek aptallık olmaz mı?"

Ares ona yaklaşırken elini cebine attı ve cebinden bir şey çıkardı. "Neden kaçtın? Hem de bugün?"

Avucunu açıp tuttuğu şeyi ona gösterdi. Elindeki bir saç tokasıydı. Kaçmadan önce saçını bağladığını anımsadı fakat tokasını kaybettiğini hatırlamıyordu. Kaşlarını çatıp Ares'e baktı. "Bunu nerede buldun?"

"Bahçede, çalıların yanında." dedi. Yutkunan Ares tedirgin bir sesle ekledi. "Bizi gördün mü?"

"Afrodit ile seni gördüm ama kaçmamın sebebi röntgencilikten utanmam değildi.”

Ares, sıkıntıyla başını salladı. "Orada olmaman gerekiyordu."

"Sorun ne?" dedi sinirle. Kalbi öyle hızlı atıyordu ki elleri terlemişti. "Sizin özel hayatınız beni ilgilendirmiyor.”

Ares'in kaşları çatıldı. Elindeki tokayı sıkıyordu. “Onunla aramda..."

"Bana neden açıklama yapıyorsun?" diye tahmin edemeyeceği kadar sakin bir sesle adamın lafını kesti. “Üstüne alma ama kim olduğun umurumda değil. Yani benim için o kadar önemli biri değilsin.”

İrkilen Ares'in renginin attığını izlemek canını acıtsa da kollarında Afrodit'i gördüğü andaki kadar canı acımamıştı. Neden canı bu kadar acıyordu? Tanımadığı bu adama karşı hislerinin olması saçmalıktı.

"Beni gerçekten öldürmeye çalıştın mı?" dedi konuyu değiştirerek. Bunu onun ağzından duymalıydı, daha fazla gölgeye sabrı yoktu.

Ares, gergin bir tavırla dudağını ısırdı ve sadece onun yüzüne baktı. Sorusunu yineleyince nefeslenen Ares öfkeli bir sesle konuştu. "Şimdi sırası değil. İçki servisine yetişmeliyiz. Üstünü değiştir yoksa seni salona, pijamalarınla götürmem gerekecek."

"Ben hiçbir yere gelmiyorum! Özellikle seninle!" diye diklendi ve odasının kapısına elini koyarak kapıyı arkasından sertçe kapattı.

Onun izni olmaksızın kimsenin odasına giremediğini bildiğinden pijamasının üstünü sinirle sıyırdı. Banyoya dönmüştü ki, kapı aniden açıldı ve içeri gözleri öfkeyle yanan Ares girdi. Şaşkınlıkla pijamasını önüne gerdi. Üstünde sutyeni vardı ama bu utancını arttırmaktan başka bir işe yaramadı. Ares, onun haline aldırmadan kolundan tuttuğu gibi onu kendine çekti.

"Benimle inatlaşma Dünya!" Tenine değen adamın eli alev gibiydi ve gözlerindeki altın pırıltıları daha bir güçlenmişti. "Sana dediklerimi yapmaya başlasan iyi olur, bana karşı çıkıp kaçmaya çalışman işleri berbat etmekten başka bir işe yaramaz."

"Planın ne, ne yapmaya çalışıyorsun?" dedi silkinerek. Bir taraftan da pijamasını önünde tutmaya dikkat ediyordu. "Sen kim olduğunu sanıyorsun? Bana dokunmaya hakkın yok!"

Kabalığını fark eden Ares elini ondan çekti ama uzaklaşmadı. “Üzgünüm.” Diye mırıldandı ve elini yüzüne doğru uzatınca Dünya irkildi. Tepkisinden bozulan Ares elini yumruk yapıp aşağıya indirdi. “Özür dilerim, ben…”

“Sen kimsin?” dedi yavaşça onun lafını tamamlar gibi. “Hayatıma ne hakla karışıyorsun?”

Ares parlak altın renkli gözlerini ona çevirdi, siyah kirpiklerinin arasında nefes kesici görünüyorlardı. Dolgun dudaklarını gerildi ve sonunda konuştuğunda sesi bir melodi gibi kulağına süzüldü.

“Elimden başka türlüsü gelmiyor… Uzak durmak benim için imkansız…”

Adamdan bu kadar etkilenmekten nefret ediyordu çünkü kalbinin ona bağırdığı duygu nefretten başka bir şeydi. Bakışları, teninin tanıdık kokusu, ses tonu... Ares'in Dünya için anlamı onun hiç istemediği bir şekle bürünmüştü.

“Bu açıklama benim için yeterli değil.” Dedi ve Ares'in yara alan gardını iyice düşürüp bir şeyler anlatmaya başlamasını sağlamak için elindeki son kozunu da ortaya sürdü. "Papatyam."

Şaşırma sırası Ares'te idi, tokat atılmış gibi geriledi. Bir an konuşamayacak gibi ona baktı kaldı, sonra nefesi kesilmişçesine fısıldadı. "Sen beni hatırlıyor musun?"

Rüyalarının ona gösterdiği anılar gerçekti, adamın tepkisi sayesinde emin olmuştu. Çok samimi ve anlık bir tepki vermişti. İkisi arasında bir zamanlar duygusal bir ilişki vardı. Acaba ne olmuştu da, genç adam ondan vaz geçip hayatına son verecek duruma gelmişti? Cevap vermeksizin öylece baktı. Ares mırıltıyı andıran bir sesle yalvarırcasına konuştu.

"Hatırlıyor musun? "dedi. "Lütfen cevap ver, Dünya."

"Git buradan Ares!" dedi sert bir sesle. “Odamdan çık!”

"Gidemem!" dedi iki adım geriledi. "Neleri anımsıyorsun… Ne zamandan beri hatırlıyorsun?"

"Senden nefret ediyorum." dedi. "Beni neden öldürdün?"

Başını eğen Ares, onun yüzüne bakamıyordu. Saçları dökülüp yüzüne düştü ve gözlerinin ifadesini sakladı. Yutkundu ve başını kaldırmaksızın konuştu. "Başka çarem yoktu. Sen burada olduğun her saniye beni öldürüyordun. Dayanacak gücüm kalmamıştı." dedi Ares ve kapıya döndü. "Üstüne bir şeyler giy. Seni bekliyorlar, Zeus geldi." dedi Ares ve onu sorularıyla baş başa bırakıp odadan ayrıldı.

Gidip gitmeme konusunda bir süre öylece kararsızca dikildi. Zeus geldiğine göre belki onu serbest bırakırlardı. Bu adamların ve kadınların içinde kendisinin ne işi olduğunu bilmiyordu. Antik tanrı ve tanrıçalar... Belki zamanında dünyanın altını üstüne getirmişlerdi ama artık hepsi efsanelerde kalmıştı. Zaten hafızası silinmişti ve başına gelenleri birilerine anlatsa ona direkt, deli gömleği giydirirlerdi. Bir şey daha Dünya'nın zihnini meşgul ediyordu. Malikâneden ayrılması demek Ares'i bir daha görememesi anlamına geliyordu. Gitmeyi, ilk günkü kadar istemediğini fark etti. Elindeki giysiyi hırsla yere fırlattı. Neler düşünüyordu! Ares, savaş tanrısı, acımasız ve gözü kara prens, onunla kafeteryada çay mı içecekti? Hem de rakibi Afrodit'ken...

BÖLÜM 7: ADONİS

Yine de olaylardan kaçamazdı. Sürekli artan sorularına cevap bulamazsa buradan kurtulamayacaktı. Çabucak duş alıp dolabına gitti, kıyafetlerinin içinde tişörte benzemeyen bir şey aradı ama yoktu. Siyah kolsuz bir tişört seçti ve altına da deri parçaları olan rahat bir tayt. Saçlarını da saldı, saçları hâlâ nemliydi. Makyaj malzemesi olmadığından işi çabucak bitmişti. Belki sorularına cevap verebilecek tek kişi olan Zeus ile karşılaşmak için odadan çıktı. Ares'in onu beklediğini görünce şaşaladı. Ares doğrulup parıldayan gözlerle, onu süzdü.

"Ben yolu biliyordum." Dedi, kavgalarına rağmen sıkılmadan onu beklemesi hoşuna gitmişti. "Beklemene gerek yoktu."

Ares, derin bir nefes aldı ve bir solukta yanına geldi. Onu, aniden belinden yakalayınca aralarındaki temas Dünya'nın soluğunu kesti, ne hareket edebildi ne düşünebildi. Diğer eliyle Dünya'nın boynunu okşarcasına yumuşak bir kavramayla tutarak kendine çeken Ares, eğilip dudaklarını onunkilere bastırdı. Karşı koyma refleksi tamamen uyuşmuştu. Ares önce canını acıtarak öptü, adamın içindeki öfkeyi ve özlemi Dünya tüm hücrelerine kadar hissetti. Sonra Dünya'nın ondan kaçınmadığını ve onu yanıtladığını fark edince yavaşladı ve nazikçe dudaklarının üstüne diliyle dokunarak öpmeye devam etti. Ares, onu böyle öpmeye devam ederse hafızasının yanında aklı da gidecekti. Güç almak için Ares'e sarılmayı bile düşünememişti. Nefes almakta zorlanan Dünya'nın başı dönüyordu, kendini adamın çekimine teslim etti ve daha fazlasını talep edercesine dudaklarını araladı. Ares davet karşısında öpücüğü daha da derinleştirdi.

Aklını başından alan Ares’in dudakları iyice hassaslaşan teninde kayıp boynuna inmeye başlamıştı ki, Dünya birden kendine geldi ve Ares'i itti. Bu beklenmedik hareketle birlikte, dengelerini kaybedip birbirlerinden ayrıldılar. Dünya, nefes nefese kalmıştı. Ares de uykudan uyanır gibi ona baktı. Elini kaldırdığını ikisi de fark etmedi ve tüm gücüyle genç adamı tokatladı. Dudağını yalayan Ares eli yanağında ona baktı. Dünya'nın, sızlayan dudakları alev gibi yanıyordu, midesindeki tüm kelebekler havalanmıştı. Ares'e sinirli olması gerekiyordu ama ona baktıkça kollarına atılmamak için kendini zor tutuyordu.

Derin nefesler alan Ares elini, yanağından indirdi. Dünya, adamın yanağındaki kırmızı parmak izlerine bakarken Ares konuştu.

"Bir tokatla benim cesaretimi kırabileceğini mi sanıyorsun?" dedi. "Senden yediğim ilk tokat değil bu. Ama tekniğinin ve refleksinin gittikçe iyileştiğini kabul etmeliyim."

“Özür dilemen gerekirken ukalalık yapıyorsun.” Diye azarladı.

“Haklısın, seni daha önce öpmediğim için özür dilerim.”

“Kast ettiğim bu değildi.” Diye homurdandı ve kaşlarını çattı.

Ares hafifçe gülümsedi ki bu gülümseme Dünya’nın dizlerini titretmeye yetmişti. Dünya'nın dudakları, yakıcı öpücüğün etkisinden dolayı hâlâ sızlıyordu. Ares; ona tekrar yaklaştığında Dünya, istemsizce geriledi ama adam duraklamadı. Eliyle Dünya'nın yanağını hafifçe okşadı.

"Hafızan geri geldi mi?"

Yalan söyleyemeyecekti. Başını salladı. "Hayır, sadece kısa anılar..."

Ares'in altın pırıltısı saçan gözlerindeki alevin söndüğünü gördü, üzülmüştü. Elini kendine çekti. Sanki hafızasının geri gelmemesi onu hareketlerinde kısıtlıyordu. Düşüncelerinin içinde kaybolmuştu. Sonunda başını kaldırıp ona baktığında Dünya sanki yıllardır orada duruyor gibi olduklarını hissetti. Durgun bir sesle konuştu.

"Bu gece ve sonrası için sakin olmanı istiyorum, her ne olursa olsun. İlgiyi üstüne kesinlikle çekme. Zeus, ne derse desin karşı çıkma. Kaçmaya kalkışma, geri getirilirsin. Sana olanları anlatmak için vaktim olmadı ama planım gerçekleştiğinde, tüm sorularını memnuniyetle yanıtlayacağım."

Vakti olmadı mı? Kaç gündür Afrodit'le fingirdeşmek yerine ona açıklama yapabilirdi. Ares, onun düşündüklerini duymadığından konuşmaya devam etti.

“Bu geceden sonra belki uzun bir süre senden uzak durmam gerekebilir. Fakat Eros'a güvenebilirsin. O sana her şeyi anlatır. Olanları en iyi bilen odur ve bizi… Her neyse Eros seni emanet edebileceğim tek kişidir.”

"Eros, benimle arabada olan adam mı?" dedi Dünya, adamın lafını keserek.

Ares sıkıntıyla homurdandı. "Hayır, o gereksiz biri. Mümkünse ondan uzak dur. Eros ile bu gece tanışacaksın. Görevden yeni döndü."

"Seni neden göremeyeceğim? Bir yere mi gideceksin?" dedi adamın yüzüne ve tepkisine dikkatlice bakarak.

Ares'in kusursuz kaşları çatıldı ve yere baktı. "Zeus'un bana vereceği ceza ne olacak bilmiyorum. Belki aptalca bir görevle beni evden bir süreliğine uzaklaştırır veya şansım varsa istediğimi verir."

“İstediğini verir mi? Bu nasıl bir ceza?”

Ares gülümsedi. “Biri için en büyük ceza olan diğeri için lütuf olabilir.”

"Neden cezalandırılıyorsun?"

Ares, başını kaldırıp ona baktı bir süre. Sonra usulca konuştu. “Kafanı karıştırmak istemiyorum Dünya. Ayrıca çok geç kaldık, Zeus gelip de Hermes bizi uyarmadan içki partisine katılsak iyi olur."

Ares, arkasını dönecekken Dünya uzandı ve elinden tutup onu durdurdu. “Bilmem gerek Ares. Neden cezalandırılıyorsun?"

Ares onun elini avcuna alıp dudaklarına götürdü ve yarım ağızla gülümsedi. “Seni saklayıp kurtarmak uğruna papatyam… Pişman değilim." dedi gözlerinin içine bakarak. Sonra elini öptü.

Dünya, dizlerinin titremesine şaşırdı. Kendini tutmayı bıraktı ve elini adamın ipeksi saçlarının arasına soktu ve dudaklarına uzandı. Onu öperken tüm bedeni alevlerin içindeymiş gibi yanıyordu. Yer, altından kayıyordu. Ares ona sarılmasaydı, yere yığılması içten değildi. Parmaklarını Ares' in saçlarına iyice geçirdi ve bedenini adama yaslayarak güç aldı. Kollarını ona saran Ares de Dünya’yı kendine bastırdı. Adamın sıcak tenini, üzerindeki giysilerin altından bile hissedebiliyordu. Soluk almayı unutmuştu. Ares'in nazik ve yumuşak dudaklarından ayrılmak ölümden de zordu.

Başkası yardım etmeseydi, son nefesini Ares'in kollarında vereceğinden emindi. Onları ayıran adam, onu duvara doğru itti ve afallayan Ares'i de sertçe yumrukladı. Ares, önce ne olduğunu anlayamamış gibi bakındı. Neyse ki, kendini çabucak toparlayıp onu yumruklayan adamın yakasından tutup duvara yapıştırdı. Adamın midesine dizini gömdü. Adam öne eğilince elinin tersiyle yüzüne bir tokat atıp adamı yana savurdu. Adam yerden kalkıp hırsla kükredi.

"Seni öldüreceğim! Lanet olası!"

Adamın dudağı patlamıştı, buna aldırmadan Ares'e saldırdı. Ares yana kaydı ve yumruğunu adamın suratının ortasına vurdu. Bir çatırtının ardından adam acıyla inledi ve dizlerinin üzerine çöktü. Ares, tam da bu sırada, adamın saçlarından tutup başını geriye kanırttı.

"Haddini bil Adonis!" dedi Ares ve ağzına dolan kanı yana tükürüp ekledi. "Yoksa ben bildireceğim!"

Adamın burnundan kan geliyordu ve yüzünün bir tarafında da kıpkırmızı bir leke oluşmuştu.

"Asıl sen haddini bil Ares, o bana ait!"

Ares, adamı hızla itince adam yere kapaklandı. "Dünya kimseye ait değil, o buraya bile ait değil!" diye bağırdı.

Adam doğrulup Ares'e baktı, adamın gözleri öfkeyle parlıyordu.

"O zaman sen de onun peşini bırak! Sürekli onu etkilemeye çalışmaktan vaz geç! Kuralları yok sayamazsın! Bizi bağladığı kadar seni de bağlıyor! Bencil amaçların için onu kullanmana izin vermiyorum Ares! " diye hırsla söylenen kelimeler karşısında, Ares sinirden titriyor, yumruklarını sıkıyordu. Adam, onun bu haliyle eğlendi. "Hak ettiğini alınca seni Tartaros'a uğurlayan ilk kişi ben olacağım!"

“Tartaros mu?” dedi Ares tükürür gibi. “Umudun bu mu?”

“Umut değil…” dedi adam gözlerini kısarak.

Kafası karışan Ares'in yüzü düştü, öfkesi birden umutsuzluğa dönüştü. Göz göze geldiler. Dudaklarını sıktı, kendini kontrol etmek istercesine. Fikrini değiştirmiş gibi elini alnına götürüp saçlarını çekiştirdi ve arkasını dönerek uzaklaştı. Adımları ölüme giden idam mahkûmundan farksızdı. Dünya'nın içi acıdı. Ares' in peşinden gitmek için davranınca, Adonis onu elinden tutarak durdurdu. Dünya elini hızla çekip ondan kurtardı, adama döndü. Bu adam, arabada kucağına uzandığı adamdı.

Kömür siyahı saçları, beyaz teniyle; lacivert gözleri, uzun boyu ve düzgün kaslı bedeniyle masal kitaplarından fırlamış bir prense benziyordu. Kusursuz burnu şişmiş, kanıyordu. Kırmızı dolgun dudakları kana bulanmış, beyaz gömleğinin yakası yırtılmıştı. Ares'in hiddeti, adamı iki dakikada dağıtmıştı. Adam karışmış saçlarını eliyle düzelterek doğruldu.

"Arkasından gitme Dünya, o buna değmez. Ona ihtiyacın yok, ben geri döndüm, aşkım."

Dünya kollarını öfkeli bir tavırla kavuşturdu. "Dönmen neyi değiştirecek, sorabilir miyim?" dedi hissettiğinin aksine sakin bir tonda.

Adam gülümsedi. Gamzeli gülümsemesi oldukça göz alıcıydı, cazibesine kapılmaktan kendini alamadı. Adamın, kendine has bir büyüye sahip olduğunu itiraf edebilirdi; ama şu an değil. Adonis dudağındaki kanı diliyle yaladı ve Dünya'nın sorusunu cevapladı.

"Çünkü senin sevdiğin, âşık olduğun kişi benim." dedi. “Onun basit oyunlarına kanmana izin vermeyeceğim.”

Dünya, bu sözler karşısında afalladı. “Hayır." diye başını salladı. "Değilsin."

“Hatırlamıyorsun ama beni tanıdıktan sonra tekrar seveceğine eminim.”

"Yalan söylüyorsun!"

"Hayır, yalan söylemiyorum. Senin sevgilin benim. Ares senin hafızanı yitirmenden faydalanıyor. O, çıkarcı ve arzusu hiç dinmeyen biri, ne Afrodit ne diğer ölümsüzler ona yetiyor." dedikten sonra durakladı. "Onunla ilişkileri olduğunu bilmiyorsun değil mi?"

Tanık olduğu sahne göz önüne gelince Dünya'nın yüzü asıldı. Onun tepkisine dikkatle bakan Adonis sinirlendi. “Biliyorsun ve buna rağmen seni öpmesine izin veriyorsun!”

“İşin aslı onu öpen bendim.” Dedi adamın koyu mavi gözlerine bakarak.

Öfkesine hakim olmaya çalışan adam kollarını göğsünde kenetleyerek bakışlarını koridora dikti. “Seni manipüle etmeyi çok iyi bildiği kesin…” diye mırıldandı. Sonra ona döndü. “Senden istediğim tek şey, ona güvenmek için acele etme. Ares’in hırsı ve oyunlarıyla kimse başa çıkamaz. Sen çok önemlisin ve onun seni kendi planları için kullanmasına izin verme.”

Adam, ona yaklaşmak isteyince Dünya geriledi. Adonis olduğu yerde kaldı. “Tamam, üzgünüm." dedi.

Koridorda durmuş nelerden bahsediyorlardı? Sıradan bir insan olduğunu biliyordu; bundan önceki hayatını hatırlayamasa da normal bir insan olarak yaşadığına emindi. Bir şekilde bu garip topluluğun merakını çekmişti ve anlaşılan ölüm kıyısına gelmesine rağmen ellerinden kurtulamamıştı. Gerçeği söyleyip söylemeyeceğini bilmese de, Adonis'in anlatacaklarından bir şeyler öğrenebilirdi. Diğerlerine nazaran Adonis daha açık sözlüye benziyordu. Alçakça bir düşünceydi ama içinde bulunduğu durumdan başka türlü sıyrılamayacaktı. Adamın ona olan ilgisini kullanmaya karar verdi. Düşüncelerini toparlayıp daha sakin bir sesle sordu.

"Benim sizin için önemim ne? Ares benden ne isteyebilir ki?"

Adonis, onun bu sakin yaklaşımından cesaret aldı, yaklaştı ve lacivert gözlerini onunkilere dikti.

"Sen, şimdiye kadar gelmiş geçmiş en yetenekli anahtarsın aşkım. Sana sahip olan, tüm boyutların efendisi olur ve tüm kâinata uzanabilir. Anlıyor musun? Gel gör ki, benim böyle bir isteğim yok ve hiç olmadı.”

"Anahtar mı?"

Adonis başını salladı. "Diğer boyutlara açılan kapıları açabilenlere biz 'anahtar' deriz. Anahtarlar en önemli ve hayati görevlerimizde rol alır. Sen ise en yetenekli anahtarsın çünkü senin görevlerde zorlandığını hiç görmedik. Ayrıca anahtar olmaya en uzun süre dayanabilen tek insansın."

"Hiçbir şey anlamadım." dedi ve geriledi.

"Öğreneceksin aşkım ama önce Ares'ten kurtulmalıyız." dedi.

Ares'ten kurtulmak mı? Bu adam kendini ya da Dünya'yı ne sanıyordu? Hafıza kaybı aptallığa yol açmazdı ki. Tanımadığı bu insanlarla düşman olup plan yapması ne işine yarayacaktı?

"Seni tanımıyorum, diğerlerini de tanımıyorum. Kurtulmak istediğim tek şey burası. Bundan sonra Olympos’a tatil amaçlı bile gelmem."

"Bu kadar kesin konuşma." dedi Adonis, kendinden emin bir sesle. "Şimdi servise gitmeden önce, benimle odama gelir misin?" dedi gömleğini göstererek. "Bu halde görünmek hoş olmaz.”

"Yüzündeki bereleri ne yapacaksın?" dedi alayla. “Seni fena benzetti.”

Adonis gözlerini kıstı, dayak yemek mi yoksa alayı mı canını sıkmıştı anlamadı. Sonra aniden gülümsedi. “O çok kolay aşkım."

Ona gülümsemeye devam ederken Adonis’in teni elmas tozuna bulanmış gibi ışıldadı ve yaraları hızla iyileşmeye başladı. Burnundaki şişlik indi ve derisi, kanı bir sünger gibi emdi. Yanağındaki kırmızılık hiç yokmuş gibi iyileşti. Işıltı geçince yüzü yine mükemmel görüntüsüne kavuşmuştu. Dünya' ya elini uzattı.

"Kıyafet açısından bunu yapamadığım için odama kadar bana eşlik edersen memnun olurum. Seni yalnız bırakmak içimden hiç gelmiyor. Etrafında dolanan avcının seni tekrar rahatsız etmesini istemem."

Ares'in yaptığına, rahatsızlık diyemezdi ama Adonis'teki tuhaflık ilgisini çekmişti. Bu ilginç ve göz alıcı adamla biraz daha vakit geçirebilirdi. Anlattıkları mantığına oturmamıştı ama ilk defa birileri ona bir şeyler anlattığı için rahatlamıştı. Bakışları uzattığı eline düştü, ele uzanmak yerine bakışlarını yeniden Adonis’in güzel yüzüne çevirdi. Başını salladı.

"Olur."

Adonis neşesiz bir gülümsemeyle elini indirdi ve yana döndü. Fazla uzağa gitmediler, Adonis'in odası onun odasına çok yakındı. İlk geldiği gün tiksindiği pıhtılaşmış kandan oluşan odanın önüne gelince irkildi. Adonis onun tepkisine eğlenerek baktı ve kapıya uzandı. Kapı tuhaf yumuşak bir ses çıkararak açılmaya başladığında yutkunarak adama baktı.

"Şey, ben seni burada bekliyorum. Ayrıca bildiğim kadarıyla odalara kalan kişi dışında kimse giremiyor." Aklına, Ares'in onun odasına hiç zorlanmadan girdiği an gelince sustu.

Adonis, kollarını kenetledi. "Bu kural senin için geçerli değil, sen bir anahtarsın. Arzu ettiğin her yere kolayca girebilirsin. Ayrıca çekinmene gerek yok, odama daha önce de girdin.”

Sözlerindeki anlam yüzünden kaşları çatıldı. Hafızasını yerine getirebilmeyi o an bir kez daha diledi. Adonis'in kendine ve aralarındaki ilişkinin samimiyetine olan güveni çok yüksekti. Sanki her şey bir zaman meselesiydi. Eninde sonunda ona kapılacağına oldukça emindi. Bu denli ukala birini beğendiğine inanmak zordu.

“Aslında ben salonu kolayca bulurum, seni beklememe…”

Lafını bitirmesini beklemeyen Adonis, elinden tutup onu odaya soktu. Kapanan kapıyla oda karanlığa bürününce Dünya çığlık atmak istedi. Onun yerine Adonis'in koluna sarıldı. Adonis’in şaşkın sesini duydu.

"Hey!" dedi adam ve ne olduğunu anlayamamasına rağmen Dünya'yı sakinleştirmek için onun omzunu okşadı.

Zifiri karanlık üzerine soğuk kanatlarını sermişken nefes alamayan Dünya paniğin son haddindeydi. Adamın dokunuşundan kurtulmak için gerileyince bir şeye çarptı ve yumuşak bir şeyin üstüne düştü. Adonis çabucak seslendi.

"Işık!"

Oda aydınlanınca Dünya az da olsa rahatlayarak buz gibi suyun altından çıkmışçasına nefeslendi. Görüşü düzeliyordu. Dünya nefes almaya çalışırken Adonis önünde diz çöktü. Onu sakinleştirmek adına elini avuçları arasına aldı.

"Neyin var?" dedi endişeli bir sesle.

"Yok!" dedi. "Yok, bir şeyim!"

“Seni korkuttum mu?”

Etrafına bakarak başını salladı, boğazı anında kurumuştu. “Hayır…”

Yatağın üstüne düşmüştü. Kalp atışı düzene girerken elini Adonis'in elinden çekti. Yataktan doğruldu. Odada tuhaf bir koku vardı. Gözlerini ovaladı ve etrafa bakındı. Oldukça şık ve geniş bir yatak, odanın ortasındaydı. Odada iki kapı daha vardı. Biri banyoya, diğeri giyinme odasına açılıyordu. Kenarda rahat bir koltuk vardı ve hemen onun yanında küçük bir kitaplık. Perdeler tül ve kadife karışımı bir dekorla odaya uyum sağlamıştı. Pahalı oldukları anlaşılan eşyaların arasındaki az sayıda biblo ve süsler de çok şıktı. Odadaki kokunun kaynağı kapıydı. Oda, kan kokuyordu.

Adonis ayağa kalktı. "İyi misin?" dedi. “Sana ne oldu?”

Kokudan çok kokunun kaynağı yüzünden midesi bulanmıştı. Kapı canlıymış gibi yavaşça hareket ediyordu. Gözü kapıya ilişince Adonis sıkıntıyla ensesini ovuşturdu.

"Şimdi anladım. Korkutucu geliyor ama alışacağına eminim."

"Kapı neden öyle..."

"Kanlı mı?" dedi Adonis, onun sözünü tamamlayarak. Başını salladı. Adonis, neşesizce sırıttı. "Benim efsanemi hâlâ öğrenemedin galiba?" dedi. Cevap beklemeden devam etti. "Bunu sana üçüncü kez anlatıyorum, biliyor musun? O yüzden kısa keseceğim."

Dünya'nın yanına oturdu. "Benim ölümüm, aldığım bir yara yüzünden oldu. O kadar çok kan kaybetmiştim ki beni hayata döndürdükleri zaman kana bağımlı kaldım. Yani bir anlamda ben bir vampirim." Başını kapıya çevirdi. "Bu kapı, bedenimden akan kanlardan oluşturuldu. Ölümsüz meyve bana yedirildikten sonra yaramdan akan kanım, odamı örten ve bana güç veren bir tılsıma dönüştü."

Adonis kaşlarını çatarak Dünya'ya tedirgin bir sesle sordu. "Benden tiksindin mi?"

Dünya, kapıya baktı ve adama doğru döndü. Başını salladı. "Nedense… Hayır."

Adonis'in tereddütlü gülümsemesi yüzünü aydınlattı. Adonis ayağa kalktı. "Buna sevindim. Şimdi izin verirsen üstüme bir şeyler giyeyim. Sonra seni salona götürürüm."

Konuşurken gömleğinin düğmelerini çözdü ve gömleği yatağın üstüne bıraktı. Vücudu da yüzü gibi mükemmeldi, tüm kasları özenilerek çizilmiş gibiydi. Dünya hayran bakışlarını çeviremeden adama yakalandı. Adonis etkisinin farkında olarak sırıttı. Bu gülümseme, Dünya'nın yüzünü alevler içinde bıraktı. Dünya, zorlanarak bakışlarını başka yere çevirdi fakat Adonis giyinme odasına giderken arkasından bakmamaya çalışsa da başaramadı. Adam, gerçekten baştan ayağa kusursuzdu.

Adonis'in üstünü değiştirmesini beklerken parmakları dudaklarına gitti. Ares'in öpücüğünün hayali güzeldi ama gerçeği ölümcüldü. Ares'e tokat atmasının sebebi onu öpmesi değildi. Ona yaşattığı duygu içindi, verdiği umut içindi. Sanki "Bak işte yaşamak bu!" demişti. Verdiği bu mutluluğa bağımlı kalabileceğini hiç önemsememişti. Eğer Adonis'in, Ares hakkında söylediklerinde doğruluk payı varsa, canının çok yanacağına emindi.

Kalbinin delice atmasını sağlayan Ares'in de gizem dolu olmak yerine kendisine daha açık olmasını istiyordu ama savaş tanrısıyla ciddi bir konuşma yapma şansı yoktu. İlk baş başa kaldıklarında, öpüşmekten başka bir şey yapmamışlardı. Belki konuşması için onu biraz daha zorlamalıydı. Ona güvenmeye ihtiyacı olduğunu hissediyordu, Ares’e ihtiyacı vardı.

Beklemesine ne gerek vardı. Elini dudağından çekip odadan ayrılmak için ayağa kalktığında, Adonis odaya girdi. Gökyüzü mavisi ince bir kazak giymiş, yazlık kazağın kollarını dirseklerine kadar çekmişti. Altında da yarı spor, açık renkli bir pantolon vardı. Kazağın geniş yakasından görünen boynunda bir kolye asılıydı. Ona yaklaşırken kolyeyi kazağın içinden çıkarıp ona gösterdi. Gümüş kolyenin üstünde bir çiçek şekli vardı, çiçeğin ince yaprakları zarifçe kıvrılmıştı.

"Bu bir Anemon." dedi. Daha iyi görmesi için yanına iyice yaklaştı. "Senin, bana verdiğin ilk hediye."

Bakışları, adamın siyah uzun kirpiklerinin arasında parlayan safir gözlerine takıldı. Teninin baştan çıkarıcı kokusu odadaki ağır kokuyu bastırıyordu. Kolyeye tekrar baktı.

"Ben hatırlamıyorum." diye mırıldandı.

Adonis anlayışla gülümsedi. "Sorun yok, ben her şeyi hatırlıyorum." diye fısıldadı. "Seninle geçirdiğimiz her saniyeyi hatırlıyorum. Her gülümsemeni, her dokunuşunu, her sözünü… Bana her bakışını anımsıyorum."

Dünya, başını kaldırdı. Ares’in onu etkilemesine izin vermemesini söyleyen adamın kendisi kelimeleriyle baskı kurmaya çalışıyordu. Kaşlarının altından adama uzun bir bakış attı ve sakin bir sesle konuştu.

"Ben hatırlamadığım sürece ortada bir problem var. Her şey, benim açımdan silinmiş olduğundan herkesi kendim tanımak isterim."

"Yani bana kendini anlatma, ben istersem öğrenirim diyorsun." dedi gözlerini kısarak ekledi. “Beni de sıfırlamış olduğundan öncelikle beni yaşamaya başlarsan daha çabuk öğrenirsin, Ares'i değil. Bana haksızlık etmene katlanamam.”

Adonis elini hafifçe Dünya'nın boynuna attı ve boynundan çenesine doğru okşadı. Dünya, dikkatle adamın hareketlerini izliyordu. Adonis, istek dolu gözlerle Dünya'nın yüzünü süzdü. "Seni çok özledim Dünya." diye mırıldandı. "Ayrı kaldığımız onca zaman seni düşündüm. Geri döndüğümde olanları öğrenmek…"

"Lütfen." dedi Dünya, ondan ayrılarak. Sözlerine devam etmesine izin vermedi çünkü geçmiş onun için silik bir boşluktan ibaretti ve ona anlatılması kafasını karıştırmaktan başka işe yaramıyordu. Aşk denen şey kalple ilgiliydi, bunu hissediyordu ve ona anlatılmaya çalışılması boşa bir çabadan ibaretti. "Sözlerin benim için anlamlı değil."

"Anlamlı değil!" diye tekrarladı Adonis sinirli bir sesle. "Ben, anlamlı değilim demek! Ares'i kaç gündür tanıyorsun? O ne yaptı da senin için anlamlı oldu? Seni zorlamak istemiyorum ama kıskançlık canımı yakıyor. Bu hiç adil değil. Başına geleni duyduğumda çılgına dönmüştüm ama seni onun kollarında görmeyi hiç beklemiyordum. Ne olursa olsun, bana ihanet edebileceğini hayal bile edemezdim. Onun sana karşı hisleri olduğunu düşünerek yanılıyorsun. Seni kandırmasına izin verme.”

"Yeter!" dedi, Dünya. “Buna katlanmak zorunda değilim.”

Kapıya doğru döndü. Gerçekten de Ares ne yapmıştı ki? Onun çekimine kapılması için altın gözleri ve kıvrımlı dudaklarıyla ona gülümsemesi yetmişti. Kendini ve yaptıklarını açıklamaya bile çalışmamıştı. Adonis, onun önüne geçti.

"Yetmez! Ondan uzak dur!"

"Sana ne!" diye Adonis' in yüzüne karşı bağırdı. "Beni bırak! Beni rahat bırakın!"

Adonis şaşaladı. Yüzünü dökerek "Özür dilerim aşkım." diye elini tutmak için uzanınca Dünya kendini geri çekti.

"Bana aşkım deyip durma! Kim olduğunu sanıyorsun? Sen de Ares kadar benim gözümde yabancısın. Beni burada zorla tutuyorsunuz. Bir de kalkıp ne yapıp ne yapamayacağımı söylüyorsunuz. Şimdi Zeus denen adam ile konuşup buradan ayrılacağım. Bundan sonraki ömrüm boyunca hiç birinizi görmek istemiyorum. Bunu anlayabildin mi? Asla, bir daha asla, karşıma çıkmayın!"

Adonis'i odada darmadağın bırakıp dışarı çıktı. Kapıya dokunma hissi bile onu engellememişti. Yumuşak kapı, onun uzanmasıyla dışarıya doğru açıldı. Zeus ile bir an önce konuşmaktan başka bir şey düşünmüyordu, adamı bir şekilde ikna etmeliydi. Hızlı adımlarla içki servisi yapılan salona doğru ilerledi. Koca malikâne ıssız gibiydi ama salona yaklaştıkça tuhaf bir müzik sesi duymaya başladı. Tanrılar eğlencelerine başlamışlardı. 

 BÖLÜM 8 : RİSK OLMAZSA, KAZANÇ OLMAZ

Salon kapısı yerine, kalın dantelli tüllerin olduğu pırıltılı bir örtüler katmanını hızla araladı. Girişte bir an öylece durdu. Oda, daha da büyümüş gibiydi. Öyle görkemliydi ki odaya girmesinin sorun olup olmayacağını düşündü. Zemin kaybolmuştu. Bulutların üzerindeymiş gibi dolanan tanrı ve tanrıçaların bu dünyadan olmadığına emin oldu. Açık renkli, modern-antik karışımı kıyafetlerinin içinde, tenleri altın parıltıları saçan, birbirinden güzel kadınlar nektar servisi yapıyorlardı. Kimileri gülüşüp konuşuyordu, kimileri samimi bir şekilde içkilerini yudumluyordu. Gözleri tanıdık birilerini ararken köşede Hermes'i gördü ve ona doğru yürüdü. Adam, onun daha önce görmediği bir kadınla içki içiyordu. Onlara yaklaştığında ikisi birden ona döndü.

"Nerede kaldın Dünya? Bir an, yeniden kaçtığını düşünmüştüm." dedi, Hermes gülerek.

Hermes' in esprisine yanındaki kadın gülümseyerek katıldı. "Birkaç kişiyi dövmeden kaçma huyu yok, sırada sen varsın galiba Hermes." dedi ve kadın gülümseyen sevimli bir ifadeyle ona döndü. "Ona çok sert davranma Dünya; O, Ares ve Hades gibi dayanıklı değildir, biraz hassastır."

Samimiyetine karşılık ifadesiz bir suratla karşılaşan kadın bir an durakladı. Aklına sonradan gelmiş olacak soluklandı ve elindeki kadehi Hermes'e uzattı ve boşta kalan ellerini de ona.

"Ah, doğru ya, bir an beni tanımayacağını düşünemedim. Ben Artemis."

Dünya kadının ellerini çekinerek tuttu. Artemis, "Bir zamanlar iyi arkadaştık, umarım kaldığımız yerden devam ederiz." Diyerek sevimli bir gülümsemeyle Dünya'nın ellerini sıktı. İnsanın içini ısıtan bir tavrı vardı.

Tek omuzlu uzun bir elbise giymişti. Açık kestane kızılı saçlarını tuhaf bir taçla toplamıştı. Çiçek ve yapraklardan oluşan taç, saçlarının dalgaları arasında doğal bir görünüşe sahipti. Hera ve Athena'nın aksine aşırı bir güzelliği yoktu ama sevimli ve çekici bir tarzı vardı. Artemis, ellerinin arasındaki elini bir kere daha sıkıp bıraktı.

"Bakıyorum sohbete başlamışsınız bile." Yanlarına gelen Hades'e baktılar. Hades, siyah ve kahverengi kıyafeti içinde yine kasvet saçıyordu. “Ne zaman döndün?”

“İki saat oldu.”

“Dinlenmeden servise mi geldin, delisin Artemis!”

"Her zaman bu kadar kalabalık toplanamıyoruz." diye cevapladı Artemis. "Fırsat bulmuşken değerlendirelim."

Hades sırıttı. "Tabi ki.” Dedi ve Dünya’ya döndü. “Diğerleriyle tanışmak ister misin Dünya, yoksa sabaha kadar Artemis'in bitmek bilmeyen maceralarını mı dinlemek istersin?"

"Çok kabasın Hades." dedi Artemis hiç alıngan olmayan bir ifadeyle.

Dünya, Hades'e döndü. "Teklifin için teşekkür ederim. Ben biraz daha burada kalmak isterim."

Hades omzunu kaldırdı. "Sıkılmaya devam etmek istiyorsan sen bilirsin. Sonra görüşürüz." dedi ve yanlarından ayrıldı.

"Bu adamın kendini beğenmişliği beni öldürüyor." diye arkasından Artemis mırıldandı.

"Ölümün efendisi olunca bu normal bir tavır." dedi Hermes, sevimli bir ifadeyle.

"Ölümün efendisi mi?” dedi Dünya ve bunun bir şaka olduğunu düşünerek güldü.

Artemis, gözlerini devirdi. "Bizimle ilgili hiçbir şey bilmemesine her seferinde hayret ediyorum. Bu kadar kitap okuyan birinin, yaşadığı topraklarda geçmiş efsanelerden bihaber olması hiç mantıklı değil."

"Yani siz ciddi misiniz? Hades ölümün efendisi mi?" dedi Artemis ile Hermes'in yüzüne bakarak. “O da ne demek?”

"Hades yer altı cehenneminin ve ölümün efendisidir ve Tartaros’ta yaşar." diye Artemis resmi bir tavırla cevapladı. Sonra sırıttı. “Sen geçmişte şaşırtıcı bir şekilde onunla iyi anlaşırdın, gerçi hepimizle iyi anlaşırdın. Ama en çok benimle...”

"Hafızamı geri getirmenin bir yolu yok mu?" dedi dayanamayarak. "Bu muhabbet, beni iyice sinirlendirmeye başladı. Kendimi bile tanımıyorum.”

Artemis başını hafifçe yana eğdi. "Tatlım, bu olabilseydi keşke ama senin hafızan ölümle mühürlendi. Zeus bile hafızanı geri getiremez."

Dudağını ısırdı. Hafızasını tamamen yitirdiğini hiç sanmıyordu. Bu, sadece zaman meselesiydi. Yoksa Ares'in ona "papatyam" dediği anıyı da hatırlayamazdı. Sahi, o neredeydi? Etrafa bakındı ama kalabalıktan onu göremedi. Odada olmaması da muhtemeldi. Hermes'e de soramadı ama ona başka birini sormasında sakınca yoktu.

"Zeus, hangisi?"

"O ve Hera henüz teşrif etmedi." diye cevapladı Hermes ve anlamlı bir şekilde sırıttı. "Anlarsın ya."

Anlamanın uzağından baktı, sonra birden anımsadı. "Aaa, tamam!" dedi kızararak.

Şu görev denen şeyden dönen Zeus elbette Hera ile vakit geçirmek isteyecekti.  Dünya, ikisinin çift olduğunu bilecek kadar mitolojiyi anımsıyordu. Artemis, samimi bir şekilde koluna girdi.

"Bu kadar utanma canım." dedi. "Bu çok normal... Bu arada, Adonis nerede? Birlikte geleceğinizi düşünmüştüm."

Samimiyetini tuhaf karşılamadı ama sorusu onu rahatsız etti. "Bilmiyorum."

"Seni bulmaya gitmişti ama..." dedi Artemis kalabalığa bakınarak. "Şimdi ortalarda görünmüyor."

Lafa giren Hermes içini çekti. "Bana müsaade, küçük bir işim çıktı." dedi yanlarından ayrıldı.

"Hadi, Adonis gelene kadar biz de etrafa göz atalım. Uzun zamandır bu kadar kalabalık olmamıştık." dedi Artemis, hâlâ kolundaydı. Onu ilerletmek için çekiştirince Dünya direndi.

"Hayır, burada duralım, kimseyle yeniden tanışmak istemiyorum."

Artemis durakladı. "Senin canın sıkkın…"

"Hayır, değil."

"Ben anlarım tatlım. Seni, beni tanıdığından daha uzun süredir tanıyorum." dedi ve elini salladı. "Bana, bu müthiş espriyi yaptırdığına inanamıyorum."

Kendini tutamadan gülümsedi, Artemis de ona gülümsedi. "İşte böyle, surat astıkça güzelleşmiyorsun. Yoksa Athena gibi suratsız mı gezmek istersin?" dedi ve başıyla ileriyi gösterdi.

Athena, etrafında ciddi görünüşlü üç erkekle sohbet ediyordu. Önemli bir şey tartışıyorlarmış gibi yüzleri ciddiydi. Kadının güzelliği göz alıcıydı ama çevresine yaydığı şey, askerî bir çekicilikten fazlası değildi. Yaklaşmak cesaret istiyordu.

"Yanındakiler kim?"

Artemis uzun saçlı olanı işaret etti. "O, Herakles." dedi ve en uzunlarını gösterdi. "Onun adı Ajax, o da Truva'dan sonra bir ölümsüz olduğundan..." durdu. "Tabi, sen bu hikâyeyi de bilmiyorsundur."

"Ajax'sın, kim olduğunu bile bilmiyorum." dedi Dünya, gülmemek için zoraki bir ifadeyle.

Artemis; çilli, küçük burnunu kırıştırdı. "Sorun değil, onu tanımasan da olur, çok kabadır. Yanındaki de Achilles." diye sarı saçlı ve sadece hafif bir zırh giymiş adamı gösterdi. "Adım gibi eminim, hâlâ Truva'da kimin haklı olduğunu tartışıyorlardır."

"Siz gerçekten tanrı ve tanrıça olduğunuza inanmışsınız." dedi kadına dönüp. "Tamam, tuhaf özellikleriniz olabilir ama yani..."

"Tanrı ve tanrıça mı?" dedi dudağını bükerek. "Bize öyle diyorlar ama biz onlara, tapınak yapıp bize tapının diye bir şey demedik. Zaten sonunda gerçeği geç de olsa kavradılar."

"Bu imkânsız, nasıl o kadar uzun süre yaşayabilirsiniz?"

"Ölümsüzlük içkisi sayesinde!" dedi Artemis. Elini yanlarından geçen kadının ikram ettiği kadehe uzattı. Basit kadeh, onun dokunuşuyla zarif bir kadehe dönüştü ve içindeki şeffaf içki de yeşil bir sıvıya. "İşte, bu nektar sayesinde gücümüzü tazeliyoruz. Buna tanrıların içeceği diyorlardı. Normal insanlar içemez. Hepimizin güç aldığı şey farklı olduğundan özelliğine göre içeceğimiz değişir."

Artemis sözleriyle Enlil'in anlattıklarını doğrulamaya devam ediyordu. Dünya'nın ilgisini çekmekten memnun olan Artemis, kadehi kaldırıp büyük bir yudum aldı.

"Bir de ölümsüzlük meyvesi vardır: 'Ambrosia'. Basitçe söylemek gerekirse onu yiyen ölümsüzlüğü kazanır, nektar içerek devam ettirir." Artemis konuşurken Dünya'nın tepkilerine dikkat kesilmişti ama beklediği tepkiyi alamayınca devam etti. "Neyse, yürüyelim. Ben de sana anlatabildiğim kadarını anlatayım."

Onun hiçbir şey anımsamadığına kanaat getiren Artemis ona, Enlil’den duyduğu efsanevi isimleri birer birer tanıttı. Hepsi, birbirinden o kadar farklıydı ki. Ölümsüzlerin çoğu samimi bir ifadeyle bazıları da gayet mesafeli bir selamla Dünya'yı selamladılar. Yeniden aralarına katılan bir arkadaşları gibi... Sarı saçlarıyla güneş gibi parlayan yakışıklı Apollon, tek bacağı mat metalden yapılmış Hephaistos, çiçeklerle süslenmiş elbisesiyle bir gelin gibi süzülen Demeter, gür saçları ve sakalıyla Poseidon, Hermes ile sohbet eden genç Eros ve divanın üstüne yayılmış elinde içki küpüyle yanındaki yarı çıplak kadınla ilgilenen Dionysos... Artemis, kadının bir "muse" olduğunu söylemişti. İsmini söylediği an unuttuğundan pek önemsemedi. Dünya bakınırken Adonis'i görünce biraz gerildi. Elinde mavi bir sıvının olduğu kristal bir kadeh vardı. Bir anlığına Dünya'ya baktıktan sonra karşısındaki kadınla sohbete devam etti.

"O, Daphne." diye açıkladı Artemis. “İkisi ne yapıyor acaba…”

Umursamadan arkasını döndü. Onu, o an da gördü. Sırtsız bir kanepeye uzanmıştı, koltuğumsu kanepenin başlıklarında, çevresi püsküllü yastıklar vardı. Bir bacağı yerde, diğeri kanepenin üzerindeydi. Elini uzatıp siyah sıvı dolu kadehi son yudumuna dek içti ve ona eşlik eden kadına geri döndü. Yüzüne sıcaklık hücum ederken olduğu yerde taş kesilmiş halde onları seyretti. Afrodit'in parmakları, gömleğinin açıklığından Ares'in göğsünü okşuyordu. Dudakları, adamın kulağının dibindeydi. Ares, gözlerini kapatıp başını yumuşak yastıklara yasladı ve kendini Afrodit'in şehvetli okşayışlarına bıraktı. Afrodit, Ares'in yanındayken her şeyi unutmuş gibiydi, sanki odada bir tek onlar vardı. Gerçi etraftakilerin bu görüntüyü yadırgarmış gibi bir halleri yoktu. Şoke olan bir tek oydu.

“Yine çok içmiş…” diye yanı başında konuşan Artemis'in sesiyle kendine geldi. “Aldırma, onlar hep böyledir.”

"Aldırmam için bir sebep yok." dedi ve uzaklaşmak için yürümeye başladı. Göğsü sıkıştı. Soluk almakta güçlük çekiyordu. Az önce onu öpen tapılası dudaklar, şimdi Afrodit'in emrindeydi. Kalabalığı yararak onlardan olabildiğince uzaklaştı. Acı hissetmesi normal miydi, bilmiyordu ama engel olamıyordu. Anılarını hatırlamıyordu ama duygular kontrolsüzce kalbini istila ediyordu. Artemis, ona ulaştığında bir sütuna dayanmış nefes almaya çalışıyordu.

Artemis, karşısına dikildi. "Ares ve Afrodit'ten rahatsız mı oldun?”

Ret etmek için başını salladı. “Olmadım.”

“O zaman neden kaçtın? Aranızda kötü bir olay mı geçti?" dediğinde başını kaldırıp kadına baktı.

"Hayır, onları tanımıyorum bile.” Artemis, bir şey söylemek için ağzını açınca hemen ekledi. "Başka bir şeyden konuşabilir miyiz?"

Konuşmadılar. Artemis yanında durdu. Artık kimseyi tanıtmıyordu, sessizce onun düşünmesine izin verdi. Kısacık zamanda aynı kişi tarafından kalbi kaç kere daha bıçaklanabilirdi? Göğsü neden bu kadar acıyordu? Ares'i umursamamaya çalıştıkça o, zihninin daha derinlerine nüfuz ediyordu. Karşısında iki ayrı adam vardı: Biri, onu önemsediğini söyleyen; diğeri, elleri sürekli Afrodit'te olan. Bundan sonra daha bencil ve mantıklı davranmaya karar verdi. Tek amacı buradan kurtulmak olacaktı, hiç biri umurunda değildi. Onu kimse üzemezdi, hele ki kendilerini mitoloji kahramanları sanan deliler topluluğu canını bile sıkamazdı.

Kalabalık hareketlenince Zeus'un geldiğini anladı. Herkes, girişe doğru döndü. O da girişe baktı. Gelen adam oldukça etkileyici bir adamdı, otuz beşinde anca görünüyordu. Onun daha yaşlı olmasını beklediğinden şaşaladı. Dalgalı, siyah saçları vardı. Gür saçları fazla uzun değildi ve geriye doğru taranmıştı. Mavi gözlerinden süzülen şey dikkat ve zekâ pırıltılarıydı. Düzgün bir yüzü vardı. Burnu düzdü, ne çok büyük ne de küçüktü. İnce dudakları ve güçlü çenesiyle çevresine güven saçıyordu. Beyaz bir gömlek ve krem rengi keten bir pantolon giymişti. Yanındaki Hera gururlu ve zarif adımlarla onu takip ediyordu.

Zeus hafifçe tebessüm ederek herkesi selamladı ve ortaya kadar yürüdü. Güzel bir muse elinde altın bir tepsiyle yaklaştı. İki kadehi alan Zeus, birini Hera'ya uzattı. Dokunuşuyla değişmeye başlayan kadehi yukarıya doğru kaldırdı.

"Hepinize, geldiğiniz için teşekkür ediyorum." dediğinde kalabalık, hoşnut bir şekilde yeniden adamı selamladı. "Bu gecenin tadını rahat çıkarabilmeniz için uzun bir konuşma yapmayacağım. İyi eğlenin dostlarım!"

Kalabalık, kadeh kaldırıp Zeus'la beraber içkilerini yudumladı.

Dünya'nın gözleri, Ares'in olduğu tarafa kaydı. Afrodit oradaydı ama genç adam görünmüyordu. Boşluk hissetti, sanki etraftaki kalabalığa rağmen tek başınaydı. Artemis’in ona getirdiği çayı yudumlarken çevresini izledi. Ölümsüzlerin arasında tek insan olmasına rağmen kimse onu yadırgamıyordu, sanki uzun süredir orada yaşıyordu. Hemen hepsinin onu tanıması şaşırtıcıydı. Fakat Enlil ortalıkta görünmüyordu. Birkaç kere Artemis’e soracak oldu ama araya laf karışınca pek önemsemedi. Artemis, bir ara yanından ayrılıp Apollon'un yanına gidince Dünya çay fincanını koyacak bir yer aramaya başladı. Etrafta servis yapan muselere mi vermeliydi, yoksa yere öylece bırakmalı mıydı? Sehpa veya masa bulamadı. Gezinirken Poseidon'un sarhoş adımlarla havuza doğru yürüdüğünü gördü. Poseidon elini havuzun suyuna dokundurdu. Su, kalın bir buzla kaplanınca memnun bir ifadeyle geriledi.

İpekli elbiselerin içinde birbirinden güzel altı kız, buzun üzerine zarif adımlarla yürüdü. Kızlar, mırıltıya benzeyen melodik bir sesle şarkı söylemeye ve dağınık adımlarla dans etmeye başladılar. Ellerinde birbirine yapışık dörder tane flüt olan dört genç adam, havuzun kenarına geldi ve flüt çalmaya başladı. Müzik ve dans birbiriyle o kadar uyumlu bütünleşmişti ki elinde boş fincanla kenarda kalakaldı. Kızlar, danslarına tek vücutmuş gibi devam etti. Müzik ve dans büyüleyiciydi. Eteklerini, saçlarını savurarak hızlanan kızlar, kalabalığın tüm ilgisini üstlerine çekti.

Başına tuhaf bir ağrı saplanmıştı, bakışlarını dansçılardan ayırınca biraz rahatladı. Bu, ölümlü gözler için fazla bir gösteriydi. Fincanı divanın başlığındaki rafa bırakmak için salonun diğer tarafına gitti. Üzeri resimli dekorla birleşmiş bir kapı görünce baş ağrısını gidermek için çıkıp hava almak istedi. Fincanı rafa bırakıp kapıdan süzüldü.

Hava normalin üzerinde sıcaktı. Geniş terasın zeminini sıcaktan dolayı kurumuş cansız yapraklar ve dal parçaları sarmıştı. Karanlıktı fakat parlak ay ışığı sayesinde gayet rahat görebiliyordu. Kenara doğru yürüdü, mermer merdivenlerin üzerinde iki kişinin olduğunu fark edince yavaşladı. Biri, basamaklara oturmuştu; diğeri, korkuluğa sırtını yaslamıştı. Devasa bir saksıyla, bir duvarın arasına gizlendi çünkü oturanın Ares olduğunu anlamıştı. Kiminle konuştuğunu, adamın yüzüne vuran gölge yüzünden göremiyordu.

"Yaptığın şey çok riskli Ares." dedi gölgenin sahibi, ikna etmek istercesine yumuşak bir sesle.

"Risk olmazsa kazanç olmaz." dedi Ares. Sesi çok huzursuzdu ve içkinin tesiri kelimelerinde belli oluyordu. "Bir kez daha kaybetmeye katlanamam Eros."

"Şimdi kazandın mı yani?" dedi gölgenin sahibi ve Ares'e doğru eğildi.

Ares, başını adama doğru çevirdi. "Daha hiçbir şey bitmedi."

“Onu çok öfkelendireceksin! Yaptıkların Zeus’un elini güçlendirmekten başka bir işe yaramıyor. Sürekli olaylara atılmak yerine biraz geride durup izlemek daha mantıklı olmaz mı?”

“Bunu yapmadım mı? Yaptım. Sonuç ne oldu?” diye sert bir tonda söylendi. “Bir kez daha Zeus’un ikna gücünü hafife almamam gerektiğini öğrendim.”

“Uzak durup rol yapmak sorunu çözecek mi? Böyle mi koruyacaksın? Hafızasını yok edip görmezden gelerek mi Zeus’un ellerinden kurtaracaksın?” dedi Eros. “Yüzleş onunla!”

“Ben… Tepkilerimi kontrol etmekte zorlanıyorum. Kafası karışık biliyorum ama…” Kesik bir nefes alan Ares üzgün bir sesle ekledi. “Onun yabancı bakışlarına dayanamıyorum. Yakınındayken kendime hâkim olamazsam onu tehlikeye atacağımı bilmek canımı yakıyor. Hafızasını oynamak da çare değil. Her seferinde ruhumda bir şeylerin yandığını ve karardığını hissediyorum. Onu her an kaybedebileceğimi bilmek odaklanmamı engelliyor, kendimi oyuna veremiyorum. Adonis bu kadar erken dönmemeliydi, onun cazibesine bir kez daha kapılırsa ne yapacağımı kestiremiyorum. Bu olasılığı düşünmemem gerekiyor ama elimde değil.”

“Bu konuda korkmana gerek olduğunu sanmıyorum ama bir çaresi var. Ona her şeyi anlatabilirsin. Hafızasını kaybetmiş olsa da seni anlayacağına inanıyorum.”

“Manipüle etmek istemiyorum ve cezanın…” yutkundu ve güçlükle devam etti. “İstediğim gibi bir ceza alamazsam, onu üzmek istemiyorum. Kuşku çekmek işleri daha da zorlaştıracaktır.”

“Açıklama borçlusun Ares!”

“Yapamam!”

“Kalbini kazanınca daha rahatlayacak mısın? Madem planından vaz geçmeyeceksin, seni o konuda rahatlatmamı ister misin?” Eros yanına oturdu ve elini Ares’in omzuna attı. Anlayışlı bir sesle konuştu. "Sana yardım edebilirim, biliyorsun. Tek ok..."

"Hayır." dedi Ares kötü bir teklif almışçasına doğrulup temasından kaçındı. "Sahtesini değil; ben, gerçeğini istiyorum."

"Biliyorsun, ben bunu hep yaparım. Gerçeğinden farkı olmaz ve kimse anlamaz."

"Ben bilirdim." diye mırıldandı Ares ve kayıtsız bir tavırla devam etti. "Bunu boş ver, zaten Afrodit ile aramı oldukça düzelttim. Artık ona sadık olduğumu düşünüyor ve istediğimi vermek için tereddüt etmeyecek. Şu an için Afrodit’i ikna etmek daha önemli."

Duydukları karşısında Dünya'nın soluğu kesilirken Eros soluklandı.

"Anlayınca çılgına dönecek." dedi gergin bir sesle. Bir an sustular ve Eros çekingen bir sesle konuştu. "Ares, sözlerimi yanlış anlama ama sen ölümsüzsün, o ise ölümlü. Bunca zaman sonra öğrendiğim tek şey ölümlülerle olan hiçbir hikâyede mutlu son olmamıştır. Hikâye, mutlaka eksik kalmıştır. Onu, neden rahat bırakmıyorsun? Belki böylesi, ikiniz için de iyi olur."

Ares, omzunun üstünden adama baktı; adamın altın gözleri, loş ışıkta bile parlıyordu.

"Yapamam."

"Onu, serbest bırakmalısın. Bencil olma." Ares homurdanınca ekledi. "Hayatına devam etme şansı ver. Ömrü kısa, sonunda onu zaten kaybedeceksin."

"Kaybetmeyeceğim!" dedi Ares sinirle ve sakinleşerek devam etti. "Onun ne kadar özel biri olduğunu fark etmediğini söyleme Eros. Şimdiye kadar üç kere anahtar oldu. Bu sayı bir insan için çok fazla ve sona erdiğini de sanmıyorum. Anahtar olmaya devam edecek. Yaptığım şey bencillik değil, Dünya'yı korumaktan başka bir düşüncem olmadığını biliyorsun. Onun hafızasıyla bir kez daha oynarsam, onu delirtebilirim. Ayrıca neden hafızasını sürekli siliyoruz ki?"

"Bu, onun akıl sağlığı için."

"Hayır, bu sadece bizim sırlarımızı unutsun diye..." dedi Ares. Elini yana uzatıp kadehini bir dikişte içti. "Beni unutsun diye..." dedi ve kadehi ileri fırlattı. “Kahretsin!”

"Sakin ol Ares." dedi uysal bir sesle. "Seni kızdırmak niyetinde değilim. Seni ne kadar önemsediğimi biliyorsun, sonrasında üzülmeni istemem."

Dünya, soluk bile almadan onları dinliyordu. Karışık aklı iyice dağılmıştı. Olayları duyduklarıyla bağlamak çok zordu. Hafızasını kaybetmemiş bile olsaydı bu sözleri anlayabileceğini sanmıyordu. Acaba Adonis haklı olabilir miydi? İkisinin sevgili olma ihtimali, rüya ve hayallerinin ona işaret ettikleri, öpücüğü ile onun başını döndüren Ares’in anlaşılmaz ilgisi ve korumacılığı, iki adamın onun için kavga etmeleri… Ayrıca yeniden tanıştığı herkes onun varlığını çoktan benimsemişti, çoğu onu hiç yadsımamıştı. Kendisi kendine alışamamışken herkesin onu kabullenmiş olması ilginçti.

Eros bedenini Ares’e doğru çevirdi. "Başın zaten dertte, bir de planın anlaşılırsa..."

Ares doğrulup, Eros'un yüzüne bakınca adam sustu. "Eğer planım bozulursa, verilecek hiçbir ceza acımı hafifletmez. Bu yüzden kaybedecek hiçbir şeyim yok."

"Adonis'in hırsını yabana atma. Planını, sadece senin öfken bozabilir. Bu yüzden, ona karşı soğukkanlı olmalısın. Seni kolayca tahrik edebiliyor."

Ares sinirle homurdandı. "Adonis’in şansı yoktu sadece bir fırsatı değerlendirdi."

"İhtimali de hesaba katmalısın. Düşün, Dünya, Adonis'i seçerse ne yapacaksın? Onu yeniden mi öldüreceksin? Ambrosia’yı bu yüzden mi istiyorsun?"

Eros gibi kendisi de Ares'in cevabına dikkat kesilmişti. Ares bakışlarını bahçeye doğru çevirdi, bir süre karanlığı seyretti. Sonunda konuştu, sesi acımasızdı.

"Eninde sonunda onu zaten öldüreceğim."

Dünya yutkunup geriledi, elleri buz gibiydi. Duvara tutunarak salona doğru yürümeye başladı. Genç adamın sesindeki ton, sözlerindeki ciddiyeti yansıtıyordu. Onu öldürmeye kararlıydı ama neden? Onu çok önemsiyormuş gibi konuşmuştu oysaki. Manipüle etmek istemediğini söylemişti fakat kararları hoşuna gitmezse ne yapacağını açıklamamıştı. Ares onun kalbini kazanmak istiyordu ama romantik bir sebebi olduğuna inanacak kadar saf değildi. Onun da içinde olduğu bir planı olduğunu itiraf ediyor, en sonunda da onu kesinlikle öldüreceğini söylüyordu. Bu çelişkiler karmaşasında kaybolmuş bir halde, terasın kapısını nihayet buldu.

Kendisini, salona attığında dansın bitmiş olduğunu fark etti. Kalabalıktan uzakta duvara dayalı bir divanda tek başına oturan Enlil'i görünce aceleyle yanına gitti.

“Sen neredeydin?”

Adam, onun paniklemiş halini sorgulamadan rahatlatıcı bir gülümsemeyle konuştu. “Biraz işim vardı.” dedi ve gözlerini dağılan dansçılara çevirdi. “Museler başını ağrıttı, değil mi?”

Onaylamak için başını salladı. Enlil bakışlarını tekrar sıvıya dönüşmüş havuza dikti. "Ölümlü kulaklar için biraz sarsıcı oluyor; bu kadar uyum, insanlar için sakıncalı." diye açıkladı. "Oysaki Apollon'un museleri ölümsüzler için tedaviden farksızdır."

"Çok güzeller." dedi Dünya, Apollon'un etrafını saran kızları bir süre izleyerek. Hepsinin hayran bakışlarla Apollon’u çevrelemesi ve adamın bu ilgiden habersiz gibi davranması oldukça komikti.

Dünya az önce duyduklarının etkisinde düşüncelere dalmıştı. Öldürülmeden önce buradan mutlaka kaçmalıydı ama nasıl yapacaktı? Acaba Enlil yardım edebilir miydi? Hayır, o da ölümsüzlerden biriydi ve ona hiçbirinin yardım edeceğini sanmıyordu. Onu kurtarmak istediğini söyleyen Ares neden onu öldürmek istiyordu? Belki bunu çözebilirse aralarındaki sorunu halledebilirdi. Ya da bir ihtimal adamın sözlerinin anlamı bambaşka bir şeydi.

"Senin kadar güzel değiller." diyen sese döndü. Adonis yanına gelmişti ve sözlerindeki anlamı yansıtan bakışlarla ona bakıyordu.

"Buna onay verebilirim." dedi Enlil kısık sesle adamı onaylayarak.

Onu, muselerle karşılaştırmaları bile komikti. Kızların her biri kendine has güzellikleriyle ortama ışık saçıyorlardı. Adonis, karşısına geçmiş onunla dalga geçiyordu. "Tavlama taktiği" diye düşündü ve adama ters bir bakış attı.

“Göz muayenesinin zamanı gelmiş.”

Adamlar ona gülümseyince söylenenlere takılmamaya karar verdi. Trip atmaya gerek yoktu.

"Gözlerimi kamaştıran sensin Dünya." dedi Adonis aniden. Dünya bu cesur iltifat yüzünden gerildi. Adam, Enlil'e orada yokmuş gibi davranıyordu. Bundan rahatsız olan Enlil, ona göz kırpıp uzaklaştı. Dünya ise nefeslenip Adonis ile yalnız kalmış olmanın verdiği gerginlikle kollarını kenetledi.

"Tüm gece senden uzak durmaya çalıştım." dedi Adonis. İç geçirdi. "Buraya kadarmış."

"Diğerleri nereye gitti?" dedi Dünya lafı değiştirmek için. "Artemis seni soruyordu. Kalabalık da azalmış."

Adonis, yüzünü bir an süzdü sonra konuyu değiştirmesine izin vermeye karar verdi. "Yarı ölümsüzlerin gitmesi gerekti, bundan sonrası onları ilgilendirmiyor."

"Benim de gitmem gerek sanırım."

"Hayır, sen bir anahtarsın, sana yasak yok." diye ona bir adım daha yaklaştı. Teninin kokusunu nasıl alabildiğine şaşırsa da bu kokunun, çok baştan çıkarıcı bir koku olduğunu itiraf edebilirdi. Ares’in ten kokusu ise aklını başından alacak kadar muhteşemdi. Zihni yeniden Ares’e kayınca dalgınlığını fark eden Adonis karşısında durup ilgisini kendine çekti. "Zeus kadar serbestsin."

"Tabi, ne de olsa hafızamı katledince, bir şeyler görmem veya duymam sorun teşkil etmiyor, değil mi?"

Adonis kaşlarını çattı. "Hafızanı yitirmiş olmandan ben de rahatsızım ama bu, bizim kararımız değildi. Tek başına Ares'in kararıydı ve bunun için de ona verilecek cezanın en büyüğü olması için elimden geleni yapacağım."

Tartışmak faydasızdı. Adonis'e kısa bir bakış atıp salona döndü. Zeus ile Hera geniş bir divanda yatar şekilde oturuyorlardı. Önlerindeki aylıklı tepsilerin içinde meyveler yerlere kadar taşmıştı. Bir yandan onlardan atıştırıp bir yandan da kadehlerini yudumluyorlardı. Diğer ölümsüzlerin keyifleri de yerindeydi. Özellikle, Dionysos kendini kaybedecek kadar sarhoş olmuşa benziyordu. Dionysos, çok iri bir adamdı, sarkan göbeğine rağmen hiç rahatsız değildi ve odadaki en güzel kızlar onun etrafındaydı. Ağzından çıkan her sözü emir gibi yerine getirmek için yarışıyorlardı. Athena ve Apollon, Zeus'a yakın bir minderde oturup meyve atıştırırken ciddi bir konudan bahsedermiş gibi kendi aralarında konuşuyorlardı. Afrodit, Hephaistos ile gülüşüyordu. Hermes yanlarına gidince kadın Hermes'in koluna girdi ve onun da konuşmaya katılmasını sağladı. Hades, yanında alımlı bir museyle sütuna yaslanmış içkisini yudumluyordu.

Ares'i görünce Dünya'nın dizleri titredi. Adam tek başınaydı ve duvara yaslanmış, elleri cebinde, doğruca ona bakıyordu. Yüzü çok asıktı, saçlarını tamamen topladığı için mutsuzluğu ifadesinden kolayca okunuyordu. Gözlerindeki alevler uzaktan bile etkileyici bir yoğunlukta parlıyordu. Ondan nefret ederse belki daha tedbirli olup ölümden kurtulabilirdi ama onu her gördüğünde midesinin havalanması kararlarını etkisizleştiriyordu. Bakışlarını Ares’in keskin bakışlarından alıp başını çevirdi ve şaşırdı. Adonis'in hâlâ yanında durduğunu unutmuştu.

"Başın nasıl oldu?"

"Hıı?"

Adonis parmağının ucuyla bandajına dokundu. "Başın nasıl oldu, mide bulantın geçti mi?"

Yarasından bahsettiğini geç de olsa anladı. "İyiyim, yarına kadar hiçbir şeyim kalmaz." Dedi ve aklına Sirona’nın kuşkulu sorusu gelince dikkatlice Adonis’e baktı. “Sence de çok çabuk iyileşmedi mi?”

Adonis’in dudağı bir anlığına kıvrıldı, sanki gülmesini son anda bastırmıştı. “Değil mi? Ne ilginç!”

“Alay mı ediyorsun?” dedi kaşlarını çatıp. “Anahtar dediğiniz yeteneğin eseri olabilir mi diye merak ettim.”

Mükemmel dudaklar kıvrıldı, şimdi basbayağı sırıtıyordu. “Alay etmiyorum aşkım ama sanki ağzımdan laf almaya çalışıyorsun gibi… Komik geldi.” dedi ve doğruldu. “Her neyse, sen bizi en çok şaşırtan anahtar olduğundan çabuk iyileşme gücün varsa şaşırmayacağım. Gerçi Sirona’nın şifa yeteneğine rağmen içim pek rahat değil.” Dedi ve ona yaklaştı. “Belki de, bu gece benimle kalsan iyi olur. Ne olur ne olmaz diye sana göz kulak olmalıyım.”

Bu insanlar onu ondan iyi tanıyorlardı. Her ifadesini çözmelerine ve onun huylarını ona anlatmalarına sinir olmaya başlamıştı. Bu koşullarda düşüncelerini saklamak için fazladan çaba sarf etmeliydi.

"Hiç sanmıyorum." dedi Dünya ve ciddi bir sesle ekledi. "Konu kapanmıştır."

Sütunun yanındaki alçak divana gidip oturdu, Adonis de yanı başına oturdu. Neyse ki yanlarına Artemis geldi ve konuşma daha rahat konulara kaydı. Bir süre onun anlamadığı olaylardan bahsettiler. En son gittikleri görevde yaşadıkları fikir ayrılığından konuşurlarken Dünya esnemeye başlamıştı. Adının seslenildiğini duydu ama beyninin içinde... Başını kaldırıp Zeus'a baktı, kıvılcımlı mavi gözleri onun üzerindeydi. Adam, başını hafifçe eğip ona selam verdi. Şaşırmıştı, o da aynı hareketle adamı selamladı. Zeus ve Ares'in kişilik gücünün birbirine yakın olduğunu hissetti, öz güvenleri çok yüksekti. Anlaşılan ikisi de karşısındakini kolayca ikna edebiliyordu ve her dediklerine inanmak hiç zor değildi. Bazı insanlar vardır, karakterleri öylesine güçlüdür ki bir an, ona hayran olduğunuz için kendinizden nefret edersiniz çünkü o sizin ulaşamayacağınız kadar yüksektir. Ezmek istemese de varlıkları ezicidir. Bu ikisinin onda uyandırdığı izlenim buydu. Nefret edilecek kadar güçlü kişiliklere sahiptiler, kalabalıkları peşlerine takmak için tek bakışlarının yeteceğine emindi. Belki bu yüzden zaman öncesinde insanlar onları tanrı sanmışlardı. Bilinçlerinin alamayacağı bir büyüye sahip ölümsüzleri, başka hangi tahta layık görebilirlerdi ki?

BÖLÜM 9: SÜT VE BİSKÜVİ

Zeus, ayağa kalktığında vakit bir hayli ilerlemişti. Cesaret edip onunla konuşmak için yanına gidememişti bile. Şimdi, önünden geçip gitmesini seyrediyordu. Hera ile birlikte kapıdan kaybolacaklardı ki, kararını verip ayağa kalktı ve hızla peşlerinden yürümeye başladı. Adonis ve Artemis divanın üstünde anlamsızca oturup kalmışlardı. Kapıdan çıktı. Köşeyi dönen Zeus'a yetişmek için koşmaya başlamıştı ki bir el onu durdurdu ve onu kolundan tuttuğu gibi diğer tarafa, gölgeli köşeye, sürükledi. Dudaklarının üzerindeki elden kurtulmak için çırpındı ama onu yakalayan çok güçlüydü. Duraklayıp bir nefes ötesindeki altın gözlere baktı. Bağırmayacağından emin olan Ares elini onun dudaklarından usulca çekti. Dünya, Ares'in elinden silkinerek kurtulmaya çalıştı ama adamın güçlü parmakları buna izin vermedi.

“Bırak beni!” diye söylendi.

"Sana rahat dur, onunla konuşma demiştim!" dedi Ares onu zapt etmeye çalışarak. “Onunla konuşmak her şeyi karıştırır.”

"Bırak beni! Yoksa seni pişman ederim!" diye adamın bacağına bir tekme attı.

Canı acıyan Ares homurdandı ve sertçe bileklerinden tutup onu duvara yapıştırdı. Çırpınmaması için kendi bedenini tamamen onunkine yaslamıştı, yüzüne bağırmamaya çalışarak söylendi.

"Bana vurup durma."

Debelenmeyi bıraktı, soluk soluğa Ares'in yüzüne baktı. Dağılmış saçları, görüşünü kısıtlıyordu. Ares, Dünya'nın bileklerini tek eliyle tutup saçlarını okşarcasına yüzünden çekti ve görüşünü engelleyen tutamı kulağının arkasına sıkıştırdı. Parmaklarını belli belirsiz dokunuşlarla şakağından çene hattına indirdi. Parıldayan gözleri parmağıyla izlediği yolu takip ettikten sonra yavaşça onun gözlerine döndü. Dünya soluk almayı bırakmıştı, boğazı kurudu. Durumunun tuhaflığına rağmen dokunuşu çok romantikti. Dudakları alev gibi yanmaya başladı. Dünya'nın büyülenmiş gözleri, adamın altın gözlerine takılıp kalmıştı. Cazibesine karşı koymak olanaksızdı. Elini ondan çeken Ares, uzun kirpiklerini kırpıştırıp şaşkınca fısıldadı.

"Bana, neden öyle bakıyorsun?"

“Nasıl?” dedi titrek bir sesle.

Ares’in dudakları cevaplamak için aralandı ama konuşamadan ona bakmaya devam etti. Kalbi delice atıyordu. Ares'in de bunu hissettiğine emindi ama umurunda değildi çünkü o da adamın kalbinin güçlü atışını duyabiliyordu. Ares'le boğuşurken adamın gömleğinin yakası iyice açılmıştı ve adam Dünya'nın kıpırdamasını engellemek için tüm bedenini ona yaslamıştı. Adamın sıcak tenini, aralarındaki tişörtünün kumaşına rağmen hissediyordu. Ares usulca eğildi ve dudağını onun şakağına dayadı, ona öyle yaklaşmıştı ki nefesi tenini kavuruyordu.

“Aklımı başımdan almaya kararlısın.” Diye fısıldadı ve biraz geriledi.

Onun durumu da Ares’ten farklı değildi fakat sözcükler boğazına düğümlendi, konuşamadı. Adamı kendinden uzaklaştırması gerekirken çekimine kapılmasına engel olamadı. Ares'in eli, yukarıya sabitlediği bileklerine giderken Dünya gözlerini adamın parıldayan güzel gözlerinden ayıramadı. Parmaklarını, Dünya'nın parmaklarına kenetledi ve yavaşça ellerini aşağı indirdi. Ares, ellerini bırakmadan kollarını onun sırtında kavuşturdu. Onu iyice kucağına çekerek biraz yükseltti. Yüzünü onun boynuna eğdi ve onun içini titreten bir nefesle onu kokladı. Dudaklarını ve burnunu tenine sürterek kulağına kadar geldi, boğuk bir sesle fısıldadı.

“Sensizliğe dayanamıyorum, papatyam.” diye fısıldadı, sesi hâlâ kendine gelmemiş gibi uyuşuktu. İçki yüzünden de olabilir, diye düşündü. Adam isteksizce başını kaldırdı ve Dünya'nın gözlerine baktı. “Bu gece odama gel. Rahatsız edilmeden konuşabileceğimiz tek yer orası. Zeus odama giremez.”

Ares onun cevabını beklemeden onu serbest bıraktı ve arkasına bakmaksızın koridorda ilerledi. Genç adamın yokluğu yüzünden dizlerinin bağı çözüldü. Duvara yaslanmasaydı düşecekti. Heyecanı yüzünden kendisine kızıyordu ama heyecanına engel de olamıyordu. Onu odasına çağırmıştı. Konuşmaları gerektiğini o da biliyordu. Daha önce aralarında ne geçtiyse aydınlanmalıydı fakat onu öldüreceğini söyleyen birinin odasına kendi ayağıyla gitmesi ne kadar doğru olurdu? Dediğine göre, Zeus bile onu kurtaramazdı. Ayrıca aralarındaki çekim onu perişan ederken Ares'e karşı koyacak cesareti nasıl bulacaktı?

Çoktan uzaklaşmış olan Zeus'un peşinden gitmekten vazgeçti ve odasına doğru yürümeye başladı. Bir kez kaybolarak ulaştığı odasının önünde onu bekleyen Afrodit’i gördüğüne şaşırdı. Altın sarısı saçlarını salmıştı, elbisesini değiştirmişti. Önü kısa, arkası uzun elbisesi tüllerden bir bulut gibiydi. Ellerini göğsünde kavuşturdu ve dolgun dudaklarını büktü. O yaklaştığında sahte bir gülümsemeyle konuştu.

"Nihayet anahtar! Beklemekten sıkılmıştım ki tam zamanında geldin." Dedi, ondan tepki alamayınca alaycı bir ifadeyle sırıttı. “Yanlış odaya gittiğini düşünüp Adonis'i uyardım ama neyse ki kendi odanın yolunu biliyormuşsun."

Kaşlarını çatıp kadının karşısında dikildi. “Beni düşünmeni gerektirecek kadar samimi olduğumuzu bilmiyordum."

“Değiliz.” Diyen Afrodit soluklandı ve kibirli bir bakışla onu süzdü. “Seninle samimi olmak gibi bir derdim yok anahtar. Küçük bir uyarı için seninle konuşmak istedim. Haddini bilmeni tavsiye ederim. Anahtar olman geçici, sen onun için geçicisin… Bir hevesten başka bir şey değilsin. Senden sıkıldığı zaman yine benim kollarımın arasına dönecektir. Gerçi o kollarımın arasından hiç çıkmadı ya neyse."

Afrodit’in kıskançlık yüzünden kapısında beklemesine şaşırsa da, kadının kendinden emin ve haklı konuşması iyice canını sıktı. Tüm gün bozulan sinirlerinin acısını ondan çıkarmaya karar verdi, kaşınmıştı. Ukala bir tavırla dudağını büktü.

"O zaman, o kollarını sıkıca kapat çünkü sürekli yanıma gelip beni öpmeye çalışmasından bıktım."

Afrodit'in öfkeyle buruşan yüzüne doğru saçlarını savurdu ve odasının kapısına elini koydu. Kapıyı Afrodit'in kırmızıya dönmüş yüzüne kapatmadan önce duvardaki ışık çizgilerine dokundu. Renkli ışıklara boğulan odasından kadına baktı. Gidip gitmemek arasında öfkeyle ona bakan Afrodit dişlerinin arasından söylendi.

"Ölümlü, seni bir kez uyaracağım! Seninle fingirdeşmesi umurumda bile değil, o hep benim olmaya devam edecek ama Ares senin yüzünden zarar görürse gazabımdan seni kimse kurtaramaz!"

İnce topuklarının üstünde döndü ve koridorda hızla yürümeye başladı. Kadının gidişini izlerken kalbinin üstüne sıcak korların döküldüğünü hissetti. Kapıyı Afrodit'in ardından kapattı. Odadaki ışıklardan beyaz dışındakileri kararttı. Parmaklarını saçlarına geçirdi ve kapının önüne çöktü. Düşüncelerinin arasında kaybolmuştu. Buraya ait olmadığını ve ölümsüzler içinde yeri olmadığını biliyordu. Geçici bir süreliğine burada tutsaktı, ölümünü bekleyen bir tutsak...

Kapı çaldığında hâlâ kapının önde oturuyordu. Kapıdaki ismini seslendi. Bu Enlil'di. Ayağa kalkıp kapıyı açtı. Adam, yüzünde şefkatli bir gülümsemeyle elindeki tepsiyi yukarı kaldırdı.

"Can sıkıntısına iyi gelecek bir şey biliyorum."

Adamın elindekilere kısa bir bakış attı ve kaşlarının altından adama baktı.

"Süt ve bisküvi mi?"

Adam başını salladı. "Hayır, sıcacık bir sohbet!"

Adama gülümsedi ve onu içeri davet etti. Enlil derin bir nefes alıp odaya girdi. Küçük masaya geçtiler. Enlil süt bardağını onun önüne koydu, bisküvi tabağını da ortalarına. Adam, tabaktan bir tane bisküvi aldı. "Kaçmayı bırakmana sevindiğimi söylersem bana kızmazsın umarım."

Süt bardağından gözlerini kaldırıp adama baktı. "Bıraktım mı?"

"Öyle görünüyor." dedi, adam.

Enlil'in diğer ölümsüzlere nazaran daha çok insana benzediğini düşündü Dünya. Daha sakin ve daha basit biriydi. Enlil, bisküvisinden, dikkatli bir ısırık aldı, kırıntıları fazla dökmemeye çalışıyordu. Gözüyle Dünya'nın önünde duran sütü işaret etti. "İçsene, hadi."

Ilık süt, büyük cam bardağı ısıtmıştı ama elini yakmıyordu. Bir yudum aldı, tadı yerindeydi. Yalanıp bir yudum daha aldı. "Bu çok güzel, teşekkür ederim. Çok düşüncelisin."

Enlil bir bisküvi uzattı, önce ret edecekti ama adamın yüzüne bakınca, reddetmekten vazgeçip bisküviyi aldı.

"Sana, bir şey sormak istiyorum." dedi. Adama bakmak yerine elindeki bisküviye bakıyordu. Sorusu anlamsız olsa da Dünya için önemliydi. Başını kaldırıp adamın yüzüne baktı. "Kime güvenmeliyim?"

Enlil tabaktan bir bisküvi daha aldı ve gayet rahat sordu. "Bunu bana neden soruyorsun?"

Sesi ve bakışları ciddiydi. Dünya böyle bir danışmanlık için adama neden güvendiğini bile bilmiyordu. Belki yaşı, belki babacan tavrı yüzündendi, belki ona yakın davranan ilk kişi olduğundandı. Sonra nedenini anladı. Enlil de onun gibi çemberin dışındaydı. Ölümsüz olduğu halde ne onlara tamamen katılıyordu ne de onlarla konuşuyordu. Onun gibi yabancıydı. Bu yabancılaşmanın iki taraf için de kabul gördüğünü anlamıştı çünkü Enlil'in ilgisizliğine karşılık onlar da adamı görmezden geliyorlardı. Karşılıklı yapılmış bir anlaşma gibi.

"Beni tanıyorsun." dedi adama. "Bense kendimi yeni tanımaya çalışıyorum."

Enlil, bardağı tutan ellerini kendi avuçları arasına aldı. Genç bakışlarıyla ona baktı. "O zaman senin yerinde ben olsaydım, tek bir kişiye güvenirdim canım: kendime. Sana senden başka kimse dürüst olmaz, hele ki burada. Güvenmek gibi bir lüksün yok."

İçi nedense rahatladı. Basit bir cevaptı ama işe yaramıştı, adama gülümsedi. Sütünü bitirirken havadan sudan konuştular. Enlil usta anlatımıyla güneşe uçmaya çalışan İkarus ve sudaki aksine âşık olan Narcisus'un hikâyelerini anlattı. Hikâyeler bittiğinde onların da sütü ve önlerindeki bir tabak bisküvileri bitmişti. Enlil, izin istedi ve odadan ayrılırken küçük bir çocukmuş gibi onu yatağa yolladı. Çıkmadan önce ona bir kez daha baktı.

"Kendi hislerine güvenmelisin Dünya. Burada hayatta kalabilmek için, kendin için, bencil olmaktan başka çaren yok." dedi ve gülümsedi. "Ben, hep senin arkanda olacağım."

Kapıya elini dokundurdu ve onu yalnız bıraktı. Son sözleri nedense içini ürpertmişti. Gözlerini kapatırken kimsesizliğini ve yalnızlığını ruhunun derinliklerinde soğuk bir yumruk gibi hissetti.

Yatakta bir kez daha döndü. Odada saat olmadığından ne kadar zamandır uyumaya çalıştığını bile bilmiyordu. Koca malikânede, zaman kaygısı olmadığı çok barizdi. Enlil, yanından ayrıldığından beri de çok huzursuzdu; bu da vaktin olduğundan daha yavaş geçmesine sebep oluyordu. Yataktan kalkıp odanın ortasında yürümeye başladı. Tüm olanlara karşın Ares'i yeniden görmeyi istiyordu. Kapıya bakış attı. Odasının yerini iyi biliyordu ama onunla baş başa kalma fikri gözüne pek mantıklı gelmiyordu. Aman neden mantık arıyordu ki?

Hiç yorum yok:

Seri Hikayelerin Düzeni

TUTSAK SERİSİ 1. Kitap    Tutsak 2. Kitap    Anahtar 3. Kitap    Dünya 4.Kitap    Cehennem Hikayelerin dizilişi bu şekildedir. Diğer ...