Nispet edercesine parlak güneşe...
Baktım, gülümsemesinden korkarak
Ölümlü gözleri kör edene...''
Değerli yorumlarınızı bekliyorum :)
İlk duyumsadığı his, buz gibi bir soğuktu, tüm bedenine
sızan ve nefesini kesen bir soğuk. Gözlerini henüz açamamıştı, aralayamıyordu
bile. Burnunu sızlatan soğuğa rağmen derin bir nefes almak istedi, denemesiyle
birlikte ciğerleri yeni oluşuyormuş gibi yandı ve soluğu yarıda kesildi. Tüm
bedeni katılaşmıştı. Hareket etmekte zorlandı; kımıldamaya çalıştıkça uyanan
vücudu titremeye başlamıştı.
Kolunu kımıldatmadan, eliyle üstünde hissettiği örtüye
dokundu. Bedenini saran örtüyü, parmağının ucuyla tutup çekti ve aynı anda
gözlerini açınca, zifiri bir karanlıkla burun buruna geldi. İçini donduran ani
bir korkuyla, avuçlarını yattığı zemine hızla bastırdı. Metali, sırtında ve
bacaklarında hissediyordu. Parmakları, sert zemine temas edince içini korkunun
da ötesinde tuhaf bir duygu kapladı. Soğuktu… Karanlıktı… Metal bir kutunun
içinde uzanıyordu. O anda, nerede olduğu konusunda aklında bir fikir oluştu.
Fakat düşüncesinin olasılığı, içinde bulunduğu karanlıktan bile daha korkunçtu.
Böyle bir şey olanaksızdı.
Anlamanın verdiği panikle doğrulmaya çalıştı; bedeni yeni
çözüldüğünden hareketleri çok hızlı değildi. Doğrulmaya çalışırken alnını tavan
diyebileceği bir sınıra çarpsa da; hareketleri yavaş olduğundan canı çok
yanmadı. Zor da olsa nefes alıyordu, evet, bu yaşam işaretine odaklandı ve
düzgün nefes almaya çalıştı. Bu kadar çok korkmasaydı, belki düşünmek için
sakinleşmek daha kolay olacaktı. Hissettiği korku dehşet vericiydi.
Birileri olmalıydı, ona yardım edecek birileri mutlaka
olmalıydı. Ses tellerini kullanmak için ağzını açtı, soğuk dudakları hâlâ
kaskatıydı. Çenesini, yavaşça oynatarak birbirine yapışmış dudaklarını açtı ama
bu çabası, ses çıkarması için yeterli olmadı. Hırıltı bile çıkaramadan ağzını
kapadı ve soluk alıp vermesi iyice hızlandı. Kalp atışlarını kulaklarında bir
uğultu olarak dinlemek mide bulandırıcıydı. Karanlık onu boğuyordu.
Bir türlü engel olmadığı bir panik haliyle, içinde
bulunduğu hapisten kurtulmak için debelenmeye çalıştı. Bu çabası, çamurun içine
yuvarlanan kolsuz ve bacaksız birinin oradan kurtulmak için çırpınması kadar
anlamsız oldu. Çırpınmaktan yorulup, pes ettiğinde nefes nefese kalmıştı.
Sakinleşmek mümkün olmasa da bunu yeniden denedi. Sakinleşmeyi başaramayınca
titreyen ellerini kullanarak kapalı kaldığı hücresinin boyutlarını tahmin
etmeye çalıştı. Artık emindi, korkudan hayal etmiyordu, gerçekti. Uzun, metal
kutunun içinde çıplak bir vaziyette ve üstünde bir örtüyle yatıyordu. Bu da
tahmin ettiği şeyi doğruluyordu ama bir terslik vardı. Ölü değildi.
Saniyeler aktıkça soluk almakta güçlük çekiyordu. Yaşadığı
boğulma hissiyle, metal kutu içindeki zamanının azaldığını anladı. Birilerinin
onun sağ olduğunu acilen fark etmesi gerekiyordu. Metal kutuyu biraz olsun
kaydırabilmek veya ses çıkarabilmek için, bacağını çekebildiği kadar kendine
doğru çekti ve karşısında duran engele gücü yettiğince vurmak amacıyla gerindi.
Ayağının hedefe değmesiyle, zemin ileri doğru hızlıca kaydı fakat bu ivme onun
gücü sayesinde olmamıştı. Beklediği yardım gelmişti.
Tuhaf bir gıcırtı duydu, tam o sırada gözlerini yoğun bir
ışık kavurdu. Bir çift kolun onu sarıp, yattığı yerden kaldırmaya çalıştığını
anlayınca buna içgüdüsel olarak karşı koymaya çalıştı çünkü bir şey
göremiyordu. Korkusu, dehşete dönüşmüştü. Bu sırada, bir refleksle kolunu
sertçe savurdu. Kolu, onu kavrayan kişiye çarpamadan durduruldu ve geriye doğru
büküldü. Onu durduran kişi, üstünden kayan örtüyü kullanarak onu hızlıca
kundakladı. Nihayet, inleyerek de olsa sesini biraz çıkarabilmişti. Bir el
ağzını örttü ve bir ses kulağına fısıldadı.
"Sakin ol."
Bir erkek sesiydi. Bu ses, ona hiç kimseyi çağrıştırmadı
çünkü kendisini dâhi tanımadığını fark etti. Ne ismini hatırlıyordu ne de
başına gelenleri... Sesin verdiği talimata uyarak kendini çaresizce adamın
kollarına bıraktı. Örtü ile kundaklandığından adamın kolları, onu rahatça
kucakladı. Bir dakika sonra soğuk odadan çıktıklarını anladı. Ayak seslerini
belli belirsiz duyduğu kişinin omzunda, gözlerini hafifçe araladı. Buğulu bir
görüntü titreşip, bir anlığına netleşince de çıktıkları kapının üstünde yazan
şu yazıyı okuyabildi: "MORG."
Buz gibi bir hisle, onu kaçıran -veya kurtaran- kişiye
başını çevirdi. Daracık görüşü, sisli bakışlarıyla adamın sadece gözlerini
görebildi. Açık kahverengi ve parlak harelere sahip muhteşem bir çift göz ona
baktı. Kısacık bir andı. Gözlerin sahibi, bakışlarını ileriye çevirirken, o da
kendine engel olamadan bayıldı.
Geniş
bir yatağın üzerinde uyandı. Gözlerini açtı ama hareket etmeden önce
düşüncelerini toparlamaya çalıştı, yapamadı, son anıları bir kabustan
farksızdı. Hatta hala rüyada olmalıydı çünkü geçmişiyle ilgili adı da dahil hiç
bir şey hatırlamıyordu. Yavaşça doğruldu, küçük bir odada yalnızdı. Kendine
gelmeye çalışırken etrafına bakındı. Penceresiz odada oturduğu yataktan başka
küçük bir masa, basit tahta bir sandalye ve masanın üzerinde bir tabak meyve ile
küçük bir şişe su vardı. Üstündeki kıyafete baktı: ona birkaç beden büyük gelen
kısa kollu bir tişört ve yine büyük beden bir eşofman altı. Belinden düşmemesi
için eşofmanın ip kemeri iyice sıkılmıştı. Komik duruyordu, önemsemedi, hali
baştan ayağa rezildi zaten.
Neredeydi?
Kimdi? Neden buradaydı? Neden ölü olmadığı halde morgda…
Kapıya
yaklaşan ayak sesleri duydu. Kendini yatağa tekrar attı ve sırtı, kapıya dönük
olacak şekilde uzandı. Tuttuğu nefesi yavaşça bıraktı ve kendini
sakinleştirmeye çalıştı. Açılan kapıdan içeri girenlerin ayak seslerine
bakılırsa gelenler iki kişiydi. Yatağın kenarında ayak sesleri kesildi.
İçlerinden biri kısık bir sesle konuştu.
"Hâlâ
uyuyor." Diğeri yorum yapmayınca, ilk konuşan devam etti. "Siro'yu
çağırsak mı?"
"O
iyi." dedi. “Mümkün olduğu kadar burada kalmak istiyorum.” Bu sesi, morgda
da duymuştu. Hoş ve insanda dinleme isteği yaratan bir tonu vardı.
“Onu
saklayamazsın. Çağrıyı görmezden gelemezsin.” Bir an bekledi ve daha kısık
sesle devam etti. "Onu öldürmen hiç iyi olmadı, kesin ceza
alacaksın."
Çığlık
atmamak ve kıpırdamamak için kendini zor tuttu. Bu adamlar, birini
öldürdüklerini itiraf ediyorlardı, belki sıra ondaydı. Korku damarlarını buza
çevirirken uzandığı yatakta iyice kasıldı.
“Ne
düşünüyordun ki! Başaracağını mı?” dedi onaylamayan bir sesle. “Çok
pervasızsın!”
"Başka
çarem yoktu. Sen ispiyonlamasaydın, başaracaktım." dedi öfkeyle. Birkaç
kalp atımı bekledikten sonra sakinleşerek konuştu. "Onu uyandırmalıyız, yola
çıkmadan önce yemek yemesi gerek." dedi ve bir çift ayak sesi sert
adımlarla uzaklaştı.
Diğeri
birkaç saniye daha orada durdu ve iç çekerek odadan çıktı. Bu adamların, onu
neden kaçırdıklarını bilmiyordu ama içinden bir ses, buradan derhal uzaklaşması
gerektiğini telkin ediyordu. Nereye gideceğini düşünmesine gerek yoktu çünkü içinde
bulunduğu durum itibariyle gidebileceği tek yer vardı: katillerden mümkün
olduğunca uzakta herhangi bir yer…
Öncelikle
bu odadan çıkması gerekiyordu. Ayağa kalktı ve yatağın kenarında duran bez
ayakkabıları giydi, kapıya gitti. Kulağını kapıya dayayarak dinledi, ses yoktu.
Usulca kapıyı yokladı, kapı kilitli değildi. Dudaklarını sıkarak düşündü.
Beyni, o kadar boştu ki aklına hiçbir şey gelmiyordu ve dehşetli bir panik
kalbine yerleşmişti. Kendini ağırlaşmış hissediyor, aklına hiçbir şey
gelmiyordu. Katiller kaç kişiydiler ve nasıl bir yerdeydi… Hiçbir şey
bilmeksizin plan yapması olanaksızdı, yine de düşünmesine şaşırdı. İçinde
bulunduğu duruma göre kendini oldukça cesur hissediyordu. Belki de hep öyle
biriydi ya da korkudan donup kalmayacak denli ağır bir şoktaydı. Öncesinde
nasıl bir insandı acaba? Kendini bile tanımıyordu ki…
Kapıdan
ayrılıp etrafa baktı, yanına silah namına ne alabilirdi? Tabaktaki elmalara
bakışlarını dikti, hemen vaz geçti. Fakat yanındaki şişe işe yarardı, camdan
yapılmıştı. Küçüktü ama elindeki tek silah buydu. Yan gözle sandalyeye baktı,
ayaklarını sopa niyetine kullanabilirdi ama parçalarken ses çıkardı. Saçlarını
yüzünden çekti ve şişeyi sıkıca tutup kapıya yürüdü. Ses çıkarmadan kapıyı
aralayıp dışarıya baktı. Küçük bir boşluk ve devamında merdivenler görünüyordu.
Merdivenlerin sonundan gelen ışık anca yolunu aydınlatıyordu, alt kattaydı ve
üst katı görememek canını sıktı. Belirsizliğe doğru dikkatlice adım attı.
Merdiveni
tırmandı, şık ve rahat mobilyalarla döşenmiş bir salona ulaştı. Büyük
pencerelerden görebildiği kadarıyla gündüzdü ve şansına salonda kimse yoktu.
Ana kapıya doğru baktı, kilitli olmamasını ve dışarıda onu bekleyen biri
olmamasını umut ederek öne doğru adımladı. Üst katta kimse görünmüyordu. Fakat
sol taraftaki koridordan tıkırtılar geliyordu. Yakalanmamak için elini çabuk
tutması gerekiyordu. Koşup koşmama konusunda kararsızdı, ses çıkarmaktan veya
dışarıda bekleyen biri varsa yakalanmaktan çekiniyordu. Salon olduğundan uzun
gelmeye başladı ve kapıya ulaşmak konusunda sabırsızlanıyordu.
“Bizi
mi arıyordun?”
Korkuyla
sıçradı ve sesin geldiği yöne baktı. Koridorun başında iki adam ona bakıyordu,
ikisi de siyahlar içindeydi. Ön tarafta uzun boylu kumral adam gözlerini kısmış
ona bakıyordu, hemen arkasında siyah sakallı adam elleri cebinde ona
sırıtıyordu. Kumralın hareketlendiğini görünce elindeki cam şişeyi tüm
kuvvetiyle adama fırlattı, adam çevik bir hareketle yana kayınca şişe tüm
hızıyla siyah sakallı adamın çenesine çarptı. Bu atışı beklemeyen adam
kaçınamadı ve darbe yüzünden acıyla haykırdı, kumral bir an arkadaşına baksa da
hemen toparlandı ve ona döndü. O ise kapıya yakın olmanın verdiği cesaretle öne
döndü ve koştu. Fakat kapıya dokunamadan adam onu belinden yakaladı. Ne kadar
hızlıydı… Şaşırmayı boş verdi, düşünmeksizin başını adama savurdu. Saldırısı
hedefi bulmuştu. Adam acıyla geriledi ve kolları gevşeyince, o da sıyrılmaya
çalıştı. Fakat adamın onu bırakmaya niyeti yoktu. Tek koluyla onu duvara
yapıştırdı ve iki kolunun bileklerini tutarak duvara sabitledi. Onu morgdan
çıkaran genç adamla yüz yüze kaldı. Adamı, garip renkteki parlak gözlerinden tanımıştı.
Gözleri, kusursuz biçimi ve altın pırıltıları saçan renkleriyle insanı büyülüyordu.
Deli gibi atan kalbini sakinleştirip adamın etkisinden kurtulmaya çalıştı, bu
adam onun olası katiliydi. Karşısında aptallaşmaması gerekiyordu.
Kumralın
kaşının kenarı darbe yüzünden açılmıştı ve fena halde kanıyordu. Genç adamın
çenesi kasıldı, sanki söyleyeceklerini zor tutuyordu. Çenesini eliyle ovalayan
siyah sakallı adam onlara doğru yürüdü, kolay yakaladıkları için keyifli
olduğunu saklamıyordu. İçi öfkeyle yandı ve onu sıkıca tutan kumraldan
kurtulmak için dizini onun bacak arasına doğru kaldırdı. Kumral ondan böyle bir
hareket bekliyor olmalı, hızla yana kaydı. Ustaca bir hareketle kaçmasını
engellemek için onu çevirmeye çalıştı. Böylece onu daha kolay zapt
edebilecekti. Fakat onun teslim olmaya niyeti yoktu. Genç adamın parmakları bir
pençe gibi onu yakalamıştı, debelenmesini hala engellemeye çalışıyordu. Kumral,
bedeninin gücünü kullanarak onu kendine çekerek kollarını sabitledi. Kıpırdayacak
hali kalmayınca çaresizce durdu, başını kaldırıp adama öfkeyle baktı.
Çabasından dolayı saçı başı iyice dağılmıştı, buna rağmen dağınık saçlarının
arasından adamın sakin yüzünü görebiliyordu. Genç adam koyu renkli
kirpiklerinin arasındaki ilginç renkli gözlerinde beliren tuhaf bir hüzünle ona
eğilirken; kaşından süzülen kan, yanaklarından dudaklarına ulaştı. Akışı fark
eden adam, hiç rahatsız olmadan akan kanını kendi omzuna sildi ve yeniden ona
döndü.
“Sakinleşecek
misin?” boğuk bir sesle fısıldadı.
Sesi
ve yakınlığı yüzünden bir an nefes alamadı, cevap da veremedi. Dikkatini diğer
adama çevirdi çünkü kumralın yakınlığı yüzünden veya kurtulmak için harcadığı
adrenalin yüzünden başı dönmeye başlamıştı. Siyahlı adam bir peçeteyle dudağını
silerek ikisini seyrediyordu. Uzun boylu, siyah saçlı ve sakallı adam dudağındaki
yaraya rağmen düzgün dişlerini göstererek ona gülümsedi. Yirmi beşlerinde anca
görünen adamın teni hastalıklı bir şekilde soluktu ve gözleri kömür gibi
siyahtı. Geniş gülümsemesi ve rahatlığı onu rahatsız etti. Kolunun birini
kumraldan kurtarmak için yeniden davrandı ama adam, diğer kolunu öyle bir kanırttı
ki, bağırmamak için dudağını ısırdı. Debelenmesine aldırmadan onu sürüklemeye başladı
ve salonun köşesindeki büyük kanepeye savurdu. Dengesini koruyamadı ve yumuşak
kanepeye düştü. Öfkeyle bağırarak doğruldu. Adamın kaba hareketine sinirlenmeyi
başarmıştı, onu beki de öldüreceklerdi ama o öylece fırlatıldığı için
sinirleniyordu. Kızgın bakışlarla adama baktı. Adamın siyah tişörtünün omzu,
kaşından akan kanıyla kirlenmiş; eskimiş, koyu renk kotuna bile kan damlamıştı.
Küçük bir yaradan akan kana inanamadı. Genç adamın, kaşları yine çatıktı ama
sinirli olmaktan çok düşünceli gibiydi.
Tek
eliyle dağılmış saçlarını düzeltirken bıkkın bir sesle konuşmaya başladı:
"Sana
sakin olmanı öneririm." dedi kusursuz çekicilikte bir ses tonuyla ve ardından
nefes alarak devam etti. "Çok klişe bir laf olacak ama duruma uygun. Kaçamazsın,
o yüzden bunu denemeye çalışma."
Dudağına
yeniden ulaşan kanını silip sakalı adama döndüğünde; adam elindeki peçeteyi
sehpaya fırlattı ve başıyla onu işaret etti. "Sanırım onu uyandırmaya
değil, uyutmaya çalışmamız gerekecek. Bununla ilgilenmemi ister misin?"
Kumral
kesik bir nefes aldı ve başını salladı. "Gerek yok. En iyisi yola çıkmak!”
dedi ve seri adımlarla geldiği koridora yürüdü.
Siyahlı
adam gururlu bir tavırla başını yukarı kaldırdı. Avıyla dalga geçen bir panter
misali onu süzerek yürüdü ve tekli koltuğa oturdu. Sonra sırıttı. “Berbat
görünüyorsun.”
Kurumuş
dudaklarını yalayarak nefeslendi. Berbat görünmek umurunda değildi şu an berbat
bir çıkmazdaydı. Bu tuzaktan nasıl kurtulacağını düşünürken etrafına bakındı. O
sırada adamın telefonu çaldı, adam elini cebine atarken; o da son şansını
kullandı. Kaslarında kalan son güçle kapıya doğru fırladı, nefes almaksızın
sehpa ve koltukların üzerinden atlayarak kapıya ulaştı. Çevikliğine
inanamıyordu ama düşünmek için zamanı yoktu. Kapıyı açtı ve dışarı adım attı ve
durdu.
Bahçede
yolun başına park etmiş siyah bir minibüs vardı ve devasa bir köpekle iki kişi
aracın yanında bekliyordu. Kadın kulağına dayadığı telefonu indirdi ve kapattı.
Uzun boylu kadın, düz saçlarını atkuyruğu yapmıştı. Hafif makyajlıydı. Çok güzel
bir kadındı ama bakışlarındaki keskinlik, ifadesini sertleştiriyordu. Köpeğin
başında duran diğer adam ise çok genç ve çelimsizdi. Genç adam rahat bir
tavırla ona gülümsedi.
"Ne
kadar düşüncelisin. Biz de seni almaya geliyorduk, bizi zahmetten
kurtardın." dedi ve onun arkasına baktı. “İnanamıyorum, yine ondan dayak
mı yedin? İkiniz de mi?”
Nefes
nefese arkasına baktı. Altın gözlü elinde bir buz torbasıyla evin girişinde
duruyordu, siyahlı da hemen arkasındaydı. Kıkırdayan siyahlı dudaklarını
sıkarak kendini durdurdu. Altın gözlü elindeki buz torbasını hala kan sızan
yarasına bastırarak doğruldu. Geri eve girerken homurdandı.
“Araca
binin, ben şimdi geliyorum.”
Fazla
düşünmedi. Kendi ayaklarıyla ölümüne yürüyecek değildi. Kumral eve girince
gerginliğinden sıyrılarak seyrek ağaçların sardığı ormana doğru hızlandı.
Aralarındaki mesafeye güveniyordu, tek çekincesi iri köpekti. Fakat zayıf genç
yoktan var olurcasına aniden karşısında belirdi. O ise tamamen içgüdüyle yere
eğildi. Bir dansçı gibi tam tur dönüp adamın ayağını çelerek onu yere düşürdü. Ve
yere düşen adamın şaşkın yüzüne bir yumruk attı. Bütün bunları nasıl yaptığını
düşünürken yerde bir takla attı ve ayağa hızla kalkıp koşmaya devam etti.
Kadının, "Bayılt" diye mırıldandığını duyduğunda, hızlıca yana kaydı
ve aynı anda yanı başında parlak bir ışık topu patladı. İçgüdüsel olarak
yaylandı ve ellerini yere dayadı. Bir ışık topu daha patlarken uzun bir takla
attı. Ayakları yere değer değmez koşmaya devam edecekti ama başka bir şey onu
engelledi.
Ona
çarpan güçle birlikte etrafa toz toprak saçarak yerde yuvarlandı. Sonunda
durduklarında nefes nefese, üzerindekine baktı. Yine oydu. Bir kabus gibi
üstüne çöken adamın öfkeyle parlayan altın gözleri kısıldı.
"Beni,
gerçekten kızdırmaya başladın!" dedi dişlerini sıkarak.
Dalgalı,
gür saçları yüzüne dökülmüştü. Tek kaşının üzerinde, kötü iliştirilmiş bir bant
vardı. Bant aralanmıştı ve kenarından incecik kan sızıyordu. Konuşmamaya karar
vermişti ama dayanamadı. Sinirleri çok bozulmuştu.
"Sana
iyi vurmuşum." dedi kendini tutamadan ve güldü.
Genç
adamın yüzü, iyice anlamsızlaştı ve karışık bir ifadeyle onu süzdü. Konuşacak
gibi dudaklarını araladı ama son anda kendini tutup dudaklarını birbirine
bastırdı. Gözlerindeki bakış yüzünden onun da gülümsemesi silindi ve garip bir
hisle genç adamdan bakışlarını çeviremedi. Etkiyi bozan ise devasa köpek
olmuştu. Aniden yanında beliren köpek yüzünden onu durduran altın gözlüye daha
sıkı sarılmak gelse de kendini geriye doğru çekti. Köpek, büyük burnunu uzatıp
havayı kokladı ve sivri dişlerini sergileyerek etrafında dolandı. Kıpırdayamadı
ve kendini sakınamadı çünkü hala altın gözlünün bedeninin altında hapisti ve
bileğini de sıkıca kavramıştı. Neredeyse korkudan bağıracaktı. Gözlerini
köpekten ayırmadan geriledi ama köpek, ona doğru eğildi. Köpeğin kocaman ağzı
açıldı ve köpek, sivri dişlerinin arasından çıkan diliyle, sallayıp kaçırmaya
çalıştığı yüzünü salyalı bir şekilde yaladı. Korkudan buz kesmişti. Köpek, dili
dışarıda olduğu halde soluklanıp yüzünü yeniden yaladı ve yüzünü gözünü tamamen
salya içinde bırakmanın keyfiyle, neredeyse sırıtarak geriledi.
Şaşırma
sırası ona gelmişti. Çevik bir hareketle ayağa kalkan altın gözlü, bileğine
asılıp onu da ayağa kaldırdı. Köpeğe döndü. "Hadi Cerberus!" İnsafsız
bir güçle sürüklercesine onu minibüse doğru yöneltti. "Yürü!"
Zayıf
olan hızlı adımlarla araca doğru yürürken altın gözlü derin bir nefes aldı ve tek
eliyle başına başlığını geçirdi. Sanki yüz ifadesini özellikle saklamaya
çalışıyordu. Adam, dişlerinin arasından homurdandı.
"Sakın
numara yapma!"
Siyah
saçlı, onlara doğru seslendi.
"Sana
söylüyorum, bence onu uyutmalıyız."
Kumral
diğerine aldırmadan ve onun yüzünü temizlemesine izin vermeden eliyle kolunu
iyice sardı. Sabrı tükenmiş bir ifadeyle onu araca doğru çekiştirdi. Altın
gözlü, onun bedenini kendisine iyice bastırdı ve onu, debelenmesine izin
vermeden lüks minibüsün içine itti. Diğerleri de köpekle birlikte minibüse
bindiler. Ormanın ortasındaydık ve bu garip yabancılar dışında ortalıkta
kimseler görünmüyordu. Yardım isteyecek kimse yoktu. Siyah minibüse,
fırlatılırcasına bindirildikten sonra köpek de yanına atladı ve onun ayağının
dibine oturdu. Köpeğin varlığı o kadar dehşet uyandırmıyordu artık, yine de
sakınmayı ihmal etmedi. Yüzündeki salyaları temizleyerek koltuğun içine gömüldü
ve şimdilik yenilgiyi kabullenmiş gözüktü. Onu, öldürmek için her nereye
götürürlerse götürsünler, onlarla savaşmadan önce gücünü mutlaka toplamalıydı.
Altın
gözlü, sürücü koltuğunun yanına oturdu. Minibüsü, zayıf çocuk kullanacaktı.
Suratsız kız, ona bakmıyordu. O garip ışık toplarını, kızın attığını düşündü.
Kız, siyah saçlının dudağından zemine damlayan kanı işaret etti.
"Hala
kanıyor Hades." dedi ve yan gözle ona bakıp ekledi. "Formundan hiçbir
şey kaybetmemiş."
Yola
çıkmışlardı. Bacaklarını kendine iyice çekti ve çenesini dizine yerleştirdi. Bu
insanlar, onu tanıyorlardı. Onu bilmediği bir nedenle daha önce öldürmeye
çalışmışlardı fakat o, hiç birini hatırlamıyordu. Köpek bile, korkunç
görüntüsüne rağmen, zarar vermeyecek kadar onu tanımıştı. Yüzünü, üstüne
sürerek yeniden temizledi ve kaşlarının altından çevresini izlemeye devam etti.
Minibüs,
keskin virajlı bir yoldan geçerek şehirden ayrıldı. Sahil yolundan yukarı doğru
tırmandıktan sonra düz yola geçti. Sola dönüş yapmışlardı. Deniz kenarında bir
şehirdeydiler, sadece bunu anlayabildi. Aklındaki bilgilerin hepsi,
paramparçaydı. Artık, yolu izlemeyi bırakmıştı. Tüm kiniyle, altın gözlü adamın
ensesine bakıyordu.
Genç
adam koltuğa rahatça yayılmış, tek kolunu açık pencerenin kenarına dayamıştı.
Yüzünü göremiyordu ama sinirini ona yöneltmesi için yüzünü görmesine gerek
yoktu. O olmasaydı kapıdan kolayca kaçabilecekti. Gözleri adama karşı duyduğu
öfkeyle kısıldı. Başını çevirirken yandaki aynaya gözü ilişti ve onu izleyen
altın gözlerle karşılaştı. O, adama bakarken; adam da onu seyrediyordu. Başını
başka yöne çeviremedi, öylece bakıştılar. Koyu renk kirpiklerinin arasından
kehribar gibi parıldayan gözlerin özlem dolu ifadesi, içine işledi. Böyle güzel
ve yoğun bakabilen biri, nasıl olur da acımasız bir katil olabilirdi?
Tuttuğu
nefesini bırakıp geniş koltukta yer değiştirdi altın gözlünün bakışlarından
kaçmak için ama köpekten tarafa yaklaşması gerekeceğinden durakladı. Altın
gözlüye bakmamaya çalışarak eski yerine sığındı ama kendine hâkim olamadan
bakışlarını tekrar aynaya kaydırdı. Neyse ki altın gözlü, bakışlarını ileriye
çevirmişti.
Güneş
batarken küçük bir yerleşim yerinin yakınından geçtiler ve köyün sınırından
çıktıktan sonra yarım saat kadar daha gidip yüksek duvarların çevrelediği demir
bir kapının önünde durdular. Hava oldukça karanlıktı, ay ışığı zorlukla etrafı
aydınlatıyordu. Yetersizdi, aydınlatmak için de pek çaba harcanmamıştı. Sanki özellikle
saklanmıştı. Koltuğa istemsizce gömüldü. Dışarıyı sarmış aralıklarla yoğunlaşan
karanlığa baktıkça ürperiyordu. Kapının kanatları açıldı ve minibüs içeri
girdiğinde kapı otomatik olarak kapandı.
Pek
bakımlı olmayan ağaçlıklı bir korudan geçtiler, uzun süredir ilgilenilmemiş
çalıların arasından. Karşılarında büyük bir ev vardı. Aslında, buraya ev demek
yetersiz bir tanım olurdu. Burası evden çok, sonradan eklenmişe benzeyen ve
hiçbir uyumu olmayan bloklardan oluşmuş devasa bir malikâneydi. Eski ile yeni
öyle çok birbirine geçmişti ki, bakarken bile göz yoruyordu. Simetrisi olmayan loş
bahçe lambalarının aydınlattığı yolu izleyerek kapıya yaklaştıklarında, kapı
açıldı. Kapıdan, en fazla otuz yaşlarında görünen bir kadın dışarı çıktı.
Taş
merdivenlerin yanında duran minibüsün içinden ilk çıkan suratsız kız olmuştu.
"Getirdik!"
diye homurdandıktan sonra eve doğru yürüdü. Zayıf çocuk ve altın gözlü de kızın
ardından minibüsten çıktılar. O ise minibüsün arkasında, siyah saçlıyla ve
köpekle birlikte kalakalmıştı. Siyah saçlı, ona döndü.
"Hadi
bakalım, kırmızı halı beklemiyorsundur umarım!"
"Benden
ne istiyorsunuz? Ben size ne yaptım?" dedi.
Siyah
saçlı, onu süzdü ve başıyla ona evi gösterdi. "Hadi, bizi
bekliyorlar!"
Gerçekten
de hepsi, beklenti içinde minibüse bakıyordu. Bir tek altın gözlü kenarda,
başlığı başında, ilgisiz gibi duruyordu. Pes ederek minibüsten çıktı. Köpek,
hemen arkasından atladı ve onun yanında yürümeye başladı. Siyah saçlı, kapıdaki
kadına yaklaştığında sırıttı.
"Bak,
kimi getirdik Hera!" dedi rahatça. “Zeus dırdırı bırakır umarım.”
Hera,
Zeus, Hades, Cerberus... Bu isimler olsa olsa takma isim olabilirdi. Bunların,
çeteye benzer halleri yoktu ama belli ki karanlık bir iş çeviriyorlardı. Yoksa
normal birinin ismi, neden tanrı ve tanrıça ismi olsundu ki? Aklındaki
bilgilerin tutarsız olabileceğinin farkındaydı çünkü ne hayatındaki kişileri
hatırlıyordu ne de olayları... Sadece yarım yamalak genel bilgiler vardı. İki
kere ikinin dört ettiğini biliyordu ama kendi adından bihaberdi. Mitolojinin
önemli tanrılarını sayabilirdi ama kendi yaşını sorsalar tahmin edemezdi. Acaba
altın gözlünün takma ismi neydi? Mitolojik kahramanlar hakkında yeterli bilgisi
olmadığını fark etti ama adamın isminin "Apollon" olduğunu düşündü
elinde olmadan. Belki de "Eros..." Böylesi yakışıklı birinin takma
ismi başka bir şey olamazdı.
Bunları
düşünürken merdivenin başındaki kadın ile göz göze geldi. Kadınının bakışları,
onun aklını okuyor gibi keskindi. Düşündüklerinden utandı ve yüzünün
kızardığını hissetti. Kadının gözleri mavi yeşildi ve çok düzgün, asil hatlara
sahip bir yüzü vardı. Onu, ilk gördüğünde kadının yaşının otuz olduğunu
düşünmüştü. Şimdiyse kadına daha yakındı ve bu zarif duruşlu kadının daha genç
olabileceği ihtimali daha ağır basıyordu. Kadın, tam anlamıyla büyülü bir
güzelliğe sahipti. Kadın hafifçe gülümsedi.
"Hoş
geldin." dedi kibarca ve diğerlerine göz atarken onunla konuşmaya devam
etti. "Bir an için senden tamamen kurtulduğumuzu düşünmüştüm."
Kadının
bu ani kabalığına karşılık vermedi. Susmaktan başka ne yapabilirdi ki? Beyninin
hafıza bölümü hâlâ ölüydü.
Kadın,
siyah saçlıya baktı. "Siz içeri geçin. Hades, kıza da odasını
göster!" dedi ve ileriye baktı. "Ares, seninle konuşmalıyız."
Kapıdan
girmeden önce, kime seslendiğine baktı. Altın gözlü başını kaldırmış, kadına
bakıyordu yüzünde hoşnutsuz bir ifadeyle. Demek ki onun takma ismi Ares'ti.
Ansızın altın gözler, ona doğru kaydı ve o, adamın bakışının ona hissettirdiği
duygulara sinir olarak başını önüne çevirip eve girdi. Dışarıda burnuna gelen
toprak, ağaç ve deniz kokusu evin içine de dağılmıştı. Hafif ama insanı
rahatlatan bir havaydı. Siyah saçlının, yani sözde Hades'in, ardı sıra yürürken
köpek de yanı başında ilerliyordu. Yutkunup konuştu.
"Beni
öldürecek misiniz?"
Hades,
omzunun üstünden baktı.
"Bu
zaten yapıldı, neden yineleyelim ki?"
"Belli
ki, iyi öldürememişsiniz." diye kendi kendine mırıldandı.
Salonu
geçip merdiveni tırmanmaya başlamışlardı. Adamın yanında yürürken dikkatlice
etrafa göz atıyordu. Burası dört katlı bir malikâneydi. Malikânenin çok sayıda
odası vardı ve bu odalar, kısalı uzunlu koridorlarla birbirlerine bağlanmıştı.
'Labirent
gibi.' diye düşündü. Evin görünen tek çıkışı da, giriş kapısının olduğu salondu
ya da öyle bir izlenim uyandırılmaya çalışılmıştı. Ne olursa olsun, bu evin bir
sürü çıkışı olduğuna emindi.
Hades,
koyu kırmızı bir kapının önünde durdu ve elini kapıya koydu.
"Böyle
yaparak kapıyı açabilirsin." dedi ve ona bakarak ekledi. "Eminim,
bunu da hatırlamıyorsundur."
"Kapı
dokunmatik mi?" dedi kapıya incelerken. Tahtaya çok benziyordu oysaki.
"Dokunmatik
mi?" diye alaycı bir sesle tekrar etti Hades ve düzgün dişlerini
göstererek gülümsedi. "İşte bu komikti."
Onun
çatılan kaşlarına bakınca boğazını temizleyerek ciddileşti. "Dokunmatik
değil ama kapılar, sadece oda sahipleri tarafından ve sahiplerinin izin verdiği
kişilerce açılabilir. Bir de Zeus açabilir tabi ki... Bak ben dokunduğumda kapı
açılmadı. Şimdi de sen dokun."
Dalga
geçtiğini biliyordu ama ona uymaktan ve kendisiyle dalga geçmesine izin
vermekten başka çaresi yoktu. Elini kapıya yaslayınca kapı pervazından
ayrılarak açıldı. Şaşkınlıkla Hades'e döndü. Hades tek kaşını kaldırıp kibirli
bir tavırla dudağını büktü.
"İşte,
bak!"
"Bu
oda, benim odam mı yani?" dedi, daha içeriye bakmadan. Böyle bir yerde,
katillerin içinde yaşadığı bu evde, kendisinin de bir odası olması tuhaftı. Hem
de değişik bir mekanizmayla açılan kapıya sahip bir odası olması... Acaba o da
çetenin bir üyesi miydi? “Ne tuhaf!”
Hades
başını salladı. “Bence de tuhaf ama evin kararlarına bazen akıl sır
erdiremeyiz. Özellikle konu sen olduğunda…”
Adamın
devam etmesini bekledi, kendi hakkında bir şeyler öğrenmek için ama adam susup
bakışlarını koridora çevirdi. Gitmeye hazırlandığını düşündü ve nedense yalnız kalmak
istemedi, adamın ilgisini çekmek için konuştu.
"Ben
hiçbir şey hatırlamıyorum."
Ona
dönen Hades, kollarını kenetledi.
"Biliyorum,
bu çok normal. Ölümlerde hafıza kendiliğinden sıfırlanır, yani sizin ırkınız da
öyle oluyor. Seninle bağlantılı her olay ve kişi ölümünle birlikte hafızandan
kayboldu."
"Ben
ölmedim! Morgda uyandığımı anımsıyorum; ama yaşıyordum. Arkadaşına
sorabilirsin." derken Hades sabırsız bir sesle onun lafını kesti.
"Bu
uzun hikâye ama sen ölmüştün. Buna eminim. Arkadaşım da emindi. O yüzden seni
morgda arıyordu çünkü seni öldüren oydu. Neyse, çok oyalandım."
Hades,
onu kapının önünde bırakıp giderken ağzını açıp bir şey diyemedi. Köpek de
Hades'in peşine takılıp onu yalnız bıraktı. O da düşünceli adımlarla odasına
girdi, kapıyı kapattı. Zifiri karanlıkta kalınca aniden korkuyla kasıldı.
Kıpırdamadan kalakalmıştı sanki korku tüm hücrelerine yayılıp onu felç etmişti.
Aniden karanlıktan korktuğunu anladı. Kalbi delice atıyordu. Odadaki hava
tükenmişçesine kesik kesik nefes almaya başlamıştı. Yere çöktü. İnleyemiyordu
bile. Korkuyordu. Gözlerini sıkıca kapatıp başını elleri arasına aldı. Bir
şeyin, karanlıkta kükreyerek ona saldırmasını bekliyordu. Nefes alamadığı için
havasızlıktan başı dönmeye başladı ve yere yığıldı.
Birinin
derinlerden gelen sesini duydu ve kapalı gözlerinin ardından ışığı fark etti. Yine
de dehşetine engel olamadı, kendinden geçmek üzereydi. Onu, düştüğü yerden
kaldıran kişiye karşı koymadı. Kendisini yatağa yatırıp saçlarını okşayan elin
sahibi, onu sakinleştirmek için konuşuyordu. Kelimeler kulağına uğultu halinde
geliyor ne söylendiğini anlamıyordu. Kalbi normale dönmeye başladığında uğultu
dindi.
"Sakin
nefes al. Rahatla, ben yanındayım!" diyen sese güvendi ve kendini bıraktı.
Bayılmadan önce hatırladığı son şey, alev kadar sıcak bir dudağın, buz gibi
alnına dokunmasıydı. Bedeni temelli gevşedi ve rahatladı.
Aynı
gün içinde üçüncü kez tanımadığı bir yerde gözlerini açtı. Yataktan doğrulmadan
önce hiç kıpırdamadan ortamı dinledi, ses yoktu. Yalnız olduğunda emin olunca doğrulup
etrafa bakındı. İçinde bulunduğu oda çok ilginçti. İlginçlik odadaki eşyadan
ziyade odanın kendisindeydi. Bir kere duvarlar başlı başına tuhaftı. Hâlâ
uyanmamış olabileceğini düşündü, bitmek bilmeyen bir rüyanın içindeydi, belki
de.
Duvardaki
ışıltılı, kalın damarlara bakındı. Renkli damarlarla kaplanmış duvar, odayı
aydınlatan tek şeydi. Odada, başka bir ışık kaynağı yoktu. Duvarlar, doğal gibi
görünen beyaz, mavi, kırmızı ve yeşil damarlarla kaplıydı. En parlağı beyaz
olanıydı, diğer renkler solgundu. Elini kaldırıp, mavi damara sürdüğünde mavi
damarlar ışıldamaya başladı. Gözleri açıldı. Diğer renklere de dokununca hepsi
birden parlamaya başladı. Oda, bu ışıltılar sayesinde bir anda bir renk
cümbüşüne büründü. Bu cümbüş, gökkuşağının ortasında oturmak gibiydi. Mavi
renge tekrar dokununca, mavi damar hafifçe soldu. Beyaz dışındaki diğer
renkleri de solgunlaştırdı. Bu çok güzel bir sistemdi. Dokunmatik kapıdan
sonra, dokunmatik ışık sistemine şaşırmaması gerekiyordu ama renklerinin
güzelliği karşısında onlara hayran olmaması mümkün değildi. Duvara
yoğunlaştırdığı ilgisini odadaki eşyalara yöneltti. Odada, yataktan başka; tek
kapılı bir dolap, küçük bir masa ve masanın üzerinde de birkaç kitap vardı.
Ayrıca odada, iki sandalye ve masanın altındaki rafta siyah camdan yapılmışa
benzeyen küçük bir kutu da vardı.
Yataktan
inip odadaki diğer kapıya doğru yürüdü. Çıplak ayaklarla dolaşmaktan
sıkılmıştı. Kapının hemen yanında küçük bir ayakkabılık gözüne çarptı. Oradan
siyah bir babet alıp ayağına geçirdi ve odanın diğer kapısına yürüdü. Neyse ki
bu kapının kolu vardı. Kapıyı açtı. Burası banyoydu ama içerisini sadece
odadaki ışık aydınlatıyordu. Dudağını ısırarak bir süre kapının önünde öylece
durdu. Banyo yapmak istiyordu ama karanlığa girmek istemiyordu. Ortalıkta, el
feneri veya muma benzer bir şey görünmüyordu. Elektrik anahtarı bile yoktu ki!
Aklına bir şey geldi. Elini içeriye uzatıp duvarı okşadı:
"Hadi,
lütfen ışılda." diye mırıldandı. Banyo, bir anda rengârenk oldu. Tedirgin
adımlarla banyoya girdi ve sadece beyaz ışığı serbest bıraktı. Ne kolaydı!
Lavabonun
üstündeki aynada, kendini görünce irkildi. Kendini tanımıyordu. Aynada, ona
bakan yabancı biriydi. Omuzlarından aşağı dökülen siyaha yakın, koyu kahverengi
dalgalı saçları vardı. Sanki hatırlayabilecekmiş gibi aynaya biraz daha
yaklaştı. Elini yüzüne doğru kaldırıp yüzünün gerçek olup olmadığına baktı.
Evet, karşısında ona bakan kişi kendisiydi. Gözleri yeşil-kahve harelerle dolu
parlak bir elaydı. Burnu düz olarak iniyordu. Kuru, kırmızı dudakları şekilli
bir dolgunluğa sahipti. Elmacık kemiklerini okşadı, yüzü orantılıydı ama sol
tarafında çene kemiğinin üstünde belli belirsiz bir yara izi vardı. Eski bir
ize benziyordu ve doğal olarak bu yaranın yol açtığı olayı zerre kadar
hatırlamıyordu. Doğruldu ve kaşları çatıldı. Karşısındaki yansımanın sahibi, en
az dışarıdaki insanlar kadar kendine yabancıydı.
Solgun
yüzüne baktı. Gözlerinin altı, hafifçe morarmıştı. Onu buraya getiren sözde
Hades kadar hastalıklı görünüyordu. Şu haline bakınca ölümden döndüğüne inanması
kolaydı. Tişörtünü sıyırdı. Zayıf, kaslı bir yapısı vardı. Ormandaki evde ve
bahçesinde yaptığı gösteriyi göz önüne alırsa, antrenman yapmış bir fiziği
olması normaldi. Sırtında da boydan boya bir yara izi vardı. Yara oldukça iyileşmişti
ama beyaz teninde incecik kırmızı bir iz bırakmıştı. Nasıl olduğunu bile
hatırlamadığı ize fazla takılmadı çünkü uzun zaman önce olmuş bir yaraydı. Fakat
bedeninde ölümcül bir yara izi görememek kafasını karıştırdı. Onu nasıl
öldürmeye çalışmışlardı acaba? Öldürmeye çalıştıkları birini alıp buraya neden
getirmişlerdi ve morgdan çıkarma zahmetine girmişlerdi. Her şey çok saçmaydı.
Başını sallayıp raftan bir havlu alarak duşa girdi.
Bir
saat sonra, temizlenmiş ve üstüne yeni bir kıyafet geçirmiş halde pencerenin
önünde dikiliyordu. Pencere geniş bir pervaza sahipti ama dışarısı öyle
karanlıktı ki, oturup dışarıyı seyretmesi saçma olacaktı. Karnı da çok
acıkmıştı, midesi neredeyse sırtına yapışmıştı. Onu buraya zorla getirmişlerdi
ve anlaşılan ilgilenmek akıllarına gelmemişti. Kapının açık olmasına bakılırsa
buradan kaçmasına ihtimal vermiyorlardı. Kendine güvenen katillere sahip
olduğuna göre aynı şekilde davranmasında sakınca yoktu. Zaten ellerindeydi,
korkak tavrı kurtulmasına yardımcı olmazdı. Biraz dolanmanın zamanı gelmişti.
Son
on dakikadır koridorlarda dolanıyordu ama uzun koridorlar boyunca kimseye
rastlamamıştı. Koridordaki hiçbir kapıyı da açmaya çalışmamıştı. Ne de olsa
sahipleri dışındakiler kapıları açamazdı. Bazı kapılara bakmak bile midesini
kaldırmaya yetmişti. Bir tanesi, pıhtılaşmış kandan yapılmış gibiydi. İçlerinde
en masum olanı balçıktan yapılmış olandı ama o da iğrenç kokuyordu. Çoğu kapı
ise tahtadandı, üstünde şekilli oymalar vardı. Bazılarının kapı kolları olsa da
yine de onları açmayı denemedi. Mutfağın daha belirgin bir yerde olmasını
diledi içinden ama mutfağın olduğu yer olduğunu tahmin ettiği alt kata bir
türlü inememişti.
Bıkkınlıkla
köşeyi döndü ve zayıf gençle karşı karşıya geldi. Genç adam hemen hemen onun
boyundaydı. Gülümseyerek rahatça sordu.
"Selam,
acıktın mı? Yoksa kaçmaya mı çalışıyordun?"
"Hangisi
olursa..." diye cevapladı.
Adam
ona yaklaştı, yüzü kemikliydi ama keskin hatlara sahip değildi. Sevimli
denebilecek bir çocuksu yüzü vardı.
"Benim
adım Hermes." dedi ve başıyla selam verdi. "Yeniden tanıştığımıza
sevindim."
"Yeniden..."
diye tekrarladı ve ardından aklına gelince heyecanla sordu. "Benim adımı
biliyor musun?"
Hermes'in
kaşları havalandı.
"Kimse
sana adını söylemedi mi?"
Başını
"hayır" anlamında sallayınca Hermes anlayışlı bir ifadeyle ona baktı.
"Senin
adın, Dünya!"
İnanmamış
gibi bir ifadeyle ona baktı. Kimliklerini gizlemelerine hak verdi ama neden onu
da işin içine katıyorlardı ki? "Neden herkesin takma ismi var? Yoksa
gerçek isimlerinizi, benim gibi, hatırlamıyor musunuz?" dedi dalga
geçerek.
"Gerçek
isimler mi?" dedi Hermes. "Ama bunlar gerçek isimlerimiz, senin ismin
de öyle. Takma isim neden kullanalım ki?"
"Burası
da Olimpos sanırım." dedi dudağını bükerek.
Hermes
ciddileşti. "Hatırlıyor musun?"
"Ah,
yapma! Hafızamı kaybetmiş olabilirim ama aptal değilim. Bir insanın ismi nasıl
olur da Dünya olabilir ya da Hermes veya Hades?" Durdu ve ağzı bir karış
açıldı çünkü Hermes'in yerden yükseldiğini görüyordu.
Ağırlıksızmış
gibi yukarı yükselen Hermes, onun etrafında hızlı bir tur atıp yerine kondu.
"Burası
da Olimpos." dedi adam. "Şimdi bana inandın mı?"
"Yani
sen bana, Yunan tanrıları olduğunuzu mu söylüyorsun?" Hâlâ, az önce tanık
olduğu gösterinin etkisindeydi ve bunun bir göz aldatmacası olduğuna dair
hiçbir ipucu görünmüyordu. Adam bildiğin havalanmıştı, doğal bir hareketmiş
gibi.
Hermes
önemsiz bir tavırla elini salladı. “Uzun hikâye! Kısaca bahsetmek gerekirse,
zamanında Yunanlılar efsanelere sahip çıktılar çünkü yazmaya ve resmetmeye
herkesten çok meraklıydılar. Bir sürü de boş vakitleri vardı. Biz de haliyle
onların kültürüne dâhil olduk. Birçok yerde farklı isimlerle anıldığımız
olmuştur. Her gelişinde sana bunları açıklıyoruz ama sanırım bu kez benim
anlatışım son olacak.” dedi Hermes, son kelimelerini buruk bir sesle
söylemişti.
Beni
sonunda öldüreceksiniz diye düşündü ve çekinmeksizin cansızca vardığı sonucu
söyledi.
"Beni
kurban mı edeceksiniz? Yani ben insanım değil mi?"
Hermes
gülmemeye çalışarak cevapladı.
“Teklifin
için teşekkür ederim ama çok sıskasın. Önce seni beslememiz gerekiyor. Ve bazen
iblis olmandan kuşkulanmıyor değilim.”
Adamın
şakasına karşın gözlerini kısarak kaşlarını çattı. Onun için çok önemli olan
bir konuda şaka yapıyordu. Hermes, koridorda yürümeden önce onu çağırdı:
“Hadi
gel de bir şeyler atıştıralım. Dinlenmen için seni uyandırmaya gelmedim. Akşam
yemeğini kaçırdın ama kalanlar seni doyurur.”
Yemeği,
mutfakta yediler. Hermes ona, Antalya'da olduklarını söyledi. Gerçekten de Olympos’talardı.
Burasının tatil yeri olduğunu biliyordu. Hafızası bu tür bilgileri silmemişti
ama geri kalan her şey uçup gitmişti. Hermes, insanların eski zamanlarda bazı
güçleri sebebiyle onları tanrı olarak kabul ettiklerini anlattı. Ayrıca
minibüsteki kızın adının Athena olduğunu öğrendi. Ona, kısaca "Hena"
diyorlardı. Kapıda onları karşılayan kadının da Hera olduğunu öğrendi. Tanrıça
Hera! Hades ve Ares’ten bahsetmekten özellikle kaçındığını hissetti, sohbeti
kesmemesi için üstelemedi. Hermes, Ares hakkında Zeus’u beklemeleri gerektiğini
söyleyip konuyu uzatmadı. Bunlar inanılmaz gelse de anlattıklarını masal gibi
dinlemek hoşuna gitti. Önceki hayatında bunlara meraklı mıydı, bilmiyordu ama
Hermes'in samimi, akıcı konuşmasından zevk aldı.
Mutfak
alt kattaydı ve çok büyük değildi. Normal bir ışıklandırmayla aydınlatılmıştı.
Galiba sadece özel odaların sistemi farklıydı. Burası gözü rahatsız etmeyen,
bir sıra floresanla aydınlatılıyordu. Koridorlar da duvara gömülü süslü antika
lambalarla bezeliydi.
Dünya,
Hermes'in hazırladığı kahveyi karıştırırken yanı başına oturan adama sordu:
"Siz
hepiniz Zeus ve Hera'nın çocukları mısınız? Hiç yaşlanmıyor musunuz?"
Hermes,
dudağını büktü.
"O
biraz karışık bir durum ama çoğumuzun kardeş olmadığını söyleyebilirim. Dedim
ya; efsaneler yarı masal, yarı gerçektir."
"Diğerleri
nerede?" dedi. “Etrafta dolandım ama sadece sana rast geldim.”
“Genelde
Hera, Zeus, Apollon, Athena, Ares, Artemis, Adonis ve Eros buralarda olur. Kolay
ulaşılabilir olmaları gerekiyor, anlarsın ya…” anlamadığını fark edince
boğazını temizleyip devam etti. “Diğerleri sürekli dolaşırlar. Bunlara ben de
dâhilim.” dedi ve sırıtarak ekledi. “Ne de olsa haberciyim.”
“Adonis
mi?” dedi Dünya. “Hiç öyle bir tanrıça duymamıştım.”
Hermes,
aniden kahkaha attı. “Ne! Tanrıça mı?" Gözlerinden yaş gelene kadar güldükten
sonra konuşmayı başardı. “Sakın bunu başka yerde söyleme yoksa çok darılır.
Adonis, bir tanrıça ha!”
Sabırla
adamın kahkahalarının bitmesini bekledi. Hermes sonunda sakinleşip gülmekten yaşaran
gözlerini silerken ona baktı.
"Onu
görünce bu dediğinin ne kadar komik olduğunu sen de anlayacaksın."
Dünya,
omzunu silkti.
"Neyse
ne, komik bir şey dediğimi düşünmüyorum!"
Hermes
ciddileşip görünmez birini dinler gibi durakladı. Sonra doğrulup ona baktı. "Sohbet
güzeldi ama iş beni bekler. Sonra görüşürüz."
Dünya
genç adamın gitmek için ayağa kalkmasını beklerken Hermes aniden ortadan
kaybolunca ağzı bir karış açıldı. Etrafına bakındı, yoktu. Gerçekten de havaya
karışmıştı. Mutfakta, tek başına kalakalmıştı. Yapacak başka işi olmadığından
kahvesini bitirdi.
Hermes'in
hatırlatmasından sonra; tanrılar hakkında bildiklerini düşündü. Uzun sürmedi
çünkü pek fazla bir bilgisi yoktu. Zeus, tanrıların kralıydı ve şimşek
yaratıyordu. Hera ise kraliçe tanrıçaydı ama onun kıskançlık dışında bir şey
yaptığını hatırlamıyordu. Bilgileri, nereden öğrendiğini bilmese de tanrıları
ve görevlerini hayal meyal anımsıyordu. Film ve kitap bilgilerinden çok, genel
bilgiler kafasındaydı. Galiba mitoloji bilgileri bu kadarla sınırlıydı ama
neden hatırladıkları sadece salt bilgiden oluşuyordu? Ne anı ne olay…
Yaşanmışlıkla ilgili hiçbir şey anımsamıyordu.
Zihnindeki
Ares imajı, buradaki Ares'ten çok farklıydı. Daha çok kaba saba esmer ve iri
bir adam olması gerekiyordu sanki… Koyu kumral saçları olan, altın renkli
gözlere ve çekici yüz hatlarına sahip, heykel gibi fiziği olan biri değildi.
Genç adamın yüzüne yapışmış hüzün aklına gelince; onu, savaş tanrısı olarak
düşünmek daha da zorlaştı. Savaş tanrısının ukala ve acımasız biri olması
gerekiyordu. Belki de öyleydi. Ne de olsa kendisine, onu öldürmeye çalıştığını
söylemişlerdi, daha doğrusu onu öldürdüğünü…
Ayak
sesiyle irkildi. Girişe döndü. Orta yaşı geçkin bir adam, birkaç adım ötede ona
bakıyordu. Yoksa Zeus bu muydu? Kırlaşmış saçları ve gözündeki gözlüğüyle,
adam; Dünya'nın hayal ettiği Zeus'a hiç benzemiyordu. Adam, ona yaklaştı ve
oldukça yumuşak bir tonda konuştu.
"Seni
tekrar görebilmek ne güzel Dünya!” yüz ifadesi de sesi kadar sakindi. "Hafızanı
yitirdiğini biliyorum, beni hatırlamıyorsun değil mi?"
Adamı
onaylamak için başını salladı. Konuşmayınca adam yarı yolda durakladı, sanki
onu ürkütmek istemiyordu. Usulca içini çekti. "Bu, çok zor bir durum...
Neyse ki sen bununla başa çıkmasını iyi biliyorsun.” Dedi ve gülümsedi. “Benim adım
Enlil."
"Ben…"
dedi Dünya, adamdan yayılan tekinsiz bir his vardı. "Kimseyi
hatırlamıyorum."
Enlil
başını yana yatırdı.
"Sorun
değil." diye cevapladı. "Hatırlayamasan da yakında
tanıyacaksın."
Adamı
baştan ayağa çabucak süzdü. Adam, kumaş pantolon giymişti. Bir gömlek ve klasik
ayakkabısıyla tam bir dede kılığındaydı. İçinden bir ses, bu adamın da normal
bir insan olmadığını söylüyordu görünüşünün aksine. Başını sallayıp adamı
onayladı.
“Umarım.”
"Yemek
yemişsin, bu iyi." dedi adam ve tezgâhtaki bulaşıklardan gözlerini
kaldırdı. "Öyleyse içecek servisine katılabiliriz. Bana eşlik eder misin?”
“Çağrılmadım.”
Dedi kaşlarını çatarak. Samimi olma gibi bir düşüncesi yoktu ama buradan kurtulmak
için uyumlu davranmakta da sakınca yoktu.
Adam
sırıttı ve bir sır söyler gibi eğilip fısıldadı. “Ben de…” dedi ve doğruldu. “En
eğlenceli partiler çağrılmadıklarındır.”
Dünya
adamın uzattığı koluna girip girmemekte bir an tereddüt etti. Sonra içinden "Ne
olabilir ki?" diye geçirip sandalyeden indi ve adamın koluna girdi. Adamın
göründüğü kadar güçsüz olmadığını koluna girince fark etti. Yüzü orta yaşlıydı
ama bedeni dinçti.
"İçecek
servisi demekle neyi kastettin?"
Yürürken
bir taraftan da adamı konuşturmaya çalışıyordu. Adam ona bakmadan sorusunu
cevapladı.
"Yemekten
sonra genelde toplanıp bir tür içki içerler. Seni çağırmamaları normal çünkü
bu, senin içemeyeceğin türden bir içecek." dedi ve ona doğru gülümsedi. "Ama
sana çok güzel bir çay ikram edebilirim. Çayı beraber içeriz her zamanki
gibi."
"Her
zamanki gibi?" Galiba onun anımsayamadığı alışkanlıklarından biriydi.
Adama hafifçe gülümsedi. Adam da ona göz kırparak doğruldu. Girişteki ana salonu
geçtiler ve alt kattaki başka bir koridora girdiklerinde adama "Onlar ne
içiyor?" diye sordu.
Adam
nefeslendi.
"Nektar.
Bunlar antik zaman tanımıyla tanrı içkileridir. Nektarın ne olduğunu biliyor
musun?"
"Hayır."
"Ölümsüzlerin
ihtiyaç duyduğu bir içecek… Güçlü bir içkidir, ölümlüler onu içemezler."
diye açıkladı Enlil ve bir kapının önünde durdu. Ona bakmaksızın konuştu. “Bir
süredir buraya gelmemiştim ve gelmek de istememiştim. Eğer hoş karşılanmazsam
istediğin kişilerle sohbet etmende sakınca yok." Dedi ve yan gözle ona
baktı. “Hiç alınmam.”
Başını
sallayan Dünya belirsizliğin verdiği bir çekingenlikle yutkunup kapıya baktı.
Altın
varaklarla işlenmiş iki kanatlı bir kapıydı. İşlemeler yaprak ve çiçeklerden
oluşuyordu. Bu işlemeler, her nasılsa parıldıyordu ama çevresinde ne elektrik
ne de boyayla alakalı bir şey görünmüyordu. Enlil, kapıya doğru döndüğünde;
kapı kendiliğinden açılmaya başladı. Kapı açıldığında muhteşem bir oda önlerine
serildi. Olimpos'un masalsı ortamını tasvir etmek isteseydi, bu odayı anlatması
yeterli olurdu. Sadece geniş bir salonda olduğuna inanmak çok zordu. Bina
içinde olduğunu dahi kendine hatırlatması gerekmişti. Çünkü taş olması gereken
duvarlar ve tavan, gökyüzüne dönüşmüştü. Neredeyse bu salonda güneşi görmeyi
bekleyecekti. Ortadaki havuzun etrafında geniş minderler vardı. Kenarda ise
kısa divanlar. Çevresindeki çiçekler ve bitkiler öyle canlı ve yeşildi ki!
Çiçeklerin kokusu, tüm odaya dağılmıştı. Sarmaşıklar, odadaki mermer sütunları
sarmıştı. Diğer tüm çiçekler de göz alıcı renkleriyle sarmaşıkları
taçlandırıyordu.
Servis
yapan insanlar dışında yirmi veya yirmi beş kişinin dağıldığı salonun ortasındaki
kısa divana kurulmuş olan Hera, yeşil uzun bir elbise giymişti. Göğsünün hemen
altındaki kemerden aşağıya dökülen eteğiyle çok şık görünüyordu. Saçlarını
topuz yapmıştı. Yüzü ışıltı saçıyordu. Onun salona girdiğini fark edince elinin
zarif bir hareketiyle onu çağırdı. Dünya kadına doğru döndü, çevresindeki
yabancıların onu izleyen bakışlarından rahatsız olmuştu. Bir an ne yapması
gerektiğini düşündü ve Enlil'in ardında durduğunu hissedince, cesareti geri
geldi. Yürürken de adam onu yalnız bırakmadı, Dünya'nın bir iki adım
arkasındaydı. Adamın güven aşılamaya çalıştığını düşündü. Yaklaşınca kadın
doğruldu ve elindeki kadehi yana bırakıp ona gülümsedi.
"Senin
dinlendiğini sanıyordum."
Gözleriyle
diğerlerini süzerken bir yandan da Hera'ya cevap verdi. "Dinlendim."
Biraz
ötede Hermes ve Hades uzandıkları minderden doğruldu. Yanlarında, Athena
oturuyordu. Athena'nın üzerinde açık renkli bir gömlek ve kahverengi dar bir
pantolon vardı. Saçını örgülerle toplamıştı. Çok güzel görünüyordu. Hermes ve
Hades yakası açık birer gömlek ve yarı spor, rahat pantolonlar giymişlerdi.
Kendisinin nasıl göründüğünü düşündü. Yutkunup ellerini cebine soktu. Dolapta şu
an üzerinde olan basit tişört ve kottan başka bir şey yoktu ki. Hera ile
konuşurken etrafa bakınmaya devam etti. Tanımadığı birkaç kişi dikkatlerini
ikisine yöneltmişti. Dünya’nın asıl görmek istediği kişi ise sütunun yanındaki
divanda ilgisizce oturuyordu.
Kumral
saçlarını sıkıca toplamış, yakışıklı yüzü ortaya çıkmıştı. Avuçlarının
arasındaki bardağı sürekli çeviriyordu. Yanındaki kadın, onunla konuşurken; Ares'in
gözleri, sabit bir şekilde yere bakıyordu. Onun geldiğini fark etmemişti veya
varlığı Ares için önemsizdi. Adamın üzerinde yeleğe benzeyen, kolsuz, şık bir
üstlük vardı. Dik yakası, boynuna kadar yükseliyordu. Siyah pantolonuyla, odada
bu kadar koyu renkli giyinmiş iki kişiden biri Ares, diğeri de kendisiydi.
Yanındaki kadın ise sarı saçlı, orta boylu; yüzü, meleklere benzeyen güzel bir
kadındı. Kadın, omzunun üstünden bir saniyeliğine ona baktı. Sonra başını
çevirip eliyle, ilgisini çekmek istercesine Ares'in kolunu okşadı ve konuşmaya
devam etti.
Hera
yanını işaret edince, kadının yanındaki mindere bağdaş kurup oturdu, Enlil de
biraz geride kalarak sütuna yaslandı. Bilerek onları baş başa bıraktığını
düşündü. Adamın geride kalmasına aldırmayan Hera kadehinden bir yudum aldı ve
ona döndü.
“Hatırlama
konusunda problemin olduğu için burada ne işin olduğunu ve bizim kim olduğumuzu
merak ediyorsundur.”
Kadının,
mavili yeşilli gözlerine bakarak başını salladı. “Sizlerin kim olduğunuza dair
bir şeyler öğrendim; ama beni buraya neden getirdiğinizi bilmiyorum. Şahit
olduklarımın gerçekliğinden bile emin değilim.”
Hera
anlayışlı bir tavırla başını salladı.
"Evet,
öğrenmek senin hakkın ama sana her şeyi anlatmadan önce Zeus'un gelmesini
beklememiz gerekiyor. Onun fikrini aldıktan sonra ne yapacağımıza karar
verebiliriz. Biz, işlerin bu kadar karışacağını tahmin edemedik. Değil mi
Ares?" dedi ve başını Ares'in olduğu tarafa çevirdi.
O
tarafa bakmamak için kendini zor tutuyordu. Ares, hoşnutsuz bir tonda konuştu. "Ben
yapmam gereken şeyi yaptım."
“Yaptığın
pek kabul edilir bir şey değildi.” Dedi kadın. “Bakalım Zeus bu konuda ne
diyecek?”
Bunu
söylerken Hera'nın ses tonu değişmemişti; ama bu sözlerde, üstü kapalı bir
tehdit seziliyordu.
"Vereceği
cezayı beklemen gerekecek Hera, umarım cezası seni tatmin eder." dedi. Bir
an duraklayıp ekledi. "Biraz hava alacağım. Size afiyet olsun."
Dünya
arkasını dönüp Ares'e baktığında; genç adam çoktan sırtını dönmüş, salona
açılan başka bir kapıya doğru yürümeye başlamıştı. Kapıyı tek eliyle itti ve
sinirli adımlarla dışarı çıktı. Onunla konuşan sarışın kadın da Ares çıkana
kadar arkasından baktı. Sonra da açık mavi elbisesinin eteklerini toplayıp
onlara doğru geldi.
"Hera,
bu konuda bir şey yapmalısın. Zeus'un ceza verme konusunda biraz anlayışlı olmasını
sağlamalısın." Diye keskin ve kararlı bir tonda konuştu. “Tek suçlu o
değil, bunu biliyorsun!”
Hera,
gözlerini kadına çevirdi.
"Onun
asiliğini dizginlememiz gerektiğini de sen biliyorsun Afrodit. Sürekli kendi
bildiğini yapıyor. Bu sefer, boyunu çok aştı ve yapılması yasak olan bir şeyi
yaptı. Dengeleri değiştirmeye çalışmamalıydı. Ares'i, Zeus'un gazabından ben bile
kurtaramam."
Afrodit,
kin dolu bir bakışla ona kısaca baktı ve Hera'nın karşısına geçti. Küçümser bir
tavırla eliyle onu işaret etti. “Bu ölümlünün değeri ne ya da diğerlerinden
farkı ne? Bu kadar önemli olmak için ne yaptı ki? Bu ölümlüyü neden bu denli
koruyorsunuz?”
"Onun
ne yaptığını seninle tartışmamız bile saçma!" dedi, Hera. Hera'nın, sinirlenmeye
başladığı belli oluyordu. "Öte yandan Dünya için bile olsa Ares'in yaptığı
şey affedilemez bir suç." diye kızgın bir sesle ekledi.
Afrodit
huysuz bir sesle tısladı.
"O
halde bu ölümlü de cezalandırılmalı!"
"O,
hiçbir şey hatırlamıyor ki..." diye araya giren Hades yanlarında belirdi.
“Hatırlamadığı davranışlarının zararlarından sorumlu olamaz.”
Afrodit
öfke saçan bakışlarını bu kez Hades'e yöneltti. "Keşke hatırlasaydı!"
dedi ve tekrar Dünya'ya döndü. "O zaman, vicdan azabından kendisi ölmeyi
dilerdi!"
Başka
biri lafa girdi. “Dünya’nın zarar verdiğini de kanıtlayamazsın Afrodit.”
Anlamsızca,
kendi hakkında yapılan konuşmayı dinliyordu. Onlara, ne gibi bir kötülük
yaptığını merak etmeye başlamıştı. Ares, onu öldürmeyi deneyerek ona kötülük
yapmak yerine nasıl iyilik yapabilmişti? İyice öfkelenen Afrodit, hırsla ana
kapıya döndü, hızlı adımlarla odadan çıktı. Dünya ise boş düşüncelerinin
yankısını ve son duyduklarını anlamlandırmaya çalışıyordu. Daha önceleri burada
yaşadığını anlamıştı fakat bu antik tanrı ve tanrıçaların arasında ne aradığı
ise tamamen gizemdi. Hera da anlatmadı. Kimse anlatmadı. Herkes Zeus'un
vereceği karara göre konuşacaktı anlaşılan. Diğerleri ondan uzak durup nektarlı
içkilerini içerken; o, salona girdiğinden beri hiç konuşmayan Enlil gibi çay
içti.
Kadehler
dikkatini çekti, hepsi birbirinden farklıydı. Hera ayaklı zarif bir kadeh
kullanıyordu. İçkisi de altın renkli, hoş kokulu bir içkiydi. Hermes kısa, küt
bir kadeh kullanıyordu ve içkisi su gibi şeffaftı. Athena, alt tarafı beyaz,
üst tarafı siyah renkli olan bir içki içiyordu. Kadehi de epey uzundu. Hades'in
içkisi en ilginçleriydi. Konyak kadehindeki sıvının rengi ve dokusu kanı
andırıyordu, keskin bir kokusu vardı. İçindekinin domates suyu olduğunu düşündü
çünkü adamın kan içmesi saçmaydı.
Suskun Enlil’in de etkisiyle kalabalık sıkıcı olmaya
başlamıştı. Gergin ve zorlama sohbetlere katılmasına gerek yoktu ama aklı başka
yerdeyken dinlemek bile işkenceydi. Oradan buradan ve onun anlamadığı birçok
konudan bahsettikten sonra Hera, ortadan yok olmadan önce ona beklemesini ve
sakin olmasını telkin etti. Hera ayrıldıktan sonra rahatlayarak ona yaklaşan Enlil
onu odasına götürmeyi teklif edince bunu hemen kabul etti. Bu karmaşık
koridorlarda kaybolmak bu gece için en son istediği şeydi. Enlil; onun, yolları
bir iki gün içinde çözeceğinden emin olduğunu söyledi. "Daha öncekiler de
böyle olmuştu." diye Dünya'yı rahatlattı.
Enlil onu birkaç dakikada odasının önüne getirdi. Bu
sefer, geçtiği koridorlara dikkat etmişti. Düzensiz görünse de aslında sistemli
bir koridor planı vardı. Koridorlar, düşündüğü kadar karışık değildi. Burayı
tamamen çözmek için koca evde bir kere kaybolması yetecekti. Enlil'e, iyi
geceler diledikten sonra odasına girdi ve kapıyı kapatmadan önce elini duvara
sürdü. Duvarın damarları ışıldayınca odasına geçip kapıyı kapattı.
Odada ne televizyon ne de bilgisayar vardı. Nasıl vakit
geçirecekti ki? Masanın üzerindeki kitaplara baktı. Masada dört tane kitap
vardı. Biri mangaydı. Diğer üçü de "Silmarillion", "Tılsım"
ve "Yüzüncü Ad" isimli romanlardı. Bu kitapların sahibi kendisi
olabilirdi ama çizgi roman merakı olduğunu düşünmek biraz tuhafına gitti.
Uykusu yoktu, bu yüzden kitap okumaya karar verdi. "Silmarillion"u
alıp yatağına uzandı.
Kitap, birkaç kez kucağına düştü. Gözleri kapanmak
üzereyken toparlanıyordu; kitabı bir türlü bırakmak istemiyordu. Kitap bir kez
daha yatağın üstüne düştü. Kitabı, yeniden almak yerine gözlerinin kapanmasına
izin verdi. Tam, uykuya dalacakken odada hafif bir esinti hissetti, sanki biri
yanından yürümüştü. Korkuyla gözleri açıldı. Etrafına bakındı ama kimse yoktu.
Öyle korkmuştu ki gözlerinden başka her yeri kaskatı kesilmişti. Sonra
rahatlayarak nefeslendi ve pencereye baktı. Pencere kapalıydı, oradan esinti
gelmesine imkân yoktu. Gözleri yeniden kapanıyordu. Burnuna hoş ve çekici bir
koku dolarken uyumaya başlamıştı bile.
İki gün boyunca diğerleri yoğun
olduğundan Enlil'le vakit geçirdi. Enlil, sadece onunla konuşuyordu; adamın anlatmak
istemediği bir sebepten dolayı diğerlerine kırgın olduğunu öğrendi. Onun
isteğine saygı göstermek adına iki tarafa da birbirlerinden bahsetmedi. Gerçi
kimse sormadı da… Ares'i ve Afrodit' i bu süre boyunca bir kez olsun görmedi.
Malikânede kaybolmadan dolaşmayı öğrenmiş, tek kârı da bu olmuştu. Bu süre
zarfında bahçeye hiç çıkmamıştı. Gelirken ve pencereden gördüğü kadarıyla
bahçenin yabani ve bakımsız görüntüsü vardı. Yani ilgi çekici bir tarafı yoktu.
Üçüncü günün sabahında, kahvaltı için mutfağa indiğinde
Hermes ile karşılaştı. Genç adam her zamanki neşesiyle onu selamladı.
“Ne şanslısın, poğaçalar bitmeden yetiştin.” Dedi ve
masanın üstündeki tepsiyi işaret etti. “Apollon’dan önce gelmemiz de ayrı bir
şans!”
Dünya tepsiye dönerek sordu. “Apollon ne alaka?”
Hermes meyve suyunu yudumlayıp cevapladı. “Onda mide
yerine dipsiz bir kuyu olduğunu unutmuş olamazsın…” dedi ve duraklayıp boğazını
temizledi. “Olabilirsin de… Neyse bu söylediğimi de unut. Dün sabahtan beri
ortalıkta değildin, odanda sıkılmadın mı?”
Odasında değildi ki… Enlil ile birlikte vakit geçiriyordu
gerçi adamdan da sıkılmıştı çünkü Enlil'in eski hikâyeleri de ilginçliğini
yitiriyordu. İddia ettiğine göre; Enlil, bilinen efsanelerin gerçek hallerini
anlatıyordu ve az da olsa bildiği ilginç öykülerin normal bir hikâyeye
dönüşmesi hayal kırıklığı yaratıyordu. Bazılarının sonları çok acımasızdı,
bunları duymak canını sıkıyordu. Genelde Zeus'un efsanelerini anlatmıştı. Onun
merak ettiği başka biriydi ama sormaya çekindiğinden, Enlil'in anlattıklarını
dinlemek zorunda kalmıştı. Beklemekten çok sıkılmıştı. Zeus'un gelmesini
neden beklemesi gerektiğini kimse söylemiyordu. Enlil’in yoldaşlığından
bahsetmek yerine konuyu değiştirdi.
“Daha ne kadar beni burada tutacaksınız? Birileri yokluğumu
fark etmiş olmalı.”
Hermes çiğnediği poğaçayı yutarak doğruldu. “Bu konuda hiç
endişelenme.”
“Benim değil sizin endişelenmeniz gerekiyor!” dedi
şaşkınlıkla. “Beni kaçıran ve tutsak eden sizsiniz! Ceza alacak olan sizsiniz!”
Güçlü bir kahkaha atan Hermes masaya eğildi. “Hala
anlamadın mı Dünya? Bu boyuttaki tek irade Zeus’tur ve ceza yetkisi de sadece
ona aittir. Sıradan ölümlü kanunları bizi etkilemez.” Doğruldu ve ciddileşti. “Bu
duruma yol açacak ne yaptığını bilmiyorum ama umarım Ares seni korumaya
çalışırken kendi varlığını tehlikeye sokmamıştır. Zeus’un kararının merhametli
olması için dua etmelisin.”
Dünya buz gibi oldu. Acil bir işi olduğunu söyleyen Hermes
yeniden neşelenip onunla vedalaşırken tepki bile veremedi. Adamın ortadan kaybolması
dahi normale dönüşmüştü, eskisi gibi irkilmiyordu. Mitolojik bir kabusun
içindeydi ve anımsamadığı geçmişinde yaptığı veya yol açtığı bir olay yüzünden
herkes diken üzerindeydi. Ares için korkuyorlardı. İşin aslını bilen tek kişi
Ares idi, o da ortalıkta yoktu. Yoksa ondan mı kaçınıyordu? Belki de ondan
nefret ediyordu… Hem de onu öldürmeye çalışacak kadar…
Öylece oturup bu yabancıların ona ceza biçmesini mi
bekleyecekti? Dudaklarını çiğneyerek bir süre düşündü, tamamen delirmeden buradan
gitmeliydi. Malikane çoğunlukla ıssızdı, bazen yanı başında bir nefes hissetse
de bunun onun korkusundan dolayı oluşan bir yanılsama olduğunu tahmin etmek güç
değildi. Ona kim engel olacaktı veya yokluğunun fark edilmesi ne kadar zaman
alırdı? Denemeden bilemezdi. Kararını verdi. Gezinti kisvesi altında teorisini
denemek, burada cezasını beklemekten daha mantıklı geldi. Mutfaktan tedirgin
adımlarla çıktı ve giderek hızlanan adımlarla giriş kapısına kadar gitti.
Kimseye rastlamamıştı ama kalbi çıldırmış gibi atıyordu. Bir an kapının önünde
dikildi, sonra kararını vererek dışarıya çıktı.
Kasvetli bahçeye bakarak merdivenlerden hızla indi,
malikâneye doğru döndü. Karanlık bakışları andıran pencereler onu son kez
uyarıyordu, kaçmak mı kalmak mı delilikti? Belki delirmekten korkmasına da
gerek kalmamıştı çünkü sınırı zaten çoktan geçmişti. Tekrar bahçeye döndü. Onu,
birinin izleyebileceğini düşünüp ana yoldan gitmenin tehlikeli olduğuna karar
verdi. Aşağı çalıların arasına girdi, yoldan fazla uzaklaşmadan yürümeye
başladı. Ne tarafa gideceğini sadece kestirebilirdi, emin olamıyordu. İyice
sıklaşan çalılar, yabani ağaçlara dönüşmüştü. Takılmamaya çalışarak zorlukla
ilerlerken bir ses duydu ve olduğu yerde durdu.
"Ah, hayır! Yanılıyorsun." Dedi biri, fısıldayan
birinin ardından.
Sesi tanımıştı ve kiminle konuştuğunu merak ederek sesin
geldiği yöne yürüdü. Fısıldayan diğer ses de tanıdıktı.
"O zaman yanıldığımı ispat et."
“Hiçbir şey ispatlamak zorunda değilim.” Dedi alaycı bir sesle
diğeri. “Hesap vermekten nefret ettiğimi bilirsin.”
“Bunu neden yapıyorsun aşkım?” diye mırıldandı. “Bu işe
neden karıştın?”
“Seni ilgilendirmez.” Dedi karşıdaki gerginleşen bir
tonda.
“Beni ilgilendiren sensin aşkım.” Dedi çekici bir tonda ve
ekledi. “Seni düşündüğüm için beni suçlayamazsın.”
İyice yavaşladı. Yaklaşık iki metrelik bir çalıyı geçmişti
ki sesin sahiplerini gördü. Hemen çalının arkasına geri saklandı. Neyse ki onu
görmemişlerdi, zaten görecek durumda da değillerdi. Afrodit, küçük bir etek
giymişti ve düzgün bacağını Ares'in bacağına dolayarak bedenini adama
yaslamıştı. Sırtını kurumuş bir ağaca yaslanmış Ares'in elleri Afrodit'in
belini sarmıştı. Durdurmak için mi yoksa kendine çekmek için mi belli değildi.
Ama gözleri kapalıydı, başını geriye yaslamıştı ve boynunu Afrodit’in
dudaklarına teslim etmişti. Acele etmeksizin genç adamın tadına bakan Afrodit'in
bir eli Ares'in kemerindeydi, diğeri adamın güzelim saçlarının arasındaydı.
Şahit olduğu sahne karşısında bir an gözü karardı ve soluksuz
kalarak geriledi. Afrodit'in, Ares'in dudaklarına uzandığını görünce daha fazla
orada kalamadı. Saklandığı çalıya takılan saçlarını kurtardıktan sonra arkasına
dönüp koşmaya başladı. Yola çıktı ve demir kapıya ulaşana kadar durmaksızın
koştu. Titreyen elleriyle kapıyı tuttu, soluğunun düzelmesini beklerken gözünün
önünde hâlâ ikisini görüyordu. Aklından her şey silindi, ne kaçırılması ne
Zeus’un tepkisi ne de cezalandırılma riski… Tek düşündüğü o ikisinin
yakınlaşmasıydı. Birdenbire "Lanet olsun!" diye bağırdı ve elini
demir kapıya vurdu. Elinin acımasına aldırmadan işlemeli demir kapıyı
tırmanmaya başladı. Üç metrelik kapıyı çevik hareketlerle kolayca aştı ve diğer
tarafa geçti. Ter içindeydi, yorulmuştu ama duraklama lüksü yoktu. İki nefes
alarak koşmaya devam etti.
O ikisinin bu denli yakın olduklarına inanamıyordu. Ares,
Afrodit'in sevgilisiydi. Bundan etkilenmesine daha çok öfkelendi. Ne tarafa
gitmesi gerektiğini bilmiyordu ama gücü tamamen tükeninceye kadar koştu. Duraklayıp
etrafa bakındı. Yolu gözden kaybetmiş, malikâneden de uzaklaşmıştı. Her yerde
ağaç vardı. Dağa doğru koşmuş olduğunu fark edince yönünü biraz değiştirdi,
derken ayağı kaydı ve yokuş aşağı düşerken başını bir ağaca veya kayaya çarptı.
Canı acımıştı ama çığlık bile atamadı. İçindeki duygunun onda yarattığı acı,
çarpışmanın verdiği acıdan daha yoğundu. Sonunda durabilmişti ama o, ayağa
kalkmaktansa bir süre daha olduğu yerde yattı. Başı acıyordu ve gözleri
yanıyordu. Pantolonu ve tişörtü yırtılmıştı, kolları çizik içindeydi. Sırt üstü
döndü ve mevsimin bu döneminde bile hâlâ yeşil olan ağaçların arasından,
gökyüzündeki güneşe baktı. Şimdi ne yapacaktı?
Şehre ulaşıp polise gidebilse, bu tuhaf insanlardan
kurtulma şansı var mıydı? Hafızasını geri kazandıracak bir tedavi var mıydı?
Deniz kenarına inmek mi daha mantıklıydı? Aptal hafızası yüzünden nerede
olduğunu dahi bilmiyordu. Sonunda karar verip doğruldu, alnını ıslatan kanı
sildi. Başını fena çarpmıştı, saçlarının ön tarafı ıslanmıştı ve kan yüzüne
akıyordu. Ayağa kalkınca bir an başı döndü, ağaca tutunarak baş dönmesinin
geçmesini bekledi. Geçmedi. Yavaş adımlarla yürümeye başladı.
Arada durması gerekiyordu, baş dönmesine artı olarak
gözleri kararmaya başlamıştı. Nihayet yol göründüğünde hiç hali kalmamıştı, dizleri
titredi, tökezledi ve yere oturmak zorunda kaldı. Yoldan arabalar geçiyordu ama
bulunduğu yerden onu görebilmeleri zordu. Çalıların arasında yarı emekleyerek
ilerlemeye çalıştı. Kalbi iyice yavaşlamış, kan kaybından gücü tükenmişti.
Geçen herhangi bir arabanın dikkatini çekebilmek için seslenmeye çalıştı fakat
sesini duyuramadığından arabalar geçmeye devam etti. Gözünün önünde karanlık
toplar ışıklar saçarak patlıyordu. Yolla arasında iki metre bile yoktu ama
ilerleyemiyordu. Yere yığıldı ve yattığı yerde gülmeye başladı. O an
yapabildiği tek şey buydu, belki de son şey olacaktı.
Bir arabanın fren yaptığını duyunca elini havaya kaldırdı.
Nihayet biri onu görebilmişti ama geç kalmış olması muhtemeldi. Eli, yere
düşmeden bir el onu yakaladı. Başının altına elini koyarak onu kucaklayan
kahramanını görmek için gözlerini araladı. Gece mavisi gözlerle karşılaşınca
bir an şaşaladı. Nedense karşısında altın gözleri görmeyi beklemişti, umut
etmişti. Yine de karşısındakine "Teşekkür ederim." diye fısıldadı ve
gözlerini kapattı.
Mavi gözlerin sahibi konuşmaktansa onu bir arabaya
bindirdi, ona yardım eden başka biri daha vardı. Yabancı adam diğer adama
sertçe söylendi.
"Arabayı sen kullan, ben onun yanındayım."
Adamın kucağında bilinci gidip gelirken araba hızla
ilerliyor, kucağına yattığı adam Dünya'nın saçlarını okşayarak onu uyanık
tutmaya çalışıyordu.
"Sakın uyuma Dünya!"
İsmini nereden biliyordu? Yoksa o mu söylemişti? Adam
sürücüye seslendi.
"Biraz daha hızlansana!"
"Sana bu külüstürü getirmemeni söylemiştim."
dedi sürücü, onları sarsarak arabayı döndürdü. Bu Ares'in sesiydi. Kaçmayı
başaramamıştı. Kendini tamamen bıraktı, tüm enerjisi üzerinden akıp gitti.
Başaramamanın verdiği kızgınlık ve altın gözlünün biraz ötesinde olmasının
yarattığı sevinci aynı anda hissediyordu. Duyguları, düşünceleri, mantığı ve
kontrolü tamamen alt üst olmuştu, her şeye boş verme isteğiyle kendini bıraktı.
Fakat onu kendine bastıran adam uyumaması için hafifçe sarsınca başı çatlar
gibi ağrıdı, inleyerek adamın elinden kurtulmaya çalıştı.
"Hayır, aşkım, sakın uyuma!"
"Bırak beni!" diye mırıldandı ama adam onu
bırakma niyetinde değildi. Kendisine "aşkım" diye seslenmesiyse ölmek
üzere olduğu bu halde bile tuhafına gitti. Bu adam kimdi?
"Ares, gaza bas!" dedi adam panikle.
"Lanet olsun, basıyorum işte! Sen onu uyanık
tut!" Ares’in sesinde de öfke ve panik seziliyordu. “Neden peşime takıldın
ki!”
“Sorumsuz davranmanı engellemek için elbette! Hızlandır şu
arabayı!”
“Kes sesini!”
“Sen kes!” diye homurdandı mavi gözlü. “Umarım senin adam
geç kalmaz, haber verdin değil mi?”
Öfkeli sesler mırıltıya dönüşürken yolun geri kalanı
karabasan gibi geçti. Bir an morgda yatıyordu, bir an Ares'in ona sıkıca
sarıldığını görüyordu. Yokuştan aşağıya yuvarlanırken başını çarpıyor, sonra
birden tanımadığı bir kapının önünde durduğunu görüyordu. Hayal içindeyken bile
acı çekmeye devam ediyordu. Alelacele bir odaya taşındığını anladığı sırada
canlı bir hayalin içindeydi ve acısı azalmaya başlamıştı. Bu rahatlama hayalin
etkisi miydi, bilmiyordu; ama hayalden çıkmak da istemiyordu. Hayali gittikçe
netleşti ve tüm bilincini kapladı.
Ares'in
kolları arasında, tanımadığı bir odadaydı. Ares ondan ayrıldı ve yüzünü elleri
arasına aldı. Dünya, adamın aşk dolu gözlerinin parlaklığında kaybolmuştu. Ares
eğildi ve dudaklarını Dünya’nın burnunun ucuna dokundurup doğruldu. Kalbini
titreten bakışları onun yüzünü okşarken kararlı bir sesle konuştu.
"Seni
bir daha elimden almasına izin vermeyeceğim." diye fısıldadı. "Asla!"
"Ama..."
"Hayır,
güzel gözlüm, itiraz etme. Başka çaremiz yok." Ares, ona yaklaşırken
çekici bir sesle ekledi. "Bana güven papatyam."
Dudakları,
onunkilere dokunmadan bir saniye önce muhteşem bir gülümsemeyle onu rahatlattı.
O anda hayali dağıldı.
Bir
kadının sesini duyuyordu. Kadın, bilmediği bir dilden tatlı bir sesle
konuşurken bedenini bir uyuşukluk sardı. Acıları azaldı ve bilinci açılmaya
başladı. Gözlerini açtığında kırk yaşlarında bir kadının yanı başında
oturduğunu gördü. Kadının bir eli onun alnında, diğeri de, göğsünün
üzerindeydi. Yavaşça konuşan kadının ellerinden sıcak bir akım yayılıyor ve bu
akımın onu acıdan uzaklaştırdığını hissediyordu. Kadın ellerini çektiğinde,
halsiz olması dışında bilincini geri kazanmıştı.
"Merhaba!"
dedi kadın. "Ben Sirona, şifacıyım."
Yattığı
yerden doğrulmaya çalışınca kadın onu durdurdu.
"Uzansan
iyi olur Dünya, çok kan kaybetmişsin. Bu geçici bir rahatlama, daha iyileşmedin.
Başını çarptığını anımsıyor musun?" Cızırtılı bir sesle ‘evet’ diye
onaylayınca kadın şefkatli bir gülümsemeyle konuştu. "Bu iyi ama bir süre
gücünü toplamak için dinlenmen gerek."
"Teşekkür
ederim." dedi Dünya ve kendinden geçti.
Yeniden
uyandığında bedeninin daha güçlendiğini hissetmek sürpriz olmuştu. Uzun zamandır
mı baygındı acaba? Gözlerini açtığında sakin duruşlu bir kadının yanı başındaki
sandalyede oturduğunu gördü. Kadın usulca konuştu.
“Yeniden
merhaba Dünya, kendini nasıl hissediyorsun?”
“Merhaba.
İyiyim.” Dedi ve kurumuş boğazının izin verdiğince konuştu. “Ne zamandır
baygınım?”
“Birkaç
saat oldu. Geldiğinde oldukça kötü durumdaydın ama nasıl olduysa hızlı iyileştin.”
Dedi kuşkulu bir sesle. “Ben yokken yanına gelen biri oldu mu?”
Dünya
kadına doğru şaşkınlıkla baktı. “Baygındım…” dedi açıklayıcı olması umuduyla. “En
son seni görmüştüm.”
Kadın
gülümsedi ve başını hafifçe yana eğdi. “Anlıyorum.”
Hızlı
iyileşip iyileşmemesi onun kafasını meşgul etmedi, iyi hissetmesi yeterdi. Huysuzlanması
için de… Biraz gergin bir sesle sordu. "Beni geri mi getirdiler? Olimpos’ta
mıyız?"
Kadın
onu onaylayarak başını salladı ve dikkatlice sordu. "Olimpos'a geri
gelmek, senin için bu kadar kötü mü?"
Kendini
yatağa sıkıntıyla bıraktı. "Bir süre yalnız kalabilir miyim?"
“Elbette…”
dedi kadın ayağa kalktı. “Sana yiyecek bir şeyler getireyim, yedikten sonra
dinlenebilirsin."
Yemekten
biraz yedikten sonra, kadın onu üç yatağın bulunduğu sessiz odada bıraktı. Tüm
o koşuşturma boşa gitmişti. Kaçamamıştı. Yatakta yan döndü. Üzerine rahat bir
pijama giydirmişlerdi ve alnı ile saçlarının bitiştiği yerde kalın bir bandaj
vardı. Bandajı çözüp eliyle yarasını yokladı. Kanaması durmuş, kapanan yarası hafifçe
sızlıyordu. Çok daha kötü durumda olacağını düşünüyordu, anlaşılan hissettiği
kadar çok hasar almamıştı. Gözlerini kapattı ağlamamak için kendini zor
tutuyordu. Derken bir damla gözyaşı yanağından aşağı süzüldü. Hafifçe hıçkırdı.
Kafası öyle karışıktı ki, ne için ağladığını bile bilmiyordu. Hâlâ son
hayalinin etkisindeydi, kendi gerçekliği çoktan kaybetmişti. Sürekli Ares’i
düşünmekten nefret ediyordu. Eliyle yastığını kavradı ve derinden bir
hıçkırıkla yüzünü yastığa gömdü. Tedirgin bir el saçlarını okşayana kadar
ağladı. Parmakları saçlarında hissedince aniden doğruldu, odada hâlâ yalnız
olduğunu görünce ürperdi. Gözlerini ovuşturarak oturdu, iyice etrafına bakındı
ama etrafta kimse yoktu. Başucundaki fenerin parlaklığını arttırdı. Artık
uyuyamazdı.
Komodinin
üstündeki lambayı aldı, bu eski tip bir lambaydı. Gaz lambasının fitilini iyice
alevlendirdi. Penceresiz oda yeterince karanlıktı. Dışarısının da karanlık
olabileceğini düşünerek dışarı panikle çıktı. Korkusunun nedeni karanlıktan çok
şu an hissettiği sezgiydi. İzlendiğine dair hissine engel olamıyordu.
Hafızasını kaybetmeden önce de paranoyak olup olmadığını bilmiyordu ama şimdiki
hissi tam bir paronaydı. Arada bir arkasına bakınarak tanıdık koridor bulana
kadar hızlı adımlarla yürüdü.
Odasına
doğru yürürken koridorda Hades ile karşılaştı. Hades'in yanındaki Cerberus,
kuyruğunu neşeyle sallayarak, ona doğru koşunca; Dünya geri koşma isteğiyle
kasıldı ama yerinde durmayı başardı. Hades kaşlarının altından onun tepkilerini
izleyerek yanına geldi.
"Kaçağımız yuvaya döndü." diyerek başını yana
yatırdı. "Buna bir son versen iyi olacak Dünya. Kendini veya bizi
yaralamaktan başka bir işe yaramıyor. Bizi çok endişelendirdin."
Cerberus başını ona sürtünce gayri ihtiyari hayvanın
başını okşadı. Bu hareketi, sadece kendisine tuhaf gelmişti. O yüzden çaktırmadı.
Bir yandan köpeğin devasa başını okşarken sertçe söylendi.
"Beni kaçıran sizsiniz. Rahat bırakılana kadar
vazgeçme niyetinde değilim."
Hades ukala bir tavırla onu süzdü. "Ah, gerçekten bu
hallerine bayılıyorum. Boşa kürek sallıyorsun ama azimlisin. Hadi kıyafetini
değiştir. İçki servisi başlamak üzere, bana katıl ve seni davet etmek için
kapına kadar gelmemi ödüllendir."
"Hayır, istemiyorum!" dedi, huysuz bir sesle. “Hiçbirinize
güvenmiyorum, beni rahat bırakın!”
"Kalbimi kırıyorsun Dünya.” Dedi, kelimelerinin tersi
bir umursamazlıkla. Ve elini salladı. “Hadi, üstünü değiştir. Seni
bekliyorum."
Adama öfkesini kusacakken başka bir sesle durakladı.
"Sen git Hades, Dünya'ya ben eşlik ederim."
İkisi dönüp sesin sahibine baktılar. Ares; siyahlar içinde
bir gölge misali, tek omzunu duvara yaslamış, kollarını kenetlemiş, direkt ona
bakıyordu. Adamın sesini duymak bile onu etkiliyordu. Heyecandan boğazı çöle
dönüştü, konuşamadı. Elindeki fener parmaklarından kayınca, Hades hemen atılıp
onu elinden aldı. Utanmıştı ama elbette ki, buna bahanesi hazırdı.
"Ben hâlâ kendimi iyi hissetmiyorum, uyumam daha
doğru olur." diye mırıldandı.
Yaslandığı duvardan doğrulan Ares, nefeslenerek Hades'e
baktı ve başıyla adama işaret etti. Hades, ona sırıtarak elinde fenerle
uzaklaştı. Koridorda, ikisi yalnız kalmıştı. Dünya, üzerindeki gerginliği, bir
an önce atması gerektiğini biliyordu. Biraz ötesinde duran kibirli adamın salt varlığının
dahi onda yarattığı garip heyecanı belli etmemeliydi. Onun için tehlike demek
olan adamın karşısında bu denli çabuk dağılmamalıydı. Başını kaldırıp Ares'in
onu süzen yumuşak bakışlarına döndü. Gözlerini kıstı ve daha kararlı bir sesle
konuştu.
"Ben gelmiyorum."
"Neden kaçtın?"
"Ne?" dedi konunun nereye gittiğini
anlamaksızın.
Ares daha net bir tonda tekrarladı. "Neden
kaçtın?"
"Bu normal değil mi? Burada olmak istemiyorum.
Kaçmamı beklememek aptallık olmaz mı?"
Ares ona yaklaşırken elini cebine attı ve cebinden bir şey
çıkardı. "Neden kaçtın? Hem de bugün?"
Avucunu açıp tuttuğu şeyi ona gösterdi. Elindeki bir saç
tokasıydı. Kaçmadan önce saçını bağladığını anımsadı fakat tokasını
kaybettiğini hatırlamıyordu. Kaşlarını çatıp Ares'e baktı. "Bunu nerede
buldun?"
"Bahçede, çalıların yanında." dedi. Yutkunan
Ares tedirgin bir sesle ekledi. "Bizi gördün mü?"
"Afrodit ile seni gördüm ama kaçmamın sebebi röntgencilikten
utanmam değildi.”
Ares, sıkıntıyla başını salladı. "Orada olmaman
gerekiyordu."
"Sorun ne?" dedi sinirle. Kalbi öyle hızlı
atıyordu ki elleri terlemişti. "Sizin özel hayatınız beni ilgilendirmiyor.”
Ares'in kaşları çatıldı. Elindeki tokayı sıkıyordu. “Onunla
aramda..."
"Bana neden açıklama yapıyorsun?" diye tahmin
edemeyeceği kadar sakin bir sesle adamın lafını kesti. “Üstüne alma ama kim
olduğun umurumda değil. Yani benim için o kadar önemli biri değilsin.”
İrkilen Ares'in renginin attığını izlemek canını acıtsa da
kollarında Afrodit'i gördüğü andaki kadar canı acımamıştı. Neden canı bu kadar
acıyordu? Tanımadığı bu adama karşı hislerinin olması saçmalıktı.
"Beni gerçekten öldürmeye çalıştın mı?" dedi
konuyu değiştirerek. Bunu onun ağzından duymalıydı, daha fazla gölgeye sabrı
yoktu.
Ares, gergin bir tavırla dudağını ısırdı ve sadece onun
yüzüne baktı. Sorusunu yineleyince nefeslenen Ares öfkeli bir sesle konuştu.
"Şimdi sırası değil. İçki servisine yetişmeliyiz. Üstünü değiştir yoksa
seni salona, pijamalarınla götürmem gerekecek."
"Ben hiçbir yere gelmiyorum! Özellikle seninle!"
diye diklendi ve odasının kapısına elini koyarak kapıyı arkasından sertçe
kapattı.
Onun izni olmaksızın kimsenin odasına giremediğini
bildiğinden pijamasının üstünü sinirle sıyırdı. Banyoya dönmüştü ki, kapı
aniden açıldı ve içeri gözleri öfkeyle yanan Ares girdi. Şaşkınlıkla pijamasını
önüne gerdi. Üstünde sutyeni vardı ama bu utancını arttırmaktan başka bir işe
yaramadı. Ares, onun haline aldırmadan kolundan tuttuğu gibi onu kendine çekti.
"Benimle inatlaşma Dünya!" Tenine değen adamın
eli alev gibiydi ve gözlerindeki altın pırıltıları daha bir güçlenmişti. "Sana
dediklerimi yapmaya başlasan iyi olur, bana karşı çıkıp kaçmaya çalışman işleri
berbat etmekten başka bir işe yaramaz."
"Planın ne, ne yapmaya çalışıyorsun?" dedi
silkinerek. Bir taraftan da pijamasını önünde tutmaya dikkat ediyordu.
"Sen kim olduğunu sanıyorsun? Bana dokunmaya hakkın yok!"
Kabalığını fark eden Ares elini ondan çekti ama
uzaklaşmadı. “Üzgünüm.” Diye mırıldandı ve elini yüzüne doğru uzatınca Dünya
irkildi. Tepkisinden bozulan Ares elini yumruk yapıp aşağıya indirdi. “Özür
dilerim, ben…”
“Sen kimsin?” dedi yavaşça onun lafını tamamlar gibi. “Hayatıma
ne hakla karışıyorsun?”
Ares parlak altın renkli gözlerini ona çevirdi, siyah
kirpiklerinin arasında nefes kesici görünüyorlardı. Dolgun dudaklarını gerildi
ve sonunda konuştuğunda sesi bir melodi gibi kulağına süzüldü.
“Elimden başka türlüsü gelmiyor… Uzak durmak benim için
imkansız…”
Adamdan bu kadar etkilenmekten nefret ediyordu çünkü
kalbinin ona bağırdığı duygu nefretten başka bir şeydi. Bakışları, teninin
tanıdık kokusu, ses tonu... Ares'in Dünya için anlamı onun hiç istemediği bir
şekle bürünmüştü.
“Bu açıklama benim için yeterli değil.” Dedi ve Ares'in
yara alan gardını iyice düşürüp bir şeyler anlatmaya başlamasını sağlamak için
elindeki son kozunu da ortaya sürdü. "Papatyam."
Şaşırma sırası Ares'te idi, tokat atılmış gibi geriledi.
Bir an konuşamayacak gibi ona baktı kaldı, sonra nefesi kesilmişçesine
fısıldadı. "Sen beni hatırlıyor musun?"
Rüyalarının ona gösterdiği anılar gerçekti, adamın tepkisi
sayesinde emin olmuştu. Çok samimi ve anlık bir tepki vermişti. İkisi arasında
bir zamanlar duygusal bir ilişki vardı. Acaba ne olmuştu da, genç adam ondan
vaz geçip hayatına son verecek duruma gelmişti? Cevap vermeksizin öylece baktı.
Ares mırıltıyı andıran bir sesle yalvarırcasına konuştu.
"Hatırlıyor musun? "dedi. "Lütfen cevap ver,
Dünya."
"Git buradan Ares!" dedi sert bir sesle.
“Odamdan çık!”
"Gidemem!" dedi iki adım geriledi. "Neleri
anımsıyorsun… Ne zamandan beri hatırlıyorsun?"
"Senden nefret ediyorum." dedi. "Beni neden
öldürdün?"
Başını eğen Ares, onun yüzüne bakamıyordu. Saçları dökülüp
yüzüne düştü ve gözlerinin ifadesini sakladı. Yutkundu ve başını kaldırmaksızın
konuştu. "Başka çarem yoktu. Sen burada olduğun her saniye beni öldürüyordun.
Dayanacak gücüm kalmamıştı." dedi Ares ve kapıya döndü. "Üstüne bir
şeyler giy. Seni bekliyorlar, Zeus geldi." dedi Ares ve onu sorularıyla
baş başa bırakıp odadan ayrıldı.
Gidip gitmeme konusunda bir süre öylece kararsızca
dikildi. Zeus geldiğine göre belki onu serbest bırakırlardı. Bu adamların ve
kadınların içinde kendisinin ne işi olduğunu bilmiyordu. Antik tanrı ve
tanrıçalar... Belki zamanında dünyanın altını üstüne getirmişlerdi ama artık
hepsi efsanelerde kalmıştı. Zaten hafızası silinmişti ve başına gelenleri
birilerine anlatsa ona direkt, deli gömleği giydirirlerdi. Bir şey daha
Dünya'nın zihnini meşgul ediyordu. Malikâneden ayrılması demek Ares'i bir daha
görememesi anlamına geliyordu. Gitmeyi, ilk günkü kadar istemediğini fark etti.
Elindeki giysiyi hırsla yere fırlattı. Neler düşünüyordu! Ares, savaş tanrısı,
acımasız ve gözü kara prens, onunla kafeteryada çay mı içecekti? Hem de rakibi
Afrodit'ken...
Yine de olaylardan kaçamazdı. Sürekli artan sorularına
cevap bulamazsa buradan kurtulamayacaktı. Çabucak duş alıp dolabına gitti,
kıyafetlerinin içinde tişörte benzemeyen bir şey aradı ama yoktu. Siyah kolsuz
bir tişört seçti ve altına da deri parçaları olan rahat bir tayt. Saçlarını da
saldı, saçları hâlâ nemliydi. Makyaj malzemesi olmadığından işi çabucak
bitmişti. Belki sorularına cevap verebilecek tek kişi olan Zeus ile karşılaşmak
için odadan çıktı. Ares'in onu beklediğini görünce şaşaladı. Ares doğrulup
parıldayan gözlerle, onu süzdü.
"Ben yolu biliyordum." Dedi, kavgalarına rağmen
sıkılmadan onu beklemesi hoşuna gitmişti. "Beklemene gerek yoktu."
Ares, derin bir nefes aldı ve bir solukta yanına geldi.
Onu, aniden belinden yakalayınca aralarındaki temas Dünya'nın soluğunu kesti,
ne hareket edebildi ne düşünebildi. Diğer eliyle Dünya'nın boynunu okşarcasına
yumuşak bir kavramayla tutarak kendine çeken Ares, eğilip dudaklarını
onunkilere bastırdı. Karşı koyma refleksi tamamen uyuşmuştu. Ares önce canını
acıtarak öptü, adamın içindeki öfkeyi ve özlemi Dünya tüm hücrelerine kadar
hissetti. Sonra Dünya'nın ondan kaçınmadığını ve onu yanıtladığını fark edince
yavaşladı ve nazikçe dudaklarının üstüne diliyle dokunarak öpmeye devam etti.
Ares, onu böyle öpmeye devam ederse hafızasının yanında aklı da gidecekti. Güç
almak için Ares'e sarılmayı bile düşünememişti. Nefes almakta zorlanan Dünya'nın
başı dönüyordu, kendini adamın çekimine teslim etti ve daha fazlasını talep
edercesine dudaklarını araladı. Ares davet karşısında öpücüğü daha da
derinleştirdi.
Aklını başından alan Ares’in dudakları iyice hassaslaşan
teninde kayıp boynuna inmeye başlamıştı ki, Dünya birden kendine geldi ve
Ares'i itti. Bu beklenmedik hareketle birlikte, dengelerini kaybedip
birbirlerinden ayrıldılar. Dünya, nefes nefese kalmıştı. Ares de uykudan uyanır
gibi ona baktı. Elini kaldırdığını ikisi de fark etmedi ve tüm gücüyle genç
adamı tokatladı. Dudağını yalayan Ares eli yanağında ona baktı. Dünya'nın, sızlayan
dudakları alev gibi yanıyordu, midesindeki tüm kelebekler havalanmıştı. Ares'e
sinirli olması gerekiyordu ama ona baktıkça kollarına atılmamak için kendini
zor tutuyordu.
Derin nefesler alan Ares elini, yanağından indirdi. Dünya,
adamın yanağındaki kırmızı parmak izlerine bakarken Ares konuştu.
"Bir tokatla benim cesaretimi kırabileceğini mi
sanıyorsun?" dedi. "Senden yediğim ilk tokat değil bu. Ama tekniğinin
ve refleksinin gittikçe iyileştiğini kabul etmeliyim."
“Özür dilemen gerekirken ukalalık yapıyorsun.” Diye
azarladı.
“Haklısın, seni daha önce öpmediğim için özür dilerim.”
“Kast ettiğim bu değildi.” Diye homurdandı ve kaşlarını
çattı.
Ares hafifçe gülümsedi ki bu gülümseme Dünya’nın dizlerini
titretmeye yetmişti. Dünya'nın dudakları, yakıcı öpücüğün etkisinden dolayı
hâlâ sızlıyordu. Ares; ona tekrar yaklaştığında Dünya, istemsizce geriledi ama
adam duraklamadı. Eliyle Dünya'nın yanağını hafifçe okşadı.
"Hafızan geri geldi mi?"
Yalan söyleyemeyecekti. Başını salladı. "Hayır,
sadece kısa anılar..."
Ares'in altın pırıltısı saçan gözlerindeki alevin
söndüğünü gördü, üzülmüştü. Elini kendine çekti. Sanki hafızasının geri
gelmemesi onu hareketlerinde kısıtlıyordu. Düşüncelerinin içinde kaybolmuştu.
Sonunda başını kaldırıp ona baktığında Dünya sanki yıllardır orada duruyor gibi
olduklarını hissetti. Durgun bir sesle konuştu.
"Bu gece ve sonrası için sakin olmanı istiyorum, her
ne olursa olsun. İlgiyi üstüne kesinlikle çekme. Zeus, ne derse desin karşı
çıkma. Kaçmaya kalkışma, geri getirilirsin. Sana olanları anlatmak için vaktim
olmadı ama planım gerçekleştiğinde, tüm sorularını memnuniyetle yanıtlayacağım."
Vakti olmadı mı? Kaç gündür Afrodit'le fingirdeşmek yerine
ona açıklama yapabilirdi. Ares, onun düşündüklerini duymadığından konuşmaya
devam etti.
“Bu geceden sonra belki uzun bir süre senden uzak durmam
gerekebilir. Fakat Eros'a güvenebilirsin. O sana her şeyi anlatır. Olanları en
iyi bilen odur ve bizi… Her neyse Eros seni emanet edebileceğim tek kişidir.”
"Eros, benimle arabada olan adam mı?" dedi
Dünya, adamın lafını keserek.
Ares sıkıntıyla homurdandı. "Hayır, o gereksiz biri. Mümkünse
ondan uzak dur. Eros ile bu gece tanışacaksın. Görevden yeni döndü."
"Seni neden göremeyeceğim? Bir yere mi
gideceksin?" dedi adamın yüzüne ve tepkisine dikkatlice bakarak.
Ares'in kusursuz kaşları çatıldı ve yere baktı. "Zeus'un
bana vereceği ceza ne olacak bilmiyorum. Belki aptalca bir görevle beni evden
bir süreliğine uzaklaştırır veya şansım varsa istediğimi verir."
“İstediğini verir mi? Bu nasıl bir ceza?”
Ares gülümsedi. “Biri için en büyük ceza olan diğeri için
lütuf olabilir.”
"Neden cezalandırılıyorsun?"
Ares, başını kaldırıp ona baktı bir süre. Sonra usulca
konuştu. “Kafanı karıştırmak istemiyorum Dünya. Ayrıca çok geç kaldık, Zeus
gelip de Hermes bizi uyarmadan içki partisine katılsak iyi olur."
Ares, arkasını dönecekken Dünya uzandı ve elinden tutup
onu durdurdu. “Bilmem gerek Ares. Neden cezalandırılıyorsun?"
Ares onun elini avcuna alıp dudaklarına götürdü ve yarım
ağızla gülümsedi. “Seni saklayıp kurtarmak uğruna papatyam… Pişman
değilim." dedi gözlerinin içine bakarak. Sonra elini öptü.
Dünya, dizlerinin titremesine şaşırdı. Kendini tutmayı
bıraktı ve elini adamın ipeksi saçlarının arasına soktu ve dudaklarına uzandı.
Onu öperken tüm bedeni alevlerin içindeymiş gibi yanıyordu. Yer, altından
kayıyordu. Ares ona sarılmasaydı, yere yığılması içten değildi. Parmaklarını
Ares' in saçlarına iyice geçirdi ve bedenini adama yaslayarak güç aldı. Kollarını
ona saran Ares de Dünya’yı kendine bastırdı. Adamın sıcak tenini, üzerindeki
giysilerin altından bile hissedebiliyordu. Soluk almayı unutmuştu. Ares'in
nazik ve yumuşak dudaklarından ayrılmak ölümden de zordu.
Başkası yardım etmeseydi, son nefesini Ares'in kollarında
vereceğinden emindi. Onları ayıran adam, onu duvara doğru itti ve afallayan Ares'i
de sertçe yumrukladı. Ares, önce ne olduğunu anlayamamış gibi bakındı. Neyse
ki, kendini çabucak toparlayıp onu yumruklayan adamın yakasından tutup duvara
yapıştırdı. Adamın midesine dizini gömdü. Adam öne eğilince elinin tersiyle
yüzüne bir tokat atıp adamı yana savurdu. Adam yerden kalkıp hırsla kükredi.
"Seni öldüreceğim! Lanet olası!"
Adamın dudağı patlamıştı, buna aldırmadan Ares'e saldırdı.
Ares yana kaydı ve yumruğunu adamın suratının ortasına vurdu. Bir çatırtının
ardından adam acıyla inledi ve dizlerinin üzerine çöktü. Ares, tam da bu
sırada, adamın saçlarından tutup başını geriye kanırttı.
"Haddini bil Adonis!" dedi Ares ve ağzına dolan
kanı yana tükürüp ekledi. "Yoksa ben bildireceğim!"
Adamın burnundan kan geliyordu ve yüzünün bir tarafında da
kıpkırmızı bir leke oluşmuştu.
"Asıl sen haddini bil Ares, o bana ait!"
Ares, adamı hızla itince adam yere kapaklandı. "Dünya
kimseye ait değil, o buraya bile ait değil!" diye bağırdı.
Adam doğrulup Ares'e baktı, adamın gözleri öfkeyle
parlıyordu.
"O zaman sen de onun peşini bırak! Sürekli onu
etkilemeye çalışmaktan vaz geç! Kuralları yok sayamazsın! Bizi bağladığı kadar
seni de bağlıyor! Bencil amaçların için onu kullanmana izin vermiyorum Ares! "
diye hırsla söylenen kelimeler karşısında, Ares sinirden titriyor, yumruklarını
sıkıyordu. Adam, onun bu haliyle eğlendi. "Hak ettiğini alınca seni
Tartaros'a uğurlayan ilk kişi ben olacağım!"
“Tartaros mu?” dedi Ares tükürür gibi. “Umudun bu mu?”
“Umut değil…” dedi adam gözlerini kısarak.
Kafası karışan Ares'in yüzü düştü, öfkesi birden
umutsuzluğa dönüştü. Göz göze geldiler. Dudaklarını sıktı, kendini kontrol
etmek istercesine. Fikrini değiştirmiş gibi elini alnına götürüp saçlarını
çekiştirdi ve arkasını dönerek uzaklaştı. Adımları ölüme giden idam mahkûmundan
farksızdı. Dünya'nın içi acıdı. Ares' in peşinden gitmek için davranınca,
Adonis onu elinden tutarak durdurdu. Dünya elini hızla çekip ondan kurtardı,
adama döndü. Bu adam, arabada kucağına uzandığı adamdı.
Kömür siyahı saçları, beyaz teniyle; lacivert gözleri,
uzun boyu ve düzgün kaslı bedeniyle masal kitaplarından fırlamış bir prense
benziyordu. Kusursuz burnu şişmiş, kanıyordu. Kırmızı dolgun dudakları kana
bulanmış, beyaz gömleğinin yakası yırtılmıştı. Ares'in hiddeti, adamı iki
dakikada dağıtmıştı. Adam karışmış saçlarını eliyle düzelterek doğruldu.
"Arkasından gitme Dünya, o buna değmez. Ona ihtiyacın
yok, ben geri döndüm, aşkım."
Dünya kollarını öfkeli bir tavırla kavuşturdu. "Dönmen
neyi değiştirecek, sorabilir miyim?" dedi hissettiğinin aksine sakin bir
tonda.
Adam gülümsedi. Gamzeli gülümsemesi oldukça göz alıcıydı,
cazibesine kapılmaktan kendini alamadı. Adamın, kendine has bir büyüye sahip
olduğunu itiraf edebilirdi; ama şu an değil. Adonis dudağındaki kanı diliyle
yaladı ve Dünya'nın sorusunu cevapladı.
"Çünkü senin sevdiğin, âşık olduğun kişi benim."
dedi. “Onun basit oyunlarına kanmana izin vermeyeceğim.”
Dünya, bu sözler karşısında afalladı. “Hayır." diye
başını salladı. "Değilsin."
“Hatırlamıyorsun ama beni tanıdıktan sonra tekrar
seveceğine eminim.”
"Yalan söylüyorsun!"
"Hayır, yalan söylemiyorum. Senin sevgilin benim.
Ares senin hafızanı yitirmenden faydalanıyor. O, çıkarcı ve arzusu hiç dinmeyen
biri, ne Afrodit ne diğer ölümsüzler ona yetiyor." dedikten sonra
durakladı. "Onunla ilişkileri olduğunu bilmiyorsun değil mi?"
Tanık olduğu sahne göz önüne gelince Dünya'nın yüzü
asıldı. Onun tepkisine dikkatle bakan Adonis sinirlendi. “Biliyorsun ve buna
rağmen seni öpmesine izin veriyorsun!”
“İşin aslı onu öpen bendim.” Dedi adamın koyu mavi
gözlerine bakarak.
Öfkesine hakim olmaya çalışan adam kollarını göğsünde kenetleyerek
bakışlarını koridora dikti. “Seni manipüle etmeyi çok iyi bildiği kesin…” diye
mırıldandı. Sonra ona döndü. “Senden istediğim tek şey, ona güvenmek için acele
etme. Ares’in hırsı ve oyunlarıyla kimse başa çıkamaz. Sen çok önemlisin ve
onun seni kendi planları için kullanmasına izin verme.”
Adam, ona yaklaşmak isteyince Dünya geriledi. Adonis
olduğu yerde kaldı. “Tamam, üzgünüm." dedi.
Koridorda durmuş nelerden bahsediyorlardı? Sıradan bir
insan olduğunu biliyordu; bundan önceki hayatını hatırlayamasa da normal bir
insan olarak yaşadığına emindi. Bir şekilde bu garip topluluğun merakını
çekmişti ve anlaşılan ölüm kıyısına gelmesine rağmen ellerinden kurtulamamıştı.
Gerçeği söyleyip söylemeyeceğini bilmese de, Adonis'in anlatacaklarından bir
şeyler öğrenebilirdi. Diğerlerine nazaran Adonis daha açık sözlüye benziyordu. Alçakça
bir düşünceydi ama içinde bulunduğu durumdan başka türlü sıyrılamayacaktı.
Adamın ona olan ilgisini kullanmaya karar verdi. Düşüncelerini toparlayıp daha
sakin bir sesle sordu.
"Benim sizin için önemim ne? Ares benden ne
isteyebilir ki?"
Adonis, onun bu sakin yaklaşımından cesaret aldı, yaklaştı
ve lacivert gözlerini onunkilere dikti.
"Sen, şimdiye kadar gelmiş geçmiş en yetenekli
anahtarsın aşkım. Sana sahip olan, tüm boyutların efendisi olur ve tüm kâinata
uzanabilir. Anlıyor musun? Gel gör ki, benim böyle bir isteğim yok ve hiç
olmadı.”
"Anahtar mı?"
Adonis başını salladı. "Diğer boyutlara açılan
kapıları açabilenlere biz 'anahtar' deriz. Anahtarlar en önemli ve hayati görevlerimizde
rol alır. Sen ise en yetenekli anahtarsın çünkü senin görevlerde zorlandığını
hiç görmedik. Ayrıca anahtar olmaya en uzun süre dayanabilen tek
insansın."
"Hiçbir şey anlamadım." dedi ve geriledi.
"Öğreneceksin aşkım ama önce Ares'ten kurtulmalıyız."
dedi.
Ares'ten kurtulmak mı? Bu adam kendini ya da Dünya'yı ne
sanıyordu? Hafıza kaybı aptallığa yol açmazdı ki. Tanımadığı bu insanlarla
düşman olup plan yapması ne işine yarayacaktı?
"Seni tanımıyorum, diğerlerini de tanımıyorum.
Kurtulmak istediğim tek şey burası. Bundan sonra Olympos’a tatil amaçlı bile
gelmem."
"Bu kadar kesin konuşma." dedi Adonis, kendinden
emin bir sesle. "Şimdi servise gitmeden önce, benimle odama gelir misin?"
dedi gömleğini göstererek. "Bu halde görünmek hoş olmaz.”
"Yüzündeki bereleri ne yapacaksın?" dedi alayla.
“Seni fena benzetti.”
Adonis gözlerini kıstı, dayak yemek mi yoksa alayı mı
canını sıkmıştı anlamadı. Sonra aniden gülümsedi. “O çok kolay aşkım."
Ona gülümsemeye devam ederken Adonis’in teni elmas tozuna
bulanmış gibi ışıldadı ve yaraları hızla iyileşmeye başladı. Burnundaki şişlik
indi ve derisi, kanı bir sünger gibi emdi. Yanağındaki kırmızılık hiç yokmuş
gibi iyileşti. Işıltı geçince yüzü yine mükemmel görüntüsüne kavuşmuştu. Dünya'
ya elini uzattı.
"Kıyafet açısından bunu yapamadığım için odama kadar
bana eşlik edersen memnun olurum. Seni yalnız bırakmak içimden hiç gelmiyor.
Etrafında dolanan avcının seni tekrar rahatsız etmesini istemem."
Ares'in yaptığına, rahatsızlık diyemezdi ama Adonis'teki
tuhaflık ilgisini çekmişti. Bu ilginç ve göz alıcı adamla biraz daha vakit
geçirebilirdi. Anlattıkları mantığına oturmamıştı ama ilk defa birileri ona bir
şeyler anlattığı için rahatlamıştı. Bakışları uzattığı eline düştü, ele uzanmak
yerine bakışlarını yeniden Adonis’in güzel yüzüne çevirdi. Başını salladı.
"Olur."
Adonis neşesiz bir gülümsemeyle elini indirdi ve yana
döndü. Fazla uzağa gitmediler, Adonis'in odası onun odasına çok yakındı. İlk
geldiği gün tiksindiği pıhtılaşmış kandan oluşan odanın önüne gelince irkildi.
Adonis onun tepkisine eğlenerek baktı ve kapıya uzandı. Kapı tuhaf yumuşak bir
ses çıkararak açılmaya başladığında yutkunarak adama baktı.
"Şey, ben seni burada bekliyorum. Ayrıca bildiğim
kadarıyla odalara kalan kişi dışında kimse giremiyor." Aklına, Ares'in
onun odasına hiç zorlanmadan girdiği an gelince sustu.
Adonis, kollarını kenetledi. "Bu kural senin için
geçerli değil, sen bir anahtarsın. Arzu ettiğin her yere kolayca girebilirsin.
Ayrıca çekinmene gerek yok, odama daha önce de girdin.”
Sözlerindeki anlam yüzünden kaşları çatıldı. Hafızasını
yerine getirebilmeyi o an bir kez daha diledi. Adonis'in kendine ve
aralarındaki ilişkinin samimiyetine olan güveni çok yüksekti. Sanki her şey bir
zaman meselesiydi. Eninde sonunda ona kapılacağına oldukça emindi. Bu denli
ukala birini beğendiğine inanmak zordu.
“Aslında ben salonu kolayca bulurum, seni beklememe…”
Lafını bitirmesini beklemeyen Adonis, elinden tutup onu
odaya soktu. Kapanan kapıyla oda karanlığa bürününce Dünya çığlık atmak istedi.
Onun yerine Adonis'in koluna sarıldı. Adonis’in şaşkın sesini duydu.
"Hey!" dedi adam ve ne olduğunu anlayamamasına
rağmen Dünya'yı sakinleştirmek için onun omzunu okşadı.
Zifiri karanlık üzerine soğuk kanatlarını sermişken nefes
alamayan Dünya paniğin son haddindeydi. Adamın dokunuşundan kurtulmak için
gerileyince bir şeye çarptı ve yumuşak bir şeyin üstüne düştü. Adonis çabucak
seslendi.
"Işık!"
Oda aydınlanınca Dünya az da olsa rahatlayarak buz gibi suyun
altından çıkmışçasına nefeslendi. Görüşü düzeliyordu. Dünya nefes almaya
çalışırken Adonis önünde diz çöktü. Onu sakinleştirmek adına elini avuçları
arasına aldı.
"Neyin var?" dedi endişeli bir sesle.
"Yok!" dedi. "Yok, bir şeyim!"
“Seni korkuttum mu?”
Etrafına bakarak başını salladı, boğazı anında kurumuştu.
“Hayır…”
Yatağın üstüne düşmüştü. Kalp atışı düzene girerken elini
Adonis'in elinden çekti. Yataktan doğruldu. Odada tuhaf bir koku vardı.
Gözlerini ovaladı ve etrafa bakındı. Oldukça şık ve geniş bir yatak, odanın
ortasındaydı. Odada iki kapı daha vardı. Biri banyoya, diğeri giyinme odasına
açılıyordu. Kenarda rahat bir koltuk vardı ve hemen onun yanında küçük bir
kitaplık. Perdeler tül ve kadife karışımı bir dekorla odaya uyum sağlamıştı.
Pahalı oldukları anlaşılan eşyaların arasındaki az sayıda biblo ve süsler de
çok şıktı. Odadaki kokunun kaynağı kapıydı. Oda, kan kokuyordu.
Adonis ayağa kalktı. "İyi misin?" dedi. “Sana ne
oldu?”
Kokudan çok kokunun kaynağı yüzünden midesi bulanmıştı.
Kapı canlıymış gibi yavaşça hareket ediyordu. Gözü kapıya ilişince Adonis sıkıntıyla
ensesini ovuşturdu.
"Şimdi anladım. Korkutucu geliyor ama alışacağına
eminim."
"Kapı neden öyle..."
"Kanlı mı?" dedi Adonis, onun sözünü
tamamlayarak. Başını salladı. Adonis, neşesizce sırıttı. "Benim efsanemi
hâlâ öğrenemedin galiba?" dedi. Cevap beklemeden devam etti. "Bunu
sana üçüncü kez anlatıyorum, biliyor musun? O yüzden kısa keseceğim."
Dünya'nın yanına oturdu. "Benim ölümüm, aldığım bir
yara yüzünden oldu. O kadar çok kan kaybetmiştim ki beni hayata döndürdükleri
zaman kana bağımlı kaldım. Yani bir anlamda ben bir vampirim." Başını
kapıya çevirdi. "Bu kapı, bedenimden akan kanlardan oluşturuldu. Ölümsüz
meyve bana yedirildikten sonra yaramdan akan kanım, odamı örten ve bana güç
veren bir tılsıma dönüştü."
Adonis kaşlarını çatarak Dünya'ya tedirgin bir sesle
sordu. "Benden tiksindin mi?"
Dünya, kapıya baktı ve adama doğru döndü. Başını salladı. "Nedense…
Hayır."
Adonis'in tereddütlü gülümsemesi yüzünü aydınlattı. Adonis
ayağa kalktı. "Buna sevindim. Şimdi izin verirsen üstüme bir şeyler giyeyim.
Sonra seni salona götürürüm."
Konuşurken gömleğinin düğmelerini çözdü ve gömleği yatağın
üstüne bıraktı. Vücudu da yüzü gibi mükemmeldi, tüm kasları özenilerek çizilmiş
gibiydi. Dünya hayran bakışlarını çeviremeden adama yakalandı. Adonis etkisinin
farkında olarak sırıttı. Bu gülümseme, Dünya'nın yüzünü alevler içinde bıraktı.
Dünya, zorlanarak bakışlarını başka yere çevirdi fakat Adonis giyinme odasına
giderken arkasından bakmamaya çalışsa da başaramadı. Adam, gerçekten baştan
ayağa kusursuzdu.
Adonis'in üstünü değiştirmesini beklerken parmakları
dudaklarına gitti. Ares'in öpücüğünün hayali güzeldi ama gerçeği ölümcüldü.
Ares'e tokat atmasının sebebi onu öpmesi değildi. Ona yaşattığı duygu içindi,
verdiği umut içindi. Sanki "Bak işte yaşamak bu!" demişti. Verdiği bu
mutluluğa bağımlı kalabileceğini hiç önemsememişti. Eğer Adonis'in, Ares
hakkında söylediklerinde doğruluk payı varsa, canının çok yanacağına emindi.
Kalbinin delice atmasını sağlayan Ares'in de gizem dolu
olmak yerine kendisine daha açık olmasını istiyordu ama savaş tanrısıyla ciddi
bir konuşma yapma şansı yoktu. İlk baş başa kaldıklarında, öpüşmekten başka bir
şey yapmamışlardı. Belki konuşması için onu biraz daha zorlamalıydı. Ona
güvenmeye ihtiyacı olduğunu hissediyordu, Ares’e ihtiyacı vardı.
Beklemesine ne gerek vardı. Elini dudağından çekip odadan
ayrılmak için ayağa kalktığında, Adonis odaya girdi. Gökyüzü mavisi ince bir
kazak giymiş, yazlık kazağın kollarını dirseklerine kadar çekmişti. Altında da
yarı spor, açık renkli bir pantolon vardı. Kazağın geniş yakasından görünen
boynunda bir kolye asılıydı. Ona yaklaşırken kolyeyi kazağın içinden çıkarıp
ona gösterdi. Gümüş kolyenin üstünde bir çiçek şekli vardı, çiçeğin ince
yaprakları zarifçe kıvrılmıştı.
"Bu bir Anemon." dedi. Daha iyi görmesi için
yanına iyice yaklaştı. "Senin, bana verdiğin ilk hediye."
Bakışları, adamın siyah uzun kirpiklerinin arasında
parlayan safir gözlerine takıldı. Teninin baştan çıkarıcı kokusu odadaki ağır
kokuyu bastırıyordu. Kolyeye tekrar baktı.
"Ben hatırlamıyorum." diye mırıldandı.
Adonis anlayışla gülümsedi. "Sorun yok, ben her şeyi
hatırlıyorum." diye fısıldadı. "Seninle geçirdiğimiz her saniyeyi
hatırlıyorum. Her gülümsemeni, her dokunuşunu, her sözünü… Bana her bakışını
anımsıyorum."
Dünya, başını kaldırdı. Ares’in onu etkilemesine izin
vermemesini söyleyen adamın kendisi kelimeleriyle baskı kurmaya çalışıyordu.
Kaşlarının altından adama uzun bir bakış attı ve sakin bir sesle konuştu.
"Ben hatırlamadığım sürece ortada bir problem var.
Her şey, benim açımdan silinmiş olduğundan herkesi kendim tanımak
isterim."
"Yani bana kendini anlatma, ben istersem öğrenirim
diyorsun." dedi gözlerini kısarak ekledi. “Beni de sıfırlamış olduğundan
öncelikle beni yaşamaya başlarsan daha çabuk öğrenirsin, Ares'i değil. Bana
haksızlık etmene katlanamam.”
Adonis elini hafifçe Dünya'nın boynuna attı ve boynundan
çenesine doğru okşadı. Dünya, dikkatle adamın hareketlerini izliyordu. Adonis,
istek dolu gözlerle Dünya'nın yüzünü süzdü. "Seni çok özledim Dünya."
diye mırıldandı. "Ayrı kaldığımız onca zaman seni düşündüm. Geri
döndüğümde olanları öğrenmek…"
"Lütfen." dedi Dünya, ondan ayrılarak. Sözlerine
devam etmesine izin vermedi çünkü geçmiş onun için silik bir boşluktan ibaretti
ve ona anlatılması kafasını karıştırmaktan başka işe yaramıyordu. Aşk denen şey
kalple ilgiliydi, bunu hissediyordu ve ona anlatılmaya çalışılması boşa bir
çabadan ibaretti. "Sözlerin benim için anlamlı değil."
"Anlamlı değil!" diye tekrarladı Adonis sinirli
bir sesle. "Ben, anlamlı değilim demek! Ares'i kaç gündür tanıyorsun? O ne
yaptı da senin için anlamlı oldu? Seni zorlamak istemiyorum ama kıskançlık
canımı yakıyor. Bu hiç adil değil. Başına geleni duyduğumda çılgına dönmüştüm
ama seni onun kollarında görmeyi hiç beklemiyordum. Ne olursa olsun, bana ihanet
edebileceğini hayal bile edemezdim. Onun sana karşı hisleri olduğunu düşünerek
yanılıyorsun. Seni kandırmasına izin verme.”
"Yeter!" dedi, Dünya. “Buna katlanmak zorunda
değilim.”
Kapıya doğru döndü. Gerçekten de Ares ne yapmıştı ki? Onun
çekimine kapılması için altın gözleri ve kıvrımlı dudaklarıyla ona gülümsemesi
yetmişti. Kendini ve yaptıklarını açıklamaya bile çalışmamıştı. Adonis, onun
önüne geçti.
"Yetmez! Ondan uzak dur!"
"Sana ne!" diye Adonis' in yüzüne karşı bağırdı.
"Beni bırak! Beni rahat bırakın!"
Adonis şaşaladı. Yüzünü dökerek "Özür dilerim
aşkım." diye elini tutmak için uzanınca Dünya kendini geri çekti.
"Bana aşkım deyip durma! Kim olduğunu sanıyorsun? Sen
de Ares kadar benim gözümde yabancısın. Beni burada zorla tutuyorsunuz. Bir de kalkıp
ne yapıp ne yapamayacağımı söylüyorsunuz. Şimdi Zeus denen adam ile konuşup
buradan ayrılacağım. Bundan sonraki ömrüm boyunca hiç birinizi görmek
istemiyorum. Bunu anlayabildin mi? Asla, bir daha asla, karşıma çıkmayın!"
Adonis'i odada darmadağın bırakıp dışarı çıktı. Kapıya
dokunma hissi bile onu engellememişti. Yumuşak kapı, onun uzanmasıyla dışarıya
doğru açıldı. Zeus ile bir an önce konuşmaktan başka bir şey düşünmüyordu,
adamı bir şekilde ikna etmeliydi. Hızlı adımlarla içki servisi yapılan salona
doğru ilerledi. Koca malikâne ıssız gibiydi ama salona yaklaştıkça tuhaf bir
müzik sesi duymaya başladı. Tanrılar eğlencelerine başlamışlardı.
Salon kapısı yerine, kalın dantelli tüllerin olduğu
pırıltılı bir örtüler katmanını hızla araladı. Girişte bir an öylece durdu.
Oda, daha da büyümüş gibiydi. Öyle görkemliydi ki odaya girmesinin sorun olup
olmayacağını düşündü. Zemin kaybolmuştu. Bulutların üzerindeymiş gibi dolanan
tanrı ve tanrıçaların bu dünyadan olmadığına emin oldu. Açık renkli, modern-antik
karışımı kıyafetlerinin içinde, tenleri altın parıltıları saçan, birbirinden
güzel kadınlar nektar servisi yapıyorlardı. Kimileri gülüşüp konuşuyordu,
kimileri samimi bir şekilde içkilerini yudumluyordu. Gözleri tanıdık birilerini
ararken köşede Hermes'i gördü ve ona doğru yürüdü. Adam, onun daha önce
görmediği bir kadınla içki içiyordu. Onlara yaklaştığında ikisi birden ona
döndü.
"Nerede kaldın Dünya? Bir an, yeniden kaçtığını
düşünmüştüm." dedi, Hermes gülerek.
Hermes' in esprisine yanındaki kadın gülümseyerek katıldı.
"Birkaç kişiyi dövmeden kaçma huyu yok, sırada sen varsın galiba
Hermes." dedi ve kadın gülümseyen sevimli bir ifadeyle ona döndü. "Ona
çok sert davranma Dünya; O, Ares ve Hades gibi dayanıklı değildir, biraz
hassastır."
Samimiyetine karşılık ifadesiz bir suratla karşılaşan
kadın bir an durakladı. Aklına sonradan gelmiş olacak soluklandı ve elindeki
kadehi Hermes'e uzattı ve boşta kalan ellerini de ona.
"Ah, doğru ya, bir an beni tanımayacağını
düşünemedim. Ben Artemis."
Dünya kadının ellerini çekinerek tuttu. Artemis, "Bir
zamanlar iyi arkadaştık, umarım kaldığımız yerden devam ederiz." Diyerek
sevimli bir gülümsemeyle Dünya'nın ellerini sıktı. İnsanın içini ısıtan bir
tavrı vardı.
Tek omuzlu uzun bir elbise giymişti. Açık kestane kızılı
saçlarını tuhaf bir taçla toplamıştı. Çiçek ve yapraklardan oluşan taç,
saçlarının dalgaları arasında doğal bir görünüşe sahipti. Hera ve Athena'nın
aksine aşırı bir güzelliği yoktu ama sevimli ve çekici bir tarzı vardı.
Artemis, ellerinin arasındaki elini bir kere daha sıkıp bıraktı.
"Bakıyorum sohbete başlamışsınız bile."
Yanlarına gelen Hades'e baktılar. Hades, siyah ve kahverengi kıyafeti içinde
yine kasvet saçıyordu. “Ne zaman döndün?”
“İki saat oldu.”
“Dinlenmeden servise mi geldin, delisin Artemis!”
"Her zaman bu kadar kalabalık toplanamıyoruz."
diye cevapladı Artemis. "Fırsat bulmuşken değerlendirelim."
Hades sırıttı. "Tabi ki.” Dedi ve Dünya’ya döndü. “Diğerleriyle
tanışmak ister misin Dünya, yoksa sabaha kadar Artemis'in bitmek bilmeyen
maceralarını mı dinlemek istersin?"
"Çok kabasın Hades." dedi Artemis hiç alıngan
olmayan bir ifadeyle.
Dünya, Hades'e döndü. "Teklifin için teşekkür ederim.
Ben biraz daha burada kalmak isterim."
Hades omzunu kaldırdı. "Sıkılmaya devam etmek
istiyorsan sen bilirsin. Sonra görüşürüz." dedi ve yanlarından ayrıldı.
"Bu adamın kendini beğenmişliği beni öldürüyor."
diye arkasından Artemis mırıldandı.
"Ölümün efendisi olunca bu normal bir tavır."
dedi Hermes, sevimli bir ifadeyle.
"Ölümün efendisi mi?” dedi Dünya ve bunun bir şaka
olduğunu düşünerek güldü.
Artemis, gözlerini devirdi. "Bizimle ilgili hiçbir
şey bilmemesine her seferinde hayret ediyorum. Bu kadar kitap okuyan birinin,
yaşadığı topraklarda geçmiş efsanelerden bihaber olması hiç mantıklı
değil."
"Yani siz ciddi misiniz? Hades ölümün efendisi
mi?" dedi Artemis ile Hermes'in yüzüne bakarak. “O da ne demek?”
"Hades yer altı cehenneminin ve ölümün efendisidir ve
Tartaros’ta yaşar." diye Artemis resmi bir tavırla cevapladı. Sonra
sırıttı. “Sen geçmişte şaşırtıcı bir şekilde onunla iyi anlaşırdın, gerçi
hepimizle iyi anlaşırdın. Ama en çok benimle...”
"Hafızamı geri getirmenin bir yolu yok mu?" dedi
dayanamayarak. "Bu muhabbet, beni iyice sinirlendirmeye başladı. Kendimi
bile tanımıyorum.”
Artemis başını hafifçe yana eğdi. "Tatlım, bu
olabilseydi keşke ama senin hafızan ölümle mühürlendi. Zeus bile hafızanı geri
getiremez."
Dudağını ısırdı. Hafızasını tamamen yitirdiğini hiç
sanmıyordu. Bu, sadece zaman meselesiydi. Yoksa Ares'in ona
"papatyam" dediği anıyı da hatırlayamazdı. Sahi, o neredeydi? Etrafa
bakındı ama kalabalıktan onu göremedi. Odada olmaması da muhtemeldi. Hermes'e
de soramadı ama ona başka birini sormasında sakınca yoktu.
"Zeus, hangisi?"
"O ve Hera henüz teşrif etmedi." diye cevapladı
Hermes ve anlamlı bir şekilde sırıttı. "Anlarsın ya."
Anlamanın uzağından baktı, sonra birden anımsadı. "Aaa,
tamam!" dedi kızararak.
Şu görev denen şeyden dönen Zeus elbette Hera ile vakit
geçirmek isteyecekti. Dünya, ikisinin
çift olduğunu bilecek kadar mitolojiyi anımsıyordu. Artemis, samimi bir şekilde
koluna girdi.
"Bu kadar utanma canım." dedi. "Bu çok
normal... Bu arada, Adonis nerede? Birlikte geleceğinizi düşünmüştüm."
Samimiyetini tuhaf karşılamadı ama sorusu onu rahatsız
etti. "Bilmiyorum."
"Seni bulmaya gitmişti ama..." dedi Artemis
kalabalığa bakınarak. "Şimdi ortalarda görünmüyor."
Lafa giren Hermes içini çekti. "Bana müsaade, küçük
bir işim çıktı." dedi yanlarından ayrıldı.
"Hadi, Adonis gelene kadar biz de etrafa göz atalım.
Uzun zamandır bu kadar kalabalık olmamıştık." dedi Artemis, hâlâ
kolundaydı. Onu ilerletmek için çekiştirince Dünya direndi.
"Hayır, burada duralım, kimseyle yeniden tanışmak
istemiyorum."
Artemis durakladı. "Senin canın sıkkın…"
"Hayır, değil."
"Ben anlarım tatlım. Seni, beni tanıdığından daha
uzun süredir tanıyorum." dedi ve elini salladı. "Bana, bu müthiş
espriyi yaptırdığına inanamıyorum."
Kendini tutamadan gülümsedi, Artemis de ona gülümsedi. "İşte
böyle, surat astıkça güzelleşmiyorsun. Yoksa Athena gibi suratsız mı gezmek
istersin?" dedi ve başıyla ileriyi gösterdi.
Athena, etrafında ciddi görünüşlü üç erkekle sohbet
ediyordu. Önemli bir şey tartışıyorlarmış gibi yüzleri ciddiydi. Kadının
güzelliği göz alıcıydı ama çevresine yaydığı şey, askerî bir çekicilikten
fazlası değildi. Yaklaşmak cesaret istiyordu.
"Yanındakiler kim?"
Artemis uzun saçlı olanı işaret etti. "O,
Herakles." dedi ve en uzunlarını gösterdi. "Onun adı Ajax, o da
Truva'dan sonra bir ölümsüz olduğundan..." durdu. "Tabi, sen bu
hikâyeyi de bilmiyorsundur."
"Ajax'sın, kim olduğunu bile bilmiyorum." dedi
Dünya, gülmemek için zoraki bir ifadeyle.
Artemis; çilli, küçük burnunu kırıştırdı. "Sorun
değil, onu tanımasan da olur, çok kabadır. Yanındaki de Achilles." diye
sarı saçlı ve sadece hafif bir zırh giymiş adamı gösterdi. "Adım gibi
eminim, hâlâ Truva'da kimin haklı olduğunu tartışıyorlardır."
"Siz gerçekten tanrı ve tanrıça olduğunuza
inanmışsınız." dedi kadına dönüp. "Tamam, tuhaf özellikleriniz
olabilir ama yani..."
"Tanrı ve tanrıça mı?" dedi dudağını bükerek.
"Bize öyle diyorlar ama biz onlara, tapınak yapıp bize tapının diye bir
şey demedik. Zaten sonunda gerçeği geç de olsa kavradılar."
"Bu imkânsız, nasıl o kadar uzun süre
yaşayabilirsiniz?"
"Ölümsüzlük içkisi sayesinde!" dedi Artemis. Elini
yanlarından geçen kadının ikram ettiği kadehe uzattı. Basit kadeh, onun
dokunuşuyla zarif bir kadehe dönüştü ve içindeki şeffaf içki de yeşil bir
sıvıya. "İşte, bu nektar sayesinde gücümüzü tazeliyoruz. Buna tanrıların
içeceği diyorlardı. Normal insanlar içemez. Hepimizin güç aldığı şey farklı
olduğundan özelliğine göre içeceğimiz değişir."
Artemis sözleriyle Enlil'in anlattıklarını doğrulamaya
devam ediyordu. Dünya'nın ilgisini çekmekten memnun olan Artemis, kadehi
kaldırıp büyük bir yudum aldı.
"Bir de ölümsüzlük meyvesi vardır: 'Ambrosia'.
Basitçe söylemek gerekirse onu yiyen ölümsüzlüğü kazanır, nektar içerek devam
ettirir." Artemis konuşurken Dünya'nın tepkilerine dikkat kesilmişti ama
beklediği tepkiyi alamayınca devam etti. "Neyse, yürüyelim. Ben de sana
anlatabildiğim kadarını anlatayım."
Onun hiçbir şey anımsamadığına kanaat getiren Artemis ona,
Enlil’den duyduğu efsanevi isimleri birer birer tanıttı. Hepsi, birbirinden o
kadar farklıydı ki. Ölümsüzlerin çoğu samimi bir ifadeyle bazıları da gayet
mesafeli bir selamla Dünya'yı selamladılar. Yeniden aralarına katılan bir
arkadaşları gibi... Sarı saçlarıyla güneş gibi parlayan yakışıklı Apollon, tek
bacağı mat metalden yapılmış Hephaistos, çiçeklerle süslenmiş elbisesiyle bir
gelin gibi süzülen Demeter, gür saçları ve sakalıyla Poseidon, Hermes ile
sohbet eden genç Eros ve divanın üstüne yayılmış elinde içki küpüyle yanındaki
yarı çıplak kadınla ilgilenen Dionysos... Artemis, kadının bir "muse"
olduğunu söylemişti. İsmini söylediği an unuttuğundan pek önemsemedi. Dünya
bakınırken Adonis'i görünce biraz gerildi. Elinde mavi bir sıvının olduğu kristal
bir kadeh vardı. Bir anlığına Dünya'ya baktıktan sonra karşısındaki kadınla
sohbete devam etti.
"O, Daphne." diye açıkladı Artemis. “İkisi ne
yapıyor acaba…”
Umursamadan arkasını döndü. Onu, o an da gördü. Sırtsız
bir kanepeye uzanmıştı, koltuğumsu kanepenin başlıklarında, çevresi püsküllü
yastıklar vardı. Bir bacağı yerde, diğeri kanepenin üzerindeydi. Elini uzatıp
siyah sıvı dolu kadehi son yudumuna dek içti ve ona eşlik eden kadına geri döndü.
Yüzüne sıcaklık hücum ederken olduğu yerde taş kesilmiş halde onları seyretti.
Afrodit'in parmakları, gömleğinin açıklığından Ares'in göğsünü okşuyordu.
Dudakları, adamın kulağının dibindeydi. Ares, gözlerini kapatıp başını yumuşak
yastıklara yasladı ve kendini Afrodit'in şehvetli okşayışlarına bıraktı.
Afrodit, Ares'in yanındayken her şeyi unutmuş gibiydi, sanki odada bir tek
onlar vardı. Gerçi etraftakilerin bu görüntüyü yadırgarmış gibi bir halleri
yoktu. Şoke olan bir tek oydu.
“Yine çok içmiş…” diye yanı başında konuşan Artemis'in
sesiyle kendine geldi. “Aldırma, onlar hep böyledir.”
"Aldırmam için bir sebep yok." dedi ve
uzaklaşmak için yürümeye başladı. Göğsü sıkıştı. Soluk almakta güçlük
çekiyordu. Az önce onu öpen tapılası dudaklar, şimdi Afrodit'in emrindeydi.
Kalabalığı yararak onlardan olabildiğince uzaklaştı. Acı hissetmesi normal
miydi, bilmiyordu ama engel olamıyordu. Anılarını hatırlamıyordu ama duygular
kontrolsüzce kalbini istila ediyordu. Artemis, ona ulaştığında bir sütuna
dayanmış nefes almaya çalışıyordu.
Artemis, karşısına dikildi. "Ares ve Afrodit'ten
rahatsız mı oldun?”
Ret etmek için başını salladı. “Olmadım.”
“O zaman neden kaçtın? Aranızda kötü bir olay mı geçti?"
dediğinde başını kaldırıp kadına baktı.
"Hayır, onları tanımıyorum bile.” Artemis, bir şey
söylemek için ağzını açınca hemen ekledi. "Başka bir şeyden konuşabilir
miyiz?"
Konuşmadılar. Artemis yanında durdu. Artık kimseyi
tanıtmıyordu, sessizce onun düşünmesine izin verdi. Kısacık zamanda aynı kişi
tarafından kalbi kaç kere daha bıçaklanabilirdi? Göğsü neden bu kadar acıyordu?
Ares'i umursamamaya çalıştıkça o, zihninin daha derinlerine nüfuz ediyordu.
Karşısında iki ayrı adam vardı: Biri, onu önemsediğini söyleyen; diğeri, elleri
sürekli Afrodit'te olan. Bundan sonra daha bencil ve mantıklı davranmaya karar
verdi. Tek amacı buradan kurtulmak olacaktı, hiç biri umurunda değildi. Onu
kimse üzemezdi, hele ki kendilerini mitoloji kahramanları sanan deliler
topluluğu canını bile sıkamazdı.
Kalabalık hareketlenince Zeus'un geldiğini anladı. Herkes,
girişe doğru döndü. O da girişe baktı. Gelen adam oldukça etkileyici bir
adamdı, otuz beşinde anca görünüyordu. Onun daha yaşlı olmasını beklediğinden
şaşaladı. Dalgalı, siyah saçları vardı. Gür saçları fazla uzun değildi ve geriye
doğru taranmıştı. Mavi gözlerinden süzülen şey dikkat ve zekâ pırıltılarıydı.
Düzgün bir yüzü vardı. Burnu düzdü, ne çok büyük ne de küçüktü. İnce dudakları
ve güçlü çenesiyle çevresine güven saçıyordu. Beyaz bir gömlek ve krem rengi
keten bir pantolon giymişti. Yanındaki Hera gururlu ve zarif adımlarla onu
takip ediyordu.
Zeus hafifçe tebessüm ederek herkesi selamladı ve ortaya
kadar yürüdü. Güzel bir muse elinde altın bir tepsiyle yaklaştı. İki kadehi
alan Zeus, birini Hera'ya uzattı. Dokunuşuyla değişmeye başlayan kadehi
yukarıya doğru kaldırdı.
"Hepinize, geldiğiniz için teşekkür ediyorum."
dediğinde kalabalık, hoşnut bir şekilde yeniden adamı selamladı. "Bu
gecenin tadını rahat çıkarabilmeniz için uzun bir konuşma yapmayacağım. İyi
eğlenin dostlarım!"
Kalabalık, kadeh kaldırıp Zeus'la beraber içkilerini
yudumladı.
Dünya'nın gözleri, Ares'in olduğu tarafa kaydı. Afrodit
oradaydı ama genç adam görünmüyordu. Boşluk hissetti, sanki etraftaki kalabalığa
rağmen tek başınaydı. Artemis’in ona getirdiği çayı yudumlarken çevresini
izledi. Ölümsüzlerin arasında tek insan olmasına rağmen kimse onu
yadırgamıyordu, sanki uzun süredir orada yaşıyordu. Hemen hepsinin onu tanıması
şaşırtıcıydı. Fakat Enlil ortalıkta görünmüyordu. Birkaç kere Artemis’e soracak
oldu ama araya laf karışınca pek önemsemedi. Artemis, bir ara yanından ayrılıp
Apollon'un yanına gidince Dünya çay fincanını koyacak bir yer aramaya başladı.
Etrafta servis yapan muselere mi vermeliydi, yoksa yere öylece bırakmalı mıydı?
Sehpa veya masa bulamadı. Gezinirken Poseidon'un sarhoş adımlarla havuza doğru
yürüdüğünü gördü. Poseidon elini havuzun suyuna dokundurdu. Su, kalın bir buzla
kaplanınca memnun bir ifadeyle geriledi.
İpekli elbiselerin içinde birbirinden güzel altı kız,
buzun üzerine zarif adımlarla yürüdü. Kızlar, mırıltıya benzeyen melodik bir
sesle şarkı söylemeye ve dağınık adımlarla dans etmeye başladılar. Ellerinde
birbirine yapışık dörder tane flüt olan dört genç adam, havuzun kenarına geldi
ve flüt çalmaya başladı. Müzik ve dans birbiriyle o kadar uyumlu bütünleşmişti
ki elinde boş fincanla kenarda kalakaldı. Kızlar, danslarına tek vücutmuş gibi
devam etti. Müzik ve dans büyüleyiciydi. Eteklerini, saçlarını savurarak
hızlanan kızlar, kalabalığın tüm ilgisini üstlerine çekti.
Başına tuhaf bir ağrı saplanmıştı, bakışlarını
dansçılardan ayırınca biraz rahatladı. Bu, ölümlü gözler için fazla bir gösteriydi.
Fincanı divanın başlığındaki rafa bırakmak için salonun diğer tarafına gitti.
Üzeri resimli dekorla birleşmiş bir kapı görünce baş ağrısını gidermek için çıkıp
hava almak istedi. Fincanı rafa bırakıp kapıdan süzüldü.
Hava normalin üzerinde sıcaktı. Geniş terasın zeminini
sıcaktan dolayı kurumuş cansız yapraklar ve dal parçaları sarmıştı. Karanlıktı
fakat parlak ay ışığı sayesinde gayet rahat görebiliyordu. Kenara doğru yürüdü,
mermer merdivenlerin üzerinde iki kişinin olduğunu fark edince yavaşladı. Biri,
basamaklara oturmuştu; diğeri, korkuluğa sırtını yaslamıştı. Devasa bir
saksıyla, bir duvarın arasına gizlendi çünkü oturanın Ares olduğunu anlamıştı.
Kiminle konuştuğunu, adamın yüzüne vuran gölge yüzünden göremiyordu.
"Yaptığın şey çok riskli Ares." dedi gölgenin
sahibi, ikna etmek istercesine yumuşak bir sesle.
"Risk olmazsa kazanç olmaz." dedi Ares. Sesi çok
huzursuzdu ve içkinin tesiri kelimelerinde belli oluyordu. "Bir kez daha
kaybetmeye katlanamam Eros."
"Şimdi kazandın mı yani?" dedi gölgenin sahibi
ve Ares'e doğru eğildi.
Ares, başını adama doğru çevirdi. "Daha hiçbir şey
bitmedi."
“Onu çok öfkelendireceksin! Yaptıkların Zeus’un elini güçlendirmekten
başka bir işe yaramıyor. Sürekli olaylara atılmak yerine biraz geride durup
izlemek daha mantıklı olmaz mı?”
“Bunu yapmadım mı? Yaptım. Sonuç ne oldu?” diye sert bir
tonda söylendi. “Bir kez daha Zeus’un ikna gücünü hafife almamam gerektiğini öğrendim.”
“Uzak durup rol yapmak sorunu çözecek mi? Böyle mi
koruyacaksın? Hafızasını yok edip görmezden gelerek mi Zeus’un ellerinden
kurtaracaksın?” dedi Eros. “Yüzleş onunla!”
“Ben… Tepkilerimi kontrol etmekte zorlanıyorum. Kafası
karışık biliyorum ama…” Kesik bir nefes alan Ares üzgün bir sesle ekledi. “Onun
yabancı bakışlarına dayanamıyorum. Yakınındayken kendime hâkim olamazsam onu
tehlikeye atacağımı bilmek canımı yakıyor. Hafızasını oynamak da çare değil. Her
seferinde ruhumda bir şeylerin yandığını ve karardığını hissediyorum. Onu her
an kaybedebileceğimi bilmek odaklanmamı engelliyor, kendimi oyuna veremiyorum.
Adonis bu kadar erken dönmemeliydi, onun cazibesine bir kez daha kapılırsa ne
yapacağımı kestiremiyorum. Bu olasılığı düşünmemem gerekiyor ama elimde değil.”
“Bu konuda korkmana gerek olduğunu sanmıyorum ama bir
çaresi var. Ona her şeyi anlatabilirsin. Hafızasını kaybetmiş olsa da seni
anlayacağına inanıyorum.”
“Manipüle etmek istemiyorum ve cezanın…” yutkundu ve
güçlükle devam etti. “İstediğim gibi bir ceza alamazsam, onu üzmek istemiyorum.
Kuşku çekmek işleri daha da zorlaştıracaktır.”
“Açıklama borçlusun Ares!”
“Yapamam!”
“Kalbini kazanınca daha rahatlayacak mısın? Madem
planından vaz geçmeyeceksin, seni o konuda rahatlatmamı ister misin?” Eros
yanına oturdu ve elini Ares’in omzuna attı. Anlayışlı bir sesle konuştu. "Sana
yardım edebilirim, biliyorsun. Tek ok..."
"Hayır." dedi Ares kötü bir teklif almışçasına
doğrulup temasından kaçındı. "Sahtesini değil; ben, gerçeğini
istiyorum."
"Biliyorsun, ben bunu hep yaparım. Gerçeğinden farkı
olmaz ve kimse anlamaz."
"Ben bilirdim." diye mırıldandı Ares ve kayıtsız
bir tavırla devam etti. "Bunu boş ver, zaten Afrodit ile aramı oldukça
düzelttim. Artık ona sadık olduğumu düşünüyor ve istediğimi vermek için
tereddüt etmeyecek. Şu an için Afrodit’i ikna etmek daha önemli."
Duydukları karşısında Dünya'nın soluğu kesilirken Eros
soluklandı.
"Anlayınca çılgına dönecek." dedi gergin bir
sesle. Bir an sustular ve Eros çekingen bir sesle konuştu. "Ares, sözlerimi
yanlış anlama ama sen ölümsüzsün, o ise ölümlü. Bunca zaman sonra öğrendiğim
tek şey ölümlülerle olan hiçbir hikâyede mutlu son olmamıştır. Hikâye, mutlaka
eksik kalmıştır. Onu, neden rahat bırakmıyorsun? Belki böylesi, ikiniz için de
iyi olur."
Ares, omzunun üstünden adama baktı; adamın altın gözleri,
loş ışıkta bile parlıyordu.
"Yapamam."
"Onu, serbest bırakmalısın. Bencil olma." Ares
homurdanınca ekledi. "Hayatına devam etme şansı ver. Ömrü kısa, sonunda
onu zaten kaybedeceksin."
"Kaybetmeyeceğim!" dedi Ares sinirle ve
sakinleşerek devam etti. "Onun ne kadar özel biri olduğunu fark etmediğini
söyleme Eros. Şimdiye kadar üç kere anahtar oldu. Bu sayı bir insan için çok
fazla ve sona erdiğini de sanmıyorum. Anahtar olmaya devam edecek. Yaptığım şey
bencillik değil, Dünya'yı korumaktan başka bir düşüncem olmadığını biliyorsun.
Onun hafızasıyla bir kez daha oynarsam, onu delirtebilirim. Ayrıca neden
hafızasını sürekli siliyoruz ki?"
"Bu, onun akıl sağlığı için."
"Hayır, bu sadece bizim sırlarımızı unutsun diye..."
dedi Ares. Elini yana uzatıp kadehini bir dikişte içti. "Beni unutsun
diye..." dedi ve kadehi ileri fırlattı. “Kahretsin!”
"Sakin ol Ares." dedi uysal bir sesle.
"Seni kızdırmak niyetinde değilim. Seni ne kadar önemsediğimi biliyorsun,
sonrasında üzülmeni istemem."
Dünya, soluk bile almadan onları dinliyordu. Karışık aklı
iyice dağılmıştı. Olayları duyduklarıyla bağlamak çok zordu. Hafızasını
kaybetmemiş bile olsaydı bu sözleri anlayabileceğini sanmıyordu. Acaba Adonis
haklı olabilir miydi? İkisinin sevgili olma ihtimali, rüya ve hayallerinin ona
işaret ettikleri, öpücüğü ile onun başını döndüren Ares’in anlaşılmaz ilgisi ve
korumacılığı, iki adamın onun için kavga etmeleri… Ayrıca yeniden tanıştığı
herkes onun varlığını çoktan benimsemişti, çoğu onu hiç yadsımamıştı. Kendisi
kendine alışamamışken herkesin onu kabullenmiş olması ilginçti.
Eros bedenini Ares’e doğru çevirdi. "Başın zaten
dertte, bir de planın anlaşılırsa..."
Ares doğrulup, Eros'un yüzüne bakınca adam sustu. "Eğer
planım bozulursa, verilecek hiçbir ceza acımı hafifletmez. Bu yüzden kaybedecek
hiçbir şeyim yok."
"Adonis'in hırsını yabana atma. Planını, sadece senin
öfken bozabilir. Bu yüzden, ona karşı soğukkanlı olmalısın. Seni kolayca tahrik
edebiliyor."
Ares sinirle homurdandı. "Adonis’in şansı yoktu sadece
bir fırsatı değerlendirdi."
"İhtimali de hesaba katmalısın. Düşün, Dünya,
Adonis'i seçerse ne yapacaksın? Onu yeniden mi öldüreceksin? Ambrosia’yı bu
yüzden mi istiyorsun?"
Eros gibi kendisi de Ares'in cevabına dikkat kesilmişti. Ares
bakışlarını bahçeye doğru çevirdi, bir süre karanlığı seyretti. Sonunda konuştu,
sesi acımasızdı.
"Eninde sonunda onu zaten öldüreceğim."
Dünya yutkunup geriledi, elleri buz gibiydi. Duvara
tutunarak salona doğru yürümeye başladı. Genç adamın sesindeki ton,
sözlerindeki ciddiyeti yansıtıyordu. Onu öldürmeye kararlıydı ama neden? Onu
çok önemsiyormuş gibi konuşmuştu oysaki. Manipüle etmek istemediğini söylemişti
fakat kararları hoşuna gitmezse ne yapacağını açıklamamıştı. Ares onun kalbini
kazanmak istiyordu ama romantik bir sebebi olduğuna inanacak kadar saf değildi.
Onun da içinde olduğu bir planı olduğunu itiraf ediyor, en sonunda da onu
kesinlikle öldüreceğini söylüyordu. Bu çelişkiler karmaşasında kaybolmuş bir
halde, terasın kapısını nihayet buldu.
Kendisini, salona attığında dansın bitmiş olduğunu fark
etti. Kalabalıktan uzakta duvara dayalı bir divanda tek başına oturan Enlil'i
görünce aceleyle yanına gitti.
“Sen neredeydin?”
Adam, onun paniklemiş halini sorgulamadan rahatlatıcı bir
gülümsemeyle konuştu. “Biraz işim vardı.” dedi ve gözlerini dağılan dansçılara
çevirdi. “Museler başını ağrıttı, değil mi?”
Onaylamak için başını salladı. Enlil bakışlarını tekrar
sıvıya dönüşmüş havuza dikti. "Ölümlü kulaklar için biraz sarsıcı oluyor;
bu kadar uyum, insanlar için sakıncalı." diye açıkladı. "Oysaki
Apollon'un museleri ölümsüzler için tedaviden farksızdır."
"Çok güzeller." dedi Dünya, Apollon'un etrafını
saran kızları bir süre izleyerek. Hepsinin hayran bakışlarla Apollon’u
çevrelemesi ve adamın bu ilgiden habersiz gibi davranması oldukça komikti.
Dünya az önce duyduklarının etkisinde düşüncelere
dalmıştı. Öldürülmeden önce buradan mutlaka kaçmalıydı ama nasıl yapacaktı?
Acaba Enlil yardım edebilir miydi? Hayır, o da ölümsüzlerden biriydi ve ona
hiçbirinin yardım edeceğini sanmıyordu. Onu kurtarmak istediğini söyleyen Ares
neden onu öldürmek istiyordu? Belki bunu çözebilirse aralarındaki sorunu
halledebilirdi. Ya da bir ihtimal adamın sözlerinin anlamı bambaşka bir şeydi.
"Senin kadar güzel değiller." diyen sese döndü.
Adonis yanına gelmişti ve sözlerindeki anlamı yansıtan bakışlarla ona
bakıyordu.
"Buna onay verebilirim." dedi Enlil kısık sesle
adamı onaylayarak.
Onu, muselerle karşılaştırmaları bile komikti. Kızların
her biri kendine has güzellikleriyle ortama ışık saçıyorlardı. Adonis,
karşısına geçmiş onunla dalga geçiyordu. "Tavlama taktiği" diye
düşündü ve adama ters bir bakış attı.
“Göz muayenesinin zamanı gelmiş.”
Adamlar ona gülümseyince söylenenlere takılmamaya karar
verdi. Trip atmaya gerek yoktu.
"Gözlerimi kamaştıran sensin Dünya." dedi Adonis
aniden. Dünya bu cesur iltifat yüzünden gerildi. Adam, Enlil'e orada yokmuş
gibi davranıyordu. Bundan rahatsız olan Enlil, ona göz kırpıp uzaklaştı. Dünya
ise nefeslenip Adonis ile yalnız kalmış olmanın verdiği gerginlikle kollarını
kenetledi.
"Tüm gece senden uzak durmaya çalıştım." dedi
Adonis. İç geçirdi. "Buraya kadarmış."
"Diğerleri nereye gitti?" dedi Dünya lafı değiştirmek
için. "Artemis seni soruyordu. Kalabalık da azalmış."
Adonis, yüzünü bir an süzdü sonra konuyu değiştirmesine
izin vermeye karar verdi. "Yarı ölümsüzlerin gitmesi gerekti, bundan
sonrası onları ilgilendirmiyor."
"Benim de gitmem gerek sanırım."
"Hayır, sen bir anahtarsın, sana yasak yok."
diye ona bir adım daha yaklaştı. Teninin kokusunu nasıl alabildiğine şaşırsa da
bu kokunun, çok baştan çıkarıcı bir koku olduğunu itiraf edebilirdi. Ares’in
ten kokusu ise aklını başından alacak kadar muhteşemdi. Zihni yeniden Ares’e
kayınca dalgınlığını fark eden Adonis karşısında durup ilgisini kendine çekti. "Zeus
kadar serbestsin."
"Tabi, ne de olsa hafızamı katledince, bir şeyler
görmem veya duymam sorun teşkil etmiyor, değil mi?"
Adonis kaşlarını çattı. "Hafızanı yitirmiş olmandan
ben de rahatsızım ama bu, bizim kararımız değildi. Tek başına Ares'in kararıydı
ve bunun için de ona verilecek cezanın en büyüğü olması için elimden geleni
yapacağım."
Tartışmak faydasızdı. Adonis'e kısa bir bakış atıp salona
döndü. Zeus ile Hera geniş bir divanda yatar şekilde oturuyorlardı. Önlerindeki
aylıklı tepsilerin içinde meyveler yerlere kadar taşmıştı. Bir yandan onlardan
atıştırıp bir yandan da kadehlerini yudumluyorlardı. Diğer ölümsüzlerin
keyifleri de yerindeydi. Özellikle, Dionysos kendini kaybedecek kadar sarhoş
olmuşa benziyordu. Dionysos, çok iri bir adamdı, sarkan göbeğine rağmen hiç
rahatsız değildi ve odadaki en güzel kızlar onun etrafındaydı. Ağzından çıkan
her sözü emir gibi yerine getirmek için yarışıyorlardı. Athena ve Apollon,
Zeus'a yakın bir minderde oturup meyve atıştırırken ciddi bir konudan bahsedermiş
gibi kendi aralarında konuşuyorlardı. Afrodit, Hephaistos ile gülüşüyordu.
Hermes yanlarına gidince kadın Hermes'in koluna girdi ve onun da konuşmaya
katılmasını sağladı. Hades, yanında alımlı bir museyle sütuna yaslanmış
içkisini yudumluyordu.
Ares'i görünce Dünya'nın dizleri titredi. Adam tek
başınaydı ve duvara yaslanmış, elleri cebinde, doğruca ona bakıyordu. Yüzü çok
asıktı, saçlarını tamamen topladığı için mutsuzluğu ifadesinden kolayca okunuyordu.
Gözlerindeki alevler uzaktan bile etkileyici bir yoğunlukta parlıyordu. Ondan
nefret ederse belki daha tedbirli olup ölümden kurtulabilirdi ama onu her gördüğünde
midesinin havalanması kararlarını etkisizleştiriyordu. Bakışlarını Ares’in
keskin bakışlarından alıp başını çevirdi ve şaşırdı. Adonis'in hâlâ yanında
durduğunu unutmuştu.
"Başın nasıl oldu?"
"Hıı?"
Adonis parmağının ucuyla bandajına dokundu. "Başın
nasıl oldu, mide bulantın geçti mi?"
Yarasından bahsettiğini geç de olsa anladı. "İyiyim,
yarına kadar hiçbir şeyim kalmaz." Dedi ve aklına Sirona’nın kuşkulu
sorusu gelince dikkatlice Adonis’e baktı. “Sence de çok çabuk iyileşmedi mi?”
Adonis’in dudağı bir anlığına kıvrıldı, sanki gülmesini
son anda bastırmıştı. “Değil mi? Ne ilginç!”
“Alay mı ediyorsun?” dedi kaşlarını çatıp. “Anahtar dediğiniz
yeteneğin eseri olabilir mi diye merak ettim.”
Mükemmel dudaklar kıvrıldı, şimdi basbayağı sırıtıyordu.
“Alay etmiyorum aşkım ama sanki ağzımdan laf almaya çalışıyorsun gibi… Komik
geldi.” dedi ve doğruldu. “Her neyse, sen bizi en çok şaşırtan anahtar olduğundan
çabuk iyileşme gücün varsa şaşırmayacağım. Gerçi Sirona’nın şifa yeteneğine
rağmen içim pek rahat değil.” Dedi ve ona yaklaştı. “Belki de, bu gece benimle
kalsan iyi olur. Ne olur ne olmaz diye sana göz kulak olmalıyım.”
Bu insanlar onu ondan iyi tanıyorlardı. Her ifadesini
çözmelerine ve onun huylarını ona anlatmalarına sinir olmaya başlamıştı. Bu
koşullarda düşüncelerini saklamak için fazladan çaba sarf etmeliydi.
"Hiç sanmıyorum." dedi Dünya ve ciddi bir sesle
ekledi. "Konu kapanmıştır."
Sütunun yanındaki alçak divana gidip oturdu, Adonis de
yanı başına oturdu. Neyse ki yanlarına Artemis geldi ve konuşma daha rahat
konulara kaydı. Bir süre onun anlamadığı olaylardan bahsettiler. En son
gittikleri görevde yaşadıkları fikir ayrılığından konuşurlarken Dünya esnemeye
başlamıştı. Adının seslenildiğini duydu ama beyninin içinde... Başını kaldırıp
Zeus'a baktı, kıvılcımlı mavi gözleri onun üzerindeydi. Adam, başını hafifçe
eğip ona selam verdi. Şaşırmıştı, o da aynı hareketle adamı selamladı. Zeus ve
Ares'in kişilik gücünün birbirine yakın olduğunu hissetti, öz güvenleri çok
yüksekti. Anlaşılan ikisi de karşısındakini kolayca ikna edebiliyordu ve her
dediklerine inanmak hiç zor değildi. Bazı insanlar vardır, karakterleri
öylesine güçlüdür ki bir an, ona hayran olduğunuz için kendinizden nefret
edersiniz çünkü o sizin ulaşamayacağınız kadar yüksektir. Ezmek istemese de
varlıkları ezicidir. Bu ikisinin onda uyandırdığı izlenim buydu. Nefret
edilecek kadar güçlü kişiliklere sahiptiler, kalabalıkları peşlerine takmak
için tek bakışlarının yeteceğine emindi. Belki bu yüzden zaman öncesinde
insanlar onları tanrı sanmışlardı. Bilinçlerinin alamayacağı bir büyüye sahip
ölümsüzleri, başka hangi tahta layık görebilirlerdi ki?
Zeus, ayağa kalktığında vakit bir hayli ilerlemişti. Cesaret
edip onunla konuşmak için yanına gidememişti bile. Şimdi, önünden geçip
gitmesini seyrediyordu. Hera ile birlikte kapıdan kaybolacaklardı ki, kararını
verip ayağa kalktı ve hızla peşlerinden yürümeye başladı. Adonis ve Artemis
divanın üstünde anlamsızca oturup kalmışlardı. Kapıdan çıktı. Köşeyi dönen
Zeus'a yetişmek için koşmaya başlamıştı ki bir el onu durdurdu ve onu kolundan
tuttuğu gibi diğer tarafa, gölgeli köşeye, sürükledi. Dudaklarının üzerindeki
elden kurtulmak için çırpındı ama onu yakalayan çok güçlüydü. Duraklayıp bir
nefes ötesindeki altın gözlere baktı. Bağırmayacağından emin olan Ares elini
onun dudaklarından usulca çekti. Dünya, Ares'in elinden silkinerek kurtulmaya
çalıştı ama adamın güçlü parmakları buna izin vermedi.
“Bırak beni!” diye söylendi.
"Sana rahat dur, onunla konuşma demiştim!" dedi
Ares onu zapt etmeye çalışarak. “Onunla konuşmak her şeyi karıştırır.”
"Bırak beni! Yoksa seni pişman ederim!" diye
adamın bacağına bir tekme attı.
Canı acıyan Ares homurdandı ve sertçe bileklerinden tutup
onu duvara yapıştırdı. Çırpınmaması için kendi bedenini tamamen onunkine
yaslamıştı, yüzüne bağırmamaya çalışarak söylendi.
"Bana vurup durma."
Debelenmeyi bıraktı, soluk soluğa Ares'in yüzüne baktı.
Dağılmış saçları, görüşünü kısıtlıyordu. Ares, Dünya'nın bileklerini tek eliyle
tutup saçlarını okşarcasına yüzünden çekti ve görüşünü engelleyen tutamı
kulağının arkasına sıkıştırdı. Parmaklarını belli belirsiz dokunuşlarla
şakağından çene hattına indirdi. Parıldayan gözleri parmağıyla izlediği yolu
takip ettikten sonra yavaşça onun gözlerine döndü. Dünya soluk almayı
bırakmıştı, boğazı kurudu. Durumunun tuhaflığına rağmen dokunuşu çok
romantikti. Dudakları alev gibi yanmaya başladı. Dünya'nın büyülenmiş gözleri,
adamın altın gözlerine takılıp kalmıştı. Cazibesine karşı koymak olanaksızdı. Elini
ondan çeken Ares, uzun kirpiklerini kırpıştırıp şaşkınca fısıldadı.
"Bana, neden öyle bakıyorsun?"
“Nasıl?” dedi titrek bir sesle.
Ares’in dudakları cevaplamak için aralandı ama konuşamadan
ona bakmaya devam etti. Kalbi delice atıyordu. Ares'in de bunu hissettiğine
emindi ama umurunda değildi çünkü o da adamın kalbinin güçlü atışını
duyabiliyordu. Ares'le boğuşurken adamın gömleğinin yakası iyice açılmıştı ve
adam Dünya'nın kıpırdamasını engellemek için tüm bedenini ona yaslamıştı.
Adamın sıcak tenini, aralarındaki tişörtünün kumaşına rağmen hissediyordu. Ares
usulca eğildi ve dudağını onun şakağına dayadı, ona öyle yaklaşmıştı ki nefesi
tenini kavuruyordu.
“Aklımı başımdan almaya kararlısın.” Diye fısıldadı ve
biraz geriledi.
Onun durumu da Ares’ten farklı değildi fakat sözcükler
boğazına düğümlendi, konuşamadı. Adamı kendinden uzaklaştırması gerekirken
çekimine kapılmasına engel olamadı. Ares'in eli, yukarıya sabitlediği
bileklerine giderken Dünya gözlerini adamın parıldayan güzel gözlerinden
ayıramadı. Parmaklarını, Dünya'nın parmaklarına kenetledi ve yavaşça ellerini
aşağı indirdi. Ares, ellerini bırakmadan kollarını onun sırtında kavuşturdu. Onu
iyice kucağına çekerek biraz yükseltti. Yüzünü onun boynuna eğdi ve onun içini
titreten bir nefesle onu kokladı. Dudaklarını ve burnunu tenine sürterek
kulağına kadar geldi, boğuk bir sesle fısıldadı.
“Sensizliğe dayanamıyorum, papatyam.” diye fısıldadı, sesi
hâlâ kendine gelmemiş gibi uyuşuktu. İçki yüzünden de olabilir, diye düşündü.
Adam isteksizce başını kaldırdı ve Dünya'nın gözlerine baktı. “Bu gece odama
gel. Rahatsız edilmeden konuşabileceğimiz tek yer orası. Zeus odama giremez.”
Ares onun cevabını beklemeden onu serbest bıraktı ve
arkasına bakmaksızın koridorda ilerledi. Genç adamın yokluğu yüzünden dizlerinin
bağı çözüldü. Duvara yaslanmasaydı düşecekti. Heyecanı yüzünden kendisine
kızıyordu ama heyecanına engel de olamıyordu. Onu odasına çağırmıştı.
Konuşmaları gerektiğini o da biliyordu. Daha önce aralarında ne geçtiyse
aydınlanmalıydı fakat onu öldüreceğini söyleyen birinin odasına kendi ayağıyla
gitmesi ne kadar doğru olurdu? Dediğine göre, Zeus bile onu kurtaramazdı.
Ayrıca aralarındaki çekim onu perişan ederken Ares'e karşı koyacak cesareti
nasıl bulacaktı?
Çoktan uzaklaşmış olan Zeus'un peşinden gitmekten vazgeçti
ve odasına doğru yürümeye başladı. Bir kez kaybolarak ulaştığı odasının önünde
onu bekleyen Afrodit’i gördüğüne şaşırdı. Altın sarısı saçlarını salmıştı,
elbisesini değiştirmişti. Önü kısa, arkası uzun elbisesi tüllerden bir bulut
gibiydi. Ellerini göğsünde kavuşturdu ve dolgun dudaklarını büktü. O yaklaştığında
sahte bir gülümsemeyle konuştu.
"Nihayet anahtar! Beklemekten sıkılmıştım ki tam
zamanında geldin." Dedi, ondan tepki alamayınca alaycı bir ifadeyle
sırıttı. “Yanlış odaya gittiğini düşünüp Adonis'i uyardım ama neyse ki kendi
odanın yolunu biliyormuşsun."
Kaşlarını çatıp kadının karşısında dikildi. “Beni
düşünmeni gerektirecek kadar samimi olduğumuzu bilmiyordum."
“Değiliz.” Diyen Afrodit soluklandı ve kibirli bir bakışla
onu süzdü. “Seninle samimi olmak gibi bir derdim yok anahtar. Küçük bir uyarı
için seninle konuşmak istedim. Haddini bilmeni tavsiye ederim. Anahtar olman
geçici, sen onun için geçicisin… Bir hevesten başka bir şey değilsin. Senden sıkıldığı
zaman yine benim kollarımın arasına dönecektir. Gerçi o kollarımın arasından
hiç çıkmadı ya neyse."
Afrodit’in kıskançlık yüzünden kapısında beklemesine
şaşırsa da, kadının kendinden emin ve haklı konuşması iyice canını sıktı. Tüm
gün bozulan sinirlerinin acısını ondan çıkarmaya karar verdi, kaşınmıştı. Ukala
bir tavırla dudağını büktü.
"O zaman, o kollarını sıkıca kapat çünkü sürekli
yanıma gelip beni öpmeye çalışmasından bıktım."
Afrodit'in öfkeyle buruşan yüzüne doğru saçlarını savurdu
ve odasının kapısına elini koydu. Kapıyı Afrodit'in kırmızıya dönmüş yüzüne
kapatmadan önce duvardaki ışık çizgilerine dokundu. Renkli ışıklara boğulan
odasından kadına baktı. Gidip gitmemek arasında öfkeyle ona bakan Afrodit
dişlerinin arasından söylendi.
"Ölümlü, seni bir kez uyaracağım! Seninle
fingirdeşmesi umurumda bile değil, o hep benim olmaya devam edecek ama Ares senin
yüzünden zarar görürse gazabımdan seni kimse kurtaramaz!"
İnce topuklarının üstünde döndü ve koridorda hızla yürümeye
başladı. Kadının gidişini izlerken kalbinin üstüne sıcak korların döküldüğünü
hissetti. Kapıyı Afrodit'in ardından kapattı. Odadaki ışıklardan beyaz
dışındakileri kararttı. Parmaklarını saçlarına geçirdi ve kapının önüne çöktü.
Düşüncelerinin arasında kaybolmuştu. Buraya ait olmadığını ve ölümsüzler içinde
yeri olmadığını biliyordu. Geçici bir süreliğine burada tutsaktı, ölümünü
bekleyen bir tutsak...
Kapı çaldığında hâlâ kapının önde oturuyordu. Kapıdaki
ismini seslendi. Bu Enlil'di. Ayağa kalkıp kapıyı açtı. Adam, yüzünde şefkatli
bir gülümsemeyle elindeki tepsiyi yukarı kaldırdı.
"Can sıkıntısına iyi gelecek bir şey biliyorum."
Adamın elindekilere kısa bir bakış attı ve kaşlarının
altından adama baktı.
"Süt ve bisküvi mi?"
Adam başını salladı. "Hayır, sıcacık bir
sohbet!"
Adama gülümsedi ve onu içeri davet etti. Enlil derin bir
nefes alıp odaya girdi. Küçük masaya geçtiler. Enlil süt bardağını onun önüne
koydu, bisküvi tabağını da ortalarına. Adam, tabaktan bir tane bisküvi aldı. "Kaçmayı
bırakmana sevindiğimi söylersem bana kızmazsın umarım."
Süt bardağından gözlerini kaldırıp adama baktı. "Bıraktım
mı?"
"Öyle görünüyor." dedi, adam.
Enlil'in diğer ölümsüzlere nazaran daha çok insana
benzediğini düşündü Dünya. Daha sakin ve daha basit biriydi. Enlil,
bisküvisinden, dikkatli bir ısırık aldı, kırıntıları fazla dökmemeye
çalışıyordu. Gözüyle Dünya'nın önünde duran sütü işaret etti. "İçsene,
hadi."
Ilık süt, büyük cam bardağı ısıtmıştı ama elini
yakmıyordu. Bir yudum aldı, tadı yerindeydi. Yalanıp bir yudum daha aldı. "Bu
çok güzel, teşekkür ederim. Çok düşüncelisin."
Enlil bir bisküvi uzattı, önce ret edecekti ama adamın
yüzüne bakınca, reddetmekten vazgeçip bisküviyi aldı.
"Sana, bir şey sormak istiyorum." dedi. Adama
bakmak yerine elindeki bisküviye bakıyordu. Sorusu anlamsız olsa da Dünya için
önemliydi. Başını kaldırıp adamın yüzüne baktı. "Kime güvenmeliyim?"
Enlil tabaktan bir bisküvi daha aldı ve gayet rahat sordu.
"Bunu bana neden soruyorsun?"
Sesi ve bakışları ciddiydi. Dünya böyle bir danışmanlık
için adama neden güvendiğini bile bilmiyordu. Belki yaşı, belki babacan tavrı
yüzündendi, belki ona yakın davranan ilk kişi olduğundandı. Sonra nedenini
anladı. Enlil de onun gibi çemberin dışındaydı. Ölümsüz olduğu halde ne onlara
tamamen katılıyordu ne de onlarla konuşuyordu. Onun gibi yabancıydı. Bu
yabancılaşmanın iki taraf için de kabul gördüğünü anlamıştı çünkü Enlil'in
ilgisizliğine karşılık onlar da adamı görmezden geliyorlardı. Karşılıklı
yapılmış bir anlaşma gibi.
"Beni tanıyorsun." dedi adama. "Bense
kendimi yeni tanımaya çalışıyorum."
Enlil, bardağı tutan ellerini kendi avuçları arasına aldı.
Genç bakışlarıyla ona baktı. "O zaman senin yerinde ben olsaydım, tek bir
kişiye güvenirdim canım: kendime. Sana senden başka kimse dürüst olmaz, hele ki
burada. Güvenmek gibi bir lüksün yok."
İçi nedense rahatladı. Basit bir cevaptı ama işe
yaramıştı, adama gülümsedi. Sütünü bitirirken havadan sudan konuştular. Enlil
usta anlatımıyla güneşe uçmaya çalışan İkarus ve sudaki aksine âşık olan
Narcisus'un hikâyelerini anlattı. Hikâyeler bittiğinde onların da sütü ve
önlerindeki bir tabak bisküvileri bitmişti. Enlil, izin istedi ve odadan
ayrılırken küçük bir çocukmuş gibi onu yatağa yolladı. Çıkmadan önce ona bir
kez daha baktı.
"Kendi hislerine güvenmelisin Dünya. Burada hayatta
kalabilmek için, kendin için, bencil olmaktan başka çaren yok." dedi ve
gülümsedi. "Ben, hep senin arkanda olacağım."
Kapıya elini dokundurdu ve onu yalnız bıraktı. Son sözleri
nedense içini ürpertmişti. Gözlerini kapatırken kimsesizliğini ve yalnızlığını
ruhunun derinliklerinde soğuk bir yumruk gibi hissetti.
Yatakta bir kez daha döndü. Odada saat olmadığından ne
kadar zamandır uyumaya çalıştığını bile bilmiyordu. Koca malikânede, zaman
kaygısı olmadığı çok barizdi. Enlil, yanından ayrıldığından beri de çok
huzursuzdu; bu da vaktin olduğundan daha yavaş geçmesine sebep oluyordu.
Yataktan kalkıp odanın ortasında yürümeye başladı. Tüm olanlara karşın Ares'i
yeniden görmeyi istiyordu. Kapıya bakış attı. Odasının yerini iyi biliyordu ama
onunla baş başa kalma fikri gözüne pek mantıklı gelmiyordu. Aman neden mantık
arıyordu ki?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder