Yasemin onaylamaz bir tavırla başını dikleştirdi. Fal bakmanın günah olduğunu düşünmüyordu, çünkü eğlence amacıyla söylenmiş birkaç cümleyi kafaya takacak kadar bilinçsiz biri değildi. Sırf eğlenmek ve hoşça vakit geçirmek için arada Münevver ile annesi kahve içer, kapatırdı. Afife Hanım, kızının falına; Münevver de Afife Hanım'ın falına bakardı. Yasemin'e kalan fincandan Münevver için bir sürü yakışıklı beyaz atlı prens fırlardı ama nedense kadıncağız bu hayali prenslerden birini dahi yakalamayı başaramamıştı.
Perran konağa tesadüfen veya Yasemin'i çok özlediğinden gelmemişti. Hayriye Hanım, pazara giderken bir ahbabına rast gelmiş ve ahbabı da laf arasında Salih'i konağa girerken gördüğünü söylemişti. Hayriye Hanım, konuşmaya devam eden kadını ortada bırakıp eve koşarak geri gelmiş ve Perran'ı dedikodu toplasın diye konağa göndermişti. Perran'ın amacı, annesine konu biriktirmek değildi, onun derdi Salih'i görmek ve kendisini fark etmesini sağlamaktı. Nişana rağmen hala şansı olduğuna inanıyordu.
Gönül çarpıntıları içinde, şadırvandan ona doğru gelen çifti, kıskanç gözlerle süzdü. Salih ile Yasemin yan yana yürüyordu ama aralarındaki soğukluk gözle görülüyordu. Boy pos bakımından birbirlerine yakıştıklarını inkar edecek kadar gözü dönmemişti. Yasemin ince tülden başörtüsü ve açık pembe elbisesiyle bir kuğu gibi zarifti, uzun dalgalı saçları her zamanki gibi bakımlıydı. Salih ise... Ah, ah! Özene bezene yaratılmış, güzellikte değme kızları geride bırakacak kadar yakışıklı bir erkekti. Hayriye Hanım, uzun araştırma yapamasa da Salih'in kişiliğinin de yüzü kadar güzel olduğunu öğrenmeyi başarmıştı. Perran, annesinden bu dedikoduları dinledikçe gönlü kaynıyor, genç adam doğru akıp daha derin bir aşka kapıldığını farz ediyordu.
Karşısından gelen ceylan bakışlı delikanlının yol açtığı heyecanı dindirmek için elindeki mendili hızlıca yüzüne salladı, yüreğinin harareti büsbütün artmış, başına vurmuştu. Bir kez daha hayıflandı. Afife Hanım'a kaptırdığı mektubu, zapt etmek yerine o vakit göndermiş olsaydı ve cesur davranıp altına adını da ekleyiverseydi... Şimdi Salih'in kolunda salınarak uçuşan kendisi olacaktı.
Yasemin ise Salih'in kendisine oyun oynadığından habersiz duyduklarına şaşırmakla meşguldü. Salih, kızı sinirlenmekten bu kadar hoşlanacağını bilseydi, ziyaretini çoktan gerçekleştirirdi. Boşa geçen iki haftaya üzüldü. Yasemin onun düşündüğü gibi süs bebeği değildi, söylediği laflarla insanı sohbetin içine çeken bir dilbazdı. Mektubu onun yazdığına emin oldu, oyuncu ve keskin zekâsı, genç kızın gözlerinden belli oluyordu. Oturup saatlerce Yasemin ile konuşabilirdi ve sıkılacağını hiç sanmıyordu. Yasemin'in hızlı yürüyüp kendini arkadaşının korumasına atmak için canlanmasına takıldı.
"Biraz yavaş olun Yasemin Hanım, bu sıcakta size yetişmekte zorlanıyorum."
Yasemin omzunun üstünden küçümser bir bakış attı. "Sıcakta yürümeyi bünyeniz kaldırmıyor mu? Yoksa kibarlığınız mı bozulur?"
"Hayır, terleyip pis kokmak istemem." Dedi ve gül kokuları saçan kıza burnunu uzatıp memnuniyetsiz bir şekilde kokladı. "Ah, işte, tam tahmin ettiğim gibi."
Yasemin olduğu yerde durdu, kıpkırmızı bir suratla köpürdü. "Sanırım o kötü koku sizden geliyor Salih Bey. Ben terlemedim bile! İftira atıyorsunuz."
Salih darılır gibi yüzünü eğdi. "Haksızsınız Yasemin Hanım, ben de terlemedim. Sizin tersinize koşarak yürüme alışkanlığım yok."
Yasemin yumruklarını sıktı ve genç adamın yüzüne doğru söylendi. "Ayakları bağlı gibi yürüyeceğime rüzgâr gibi esmeyi tercih ederim beyefendi."
Laf hoşuna gitmişti ama Salih beğenisini belli etmemek için yüzünü iyice buruşturdu. "Ah, ne bayağılık! Sizden hiç ummazdım, beni hayal kırıklığına uğrattınız."
"Belki yüzüğü de atmak istersiniz siz şimdi." dedi Yasemin gözlerini kısarak.
"İlk deliliğinizde böyle bir acımasızlığı size yapamam hanımefendi, siz neyse de ailelerimizi de düşünmek zorundayım." Hafifçe sırıttı. "Bu fena halinizi sıcağa bağlayarak görmezden geliyorum. Sabır en kıymetli erdemdir."
Yasemin burnundan soluyarak döndü ve çardakta bekleyen arkadaşına doğru yöneldi. Salih içten içe gülüyordu, Yasemin ne tatlıydı... Rüzgâr gibi esmeyi tercih eden bu gül kokulu Yasemin, ruhunu sevince boğmuştu. Yol boyunca kuyruğundan yakaladığı genç kızla uğraşırken Salih, ne belalı bir yola girdiğinin farkında değildi. Sevda denen hastalığa tutulmayacağını düşünürken soğumuş kalbi, o fark etmeden ısınmaya başlamıştı. Hem de bu deli kızın başlattığı aşk alevleriyle...
Şu anda bacayı saran dumandan habersizdi ama yine de bir şeyler sezgilerine süzüldü. Çenesi kasıldı ve kaşları çatıldı. Çünkü oynadığı oyundan sonra Yasemin'in onu tamamen yanlış tanıması muhtemeldi. Uzatmamalıydı ama kızdırmak çok eğlenceliydi. Bir parça daha uğraşsa sorun olmazdı. Saklı duran cümleleri böylece kızın dudaklarından çalabilirdi. Başını dikleştirdi ve birbirine sarılan kızlara doğru yürüdü.
Gençler çardakta kaynaşa dursun, konağın dantelli penceresinde üç çift tecrübeli göz onları izliyordu. Az önce bilmem kaçıncı uykusundan uyanmış Gülçehre Hanım, Afife Hanım'ın koluna vurdu.
"Ne yapıyorlar Afife?"
"Masanın başına oturdular, konuşuyorlar teyzeciğim."
"Ne konuşuyorlar acaba?"
Münevver sanki izledikleri duyacak gibi kısık sesle konuştu. "Çiçek tarhının ardına saklanırsam, beni görmezler ben de duyabilirim. Gideyim mi Afife Hanım?"
Gülçehre Hanım yeniden Afife'nin koluna vurdu. "Bu şaşkın ne konuşuyor?"
Afife sabırsızca cevaplarken Münevver şaşkın lafına bozuk atarcasına Gülçehre'den biraz uzaklaştı. "Çocukları dinleyeyim mi diyor teyze."
"Buradan dinleyebilseydik, biz dinlerdik Münevver. Sana mı muhtacız?" dedi kadın. "Benim kulaklarım pek keskindir, ben duyamıyorsam kimse duyamaz."
Münevver sahte bir gülümsemeyle, yanlarından uzaklaşsın diye Gülçehre'ye döndü. "Aman hanımefendiciğim ayakta kalmayın, siz oturun. Biz gördüklerimizi size iletiriz."
"Halt yeme Münevver!" dedi kadın elindeki bastonu, çevik bir hareketle, Münevver'in bacağına vurdu. Münevver acı dolu bir bağırışla geriye sekerken Gülçehre devam etti. "Gördüğün ne ola ki, bana anlatacaksın? Dut yemiş bülbül gibi oturuyorlar işte!"
"Teyzeciğim rica ederim, o baston insanın canını pek yakıyor. Bizimki de can ayol."
"Sus Afife, bir tane de sana geliyor. Sana hala kızgınım zaten."
"Hoppala, bana neden kızgınsınız?"
Gülçehre elini Münevver'e uzattı. "Kızım, yardım et, şöyle oturayım. Giydiğim terlik pek sıkıyor, uzun süre ayakta duramıyorum."
Afife ve Münevver yaşlı kadının sözde bahanesine ses çıkarmadılar. Kadın yorulduğunu söylemek yerine sadece önü kumaşla kapalı düz terliği suçlu bulmuştu. Münevver destek olup koltuğuna oturtunca kadın konuşmaya devam etti.
"Şu paşazadeyi alıp çiftliğe getireceksin Afife. Sen gördün hemen kızı verdin, bir de ben onaylayayım da çiçeğimize layık mı bakayım."
"Sadık genci çok araştırdı teyze, sana da anlattık ya..."
Gülçehre bastonu kaldırıp onu susturdu. "Ben sözümü söyledim. Beni kırarsan gözüm açık gider, sen de vicdan azabından peşimden gelirsin."
"Ağzınızdan yel alsın." dedi Münevver, kulağını çekerek tahtaya vurdu. Ardından İhlas duası okuyup nazarı temelli kovdu.
Gülçehre burnunu buruşturdu. "Hangimize bu ettiğin dua? Bana mıydı yoksa Afife'ye miydi?"
"Aman hanımcığım, ikinize de..."
"O zaman bir tane daha yapman gerek, benim ki tamam da, Afife'ninki eksik kaldı."
Münevver aynı ayini tekrar ederken Afife hala zoraki ziyareti düşünüyordu. Gülçehre Hanım bir söylediğini tekrar ederse ondan korkulurdu, insanı çileden çıkarana dek, dediği yapılmadan susmazdı. Yaşlılığından dolayı da bir şey diyemiyorlardı, onu severlerdi de.
"Salih benim de gözüme girdi, çok hoş bir delikanlı ama onu birde toprak üstünde görmeli. Bir erkeğin karakteri, yalın toprağa basışından belli olur. Evini nasıl kuracağını, hanımına nasıl davranacağını o zaman anlarım. Bir avuç toprak verelim eline, bakalım nasıl ilgileniyor. İnsanlara nasıl davranıyor?"
"Teyze bu çocuk memur adam, ne bilsin toprağa nasıl bakacağını?"
"Ben ona karasaban sürdürüp bağ mı çapalatacağım Afife? Sen getir bakalım bir damadımı, ben sana sınavın sonucunu söylerim."
"Sadık Bey ile bir konuşayım da..." dedi Afife pes ederek.
"Ben konuşurum." dedi Gülçehre Hanım, işin zor kısmını halletmişti. Sadık Muhsin beş dakikada beyaz bayrağı çekerdi. Kendinden emin bir tekrar daha geçti. "Ben konuşurum."
Sadık Muhsin'in konağı heyecanlı dakikalar geçiredursun. Sadık Muhsin nazırlıktaki odasında otururken acil bir haberle İstanbul'un diğer ucuna, gür ağaçlarla çevrilmiş köşkte gizli bir toplantıya çağrılmıştı. Cilalı, koyu ahşap dikdörtgen masanın etrafında oturan dört adam başlarını konuşan Sadık Muhsin'e çevirmişlerdi.
"Ben anlamakta zorluk çekiyorum. O kadar iyi korunduğu söylenen zindana birileri giriyor ve kilitli kapının ardındaki adamı döverek öldürüyor. Kimse duymuyor, kimse görmüyor. Bu nasıl bir iştir beyler? Gardiyanlar uyuyor muydu? Kaç gün oldu daha sorumlular bulunamadı. Bir de karşıma geçmiş intihar olabilir diyorsunuz."
"Bu olay bizim zayıflığımız değil hazret, karşımızdakinin uzmanlığını gösterir."
Sadık Muhsin parlayan gözlerini konuşan asayişin en tepesindeki adama çevirdi. "Bu olay, beyefendi, karşımızdaki insanın cebinin veya nüfusunun çok olduğunu gösterir. Uzmanlıkla alakası yok! Onlar uzmansa bizim daha çetin olmamız gerekirdi."
Ak sakallı başka bir adam kıpırdandı. "Bizim hatamız yok demiyoruz Sadık Muhsin Bey ama olan olmuş. O adamın sıradan bir kaçak olmadığını nereden bilebilirdik?"
Sadık Muhsin tartışmanın yararsız olduğunu fark etti. Yine aynı teraneyi oynuyorlardı, eh, olan olmuş! Biz gerekli toplantıları yapalım sonra unuturuz. Etrafımızı saran düşmanlar, şeytanın aklına gelmeyecek türlü kurnazlıklarla yağlı ilmeği Türklerin boynuna geçirmeye çalışsınlar, bize bir şey olmaz. Biz gözümüzü kapattık mı, tüm oyunlar bozulur.
Veziriazamın yaveri Nejat Bahri lafı aldı. "Size teklifimizi yaptık Sadık Muhsin Bey ama ret ettiniz."
Sadık Muhsin başını çevirmeden gözlerini yavere dikti. Yaver güçlü hitap gücünü kullanarak konuşmaya devam etti.
"Ayrıca itiraf etmelisiniz bu kaçağı yakalamak bile o karışık zamanda büyük başarı. Bu işin içinde Fransızların, İngilizlerin olduğuna eminiz, belki de Ruslar bile karışmış olabilir."
"Almanları unutmayın azizim." dedi asayişin baş belası.
Sadık Muhsin içinden homurdandı. 'Tabi, asla unutmayın. Olan biteni yabancı gözlere sunun, sonra siz sakın onları unutmayın.'
Nejat Bahri adamı onayladı. "Elbette Almanlar da güçlü bir istihbarat teşkilatı kurdular. Onlardan da çekinmek gerek." Masaya eğildi ve Sadık Muhsin'e doğru konuştu. "Sizin tecrübe ve bilginize ihtiyacımız var beyefendi. Onlar teşkilat kurup ülkemize sızabiliyorsa bizim de personel yetiştirmemiz gerek."
"Vakit yok!" dedi Sadık Muhsin.
İşin aslı yabancılara o kadar tolerans gösterilmişti ki, devletin en önemli makamlarının açık pencereden farkı kalmamıştı. Devletlerin politikalarını saptamak için casus yetiştirilse dahi, sınırdan çıkamadan açığa çıkartılacaklarına emindi. Ne kadar gizli olursa olsun, ikinci bir aklın bildiği tasarının ortaya çıkmaması olanaksızdı. Gencecik evlatların bu işe kurban verilmesine karşıydı. Süzgece dönmüş devlet sırlarını korumak için beyhude bir çabayla kimseyi harcayamazdı. Mesele, en geniş yerden ince yere doğru ilerlemeliydi. Maksat göz boyamak olmamalıydı ama buradaki adamların hiçbirinin böyle bir gayesi yoktu.
Nejat Bahri doğrularak masanın diğer tarafında hiç konuşmayan adama doğru baktı. Haklıyım der gibiydi bakışları. Sadık Muhsin'in işe yaramayacağı artık ispat edilmişti. Kendi talebiyle kızağa çekilmiş bu kurt diplomat kendi boğucu odasında yaşlanmaya kararlıydı. Nejat Bahri, bir kez daha Sadık Muhsin'e döndü.
"Peki, azizim, madem önerimiz tarafınızdan uygun bulunmadı. Siz ne önerirsiniz?"
Sadık Muhsin de Nejat Bahri'nin bakışlarıyla onayını aldığı adama döndü. "Vezirimize akıl vermek bana mı kalmış?"
Adam sakalını eliyle sıvazlamayı bıraktı ve toplantı başladığından beridir ilk kez konuştu. "Sizin aklınızın ne büyük olduğunu biliyoruz Sadık Muhsin Bey, bir parça bize bağışlasanız da eksilmezsiniz. Buyurun, sizi dinliyorum."
Sadık Muhsin huzursuz bir tavırla doğruldu.
"Yapılacak en önemli iş, sınırları iyice güvene almaktır. Gizli yazışmaları, yabancıların bize sunduğu olanaklarla değil, kendi ulaklarımızla iletmeliyiz. Telgraf hızlı olabilir ama taşıdığı laflar bizim sırlarımızdır, dikkat etmek gerek. Bizim için yeni bir teknoloji olabilir ama işin püf noktalarını öğrendikten sonra kullanmalıyız. Öğrenemezsek de kullanmamalıyız. Gerekirse posta güvercini kullanın ama yabancıların elinde olan hiçbir teknolojiyi kullanmayın, öğrenin siz yapın."
Ak sakallı adam küçümser bir tavırla homurdandı. "Bu şekilde düşünmeniz çok komik Sadık Muhsin Bey, gelişime kapalı olduğunuzu sanmazdım."
"Gelişime kapalı değilim, bizzat destekçisiyim. Tek farkla; ecnebinin eline bakmaktansa, biz uygulamayı öğrenelim. Bizim zekâmız yetmez mi?"
"Zekâ değil, izin gerekiyor." dedi Nejat Bahri. "Adamlar kendi yaptıkları teknolojiyi neden bize versin? Ayrıca bu dedikleriniz, bizim sorumuza yanıt değil."
"Bu benim tek cevabım olacak!" diye kestirdi Sadık Muhsin. "Önce koşan atın yularını yakalamamız gerek, sonra idareye başlayabiliriz. İzin meselesine gelirsek, o adamlar bu teknolojileri keşfederken kimden izin aldılar? Cesaret ve akıldan başka bir gereç lazım değil bize."
Bu haklı sözler karşısında daha fazla muhalefet yapamayan Nejat Bahri'nin dudağı sinirden seyirdi ama tecrübeli yüzü belli etmedi. Vezir Mehmet Kemal Paşa, Sadık Muhsin'e bakarak konuştu.
"Önerinizi gayet açık ve mantıklı buldum beyefendi. İşinizden alıkoyarak buraya kadar zahmet ettiğiniz için teşekkür ederim. İstediğiniz vakit nazırlığa geri dönebilirsiniz, fakat toplantıya katılmaya devam ederseniz memnun olurum."
Sadık Muhsin, vezire başını eğerek selam verdi. "Müsaadenizle nazırlığa dönmek isterim. Bitirmem gereken bir yazışma vardı."
"Müsaade sizin Sadık Muhsin Bey." dedi vezir de belli belirsiz bir baş eğmesiyle.
Sadık Muhsin odadan çıkarken dört adam değişik düşüncelerle onun ardından bakıyordu. Onlar kadar çeşitli düşüncelere sahip olan Sadık Muhsin de düşünceliydi. Bir şeyler değişiyordu, kimin eliyle yapıldığı meçhul bu değişikliğin devlete yararı olmasını dilemekten başka yapabilecekleri sınırlıydı. Fırtına kopmadan bu komplo kokusunun geldiği deliği tıkmak lazımdı.
Alt kata, çıkış holüne dönmüştü ki; bir adamın bekleme odasında olduğunu gördü. Uşağa el işaretiyle arabayı çağırmasını söyledikten sonra sessiz adımlarla odanın aralı kapısına yürüdü. Odada beklemekten sıkılmış adamı görünce içi buz gibi oldu. Kamburu çıkmış adam bir eliyle sivri sakalını oynuyordu, diğer eli sırtındaydı. Kaşlarını çatıp kapının önünden uzaklaştı ve giriş kapısını açan uşağa doğru yürüdü. Bu adamın peşinden uğursuzluğun da geleceğini tahmin etmek zor değildi. Sinsi Edip Nuri'nin bugün burada olması tesadüf olamazdı, ya duyup gelmişti ya da en kötüsü bizzat çağrılmıştı. Arabaya hızlı bir hareketle bindi ve hareket etmesi için bastonunun ucuyla tavana vurdu. Zihninde türlü düşünceler uçuşurken hepsini birbirine bağlayıp anlamlı bir şekil çıkmasını bekledi. Nazırlığa vardığında beklediği şekil hala oluşmamıştı ama kuvvetli bir baş ağrısına kavuşmuştu.
Sadık Muhsin'in ayrılmasıyla rahatlayan Nejat Bahri, vezir Mehmet Kemal Paşa'ya diğer seçeneği sundu. Seçenek demişti ama çoktan uygulamaya konduğunu, Nejat Bahri'yi tanıyanlar bilirdi. Eşeği sağlam kazığa bağlayanların başını çeken Nejat Bahri, diğer misafiri toplantıya çağırdı.
Edip Nuri, umutların ona bağlandığından memnun ama alçak gönüllü bir tavırla Sadık Muhsin'in terk ettiği koltuğa kuruldu. Konuşmayı Nejat Bahri başlattı.
"Günümüzde, ülkeler arası istihbaratın ne denli önemli olduğunu biliyoruz. Konunun ne çetrefilli olduğunu da az önce elini taşın altına sokmaktan çekinen beyefendinin tavırlarından görmüşsünüzdür. Fakat bu çetin işi üstlenecek genç dava arkadaşlarına da sahibiz, şükürler olsun. Edip Nuri Bey kendi rahatını bozmak pahasına, canını ortaya koyarak bu ağır işi üstlenmeye kabul etti. Huzurunuzda kendisine teşekkür etmeyi borç bilirim."
"Estağfurullah efendim." dedi Edip Nuri ciddi bir baş eğmesiyle. "Benim için onurdur. Devletimizin bekası için bir canımın sözü mü olur?"
Mehmet Kemal Paşa oynanan gülünç oyunu hiç renk vermeden izlemeye devam etti. Diğer adamların bu sunumu, neredeyse alkışlayacak derecede heyecanlanmaları da gözünden kaçmadı. Nejat Bahri gözlemlediği başarısının gururunu, sesine yansıtarak bir ton daha canlandı.
"Edip Nuri Bey, bahsedilen sorumluluk için çoktan çalışmaya başladı. Kısacık zamanda büyük mesafe kat ettiğini söyleyebilirim. Sarayın haberi var ve raporları gayet memnuniyetle karşıladılar. Çok gizli bir teşkilat kurulması için onay alındı. Sadık Muhsin Bey, bu kıymetli görevi üstlenmediğine göre Edip Nuri Bey'e devretmemizde bir sakınca göremiyorum. Zaten tüm gayretiyle işe giriştiğini de tekrar belirteyim."
Nejat Bahri tam bu anda Edip Nuri'ye döndü. "Fakat kendisinin de bazı talepleri olacaktır, değil mi Edip Nuri Bey?"
"Emriniz üzerine dillendirebileceğim ricalarım var diyebilirim."
Mehmet Kemal Paşa'nın başı artık iyice şişmişti. Tiyatroyu sonlandırmak için lafa girdi. "Söyleyiniz beyefendi."
Edip Nuri kamburunu temelli ortaya çıkaran bir ezik oturuşla başını salladı. "Emredersiniz efendim. Teşkilat için pek dikkat çekmeyen bir bina buldum, onaylarsanız o binayı kullanmak niyetindeyim. Ayrıca birkaç yardımcıya ihtiyacım var, gizli olmaları ve kimliklerinin bu odadan dahi sızmaması lazım gelir. Sizin emrinizle sunacağım listedeki memuru bana bağlayabilirseniz, geri kalanı ben halledeceğim. Diğer isimleri de onaylamanızı istirham ederim efendim."
"Listeyi görelim." dedi Mehmet Kemal Paşa.
Edip Nuri ondan beklenmeyecek bir çeviklikle doğrulup iç cebinden bir kâğıt çıkardı. Paşaya uzatırken mırıldandı. "Daha düzgün sunamadığım için beni af edin efendim. Acil çağrılmamın sonucudur ama bu bir bahane değil elbette."
Mehmet Kemal Paşa, adamın kısa kesmesi için hemen kâğıdı aldı ve kısacık listeye göz atarken söylendi.
"Siz devam edin."
Asayişin başı, fırsat bulup kendini göstermek için konuya girdi. "Bizim yapabileceğimiz bir yardım var mıdır?"
Edip Nuri sinsi bir dudak eğmesiyle adama sırıttı. "Olmaz mı efendim, teşkilatımızdaki memurların bazı işlerde yasaya aykırı davrandığı anlar olabilir. Bu konuda bana haber vermeniz ve gizliliği korumak için türlü tedbirler almamız gerekiyor. İşbirliğinize çok ihtiyacımız var."
Mehmet Kemal Paşa suskun kalmıştı. Listedeki iki isim oldukça canını sıktı. Özellikle ondan başkasının da canını sıkacağına emin olduğu ismi, doğrudan ret etmeyi düşündü ama buna yetkisi var mıydı acaba? Belki bu liste çoktan padişaha sunulmuştu. Tekrar okuduğu isme evet derse kıymet verdiği iki kişiyi üzeceğine emindi. Dostu Hüsnü Celal Paşa, biricik oğlu Salih Hüsnü'nün gizli bir teşkilata onun rızasıyla alındığına sevinmezdi, bu gencin Sadık Muhsin'in de müstakbel damadı olması işi iyice çıkmaza sokuyordu.
Konuşan adamlara aldırmadan eliyle kâğıdın üstündeki ismi işaret etti.
"Bu ismi tekrar düşünün, gizli görev almak için fazlasıyla önde olan bir genç."
İsme göz atan Edip Nuri hoşnutsuz bir titremeyle doğruldu. "Salih Hüsnü Bey'in gerekliliği o listedeki isimlerden daha önemli, teşkilata alınmayacaksa baştan vaz geçelim."
Odada esen soğuk hava karşısında Nejat Bahri müdahale etme gereği duydu. Edip Nuri'nin bu veryansın söylemleri sinirini oynatıyordu. Buna rağmen sakin bir sesle konuştu.
"Abartmayın Edip Nuri Bey, sıradan bir memurun önemi ne olabilir ki? Onu siliverin size daha kıymetli birçok Salih Hüsnü buluruz."
Edip Nuri tuhaf titreyişlerle adama baktı ve sadece başını onaylarcasına salladı. Sinir ve gerginliği iyice artmış, kaslarına söz geçiremez olmuştu. En iyisi konuşmamaktı, Mehmet Kemal Paşa nüfuzunu kullanarak bu işi batırabilirdi. Adamın suyuna gitmeyi ve Nejat Bahri'nin uyarısını dikkate almaya karar verdi.
Mehmet Kemal listedeki diğer isme baktı. Yanağını çiğneyerek dilinin ucuna dek gelen ikinci itirazı yuttu. Şimdilik Salih Hüsnü'yü kurtarması kâfiydi, daha fazla şimşekleri üstüne çekmek istemedi. Zaten diğer kişinin kararı ona kalmayacak gibiydi. Padişahın bu olaya ne derece destek verdiğini bilmiyordu, hemen bir görüşme talep edip düşüncelerini belirtmeliydi. İstihbarat gerekliydi ama Edip gibi ne olduğu belirsiz insanlara teslim edilmeyecek kadar ince bir işti. Bu teşkilatın başına Sadık Muhsin geçseydi, hiçbir itirazı ve şüphesi olmayacaktı. Bu masada oturan adamların hiçbiri ona güven vermiyordu. Koca imparatorluk bunların eline kaldıysa, vay halineydi...
***
Salih hakkında dönen olaylardan habersiz, kendi heyecanın tadını çıkarıyordu. Normalde kızların kendisine baygın bakışlarla bakmalarından rahatsız olurdu ama şimdi Perran'ın hayran bakışlarından memnundu. Çünkü arkadaşının çapkın bakışlarının onun üzerinde olmasına, Yasemin'in sinirlendiğini fark etmişti. Masada tam karşında oturan Perran, cüretkâr bir edayla, sıcağı bahane ederek yüzündeki tül peçeyi bile açmıştı. Gerçi yanında huri kızı dururken aklı başında kimse Perran'a bakmazdı ama bundan kızın haberi yoktu anlaşılan.
"Sırtın iyileşti mi Perran?" dedi Yasemin, Salih'e dalıp gitmiş arkadaşının ilgisini çekmek için.
Perran utancını anımsatan Yasemin'e kızgın bir bakış fırlattı. "İyiyim, çok şükür." dedi. "Sormak bugün mü aklına geldi?"
"Gözüme bir karınca takılınca hatırladım." dedi masumca. "Hemen bozulma yahu."
Salih masaya dirseklerini dayadı, Perran'a doğru eğildi. "Geçmiş olsun, bir rahatsızlık mı geçirdiniz?"
Perran iç geçirerek Salih gibi dirseklerini masaya dayadı ve büyük gözlerini küçülten hülyalı bir bakış eşliğinde konuştu.
"Ah, sormayın paşazadem başıma gelenleri... Başıma gelen pişmiş tavuğun başına gelmemiştir. Kötü talihe bakın ki, benim gibi taze pilicin başına geldi."
Yasemin araya girdi. "Evet, bence de sormayın. Perran anlatmak istemiyor, zorlamak gereksiz."
Salih, Perran'dan gözlerini ayırmadan konuştu. "Çok dertlenmişsiniz Perran Hanım, belki anlatırsanız açılırsınız."
Perran ağzını açmıştı ki, Yasemin de dirseklerini masaya koyarak ikisinin arasına girdi. "Açılacak kadar önemli değil, karınca yuvasının üstüne çıkmış görmeden. Karıncalarda..."
Salih yan gözle kıza bakınca Yasemin yediği haltı fark ederek kızardı. Bir saattir bu ikisinin sohbetini engellemek için yapmadık kurnazlık bırakmamıştı. Her lafa atıldığı yetmiyormuş gibi arada Salih'i bozacak laflar ediyordu. Salih, onun her küçümseyişi karşısında olgun bir tavırla davrandıkça daha da sinirleniyordu. Ne Perran'ın Salih'e ilgisine engel olabilmişti, ne de suratsızın Perran ile konuşmaya çalışmasına. Yasemin küskünce geriye yaslandı.
"Devam edin lütfen." dedi Salih olan kibarlığıyla.
Perran baygınca Salih'e göz süzdü. "Devam mı edeyim efendim? Neye? Ne konuşuyorduk?"
Salih gülümseyerek geriye çekilince Perran güçlü bir iç çekişle, çenesini avucuna koydu. Arkadaşının bu çapkın tavırlarına iyice sinir olan Yasemin ise burnundan soludu.
"Salih Hüsnü Bey, sanırım öğle yemeğine katılacaksınız, değil mi?"
Kızın dişlerinin arasından hiddetle fırlayan sözler karşısında Salih geri adım attı. Çok üstüne gitmemesi gerekiyordu, dozu zaten çoktan aşmıştı. Yasemin'in önünde, Perran'a haddinden fazla ilgi göstermişti. Boğazını temizleyip Yasemin'e döndü.
"Çok isterdim ama varlığımın size rahatsızlık vermeye başladığını görüyorum. Sizi bu eziyetten kurtarmak için izninizi istiyorum."
Yasemin beklemediği bu veda konuşması karşısında afalladı. Son bir saattir adamı kovmaktan beter etmişti, tam yemek için içeri geçmeyi teklif ettiğinde ise gideceğini söylüyordu. Niyeti evdekilerin kalabalığında Salih'in bu tehlikeli flörtünden vaz geçmesini sağlamaktı. O ne söyleyeceğini bilemezken, doğrulan Perran atıldı.
"Bu ne acımasız bir lakırdı Salih Bey, varlığınızın bir insana eziyet verdiğini, hayal dahi edemem."
"Çok kibar ve anlayışlısınız Perran Hanım."
"Özür dilerim ama anlayış gösterecek olan kişi benim." dedi aniden uyanarak. "Perran da burada misafir sonuçta ve söz hakkı benimdir."
Salih uzun kirpiklerini düşürerek gözlerini demirden şekillendirilmiş masaya dikti. Perran da dışlanmış biri olarak kızgın bakışlarını Yasemin'e çevirmişti. Yasemin çıkışından mahcubiyet hissetti, sözler ağzından neden bu şekilde engelsizce çıkıyordu? Duyguları karman çorman olmuştu, Salih'e olan nefreti yüzünden temelli hırçınlaşmıştı. Nefes aldı ve sakin konuşmaya özen gösterdi.
"Söylediklerim yanlış anlaşıldı. Öğle yemeğine kalmanızı rica edecektim. Hem daha kahve falımıza bakmadınız." dedi başını yerden kaldırmadan. "Mahsuru yoksa elbette."
Ne Salih konuştu ne Perran. Yasemin af edilme umuduyla bakışlarını kaldırıp yalvaran gözlerle Salih'e, sonra da Perran'a baktı. Perran hala kızgındı ama Salih'in yüzündeki ifadenin kızgınlıkla hiçbir alakası yoktu. Suratsız o kadar yumuşak bakıyordu ki, Yasemin baştan ayağa ürperdi ve nefes almayı unuttu. Salih başını çevirince, soluk almadığından başı döndü.
"Mahsuru yok ama ilk dediğimde ısrar edeceğim."
"Bana darıldınız mı?" dedi Yasemin kırık bir sesle.
Salih ona bakmadan başını hayır anlamında salladı. "Darılmadım Yasemin Hanım ama ilk günde benden bıkmanızdan korkarım."
Yasemin yardım için Perran'a baktı. Kollarını kenetlemiş Perran umurunda olmadığını gösterir bir tavırla başını çevirip çenesini öne çıkardı. Salih'in hareketlendiğini görünce bir telaş genç adama döndü, elini kaldırdı. Son anda ne yapma niyetinde olduğunu fark etti, neredeyse gitmemesi için kolunu tutacaktı. Elini kendine çekti.
"Salih Bey!" dedi ayağa kalkan adama.
Salih ona döndü, resmi bir tavırla konuştu. "Anneniz Afife Hanım ile vedalaşmak isterim, tabi Gülçehre Hanımefendi ile de. Eğer bana bir parça daha katlanabilecek kadar sabrınız varsa, eşlik eder misiniz?"
"Bu nazlı edalara hiç gerek yok Salih Bey." dedi ayağa kalkan Yasemin. "Özür dilemem gerekiyorsa davranışımın kabalığı için sizden ve Perran'dan özür dilerim."
"O kadar çabuk af etmem ben." dedi Perran oturduğu yerden.
Salih yana düşen perçemlerini düzeltmeden Yasemin'e sıcacık bir gülümseme gönderdi. "Ama ben af ederim."
Yasemin tutmayan dizlerine destek olsun diye parmağının ucuyla masadan güç aldı. Çaresizce genç adama bakarken çardağın girişinde Münevver'in çınlayan sesini duydu.
"Gençler sohbete doymadınız mı? Hadi, sofra hazır, sizi bekliyoruz."
Perran ayağa kalktı. Kibirli bir tavırla, Salih'in Yasemin'i ret edeceğinden emin söylendi. "Biz yemeğe kalmıyoruz Münevver. Yaseminciğim seni de oyalamayalım, ben giderken Salih Bey'i kapıdan geçiririm. Kimseye zahmet vermeyiz." İkisinin kıpırdamadığını görünce kaşlarını çatarak konuşmaya devam etti. "Ama merak etme, ben de sana darılmadım. Vaktim olunca tekrar ziyarete gelirim."
Zaman mı durmuştu, ikisi neden birbirlerine bakıp kalmışlardı ki? Tereddütle kapıda onları bekleyen Münevver'e baktı. Yok, zaman işliyordu, çünkü Münevver'in yüzündeki sırıtış genişleyip kulaklarına doğru ilerliyordu. Salih'in boğuk sesini duyunca genç adama doğru baktı.
"Aniden karnımın çok acıktığını fark ettim. Öyle ki adım atacak takatim kalmadı." Perran'a doğru döndü. "Giderken size eşlik edemeyeceğim için üzgünüm Perran Hanım. Sohbetinizden çok hoşnut kaldım, umarım yeniden görüşmek kısmet olur."
Perran, Salih tarafından da tekmeyi yedikten sonra burnundan soluyarak Yasemin'e baktı. "Pek ala, o halde ben gideyim. Anneciğim de merak etmiştir zaten."
"Seni uğurlayayım." diye atılan Yasemin'i elini kaldırarak durdurdu. Yüzünde sahte bir gülümsemeyle rakibine baktı.
"Yok, canım, olur mu? Nişanlını bırakıp evin yabancısı olmayan benimle mi ilgileneceksin? Ben yolu biliyorum." İkisine ayrı ayrı bakıp başını eğdi. "İyi günler dilerim, keyfiniz daim olsun."
Yasemin kızın haline dayanamadı, son anda atılıp sıkıca sarıldı. Kızın çekememezlik huyuna rağmen Perran'ın arkadaşlığını seviyordu ve onun bu zararsız hallerini görmezden geliyordu.
"Beni af ettin mi Perran?" dedi kızın gözlerine bakarak.
Perran kurtulamayacağını biliyordu, yine de biraz nazlanarak kıvrandı. "Eh, birazcık af ettim."
Yasemin yeniden sarıldı ve onu bırakmadan Salih'e döndü. "Siz dadımla yemek salonuna geçin, ben Perran'ı uğurlayıp size katılırım."
Salih kızın bu kıyamaz haline hayran kalmıştı. Hırçınlığının tüm sebebinin onu Perran'dan kıskanması olduğunu anlayınca içini gurur dolu bir mutluluk kapladı. Başını salladı.
"Elbette."
Yasemin ve Perran kol kola çıkarken genç adam, Perran'ın hesapçı bakışlarını görmemişti çünkü tüm alakası onun koluna girmiş, kelebek misali zarifçe yürüyen kızdaydı. Münevver boğazını temizleyene dek kıpırdamadan Yasemin'i seyretti. Münevver kaşlarının altından, baygın bakışlı delikanlıyı süzdü.
"Ayaklarınıza beton dökülmediyse yürüyelim mi beyzadem, yoksa sizi de kucaklayıp taşımamız mı gerekecek?"
"Gözüm dalmış." diye kendine geldi. "Beklettim, kusura bakmayın."
Münevver kıkırdadı. Salih bu kıkırdamanın altında yatan anlamı kavradı, yanaklarını ateş bastı. Nişanlısından etkilenmesi normaldi ama ilk günden, bu denli aklını çelmesi hiç hayra alamet değildi. Demek ruhu, çektiği açlığı, zümrüt gözlü çiçekle doldurmaya niyetliydi.
***
Gülçehre Hanım güzellik uykusuna yattığından yemeğe katılmamıştı. Yasemin ise hırçınlığından azade bir durgunlukla, tabağındaki yemekle ilgilenirken; Salih, Afife Hanım ile sohbet etti. Sadık Muhsin Bey'e uzun zamandır hayranlıkla karışık bir saygı duyuyordu, eşi Afife Hanım'ın seçkin karakterine de aynı hisleri duymaya başlamıştı. Abartıdan uzak, saygılı bir samimiyet taşıyan muhabbeti ve anlayışlı düşünceleri, Salih'i rahatlatıyordu. Ziyaret ettiği için bir kere daha şükretti. Münevver de onlara katılmıştı ama konuşmaktan çok dinlemeyi tercih ediyordu. Salih'in her lafını tartmayı ihmal etmeden elbette...
Yemekten sonra balkonda kahve içmeye çıktılar. Salih, Yasemin'in yatışmış coşkusunu ve ona bakmaktan çekinen halini gördükçe içini sıkıntı basıyordu. Yemekten önce her şey yolundayken birden hali değişmişti. Acaba kalması konusunda kibarlığından ve mahcup olduğundan mı ısrar etmişti? Belki şimdi de pişman olmuştu. Aklı Yasemin'de kaldığından, Afife Hanım ile yaptığı sohbete bir türlü kendini veremiyordu.
"Afife Hanım, Sadık Muhsin Bey konağa teşrif ettiler."
Haberi getiren Bekir Efendi'ye dönen Afife şaşırarak sordu. "Saat o kadar geç mi oldu?"
Bekir Efendi kapının gerisinden ona cevap verdi. "Hayır, hanımım, öğleyi biraz geçti."
Afife Hanım, kendisine bakmakta olan gençlere döndü. "Babanız neden erken geldi acaba? Ben bir bakayım. Siz oturun, az sonra dönerim."
Salih ayağa kalkarak Afife Hanım'ı selamladı. Afife Hanım hızlı adımlarla balkondan çıkarken Salih yerine oturdu. Yalnız kalmışlardı. Yüreğini incecik titreten bir gerginlikle Salih, Yasemin'in yarıladığı kahve fincanına göz attı.
"Size bir fal borcum vardı." dedi konuşmaya başlaması umuduyla.
Yasemin kapıdan yana bakmayı keserek ona döndüğünde devam etti. "Kahvenizi bitirin de, fincanı kapatalım."
Yemyeşil gözlerdeki kararsızlık aklına yeniden, kızın olası pişmanlığını getirince, balkondan aşağı atlayıp kaçmamak için kendini zor tuttu. Birdenbire ne olmuştu? Dayanamadı.
"Yasemin Hanım, benimle konuşmayacak mısınız?" dedi. "İstemeden bir suç mu işledim?"
Yasemin telaşla başını salladı. "Hayır, hayır, olur mu hiç, neden böyle düşündünüz?"
"Kalmamdan pişman gibisiniz."
Yasemin pişman değildi ama giderken Perran'ın dediklerinden rahatsız olmuştu. Salih için çalıntı sevda diye bahsetmişti, Yasemin'in Perran'dan çaldığı ve haksızca el koyduğu...
'Ona baktıkça gönlüm nasıl eriyor sana anlatamam ama görüyorum ki; sen, mutlusun elden gelen bir şey yok. Aşkımı kalbime gömeceğim ve senin çalıntı sevda ile mutlu olmanı dileyeceğim. Fakat başkasının mutluluğu pahasına, mutluluk inşa etmek görülmüş şey değil ama belki siz başarırsınız.'
Yasemin'in yaptığı şey bu muydu? Salih aldığı mektup üzerine onun kapısına dayanmıştı, hatta ileri giderek çevresine övünmüştü. Eğer mektubun, Perran'ın aşkı üzerine yazıldığını ve Perran adına gönderildiğini öğrenseydi; yine yazarını mı arayacaktı, yoksa yazdıranı mı?
"Pişman değilim." dedi gece mavisi gözlere bakmaya cesaret ederek. Onu suçlayan bir bakış görmeyi beklerken ilgili bir ifadeyle karşılaştı. Kuruyan boğazından kelimeleri çıkarmak için yutkundu. "Havanın sıcaklığına henüz alışamadım. Paris'te hiç bu kadar güzel havalar olmazdı. Oranın kasvetinden sonra bu cennet bana fazla geldi sanırım, çarptı."
Salih'in bakışları hiç çekinmeksizin Yasemin'in güzel yüzünde dolanırken, kızın yanakları iyice kızardı. Cüreti karşısında aptallaşan Salih başını çevirdi. Her ne kadar nişanlısı olsa da, genç bir kızı bu şekilde süzmesi ayıptı. Bir de bakışlarını genç kızın gül yüzünden alabilse... Ah, ah! Güzelliği miydi onu çeken, yoksa beğendiği için mi çok göz alıcı bir güzelliğe sahipti?
Yasemin, onun beğeni dolu bakışları karşısında, kendine güveni geldi. Salih'e temelli el koymamıştı ki, kendini neden rahatsız hissediyordu? Amacı bu genç adamı kendinden soğutmak ve yanlış anlaşılmayla başlayan nişanı sonlandırmak değil miydi? Fakat Salih ona bu şekilde bakmaya devam ettiği sürece, amacı güneş görmüş kar gibi erimeye mahkûmdu.
"Kahve falı konusunda ciddi misiniz?" dedi aniden.
"Elbette." dedi Salih kendinden emin.
"Yalan mı atacaksınız yoksa sezgileriniz mi kuvvetli?"
"Kapatın da, sonucunu siz söylersiniz."
Yasemin soğumuş kahvesini bir yudumda içip tabağını fincana kapattı, üç defa sallayıp kendine doğru çevirdi. Sonra çenesiyle Salih'in fincanını işaret etti.
"Siz de kapatın."
Salih hoş çehresini aydınlatan çapkın bir gülümsemeyle Yasemin'e baktı ve meydan okurcasına konuştu.
"Benim için günaha mı gireceksiniz yoksa?"
Yasemin de ona sırıttı. "Ben de bugün kendimi oldukça maceraperest hissediyorum."
Salih tatlı ve içten bir kahkaha attı. Yasemin kalbinin sıkışmasına anlam veremeden başını Salih'ten başka yöne çevirdi. Sıcak onu gerçekten de çarpmıştı anlaşılan. Kalbi hızlı atıyor, başı dönüyordu, ellerinin titremesi de ayrı meseleydi. Münevver balkona gelince onu saran bir gerginlikten biraz olsun sıyrıldı.
"Annemler nerede dadı?"
Münevver onun yanındaki sandalyeye yorgunca kendini bırakırken cevapladı. "Alt kattaki salona çekildiler. Kapılar kapalı, bilemedim ne olduğunu."
"Nazırlıkta mı bir şey olmuş acaba?" dedi Salih, kendi kendine konuşur gibi.
"Sanmam." dedi Yasemin. "Babam sürekli buraya tatile gelmişim ben, der durur. Belki baş ağrısı tutmuştur."
Salih, müstakbel kayınpederinin tatilde olmadığını bilecek kadar nazırlıkta dönen dolapların farkındaydı. Eski başkonsolosun forsu işler görünmese de, başa çıkamadıkları her olayda adamın başına üşüşüyorlardı. Salih saygıyla karışık hayranlık duyduğu kayınpederiyle çalışabilmek için sağ kolunu feda ederdi ama adam onu pek beğenmemiş olacak yanına almak istememişti. Daha çok çalışmalıydı ve hayran olduğu diplomatın gözüne girmeliydi.
Elini Yasemin'in kahve fincanına uzatan Salih, söyleyeceği yalanları düşünmeye başladı.
"Bakalım küçük hanımın telve fısıltıları bize ne anlatacak?"
Yasemin, Salih'in eğlenceli söylemine utangaç bir ifadeyle gülümsedi. "Tüm gizemleri çözebilecek misiniz beyefendi?"
"Benden kaçmaz." diye Yasemin'e şakacı bir göz kırptı. "Ben bu işin ustasıyım."
Yasemin, Münevver'e doğru eğilerek işaret parmağını kendi dudağına yapıştırdı. "Sessiz ol dadı, usta olduğuna göre bizi sorularıyla alt edecek. Ona ipucu vermeyelim ki rezil olsun."
"Ağzım kapalı kuzum." dedi Münevver de.
Salih kendini beğenmiş bir tavırla telve kaplanmış fincan duvarlarına baktı, baktı. Elbette hiçbir şey anlamadı ama anlar gibi görünüp 'Hım' diye kızın merakını çekti. Dikkatlice bakıyor gözlerini kısıyor, sonra da anlamış gibi kendi kendini doğruluyordu. Yasemin, genç adamın bu bilgiç tavırlarına kanar gibi oldu. Sahiden fal okuyabiliyor muydu?
"Ne görüyorsunuz?" dedi sonunda.
Salih iç geçirdi. "Söylesem mi, söylemesem mi bilemedim küçük hanım."
"Çözemedim diyorsunuz yani." dedi alayla. Salih'in numara yaptığını anlamıştı.
"Üstüme iyilik sağlık, ne büyük iftira!" dedi Salih sahte bir tepkiyle. "Şanıma gölge düşürmeyiniz, biraz sabredin."
"Yetenekli bir usta olsaydınız, şimdiye döktürmüştünüz. Size olan inancım azaldı."
Salih kaşlarının altından genç kıza baktı ve gizemli bir sesle konuştu. "Başınıza bir talih kuşu konmuş." dedi fincana dahi bakmadan devam etti. "Bir süredir gönülden dilediğiniz bir dilek var, üç vakte kadar dilek gerçekleşecek. Kuvvetle dilediğiniz şeylere dikkat edin Yasemin Hanım, saf kalbin isteği daha çabuk kabul olur."
Yasemin yutkundu. Gönülden dilediği dilek... Salih ile alakalı değildi. Kekeledi. "Şey, belki... Yani dileğim değişmişse... Bugüne dek dilediğim şeyi, eskisi kadar istemiyorsam ne olacak?"
Salih kaşlarını çattı. Dilek diye kendini kast etmişti, Yasemin anlamamış mıydı yoksa başka bir dileği daha mı vardı? Şaka yollu söylediği falın, kızın yüzünü sarartması da ayrı bir muammaydı. Fincanı tabağa bıraktı. Doğrularak gergin bir sesle konuştu.
"Değiştiremezsiniz." dedi. "Aklınızda baştan beri kim varsa, ona kavuşacaksınız."
Yasemin piknikten beri, yüzünü artık anımsamadığı Behzat'ın belirsiz hayaliyle gönlünü avutuyordu. Salih ise karşısına geçmiş, Behzat'a kavuşacağını söylüyordu. Mutlu olması gerekiyordu, değil mi? Neden içinde bir korku peyda olmuştu? Saf bir yüreğin dileği kabul olduğu kadar, tarafsız bir dilin söylediği de gerçekleşirse... Yüzündeki renk temelli uçarken ellerini sandalyenin minderine geçirdi. Sevinmelisin Yasemin, sevinmelisin... Of, of! Nasıl seviniliyordu?
Yasemin değişen duygularına akıl erdiremezken; Salih, kızın memnuniyetsizliğini gittikçe sinirlenen bir ruh haliyle izliyordu. Münevver ağzını bile açmadı, yanlış bir kelime söyleyerek iki gencin birbirine akan gönlünün önüne engel olmak istemedi. Yasemin ile Salih'in birbirleri için yaratıldığını ve kaderin bir cilvesiyle bağlandıklarına inanıyordu, hissediyordu.
* * *
Konağın alt katında, Sadık Muhsin Bey uzun divana uzanmıştı; başını, biricik eşinin kucağına yerleştirmişti. Baş ağrısı dayanılmaz olunca nazırlıkta vakit öldürmek yerine eve dönmeye karar vermişti. Şimdi de Afife Hanım'ın alnına yaptığı masajla ağrısından kurtulmaya çalışıyordu.
"Gülçehre Teyze'ye söyleyeyim seni bir okusun Sadıkcığım, nazar değmiştir sana."
Sadık Muhsin gözlerini açmadan gülümsedi. "Kim nazar edecek senin yaşlı kocanı? Eskiden olsaydı, hadi neyse, dediğine inanırdım."
Afife şefkatle kocasının çenesini okşadı. "Sen hala çok yakışıklısın sevdiceğim."
Sadık Muhsin hoşnut bir şekilde karısının bal rengi gözlerine baktı. İçini kaplayan sıkıntı bir bulut misali dağılıyor, başını istila eden acı verici ağrıdan uzaklaşıyordu. Elini eskisine nazaran yuvarlaklaşmış göbeğine götürdü.
"Koca göbekli ama yakışıklı, değil mi?"
Afife şen bir kahkaha attı. Ve sevgi dolu bir bakışla eğilip kocasının alnına küçük bir buse kondurdu.
"Umarım kızımızın evliliği de, bizimki kadar aşk ve huzurla dolu olur Sadıkcığım."
Adam derin bir nefes aldı. Toplantıda görüşülenler yine aklına düşmüştü. Gözlerini tavan kirişlerine dikerek konuştu.
"İnşallah biriciğim ama bu çocuğun durumu beni tedirgin ediyor."
Afife irkildi. "Nasıl durumu? Başında kötü bir iş mi var? Bana oldukça iyi bir genç gibi gelmişti, yaramaz mı yoksa?"
"Hemen telaşlanma Afife." dedi adam doğrulmak için kıpırdandı. Saçlarını geriye tararken konuşmaya devam etti. "Çocuk pırlanta gibi ama nazırlıkta akbaba çok ve Kamil Talat pek konuşuyor. Milletin dikkatini Salih'in üstüne çekecek diye çekiniyorum. Ne yapmalı bilemedim."
"Sözlerin beni, tam anlamadığım halde korkuttu Sadık."
Sadık Muhsin endişelendirdiği karısının ellerini avuçları arasına aldı ve yüzüne bakarak konuştu.
"Merak etme güzelim, ben Salih Hüsnü oğlumuzu akbabaların eline bırakmam." Nefeslendi. "Yanıma almamakla iyi mi ettim kötü mü ettim bilmiyorum. İki gün sonra yurtdışına gönderirler de, Yasemin'imizi de göremeyiz diye kendi yanıma çekmemiştim ama... Neyse, Afife'm senin de aklını karıştırmayayım. Önce onunla bir konuşma yapayım da..."
"Şimdi üst balkonda, istersen çağırayım."
"Salih Hüsnü burada mı?" dedi adam şaşkınlıkla. "Hayret, gelmezdi hiç."
Afife bilmişçesine sırıttı. "Sabah çıkmış gelmiş, nişanlısını ihmal ettiği için özür dilemeye. Çekingenliğini yenmesi zor oldu ama zamanıdır artık." Sonra suratını buruşturdu. "Bu arada, Gülçehre Teyze çiftliğe gelin diye tutturdu, damadı sınayacakmış, ikna edemiyorum. Son çare sensin."
Sadık Muhsin düşüncelerinde uyanır gibi doğruldu. "Çare mi? Hım, tamam." kapıya kısa bir bakış attıktan sonra Afife'ye döndü. "Bence çiftliğe gitmelisiniz, bir iki hafta tatil yapsanız fena olmaz."
"Sadık..." diye sızlandı Afife.
Fikri oldukça işe yarar bulan Sadık, eşinin yanaklarına ellerini yerleştirdi. "Dünürü de al, çocuklarla birlikte teyzene eşlik et. İkinci gün, iyi ki gelmişiz diyeceksin eminim. Beni kırma Afife'm."
Afife pes etti. "Tamam, istediğin olsun."
Sadık karısını bir öpücükle teselli ettikten sonra Salih ile konuşmak için hareketlendi. Toplantıda görüşülenleri genç adama söylemesi gerekmiyordu. Kokusunu aldığı kurmacanın Salih ile ilgili olduğuna ihtimal vermek istemiyordu. Sadece onu uyarmaya karar verdi. Kamil Talat'ı da unutmamalıydı, Pierre'nin arkadaşı olan Kamil Talat, genç adamın gizli olması gereken yeteneğini bilen nazırlıktaki tek kişiydi. Ayrıca istihbarat teşkilatı kurma niyetlerinde ciddiyseler, Salih gibi biri bu kurumun olmazsa olmazıydı. En iyisi yarın Kamil Talat ile konuşup Salih'in yanına almasıydı, böylece ona kol kanat gerebilirdi.
* * *
Balkonda ise yeni bir çekişme başlamıştı. Salih'in falı yüzünden garip duygularla boğuşan Yasemin, genç adamın fincanını ondan alamıyordu. Salih uzun parmaklarını fincanın üstüne kapatmış, açmamakta inat ediyordu. Bir falla üzülen Yasemin, onun falından sonra ne hale gelirdi? O yüzden Salih, fal bahsini kapatmakta ısrarlıydı.
"Rica ederim Yasemin Hanım, gereksiz laflar yerine daha aklı başında bir sohbet yapamaz mıyız?"
"Yapamayız efendim, açın fincanı bakacağım. Sakladığınız ne var Allah aşkına?"
"Sakladığım tek şey, garip şekilli kahve artığı, başka bir şey yok, size yemin ederim."
Yasemin genç adama dokunma özgürlüğüne sahip olsaydı, çoktan fincanı kırma pahasına o iş yüzü görmemiş ince parmaklara saldırırdı, fakat ne yazık ki, karşısındaki adam onun sadece nişanlısıydı. Münevver iş çığırından çıkacak diye ikna etmeye çalışır bir sesle araya girdi.
"A, bu şaka kaka olup gider. Oğlum bakıversin kızcağız işte. Alt tarafı da, üst tarafı da porselen değil mi bunun? Ne görecek sanki?"
"Hah!" diye Yasemin dadısını gösterdi. "Bak ne kadar doğru söyledi dadım. O fincanın içinde acaba ne göreceğim? Ne görmemden çekiniyorsunuz?"
"Iııh ıh!" diye fincanı kendine doğru çekti.
Münevver bu sefer de Yasemin'e söylendi. "Görsen sanki ne olduğunu anlayacaksın Yasemin. Kızım sen ne anlarsın karman çorman alfabeye benzeyen sözde kader yazılarından? Hayatında dilinle gerçekleştirdiğin bir fal çıktı mı?"
"Şimdi de boş konuşuyorsun dadı." diye söylendi ve fincanın tabağını parmaklarının ucuyla tutup çekmeye çalıştı. "İnat ettim, ben bu fala bakacağım!"
Annesinin sesiyle yerinden zıpladı.
"Ne bağırışıyorsun Yasemin?"
Salih, Afife ile Sadık Muhsin'i fark edince fincanı bile unutup hemen ayağa kalktı. "Çok özür dilerim efendim. Sanırım şakanın dozunu fazla kaçırdım."
"Tek yaramaz sen değilsin." diyen Münevver, gelenlere yer vermek için ayağa kalktı. "Ben mutfağa ineyim, bakalım ne yapıyorlar."
Yasemin fırsattan istifade Salih'in önündeki fincanı kendine çekmiş, ona ters bir bakış atan adama omzunu silkerek fincana el koymuştu. Salih kaptırdığı fincanın yasını tutarken utangaç bir tavırla Sadık Muhsin'e bakıyordu.
"Hoş geldin Salih." dedi Sadık Muhsin, Salih ona başıyla selam verirken Yasemin elinde fincan olduğu halde ayağa kalktı. Salih'in konuşmasına fırsat vermeden atıldı.
"Hoş geldiniz babacığım, iyisiniz değil mi?"
Sadık Muhsin kızına sarıldı, fincanla biraz tuhaf olmuştu ama kurcalamadı. Nişanlılık evresinde bu tarz nazlanmalar olurdu. "İyiyim, can parem. Hadi sen annenle aşağıya, Münevver'e yardıma git. Ben Salih ile biraz konuşayım."
Yasemin soran gözlerle babasına baktı. Annesi kolundan tutunca isteksizce balkon kapısına doğru yürüdü. Çıkmadan önce Salih'e bir bakış attı, genç adamın tüm dikkati karşısına oturan babasındaydı. Anne kız uzaklaşırken Sadık Muhsin eliyle Salih'i gösterdi.
"Otursana Salih, ayakta dikilme oğlum."
Salih tedirgince yerine oturdu. Yanlış bir şey mi yapmıştı, yoksa ondan habersiz kızını ziyarete gelmesine mi kızmıştı? Başka bir dedikodu daha mı çıkmıştı? Her ne olduysa baştan özür dilemeye kendini şartladı. Sadık Muhsin ise lafa nasıl başlayacağını bilemiyordu. Sonunda genç adamın beyazlayan yüzünü fark etti ve endişelendirdiğini anladı. Bir yerden başlamalıydı.
"Nasılsın Salih?"
"İyiyim efendim, sağlığınıza duacıyım." Dedi gergince. "Umarım siz de afiyettesinizdir."
"Günün gerginliği başıma vurdu biraz." dedi ağrısını hafife alarak. "Kafam, eskisi gibi işlerle meşgul olmaya dayanmıyor, hemen şikâyete başlıyor. İnsan yaşlandıkça daha çok dinlenmeye ihtiyaç duyuyor."
"Estağfurullah efendim." dedi gayet ciddi. "Dinlenme ihtiyacı yaşlılıktan değil, bilgi çokluğundan ileri geliyor bana kalırsa. Benzetmemi bağışlayın ama arşiv gibi arada beyni dinlendirip düzene sokulması icap ediyor."
Sadık Muhsin, yalakalık yerine esprili ve hoş bir cevap aldığı için gayet memnun gülümsedi. Bu genç tam istediği gibi bir damattı, bir parça soğuktu ama bu yönü ona kişisel bir cazibe katıyordu. El verilirse yaman bir diplomat olabilirdi.
"Senin işler nasıl bu günlerde?" dedi lafı işe getirdiği için.
"İyi efendim, çok iyi."
"Gördüğüm kadarıyla Kamil Talat Bey ile iyi anlaşıyorsun. Beyefendi senden çok memnun."
"Allah razı olsun, ben de işimden memnunum." dedi ve başını kaldırıp Sadık Muhsin'e baktı. "Fakat sürekli sıradan bir memur olup kızınızın geçimini zora sokacağımı düşünmeyin. Kızınıza rahat bir hayat sağlamak için var gücümle çalışacağıma emin olun."
"Bizim tek derdimiz mutlu olmanız Salih. Ayrıca şüphem olsaydı, bu kadar çabuk evet demezdik. Tek karar Yasemin'in değil."
Salih boynuna kadar kızardı. Aptalca konuşmamaya çalıştıkça kendini batırıyordu. Dişlerini dudağının iç kısmına geçirip sustu. Sadık Muhsin anlayışlı bir sesle devam etti.
"Senden ricam, hırslarına yenilip mevki aşkını, gönül aşkından önde tutmamandır. Her zaman görev olur ama huzurun veya sağlığın kaçarsa bir daha ele gelmez oğlum."
Sadık Muhsin, başı önde onu dikkatle dinleyen Salih'e birkaç tavsiye daha verdi. Üstleneceği işlerde dürüstlük ilkesine sarılmasını söyledi. Bu nasihatlarının, toplantıda bahsedilen şişirme teşkilattan teklif alması durumunda ret etmesini sağlamasını umdu. Salih'in başaramama ihtimalinden çekinmiyordu, işin başında görünen birkaç adamdan haz etmiyordu. Tek güvendiği adam, Mehmet Kemal Paşa'ydı.
* * *
Yasemin annesinin yanında mutfağa gittiğinde; konak çalışanları, aşçının yaptığı böreği mideye indirmeye hazırlanıyorlardı. Afife Hanım'a da bir tabak börek ile çay uzattılar, birer servis de yukarıya göndermek için düzenlediler. Yasemin elindeki hazineyi bırakmadan Münevver'in yanına yanaştı.
"Dadıcığım, Dilbade nerelerde?"
Kadın, böreğe üşüşmüş insanları süzdükten sonra ileriyi gösterdi. "Kesin kilere uyumaya gitmiştir mutfak faresi."
"Gel, hatunu bulalım da şu falı okutturalım."
"A, senden korkulur Yasemin. Ne ara aşırdın kızım sen bu fincanı?"
"Sus, sus." dedi annesine bakarak. Akşam yemeği için aşçı kadınla konuşuyordu. Kısık sesle ekledi. "Valla, bu suratsız benden bir şey saklıyor."
"Normal değil mi? Beyzade ilk görüşmenizde hakkındaki her şeyi sana nasıl anlatsın?"
Yasemin bıkkınca Münevver'e baktı. "Aman Münü, ne demek istediğimi biliyorsun?"
"İyi, çokbilmiş seni, kurtulamayacağım senden galiba." diye söylenerek kurulduğu sandalyeden kalktı. "Ah, bacaklarım, senin peşinden koşmaktan helak oldular be yavrum."
Tahmin ettikleri gibi Dilbade, boş meyve kasalarını yan yana dizmiş, üstlerine kilimi sermiş uyukluyordu. Yasemin soluklanmadan orta yaşlı kadını dürttü. Dilbade önce ne olduğunu anlayamadı, karşısında Yasemin'i görünce bir telaş bahaneleri sıralamaya başladı. Yasemin, kadının fare nöbetçiliği yaptığına inanmadı ama lafı kısa kesmesi için inanır göründü.
"Kurduğun fakları denetlemen çok güzel Dilbade ama ne olursun şu fincana da bir bakıver."
Dilbade uyuduğu için azar yemekten kurtulmanın rahatlığıyla gözlerini ovuşturdu. "Bakmaz mıyım küçük hanım emme bura pek karanlık, az aydınlığa geçelim."
Kilerden çıkıp bahçeye açılan mutfak kapısından arka tarafa geçtiler. Dilbade dualar ederek fincanı açtı, kınalı parmaklarının arasında evirdi çevirdi. Sonra aniden gözleri açıldı ve diğer elini ağzına götürdü.
"Bu fincan kimin küçüğüm?"
"Ne gördün?" diye atıldı Yasemin. Münevver de heyecanlanmıştı.
"Söyleyiver Dilbade, kiminse kimin. Çatlayacağız burada değil mi?"
Dilbade başını salladı, iki üç dua okuyup fincana tükürdü. Yasemin şaşkınlıkla kadını izliyordu. Dilbade başını yeniden salladı.
"Ben bunu dillendirmem, imkânı yok. Söyleyip vebal altına girmem."
"Valla kafana yumruğu çatacağım Dilbade, numarayı bırak da söyle!" diye homurdandı Münevver. "Zaten fincana tükürüp olan falı bozdun."
"Daha beter bozulsun, tüü!" diye yeniden tükürdü.
Yasemin, artık okunsa ne olur, hale gelen fincandan umudunu keserek suratını sallandırdı. Dilbade endişeyle Yasemin'e döndü.
"Bunu akar suya atmak gerek Yasemin Hanım. Kötülüğü aksın gitsin."
"İyi, yarın boğaza götürür törenle sallandırırız suya." dedi Yasemin dudağını sarkıtarak. "Hiçbir şey söylemeyeceksin anlaşılan."
Dilbade kızın üzgün halini fark edince ezildi büzüldü. "Söylenmese daha iyi ya."
"Biraz çıtlat bari." dedi Münevver. "Yalan dolan zaten."
"Fincan kimin fincanı?"
Münevver homurdandı. "Damat Salih Bey'in!"
"Hiii!" dedi Dilbade elini yeniden ağzını kapatarak. "Deme kız!"
"Dedim bile cadaloz kadın, iki lafın belini kıralım gülüşelim diye sana geldik. Ettiğin şeye bak!"
"Vah beyzadeye vah!" diye dövündü Dilbade. "Büyü mü var acep damat beyde? Benim kaynana yakında olaydı damat beyimize bir ak büyü yapardı, bahtını açıverirdi."
Münevver dayanamadı, yumruk yaptığı elini kadının kafasına hafifçe dokundurarak vurdu. "Ya anlat, ya da insanı boşuna telaşa sokma. Bunlar ne biçim laflar!"
Yasemin sıkıntıyla konuştu. "Başka birine mi varıyor?"
Dilbade, Münevver'in elini dokundurduğu yer acımış gibi ovaladı, ters bir bakışla Münevver'e bakarak konuştu.
"Biraz anlatırım ama fincanı, üç kere dua okuyup akar suya atacaksınız tamam mı? Neme lazım, belki bozulur kötülerin oyunu."
"Atacağız dedik ya, söz." dedi Yasemin ve kadını dinlemek için dikkat kesildi.
Dilbade huzursuzca fincana yeniden baktı ve iç geçirdi. "Beyzadenin üstünden çok söz dönüyor, millet kolundan tutmuş bir o yana bir bu yana çekiştiriyor. Her birinin altında cehennem çukuru, ne tarafa niyet etse içine düşecek. Tövbe, tövbe!" dedi ve bir tükürük daha salladı.
"Tükürüp durma kızım şu fincana, iyice sulandırdın." diye söylendi Münevver.
"Kötülüklerini boğuyorum Münevver abla." dedi. "Karışma sen."
Yasemin, Münevver'in koluna vurdu. "Karışma dadı ya."
"Of, iyi, sustum." diye küskünce gerileyen Münevver, Dilbade yeniden konuşmaya başlayınca yine kadının dibine yanaştı.
"Yılan bakışlı uzun boylu biri var burada."
"Hah, o işte, Salih!" dedi Yasemin. Münevver onun kolunu çimdikleyince ters bir bakış attı.
Dilbade başını salladı. "Yok, yok değil. Pis herifin elinde bir hançer var, beyzadenin karşısında ona iyi görünüyor ama arkasında sakladığı hançeri saplamak için fırsat kolluyor."
"Ne kadar detaylı görüyorsun sen öyle! Eline kalem versek adamı çizeceksin." diye abartı bir hayretle konuştu Yasemin. "Maşallah sana!"
"Köyden Halime Nine, kaynanama el vermiş, kaynanam da bana el verdi. Görürüz biz." dedi gururla. "Hah, nerede kalmıştım. A, bak sen şu işe! A, a!"
Dinleyicilerini iyice meraklandırmayı iyi biliyordu. Anlatmakta isteksiz olduğu falı, şimdi nidalarla çözmeye başlamıştı. Tedirginliğini atan Dilbade, rol keserek konuşmaya devam etti.
"Anam bu kadın da kim? Kara kuru gençten bir kadın, beyzadenin kalbini almış eline sıkar da sıkar. Kim ola bu? Bunlar birbirlerinden ayrılar, beyin başı pek dumanlı... Valla küçük hanım, size anlatmayayım dedim ama ısrar ettiniz. Benden günah gitti. Gerçek sanmayın gerçekleşir, ben uyarayım da..."
Yasemin'in çenesi kasıldığından cevap veremedi. Salih'in sevdalandığı kadının fincanın içinde olması canını pek sıkmıştı. Falı çözmesi için Dilbade'ye ısrar ettiğine pişman dinlemeye devam etti.
"Hala kadıncağızı hayal eder durur, pek sevmiş anlaşılan. Ah, dedikçe gönlünün ateşi depreşir, arşa uzanır. Yazık ya..."
"İyi bak, ben yok muyum oralarda?" diye Yasemin sinirli bir sesle söylendi.
Dilbade fincanı dikkatlice süzdü, eğildi, neredeyse içine girdi. Sonra başını salladı. "Yoksunuz hanımım, hayda, neden ki acep? Beyzade fincanı kapatırken ne düşündüyse artık! Keşkem sizi düşüneydi, belki şuracığa ilişirdiniz."
"Of, kâfi Dilbade, devam et sen." Yasemin tamamen bozulmuştu, Salih'e pek kızgındı, zaten kızmasa ağlaması içten değildi.
"Beyin yanında orta boylu bir erkek var, yüzünde bir maske var, bir de gerisinde gerçek hali! Bismillah! Tüüü!"
"Fala mı bakıyorsun, şeytan mı taşlıyorsun belli değil Dilbade." dedi Münevver endişeyle, Yasemin'in gittikçe süzülmesi hayra alamet değildi. ''Bu kadar yeter artık, yalanların boyunu aştı.''
"Devam et!" dedi Yasemin yaslandığı duvardan doğruldu. "Falı tamamla Dilbade."
Dilbade sıkıntıyla fincana göz attı. "Yolları hep birbirine girmiş, açık bir kısmeti yok. Çok göz var Yasemin Hanım, gözü olanın gözü çıksın! Bir şey daha var ama demek istemiyorum. Naz olarak almayın ama... En iyisi sadece çıtlatayım. Uzağa gidiyor." dedi Yasemin'e üzgünce baktı. "Nasıl yorumlarım bilemedim ama uzaklaşıyor. Hanesi karanlık!"
Yasemin kadının gözlerine bakıyordu ama gördüğü bir şey yoktu. "Karanlık mı?"
"Yüreği pek cesur, aslan gibi yiğit bir delikanlı ama gönül yarası pek derin. Çektiği derdinden geleceği gözünde değil. Sırat köprüsünden yürüyüp geçebilecek mi bilemem çünkü ahanda şurada bir köprü var emme sonu boşluk."
Afife Hanım başını köşeden uzattı. "Yarım saattir sana sesleniyorum Yasemin duymadın mı?"
Yasemin sadece başını salladı. Afife Hanım bıkkınca nefeslendi. "Salih Bey gidiyormuş, gel de uğurlayalım nişanlını."
Gönlü iyice ağırlaşan Yasemin'in Salih'i görmeye takati yoktu, yüzüne bakamazdı. Ağlamamak için dişlerini sıktı ve başını hayır anlamında salladı.
"Beni af etsin, uğurlamaya gelemem."
Sesindeki titremeyi fark etmeyen Afife kaşlarını çattı. "Çok ayıp olur kızım..."
"Anneciğim ısrar etmeyiniz, uğurlayamam!" dedikten sonra Dilbade'nin elinden fincanı aldı, arkasını döndü ve bahçeye doğru hızlı adımlarla yürümeye başladı. Annesi ardından seslendi ama durmadı.
"Münevver, bak şu kıza, bende genç adamı göndereyim. Çok ayıp olacak çok! Ne diyeceğim ben şimdi?" diye söylenerek Afife içeri girdi.
Münevver tam hareketlenecekti ki Dilbade kolundan tuttu. "Münevver abla, söylemeyecektim ama sana söyleyeyim. Falda mezarlık var. Gözünü seveyim akan bir suya atın o fincanı, temizlensin beyin bahtı."
Münevver başını salladı ve Yasemin ile arasında mesafe bırakarak takip etmeye başladı. Gerçi mesafe bırakması bir parça zorunluydu, kilo ve yaş farkı yüzünden kıza yetişmesi olanaksızdı. Yasemin hızını hiç düşürmeden bahçenin sonundaki kafes şeklindeki kamelyaya kadar durmadan yürüdü. Hisleri çorbaya dönmüştü. Sabah Salih'ten nefret ediyordu, bu kesindi. Canına okumaya kararlıydı, bu da kesindi. Şimdi ise yine nefret ediyordu ama aynı kesinlik yoktu. Nefes nefese kendini küçük oturağa bıraktı.
Fincanı kucağına koydu ve onun için anlamsız olan kurumuş kahve lekelerine gözlerini dikti. Aptalca bir falın kendisini bu denli etkilemesine öfkeleniyordu ama elinde değildi. Üzülse mi kızsa mı bilemedi. Adamın falında bile yoktu, gönlünde onun sığınacağı kadarcık bir boşluk da yoktu. Eski sevdasına hala bu kadar bağlıyken onu hiç düşünmediğini anlamak zor değildi. Bugüne dek onu görmeye gelmeyen bir nişanlıdan başka türlüsü beklenemezdi. Lütfedip onu onurlandırmak için ancak bugün ziyaret etmişti.
"Budala, yarım akıllı, kaba suratsız!" diye homurdandı. "Ben neden bu kadar üzgünüm bilmiyorum. Mutlu olmam gerekiyor, senden daha kolay kurtulacağım! İlkel beyinli, sıska!"
Acaba uzaklaşması bu anlama mı geliyordu? Geleceklerinde ayrılık mı vardı? Bir çıtırtı duyunca irkildi ve girişe baktı. Elini göğsüne götürdü.
"Of! Dadı, ödümü kopardın!"
Münevver ölecekmiş gibi derin soluklar alarak Yasemin'in yanındaki oturağa çöktü. Koşmaktan kıpkırmızı olmuştu ve boncuk, boncuk terlemişti. Başındaki örtüyü söküp terini sildi.
"Su filan yok mu buralarda ayol?"
Yasemin elindeki fincanı uzattı. "Biraz kahve telveli tükürük var, ister misin?"
Yüzünü buruşturan Münevver öğürmemek için eliyle ağzını kapattı. "Çek kızım şunu gözümün önünden!" dedi ve sırtını baklava şeklinde çatılmış kafes tahtalara yasladı. "Ay, anam çok yoruldum. Tazı gibi koşmanın ne âlemi vardı?"
Yasemin omzunu silkti. Yan gözle ona bakan Münevver onu rahatlatmak için gülmeye çalıştı ve şansına başardı da. "Sakın bana Dilbade'ye inandım deme Yasemin. Deli olma biricik kuzum, okuduğu şey bildiğin çöp. Kederlenecek ne var?"
"Kederlenmedim!" diye kıpırdandı. "Umurumda bile değil."
"Bu halin ne o halde?" durakladı. "Yoksa senin paşazadeye gönlün mü düştü?"
İğne batırılmış gibi sıçradı. "Allah yazdıysa bozsun, ne seveceğim o... O... O suratsızı!" dedi ilkin aklına bir şey gelmemişti. Son anda diline pelesenk olmuş lafa yapıştı. Sonra başını çevirdi. "Benim gönlüm hala Behzat da!"
"Oh, ne ala!" dedi Münevver gülerek. "O halde zil çalıp oynaman gerek. Senin falında Behzat çıktı, Salih Bey'imizin falında esmer dilber. Yakında bu nişan saçmalığından da kurtulursun."
Küskünce konuştu. "Kurtulur muyum dersin?"
Münevver canla başla onayladı. "Kesinlikle, bak şuraya yazıyorum. Aman burası pek pismiş, yazdım say sen. Senin gönlün ne hararetli bilemem ama Salih Bey'in gönlünün ateşi bu nişana fazla dayanmaz, esmer güzeline kaçmak için yolları açar. Uzaklaşır."
"Şu çirkin kadına esmer güzeli deyip durma dadı. Kara kuru bir kadınmış işte, lafla kadını güzelleştirme."
"Onu bir de Salih Bey'e sormak gerek. Kim bilir nasıl görünüyordur gözüne, senin gibi cennetten düşmüş huriye bakmayacak kadar gözü kör olduğuna göre."
"Of, dadı, of! İllallah! Bu konuyu kapatalım, içime fenalık geldi. Suratsız ile esmer cadı, tam da birbirlerine denkler. Biz niye çenemizi yoruyorsak!"
Münevver eliyle Yasemin'in sıkıca tuttuğu fincanı işaret etti. "Fincanı ne yapacaksın? Gülçehre Teyze'nin hediye ettiği Fransız porseleni kahve setinin bir parçası, özel yapım..."
"Satıcı gibi konuştun." diye söylendi.
"Her geldiğinde eksik var mı diye sayıp gider, biliyorsun. Atacak mısın boğaza?"
Yasemin kara kara düşünürken Münevver fincanı atacağından emindi, zaten Yasemin atmazsa o atacaktı. Dilbade'nin son söylediği cümleyi düşündükçe hala ürperiyordu. İçinden gerçekleşmemesi için dualar ederken Yasemin'e söyleyemeyeceğinin bilincindeydi. Kız iki fal yüzünden süzülüp kalmıştı, bir de... Allah saklasın... Düşünmemeye karar verdi.
"Yarın öğleyin, terziye giderken boğaz kenarında bir gezinti yapalım mı dadı?"
Münevver gülümseyerek Yasemin'in tül örtüsünden çıkmış saçlarını okşadı. Kendine çekti ve alnına bir öpücük kondurdu.
"Çok iyi olur, biraz deniz havası yiyeyim de kemiklerim iyice kurusun, çatırdasın." dedi kıkırdayarak. "Hadi, yolumuz uzun, annen, Bekir'i peşimize salmadan konağa dönelim."
***
İstanbul'un alımlı çehresine akşam çöker ve şehir, başka bir çeşit güzelliğe evrilirken, her bir tarafında yüzlerce farklı hayat yaşanmaktaydı. Yaşanmaktaydı diyoruz ama lafın gelişi, bazı yerlerde de son bulmaktaydı. Şehri bir taç misali kuşatan tepelerden birinde, ağaçların arasındaki cennet bahçesinin ortasında beyaz bir köşk vardı. Issız koridorlarda ansızın boğuk bir çığlık yankılandı. Kimse, bir kişi dışında kimse, bu tatlı cana olan veda nidasını duymadı.
Edip Nuri'nin uyarısına rağmen karanlık yüreğe sahip katil, öfkesine yenilmiş, yapmaması gereken bir şey yapmıştı. Zindan olarak kullanılan bodrum katında, zayıf fener ışığı altında, az önce son duasını okuttuğu adamın başında dikiliyordu. Ellerinden yere damlayan kanın dehşetengiz hissi umurunda değildi, dokusunu seviyordu. Kokusunu, tırnaklarının arasına sızan kadifemsi yapışkanlığını...
Hırıltılı bir gülüşle yerdeki zavallı cesede baktı. Neşeli hırıltısı artarken ayağıyla cesede bir tekme attı. İşkence görmüş leşe, insan demek zordu, kan ve doku yığını haline gelmişti; üstüne üstlük şu anda, bağırsakları da zemini pisletiyordu. Edip Nuri'ye, adamın bu halini gösterirse, yemediği azar kalmazdı ama her şeye rağmen değerdi. Adamın ağzından teker teker söktüğü dişlerini yerden topladı ve her zaman yanında taşıdığı pis kokulu keseye koydu. Bu keseyi değiştirmeliydi veya içindeki dişleri bir ara yıkamalıydı, kokusu dikkat çekmeye başlamıştı.
Ne yapacağını düşünürken gözüne, masaya sapladığı satır göründü. Islık çalarak satırı güçlü kaslarını gererek masadan kopardı ve cesedin başına gitti. Üstüne başına kan sıçramıştı zaten hiç beklemeden cesedi parçalamaya koyuldu. Bir süre sonra ıslık çalmayı bırakıp kıkırdamaya başladı, küçük bir çocuk gibi neşeyle kıkırdıyordu. Etrafa sıçrayan kemik ve et parçaları onun yüzünü örterek kanlı bir maske gibi kaplamıştı. Ağzının kenarında bulaşan kalıntıları diliyle yalayarak temizledi, diline gelen kemik kırıntılarını balgamlı bir tükürükle pis zemine fırlattı, sonra da parçalamaya devam etti.
Başka bir karanlık odada ise iki adam karşılıklı deri koltuklarda oturmuş hızlı bir şekilde konuşuyorlardı. Binanın neresi olduğunu söylemeyeceğiz, çünkü önemli değil. Önemli olan bu iki adamın ne konuştuğu...
"Paşa sorun çıkartacak, kesinlikle taş koyacağını belli etti."
"Merak etmeyin efendim, elimdeki adam işi başarırsa, listedeki diğerleriyle de işi kıvırırız. Şifreciyi kandırmak için acele etmemize gerek kalmaz."
"Hep aynı masalı anlatıyorsun Edip." diye homurdandı adam. "Gittin en beceriksiz adamı buldun. Hala karşıma geçmiş ağzıma sürdüğün çürük balı yutmamı bekliyorsun. Dua et, sana destek çıkıyorum yoksa çoktan harcanırdın."
"Sağlığınıza duacıyı efendim." dedi Edip Nuri, başını saygıyla eğerek.
Nejat Bahri tatmin olmuş bir bakışla adamı süzerek geriye yaslandı. "Aslında Hüsnü Celal'in oğlunu işe karıştırmayı ben de istemiyorum. Fakat biliyorsun şef onu istiyor. Sonuçta biz de uymakla yükümlüyüz. Bir süre daha beklemeye ikna edebilirim, sanırım. Sen de o arada elini çabuk tut, yoksa ensenden tuttuğum gibi önlerine seni atarım Edip."
"Emredersiniz hazret."
"Yine aynı meseleye geldik. Mehmet Kemal'i ne yapacağız? Onu biraz tanıyorsam şu anda padişahımızla görüşme ayarlamaya çalışıyordur, ya da Hüsnü veya Sadık'a bizi ispiyonlamayı tasarlıyordur."
"Bahsettiğiniz gibi bir tasarısı olduğunu öğrendim, efendim. Görüşme talebini, hünkârımızın kalemine iletmiş ama merak etmeyin haber durduruldu, şimdilik!"
"Sinsi herif!" diye tısladı öfkeyle. "O vakit fazla bekleyemeyiz. Bugün yarın ağzını kapatmak gerek."
Edip Nuri haince kısılan gözlerini Nejat Bahri'ye doğru kaldırdı. Dudaklarında seğirmeyi andıran tereddütlü bir sırıtış eşliğinde konuştu.
"Ne yapılmasını isterdiniz?"
Nejat Bahri nefes aldı, verdi, elini cebine attı. Gümüş bir tabla çıkardı, yavaş hareketlerle açtı. İçindeki tozdan bir nefeslik aldı ve burnunun sağ deliğine çekti. Diğer deliğini de şenlendirdikten sonra aynı yavaş hareketlerle tablayı kapattı ve cebine attı. Aldığı zevk verici zehrin tadını çıkardıktan sonra gevşek kelimelerle konuştu.
"Cenazesine gitmek isterdim, malum yarın Cuma."
Edip Nuri titrek sırıtmasının yarım bir gülümsemeye dönüşmesine izin verdi. "Sanırım ikindi namazına yetiştirirler çünkü emir verdiğiniz takdirde, gece yarısına varmadan son nefesini vereceğini hesap ediyorum. Gerçi bir parça utanç verici bir yerde ama insanın mevkisiyle zevki doğru orantılı olmuyor."
Nejat Bahri burnunun kaşıntısını gidermek için parmağıyla sildi. "Sen pisliğin tekisin biliyorsun değil mi Edip?" dedi ve koltuğuna iyice gömüldü. "Anlat bakalım."
Edip Nuri ağrımaya başlayan sırtını rahatlatmak için oturuşunu değiştirdi. "Mehmet Kemal Paşa, ihtiyar yaşına rağmen genç kadını sever."
"Onunla aramızda fazla yaş farkı yok ve bende genç kadın severim Edip." dedi neşelenen Nejat Bahri. "İhtiyar deme sen yine de."
"Onunla siz bir misiniz hazret? Ahı gitmiş, vahı kalmış Mehmet Kemal'in."
"Uzatmadan devam et." dedi baygınlaşan gözleri şaşılaşarak.
"Nerede kaldım? Görüşme talebini öğrendiğimde, beyefendi için bir eğlence hazırlamayı düşündüm. Bu akşamüzeri beyefendi bir davet aldı, arada gidip tazeleri okşadığı evden. Yeni gelen İtalyan dilberin tadına baksın diye ama bilmediği şey bu dilberi getiren biziz. Kadın benim emrim üzerine çalışıyor, yani hem evden maaşlı hem benden. Mehmet Kemal'in içkisine kalbini hızlandıran bir sıvı damlatıverecek sonrası onun hünerine kalmış. Gece yarısı olmadan beyefendi, o volkan gibi yanan kevaşenin altında kalp krizi geçirmezse ben de kadından anlamıyorum demektir."
"Oldukça rezil bir durum." diye homurdandı. "İyi ki adam dul yoksa cenazesine gitmeye utanırdım."
Nejat Bahri komik şakasının ardından bir kahkaha patlattı. Edip Nuri güler görünüp içten içe bu zavallı adamdan tiksiniyordu. Kendi kendine 'Az kaldı' diye düşündü. 'Yerine geçmem yakındır. Bakalım o gün geldiğinde senin cenazene kaç kişi gelecek?'
Nejat Bahri kahkahalarını zapt ettikten sonra Edip Nuri'ye baktı. "Aferin, aferin Edip Nuri. Gelişmeleri efendiye anlatacağım. Mehmet Kemal ortadan kalkınca önümüze çıkacak olanları kolayca bertaraf ederiz. Asıl tanık oydu, rahmetli iyi adamdı ya!"
Nejat Bahri yeni bir kahkaha krizine girdi. Gözlerinden yaş gelene, ağzından tükürük saçana kadar güldü de güldü. Tıkandı, açıldı yine güldü. Beyni sünger kıvamına gelmişti, hayalinde geçici üyesi olduğu teşkilatta yükseldiğini, bizzat efendiden asıl üyelik iznini aldığını görüyordu. Edip Nuri adamın hayallerini sezercesine onu izleyip sakince oturmaya devam etti. Aklınca her şeyi yoluna koyduğunu düşünüyordu ama bilmediği şey, eli satırlı katilin şu anda onun zayıfta olsa tek umudunu dilimlediğiydi. Çok yakında öğreneceği bu gerçekten habersiz, başardığı ve başardığını sandığı planlarının zevkini çıkartıyordu.
***
Şehirler sultanı İstanbul'un üstüne serilen, yıldızla mehtapla işlenmiş, danteli andıran gecenin bir vaktinde, genç bir adam elleri cebinde karanlık bahçede dalgın adımlarla yürüyordu. Çıkardığı ceketini az önce oturduğu çardakta unutmuş, yalın gömlek ile bir hayalet gibi bakımlı bitkilerin arasında dolaşıyordu. Sabahki coşkusu ve kalbini yumuşatan sıcaklık, bir kaşık kahve telvesinin içine karışmış, kararmış da kararmıştı. Ciğerlerine yetmeyen bir nefes daha aldı.
"Çok üstüne gittin be Salih." diye kendi kendine mırıldandı. "Kızı ne kadar tanıyorsun ki?"
Yasemin'in basit bir fal baktırma inatlaşması yüzünden be denli kırılacağını tahmin etmemişti. Onu düşünerek fincanını vermek istememişti ama keşke kıza söyleseydi. Çocuk gibi inatlaşmak yerine, üzülmesini istemediğini söyleseydi. Yerdeki küçük taşa bir tekme attı.
"Sen hiç büyümeyecek misin oğlum ya?"
Sadık Muhsin Bey'in konağından çıkıp kendi konaklarına kadar yayan yürümüştü. Aynı düşünceler etrafında dönüp durdu. Yapacağı yüzeysel, sevgisiz evliliğin ikinci faktörü oldukça can alıcı ve güçlü çıkmıştı. Kızın zeki ve oyuncu bakışları aklına geldikçe içinde garip bir kımıldanma oluyor ve gönlü daha uzun vakit geçirme isteğiyle dolup taşıyordu.
Sabah konağa giderken hiç de böyle bir durumla karşılaşacağını hayal etmemişti. Nişanlısı ve ailesiyle kısa süre sohbet edecek, onları hoşnut ettikten sonra oyalanmadan kaçacaktı. Bir saat anca diye kendine zaman biçmişti ama gittikten sonra ayakları kök salmışçasına saatlerce Yasemin'in ilgisine dilenci olmuştu. Kaç kere kibarca veya basbayağı açıkça kovulduğunu saymamıştı. Onu bu şekilde tersleyen başka biri olsaydı daha ilk cümlede bir daha dönmemek üzere çıkıp giderdi ama bu kızda bir şeyler vardı. Tıpkı eski hikayelerdeki peri kızları gibi kurbanlarına büyü atıyor, sohbeti ve davranışlarıyla kendine bağlıyordu.
Aklına Yasemin'in Perran ile takışması gelince dudağının kenarında beliren hoşnut gülümsemeye engel olamadı. Gerçekten de onu kıskanmış mıydı? Daha önce hiç bu kadar eğlenceli ve keyifli laf sokmalarla hemcinsini kıskanan birine rastlamamıştı. O yüzden bunun kıskançlık mı yoksa Perran'la arasında olan eski bir şakalaşma mı olduğuna karar veremiyordu. Nina da onu defalarca kıskanmıştı, hakkı olarak veya olmayarak. Hiç Yasemin gibi değildi. Sonu ağlama krizleriyle biten, her cümlesinde şirretlik ve öfke damlayan tekinsiz kavgalar şeklinde olurdu. Nina'nın sesi öyle tizleşirdi ki; Salih, kadının bağırmaktansa eline sopa alıp dayak atmasını tercih ederdi. Zaten bu tarz kavgaların sonu Salih'in ortamı terk etmesiyle durulurdu.
Konaktan konağa yaptığı yürüyüş arasında Behzat'a da uğramıştı ama genç adamın evde olmadığını öğrenmişti. Geçen haftadan beri arkadaşından ses çıkmamıştı. Mektubu hala bulamaması bir yana -ki Salih bu kayba pek inanmıyordu; Behzat, ondan kaçtığı izlenimini veriyordu. Satırlar hafızasındaydı ama Yasemin'in ruhunu döktüğü kağıt parçasına ihtiyacı olduğunu hissediyordu. Nereden nereye gelmişti. Behzat'ın zoruyla gittiği kır gezintisini yapalı bir ay bile olmamıştı ama şimdi o gezi sayesinde nişanlı bir erkekti.
Bir de Sadık Muhsin Bey'in tavsiyeler verdiği sohbet vardı. Onu dinlerken aklına iş teklif eden Edip Nuri denen adam geldi. Sadık Muhsin Bey açıkça söylememişti ama sanki o adamla görüşme yaptığını biliyordu ve Salih'i bu nedenle uyarma gereği duymuştu. Acaba Sadık Muhsin Bey, onun usta Pierre'den ders aldığından haberi var mıydı? Kamil Talat Bey, biliyordu. Bilme nedeni Pierre'nin yakın dostu olmasından kaynaklanıyordu gerçi Sadık Muhsin Bey de biliyorsa şaşırmazdı. Adamın bilmediği yok gibiydi. Onun bu gizli yanını, kayınpederi onaylamıyor olmalıydı.
Bunca diken üstü olayın tepesine konan büyük teyze ziyareti başka bir sorundu. Sadık Muhsin Bey, emir verir gibi teyzenin teklifini düşünmesini söyleyince kabul etmeme gibi bir lüksü olmayacağının farkındaydı. Annesi ve Hüma da davetliydi. Nazırlıktaki işlerini ayarlaması sorun olmazdı, zaten arşivleme işinden başka bir iş yapmıyordu. O da yarılanmıştı, bu yüzden elini iyiden iyiye yavaşlatmıştı. Sabah kahvaltısında, büyük teyzenin kati davetini ailesine açmayı düşündü ve eve dönmek için adımlarını çevirdi. Zihnine süzülen fikir yüzünden gülmemek için dudağını ısırdı, eğer çiftliğe giderlerse Yasemin ile daha fazla vakit geçirme imkânı olacaktı ve genç kızı sinirden delirtme fırsatı olacaktı. Kızgınlıkla yanan yeşil gözlerinin cazibesine kapıldığını kendi kendine itiraf edebilirdi ama yüksek sesle değil. Neme lazım, aç biilaç dolanan gönlü duyardı da; av bulmuş aslan gibi, bu çok tehlikeli pek yaman ceylanın peşine düşerdi.
Salih bahçeyi tavaf ederken, Yasemin de yatağına uzanmış; gözleri, kapaksız pencere misali tavana dikilmiş yatıyordu. Aklı dolabına sakladığı kahve fincanındaydı. Fala inanmaması gerektiğini biliyordu, batıl inancı güçlü olan bir insan değildi. Dilbade de her dediği tutan bir kâhin de değildi. Peki, neden aptal fal yüzünden günü cehenneme dönmüştü? Esmer güzel! Büyük ihtimalle bu kasvetinin sebebi buydu.
Salih'in maçovari ve ilkel karakteri bir yana, flört hastası olması daha çok canını sıkmıştı. Salih, toplamda onun nefret ettiği her şeyi simgeliyordu. Ağzı laf yapan ama dalgacı, eşinin köleliğini isteyen, kendini sözde üstün cinsinin eşsiz bir üyesi olduğunu sanan, kibirli ve suratsız adamın tekiydi. Tipik, kalıbı sağlam ama işi boş biriydi. Gerçi kalıbı, pek sağlam da değildi, Behzat kadar yakışıklı olmadığına emindi. Ah, bir de Behzat'ın neye benzediğini hatırlayabilseydi...
Kendini Salih'ten soğutmaya çalıştıkça tek düşüncesinin genç adam olmasını engelleyemiyordu. Yasemin henüz farkında değildi ama Münevver'in kehaneti yavaşça gerçekleşiyordu. Yatağında Salih'i kaçıracak planlar yapıyordu ama zihninde genç adamın sürmeli, lacivert, bademi andıran gözleri; bir kız ağzına benzeyen kırmızı dudakları; yüzüne dökülen dalgalı asi kömür karası saçları; çıkık elmacık kemikleriyle birlikte keskin hatlı çenesi; gülümsediğinde görünen düzgün bembeyaz dişleriyle bir hayal prensini andıran yakışıklı çehresi beliriyordu.
Kesinlikle, onu kendinden uzaklaştırmalıydı. Naif ve söz dinleyen kızları beğendiğini söylemişti. Belki kendi esmer cadısı öyle bir kadındı ama Yasemin asla, bir erkeğe köleliği kabul edip boyun eğen biri olamazdı. Salih'i başından def etmek için olduğu gibi davransa yetecekti, rol yapmasına bile gerek olmayacaktı. Yine de keşke Salih onu bu gerçek haliyle beğenseydi diye düşünmeden edemedi, düşmanına karşı savaş borusunu öttürdüğünü bile bile...
* * *
Gün sabaha döndü, zaman geçti, duracağı mı vardı zaten. Bazen olduğu yerde saymasını istediğimiz anlar yok değildir ama bu hikayenin her bir kahramanı için geçen zaman, ihtiyaçtan öte bir hale gelmişti. İlk önce kimden başlayalım? Bence dışı ak, içi kara köşke giden Edip Nuri'nin hayatının şokunu yaşamasından başlayalım. Beyefendi, haber beklediği zevk evinin kapısında, arabasının içinde sabırla oturmuş; sonra da paşanın son nefesini ağzından üfürdüğünü duyduktan sonra keyifli bir tatmin ile tepedeki beyaz köşke doğru yola çıkmıştı. Köşkte tutulan adamcağız da şifreyi çözerse hoşnutluğu kat be kat artacaktı.
Planlarına ilk darbeyi, çırağın başına diktiği ölüm kokulu cahil katil vurdu. Serseri ve psikopat herif, olaylar derinleştikçe yarar yerine zarar verir olmuştu. Tasmasından tutmak da zordu, adam pisliğin önde gideniydi ve deliliğin verdiği bir güce ve gözü karalığa sahipti. Cinayet işlemedikçe duramıyor, artık adama kimse emanet de edilemiyordu. Çünkü tutsakları canlı çıkamaz olmuştu.
Edip Nuri de hafiflemiş bir ruh haliyle girdiği zindandaki kan kokusunun, mide bulandırıcı düzeyde arttığını fark edince, aklı uçtu. Hücre olarak kullanılan bodrum katında gördüğü manzara ise başını döndürdü. Adamın vahşi ve deli hallerine aşinaydı ama hiçbir aklı başında insan, bu görüntüyü sakinlikle seyredemezdi. Edip Nuri de önce dönen odayı durdurmak için duvara tutundu, parmaklarına bulaşan yapışkan maddenin ne olduğunu fark edince, tutmaya çalıştığı safrası zemine boşalıverdi. Yediği, içtiği tüm sıvıları, ağzından burnundan püskürterek kustu.
Baştan ayağa kan ve başka artıklarla yıkanmış adamın ona bakışı, sakindi. Edip Nuri odadan kaçarcasına çıkarken; katil hiç acele etmeden cesedin parçalarını koyduğu çuvalı sırtladı ve çuvaldan her ne hikmetse hala sızan kanı yol yaparak bodrum merdivenlerine dek taşıdı. Edip Nuri merdivenlerin tepesinde durmuş, aralık kapıdan nefes almaya çalışıyordu.
"Ben, bunu denize atayım!" diye seslendi.
"Ne yaparsan yap, Allah'ın cezası mendebur herif!" diye bağırdı Edip Nuri.
Edip Nuri bu saatten sonra elinden bir şey gelmeyeceğinin farkındaydı. Katilden vaz geçmesi şu durumda zordu. Kendini sakinleştirdikten sonra ne yapması gerektiğini düşünmek için yukarı katlardan birine kapandı. Eline bulaşan iğrenç sıvıdan kurtulmak için çok uğraşmıştı, sonunda yorgun argın, uykusuz bir ruh haliyle ağrıyan bedenini dinlendirmek için kendini en konforlu koltuğa bıraktı.
Şifreyi çözemezse konsül onun gözünün yaşına bakmazdı. Elindeki tek çırak da cehenneme gitmişti. Usta Pierre'nin eğittiği çırak çok azdı ve en yeteneklisi diye tabir edilen de, aslında elinin altındaydı. Fakat genç adama ulaşamıyordu, bir kandırabilse... Gözlerini kıstı ve eliyle sakalını sıvazladı. Elini o kadar yıkamasına rağmen burnuna gelen kan kokusuyla midesi yeniden bulandı. Katile yeniden küfretti ve adama bodrum katını iyice temizletmeye karar verdi.
Kamil Talat! Salih'in amiri olan bunak! Koltuğun koluna elini vurdu. Neden daha önce düşünememişti ki? Salih'i kandırmaya çalışması boşunaydı, asıl konuşması gereken kişi onun üstüydü. Ah, ne kadar zeki bir adamsın sen Edip Nuri, önüne çıkan engelleri bir panter edasıyla nasıl da aşıyorsun! Başını geriye attı ve sırtını acıtma pahasına gerindi. Nefesi kesildi acıdan ama bulduğu fikrin sarhoşluğuyla, hissettiği acı çabucak kesildi. Kararını vermişti. Bağlantılarını kullanarak Kamil Talat'ın, Salih'i elleriyle ona teslim etmesini sağlayacaktı. Ne derler; emir, demiri keser!
***
Cuma gününe birkaç kişi için iyi ama çoğunluk için kötü bir haberle başladılar. Mehmet Kemal Paşa'nın ani ölümü ve ölüm şekli, dost düşman herkesin canını sıkmıştı. Tüm düşmanlarının değil elbette, sayılı bir avuç beşer, paşanın başına gelen zevk eceline bıyık altından gülmekteydiler.
Sadık Muhsin Bey'in konağına haber sabahın erken vakti ulaştı. Bir gün önce toplantıda kanlı canlı gördüğü adamın, arada onu zorlayan kalbine yenik düşmesine inanamayan Sadık Muhsin, derhal rahmetli paşanın evine doğru yola çıktı. Olayın vahameti kadar oluş şekli de kötüydü. Sadık Muhsin adı geçen evi hiç ziyaret etmese de biliyordu çünkü üst tabaka tarafından oldukça beğenilen bir ahlaksızlık çukuruydu. Her türlü alemin işlediği ev, şöhretliydi ama öyle herkesi kabul etmezdi. Mehmet Kemal Paşa, ne akla hizmet, kafasında o kadar sıkıntı varken uçkurunun peşine düşmüştü ki?
Beyefendi konaktan ayrıldıktan sonra haberin ağırlığı bir zaman havada asılı kaldı. Öyle ki, Yasemin çekmecesinde duran fincana, lanetli bir tılsım olarak görmeye başlamıştı. İyice huzursuzlaşınca Münevver'i arayıp buldu, uğursuz fincanı def etmek için kadına yalvarmaya başladı. Münevver nazlanıyordu. Madem beyzadeden kurtulmak istiyorsun neden falı bozmaya çalışıyorsun ki? Doğru değil mi ya? Yasemin'in dinleyecek hali yoktu. Terziye gitmek için acele ederek öğleyi zor etti.
At arabasından boğaza yakın mesire yerinde indiler, adama beklemesini söyledikten sonra gezinen insanları, çiftleri görmezden gelerek boğazın pırıldayan sularına ulaştılar. Yasemin heyecanlı ellerle fincanı kesesinden çıkardı. Dilbade'nin üç dua kuralını hatırlamaksızın bildiği tüm duaları okumaya başladı. Kalbi boğazında, altıncı duasından sonra yan gözle dadısına baktı, sakince boğazın masmavi sularını seyrediyordu. Elindeki fincana dikkat ederek kadına güçlü bir dirsek attı.
"Ne duruyorsun dadı, dua okusana." diye fısıldadı.
Münevver, suya tapan ilkel kabile üyeleri misali, saygı duruşuna geçti ve hafifçe öne arkaya sallanarak dua okumaya başladı. Yasemin kendisiyle dalga geçen dadısına sinirlense de, kendi ayini bozmadı. Birkaç duadan sonra fincanı, güneşin altında gün yakamozuyla dalgalanan suya fırlattı. Salih'in belalı sevdasını bir an önce unutmasını, kendisini düşünmeye başlamasını, uzaklaşamayacağı kadar ona bağlanmasını diledi. Bencillik veya değil, nişanlılık döneminde Salih'in ondan başkasını düşünmesini istemiyordu.
Yasemin ile dadısı, fincandan kurtulduktan ve üstüne bir ağız dolusu dua ettikten sonra rahatlayarak terziye doğru yöneldiler. Bu arada hiç tahmin etmeyecekleri bir şey başlarına geldi... Mesire gezginlerinden birinin ilgisini çekmişlerdi! Bu gezgin, Behzat'tan başkası değildi ve iki kadının suya bir şey atıp sonra da havaya kaldırdıkları ellerine doğru mır mır konuştuktan sonra ellerini yüzlerine sürmelerine hiç aldırmamıştı. Çünkü bu kadınlar, onun dikkatini daha önce çekmişlerdi.
Dünyalar güzeli Behzat, yakışıklılığının övülmesi için iki dirhem bir çekirdek giyinmiş, her zamanki gibi, parkta dolanan genç kızların gözünü şenlendiriyordu. Vakit geçirmek için gözüne kestirdiklerine bıyık burmaya devam etti. Derken hızlı adımlarla gelen iki kadın dikkatini çekti. Kız uzunca boyluydu, elbisesinin etekleri hızlı yürüdüğü için etrafında dans ediyordu. Yüzünü örten tül peçe sadece gözlerini açıkta bırakmıştı ki, zaten bu da Behzat'a yetti. Zümrüt yeşili gözlerin sahibini görür görmez tanıdı ve ikili önünden geçerken elini, kalbinin üstü sandığı sağ göğsüne koyarak bir Ah çekti. Bu afetin mektubu hala ceketinin sağ cebindeydi. Aşk nidasını duyacağını düşündüğü Yasemin, ona bakmaksızın yanından geçip gidince, yere düşen karpuz gibi morali dağıldı.
Kıza seslenişini duyan kısa boylu yuvarlak hatlı kadın, ilgi beklediği kızın yerine konuştu.
"Tövbe, tövbe, çekilsene oğlum ayakaltından! Kim dikti senin gibi bodur çamı buraya?"
Behzat şaşkınlığa dönen çapkınlığına akıl erdiremeden iki kadının ardından baktı kaldı. Kızın çok önemli bir işi olsa gerekti, yoksa Behzat gibi bir erkeği görmeden geçmesi olası mıydı? Hele, yanındaki tombula ne demeli? Bodur çam demişti, utanmaz kadın. Kıskanmıştı, başka sebebi olmazdı. Yasemin'e iç geçirdiği görmüştü ve ona bakmadığı için kadın, cilve yapmak istemişti. Behzat kendini toplayarak gizlice iki kadını izledi. Boğazın kenarında yaptıkları garip ayini izledi ama manasını düşünmemeye çalıştı. Suya attıkları şeyi görememişti.
Böylece merakından ve Yasemin ile konuşma umudundan dolayı onları takip etmeye başladı. Mesire alanında bir süre yürüdükten sonra tombul olan kadın, Yasemin'in koluna yapıştı. Seslerini az da olsa duyuyordu.
"Koptu bacaklarım. Kuzum, göz bebeğim, az oturalım şuracıkta."
"Tamam, dadıcığım ama fazla sürmesin."
"Neden terzi geç geldiniz diye mi kızar?"
Yasemin ofladı. "Terziye aldıran kim, alacağımız iki kat elbise. İki güne bitirir. Benim derdim başka."
Bir ağacın altındaki mermer oturağa iliştiler, Behzat boş durur mu? Hemen oturağın dayandığı ağacın diğer tarafına geçti, kulakları dört açtı. Tombul dadı şaşkınca konuştu.
"Derdin neymiş senin? Az önce boğazın suyuna attık sandıydım, olanca derdini."
"Sema Teyzelere gitmek istiyorum." Kızın sesi titrek çıkmıştı, sanki heyecanlanmış gibi. "O mendebur suratsızın Gülçehre Teyze'nin çiftlik davetini onlara söyleyip söylemediğini bilmiyorum. Bizzat ben davet etmek isterim."
Dadısı güldü.
"Kızım delikanlıya suratsız deyip durma, gül gibi çocuk. Bir gören bir daha bakıyor, bir sana beğendiremedi kendini."
"Bir gören bir daha bakar tabi, bu ne biçim bir yaratık, insan mıdır acep diye bakıyorlardır."
"Sus, Yasemin ayıp ama. Alay ettiğin genç, senin nişanlın, o kadar beğenmediysen almazsın. Alıcısı çokmuş işte."
Yasemin sinirli bir nefes aldı. "Bahsini bile etme Münü, pek sinirleniyorum. Kara belayı attık suya, aktı gitti, lafını etmeyelim de geri gelmesin."
"Sen de Salih Bey'e suratsız deyip durma."
İki kadın bir süre sustular. Behzat duyduklarına inanamaz bir halde dinlemeye devam etti. Yasemin, küskünce konuştu.
"Salih Bey, hiç benim zevkim bir erkek değil. Dedikodular ve o yanlış anlaşılma olmasaydı, ben şimdi Behzat Bey ile nişanlı olacaktım. O zaman suratsızı bana övmek zorunda kalmazdın. Behzat Bey'in hoş endamı yeter, bütünüyle Salih'i alt etmeye."
Behzat yerinde sallandı. Düşmemek için ağacın gövdesine sevgiliye sarılır gibi sarıldı. Hem tepesini oyan sıcak güneş, hem de duydukları yüzünden başı dönüyordu, ter boşanmıştı. Uğuldayan kulaklarına rağmen dinlemeye çalıştı.
"O zaman ne demeye Gülçehre Teyze'nin çiftliğine çağırıyorsun?" dedi dadısı. "Gözden uzak olsun ki, gönlüne yaklaşamasın."
"İstese de gönlüme yaklaşamaz zaten dadı. Ben Sema Teyze ve Hüma'yı davet etmek istiyorum. Salih Bey kaba bir ilkel olabilir ama ailesi çok cana yakın, onlarla vakit geçirmeyi isterim. Tabi, annem de ister."
Behzat ağacın diğer tarafında duyduğu peş peşe itiraflar yüzünden mutluluk krizleri geçirsin, bizimkiler oturaktan kalkıp yürümüşlerdi. Zavallı âşık Behzat onların gittiğini fark etmemişti. Yasemin'in Salih'i kötüler, Behzat'ı över laflarını düşündükçe kalbi kuş gibi çarpıyordu. Kız bir yanlış anlaşılma demişti, bu yanlış anlaşılmanın mektup olduğuna adı gibi emindi. Sersem çocuk, mektubu yanlış kişiye vermişti, bu kesindi.
Ağacın güneşli yerinde, kendi iç aleviyle kavrulan Behzat, daha fazla dayanamadı. Sarıldığı ağaçtan ayrılıp kendini oturaktan yana attı ve oturanlara doğru bağırarak ilan-ı aşkına başladı.
"Aşkından divaneye dönen bu zavallı biçare, nicedir yolunu gözler, ey güzel gözlü dilber. Yandım, kavruldum sevda bulutum, yağıver de söndür ateşimi!"
Kara sevdasıyla kör olan gözleri, oturağın üstünde oturan iki külhanbeyini gördü ama yediği yumruktan sonra, geç gören gözleri bir süreliğine açılmamak üzere kapandı. İki külhanbeyi, ansızın önlerine fırlayan Behzat'ın bu aşk dolu söylevine pek alınmışlardı. Onun şaşkınlığını anlamayan genç irisi adam, karşısında tek dizinin üstüne çökmüş Behzat'a öfkeyle bir yumruk salladı. Devamını da atacaktı ama süslü beye tek darbe yetmişti. Arka üstü yere düşerken iki genç, ağza alınmayacak küfürleri saçarak olay yerinden ayrıldılar. Behzat'a yardım eden yine, hoş delikanlının bayan hayranları olmuştu.
Behzat kızların kollarında ayıltılmaya çalışılsın, terzide işi biten Yasemin ile dadısı arabaya atlatıp doğruca Hüsnü Celal Beylerin konağına uçar. Salih, babasıyla birlikte paşanın cenazesine gitmişti. Genç adamın evde olmaması Yasemin'in içindeki coşkuyu bir parça söndürmüştü, Salih'in çiftlik daveti hakkında hiçbir şey söylemediğini duyunca morali temelli yerle yeksan oldu. İki gün sonra çıkacakları yolculuk hakkında söz etmemesi, gelmek istemediğine dalaletti. Salih'in bu unutkanlığının cenaze yüzünden olduğunu tahmin edemedi. Zaten genç adama kızmak için yer arıyordu.
Yasemin de o yüzden sadece Sema Hanım ile Hüma için davet isteğini dile getirdi. Salih'i davetli listesine katmadı, gelmesin de demedi. Hüma çiftlik davetine balıklama atladı, kız zaten ağacı bitkiyi çok seviyordu. Sema Hanım da eşine danışacağını ama büyük ihtimalle katılacaklarını söyledi. Yasemin gerekli sözleri alıp biraz da Hüma ile sohbet ettikten sonra konağa dönmek için yola düştüler. Eve varana dek Salih'in bu vurdumduymazlığına içten ve dıştan iyice öfkelendi. Zavallı Münevver'e de kızın söylenmesini dinlemek kalmıştı.
Salih ve babası akşamüstü konağa vardıklarında üzgündüler. Mehmet Kemal Paşa, Hüsnü Celal Paşa'nın uzun süredir dostuydu. Dostu olması bir yana adam öldüğü günün akşamında Hüsnü Celal'e bir davet göndermişti. Ölmeseydi yarın çay içmeye ona gidecekti. Hüsnü Celal Paşa'nın sohbet maksatlı olduğunu düşündüğü bu davet aslında Salih'i korumaya almasını söylemek içindi ama kısmet olmadı. Kader ve kurnazlık, şansızlığın açtığı bir yolda giderken daha nice masumlar can verecekti kim bilir?
Sessiz yenen bir yemekten sonra oturma odasına geçtiklerinde Hüma kıpırdanmaya başladı. Sema Hanım, güzel kızının derdini anlayarak düşüncelerinin arasına dalmış kocasına seslendi.
"Paşam, gelin kızımızın sana selamı var."
Hüsnü Celal dalgın gözlerini, güzel karısına çevirdi. "Aleykümselam, dünürlere mi gittiniz?"
"Yok, Yasemin geldi bu öğleden sonra. Bir daveti varmış, illa bizimde gelmemizi istiyor."
"Hayırdır ne daveti?" dedi adam kasvetinden biraz olsun sıyrılarak.
"Yaşlıca bir teyzeleri varmış, nişanda yüzükleri takan hanım teyze. Hatırlarsın. Öbür gün Tekirdağ yolundaki çiftliğe doğru yola çıkacakmış da, hep beraber gidelim biraz hava alalım diyor. Seni de çağırdı."
Salih okuduğu kitaptan başını kaldırıp annesine baktı. Seni de çağırdı lafı babasına söylenmişti. Gerçi Gülçehre Teyze onu bizzat kendisi çağırmıştı ama Yasemin'in babasını söyleyip de kendisini söylememesi tuhafına gitti.
"Ben bugünlerde ayrılamam." dedi Hüsnü Celal Bey. "Mehmet Paşa'nın vefatı hiç iyi olmadı."
Hüma, Salih'e doğru eğildi, kısık bir sesle sordu. "Yasemin abla seni çağırmadı mı ağabey?"
"Haberim vardı." dedi bozuk bir sesle.
Babası annesiyle konuşmaya devam etti. "Sizi kim götürecek çiftliğe kadar?"
"Çok uzak değilmiş gerçi ama yanlarında iki tane çiftlik kâhyası varmış, onlarla gidecekmişiz. Belki Salih bize eşlik eder, ne dersin oğlum?"
Salih başını salladı. "Ederim annem." dedi ve merakına yenilerek bakışları annesinin üstünde sordu. "Yasemin Hanım benim icabetim hakkında bir şey dedi mi?"
"Senin hakkında bir şey demedi, siz konuşmadınız mıydı?"
"Konuştuk." dedi kitabına geri dönerek. Bak sen hanıma, aklı sıra onu saf dışı etmeyi tasarlıyordu. Bu sefer onunla vakit geçirmek için yalvaracağını sanıyorsa yanılıyordu. O bir kere olurdu.
Sema Hanım, oğlunun soğukluğu karşısında üstüne gitmedi. Dün akşamüstü Yasemin'den geldiğinden beridir pek mahzundu fakat gözlerindeki donuk ifadenin silindiğini görmekten mutlu olmuştu. O ecnebi kadınla olan maceradan sonra Salih'in gözlerindeki ışıltının yeniden parlamaya başladığını fark etmişti. Bu yüzden bazı şeyleri zamana bıraktı. Kocasına doğru döndü ve oğlunun tavrı konusunda meraklanan adamı kaş-göz işaretiyle susturdu.
"O halde ben yol hazırlıklarına başlayayım, yarın da dünürlere uğrar detayları konuşuruz."
"Oldu hanım." dedi Hüsnü Celal. "Hanımefendiye ve geline de selam söylersin."
Hüma tüm olanları tiyatro seyreder gibi izlemişti. Ağabeyi ile nişanlısı hiç birbirini seven gençler gibi davranmıyorlardı. Yengesine şimdiden alışan Hüma, ağabeyiyle yengesinin daha iyi anlaşmalarını dilerdi. Bu konuda onun yapabileceği bir şey yoktu, sadece mutlulukları için dua etmekle yetiniyordu.
Salih o geceyi sessiz kapatmıştı ama sabah olmasına rağmen merakını dindirememişti, içi içini yiyordu. Ne hata yapmıştı da, böylesi bir dışlanmayı hak etmişti? Bu kuruntuları öğleyin yemek arasına dek sürdü. Yemek vakti yaklaşınca Kamil Talat Bey'den izin alıp doğruca eve yollandı. Öğle yemeği için toplanmış annesini, Sadık Muhsin Bey'in konağına gitmeleri için ısrar etti. Sema Hanım 'Tam öğle vakti oğlum, yemek telaşı vardır' diyerek Salih'i bir saat oyalamayı başardı. Sonunda ana-kız, başlıklarını örtülerini giyerek arabaya doluşmak zorunda kaldılar. Salih tek başına gitmeye çekinmiyordu ama o günkü uğurlanmama ve dünkü davet edilmeme gururunu kırmıştı. Nişanlısının evine gitmek için bahaneye ihtiyacı vardı.
***
Afife Hanım misafirleri neşeyle karşıladı ve büyük salona aldı. Gülçehre Teyze de onlara katılınca, önlerindeki yolculuğun heyecanıyla laflamaya başladılar. Hüma gelir gelmez Yasemin'in yanına çıkmıştı ama asıl Salih, kızı görmek istiyordu. Hesap sormak için dayanılmaz bir istek duysa da sabretti. Sonunda Yasemin Hanım, salona teşrif etti. Açık mavi ipekli elbisesinin içinde bir kelebek misali süzülerek odaya geldi ve Sema Hanım'ın elini öptü. Sonra ayakta duran Salih'e doğru kızgın bir bakış atıp başıyla selam verdi.
"Siz de hoş geldiniz Salih Hüsnü Bey."
Salih koltuğuna geri otururken homurdandı. "Hoş bulduk Yasemin Sadık Hanım."
Kadınlar yolculuk hazırlıkları ve çiftlik hakkında sohbete başlamışlardı. Salih sessizce kenarda oturuyor ve elindeki çay bardağıyla oynuyordu. Gelmişti, gelmesine ama nasıl konuşacaktı? Konuşması gerekiyor muydu? Yasemin'den ilgi dilenmek adına hesap sormak, eskisi kadar cazip gelmiyordu. Kaşlarının altından Yasemin'e doğru baktı, onu selamladığından beri bir kez olsun dönüp bakmamıştı. En iyisi gitmekti, bu şımarık kızla uğraşacak hali yoktu. İzin istemek için elindeki çay servisini sehpaya bıraktı.
Ağabeyindeki isteksizliği sezen Hüma, müdahale etmezse gideceğini fark etti ve hemen Yasemin'e seslendi.
"Yasemin abla, geçen geldiğimde bana bir tür sarmaşık göstermiştin ya, onu ağabeyime de gösterebilir miyiz? Adını merak ediyorum."
Salih doğrulmayı yarıda keserek kardeşine baktı. Yasemin kibarca omzunu silkti. "Tamam ama belki bahçıvanı bulabiliriz. Salih Bey'i oraya kadar yormayalım."
"Ben ona sordum bilmiyormuş ama ağabeyim bilir."
Salih kaşlarını çattı. "Nereden bileyim Hüma, ben botanikçi miyim?"
"Şimdiye kadar sorduklarımın hepsini bildin." dedi kibirli bir ifadeyle kaşlarını kaldırarak.
Salih ne diyeceğini bilemez halde kardeşine bakakaldı. Gitmeyi düşünürken Hüma'nın bile bilmediği bir çiçeği tanımlamaya gidecekti, kesin onu rezil etmek istiyor olmalıydı. Hüma'ya seninle sonra görüşeceğiz bakışı atarken uyuyan volkan patladı. Gülçehre Teyze uykusundan uyanarak doğruldu.
"Gelirim ben de!"
Hüma ellerini çırptı. "Şükür, ağabeyim bilmezse Gülçehre Teyze kesin bilir."
Gülçehre buruşuk yüzünü daha da buruşturdu. "Yaşlıyım diye her şeyi bilmek zorunda değilim küçük kız." Bastonuna yaslandı. "Hadi, düşün önüme."
Afife Hanım ile Sema Hanım tuhaf bakışlarla bu dörtlüye baktılar ama bir şey demediler. Salih'in koluna giren Gülçehre Teyze ile bahçeye doğru yavaş adımlarla yürümeye başladılar. Gülçehre hole çıktıklarında başını kaldırıp Salih'e baktı.
"Sen yakından daha bir güzelmişsin evladım, daha önce neden yakınıma gelmedin?" Salih'in yüzü kıpkırmızı olurken kadın devam etti. "Ah, on yaş daha genç olaydım, seni bu bastıbacağa bırakır mıydım hiç."
Yasemin, Hüma'nın koluna girdi ve kulağına fısıldadı. "Yetmiş yaş diyecekti, yanlış hesapladı."
Hüma kıkırdamaya başlayınca, alınan Gülçehre elindeki bastonu yan yana yürüyen kızların kalçasına hızla vurdu.
"Fısıldamayın öyle!" diye söylendi ve gülmemek için dudağını sıkan Salih'e yeniden baktı. "Şimdiki kızlar pek arsız oluyorlar. Sen terbiyeli bir gençsin, aferin sana."
Salih başını eğdi. "Teşekkür ederim hanımefendi, ben de aynı sizin gibi terbiyesizlikten ve huysuzluktan hiç hoşlanmam. Şımarık küçük kızlarla uğraşacak kadar sabra sahip değilim."
Yasemin başını yana çevirip Salih'in üstüne atlayacakmış gibi bakınca Salih daha da keyfe geldi. "Dengesizlik, en haz etmediğim huydur."
Gülçehre yaşından dolayı iyice yavaşlamıştı. Terasa çıktığı vakit Salih'i bahçe divanına sürükledi.
"Az oturayım ben." dedi elini kalbine koyarak. Derin bir soluk aldı. "Aman ne yürüdüm. Bu ne sıcak, ben daha gidemem."
Yasemin, teyzesinin yanına oturdu. "Siz burada oturun teyzeciğim, biz beş dakikaya geliriz."
"Hayatta olmaz, siz gelene dek ben burada Azrail ile tek başıma kalamam."
Azrail lafını duyan Hüma titredi, Yasemin başını bıkkınca yana aldı. "Teyzeciğim iki dakika diyelim o halde. Gelen olursa bize gönderirsiniz. Tövbe, tövbe!"
"Olmaz, biriniz benimle kalın. Yaşadığıma ispat gerekebilir."
Yasemin oflayarak Hüma'ya döndü. "Salih Bey'e çiçeği sen göster Hüma, ben teyzemle beklerim."
Kararsız kalan Hüma kısa bir anlığına bahçeye baktı, sonra Yasemin'e döndü. "Ablacığım ben yerini bulamam ki, tarhların olduğu yer çok karışık."
"Zor değil canım, bulursunuz. Bak..." diye ayağa kalkıp tarif edecekken Gülçehre parladı.
"Ay, başımı ağrıtmayın! Yasemin, sen götürüver genç adamı, ufak kız da benimle kalsın. Ne çeneniz varmış, sabahtan beri dır dır dır..."
Salih, basamaklara doğru yürürken söylendi. "Gidelim de şu çiçeğe isim verip gönlünü alalım. Merak etmeyin, çiçeğin adı dışında benden söz duymayacaksınız."
Bu huysuzluğun sebebini anlamayan Yasemin şaşkınca Hüma'ya döndü. Hüma bilmiyorum anlamında omuzlarını kaldırınca o da basamaklara doğru yöneldi.
"Neden duymayacakmışım efendim?"
Salih cevap vermedi ve Yasemin'in yetişmesi için yavaşladı. Yasemin taşlık yolu işaret etti. "Bu yöne gideceğiz beyefendi. Bastığınız yere de dikkat edin, sarsaklığınızı benden bilirsiniz sonra."
Salih yine konuşmadı, yönünü istenen tarafa çevirdi. Yasemin ile yürümeye başladılar. İkisi ağaçların çevrelediği yoldan kaybolurken Gülçehre kısılmış gözlerle arkalarından bakıyordu. İçinden kıs kıs güldü. Bunları bir an önce evlendirmek gerekiyordu çünkü düğünlerinde göbek atmaya niyeti vardı. Zaman uzarsa atmayı düşündüğü göbeği, cennette erkek hurilerle atması gerekecekti ve bunu şimdilik istemiyordu.
Azrail gelecek korkusuyla dimdik oturan kızı dürttü. "İçeri geçelim kızım, burası çok sıcak."
Yasemin, yanında yürüyen genç adamın sessizliği ve ilgisizliği karşısında yavaşça çileden çıkıyordu. Yoksa fal tutmuş muydu? O kadar da uğraşmıştı bozulsun diye... O an anımsadı, geldiği gün uğurlamadı diye kızmış olmalıydı, başka açıklaması yoktu.
"Her kızdığınız da küser misiniz Salih Bey?" dedi sinirle.
"Küstüğümü kim söylemiş?"
"Bu tavrınızın başka açıklaması mı var?" dedi ve hızlı yürüyen adamın kolundan tuttu. "Rica ederim yavaş yürüyün."
Salih durdu ve ona döndü. "Ne o, artık rüzgâr gibi uçamıyor musunuz?"
Yasemin bu ani duruşla afalladı. Salih düzgün kaşlarının altında yanan birer alevi andıran lacivert gözlerini doğruca onun gözlerine dikmişti. Parmaklarını kenetlediği kol kaslarının gerildiğini, ceket, gömlek üstünden bile fark ediyordu. Hemen elini çekti. Geriledi ve konuşmak için boğazını temizledi. Başaramadı. Başını çevirmek istedi. Başaramadı.
Salih kolunu tutan incecik parmakları hissedip kıza doğru döndüğünde zaten konuşmamak için kendini zor tutuyordu. Bu ani saldırı karşısında refleks alarak tepki verdi ve kızı doğrudan azarladı. Fakat kızın yüz ifadesini görünce buz kesti, canı damarlarından çekildi. Bu kadar masum birini nasıl azarlayabilmişti? Genç kızın yeşillerinde kaybolurken ürperdi ve başını çevirdi.
"Özür dilerim Yasemin Hanım." dedi boğuk bir sesle. "Çıkışım çok gereksizdi."
Yasemin kesik bir nefes aldı. Kararsızca konuştu. "Özür dilemeyin, bu soğukluğunuzu hak ettim."
Salih genç kıza baktı, şimdi bakışları yumuşamıştı. Ve bu tatlı bakışların onu sıcacık sarmasıyla Yasemin gerildi. Kendi kendine o kadar karar veriyordu ama genç adamı gördüğü an, o kararların hükmü kalmıyordu. Salih merak sezilen bir sesle sordu.
"Size soğuk davrandığımı düşünmemiştim. Siz, hak ettiğinizi nereden çıkardınız?"
"Geçen gün size veda etmemiştim, hareketimi kötü anlama yorduğunuzu düşündüm. Fakat o gün karşınıza çıkamayacak bir ruh halindeydim, canımı sıkan bir olay olmuştu. Asık yüzle sizi uğurlamak istemedim."
"Sizi üzen şey neydi?"
Yasemin utanarak başını eğdi. "Saçma sapan bir şey, konuşmaya bile değmez ama o zaman için keyfimi oldukça kaçırmıştı. Boş verin o konuyu." dedi ve kaşlarının altından Salih'e baktı. "Gülçehre Teyze'nin davetini neden ailenize söylemediniz?"
"Söylemeye fırsat bulamadım, babamın bir dostu vefat etmişti. Haberini sabah aldık, davet aklımdan uçmuş gitmiş. Gerçi beni istemediğinizi belirttiğinize göre benim katılımım kısa olacak."
"İstemediğimi mi? Sizi davet eden ben değilim Salih Bey, gelmemekle sadece büyük teyzemi üzeceksiniz."
"Merak etmeyin." dedi Salih yine inadı depreşerek. "Kimseyi zor durumda bırakmayacak bir yol bulduk biz."
"Nasıl bir yol buldunuz acaba?" dedi kaşlarını çatan Yasemin.
"Yarın görürsünüz." dedi Salih ve eliyle yolu gösterdi. "Yürüyelim mi?"
Yasemin'in suratı düştü ama tartışmadı. Çiçek tarhlarına doğru yürümeye başladılar. Yasemin yan bakışla Salih'in düzgün yüz hatlarını süzdü, saç dalgası yine yanağına dek düşmüştü. Hiç rahatsız olmuyor muydu bu suratsız? Şöyle tutup çekse yetecekti... Salih aniden ona bakınca hızla başını çevirdi.
"Şu taraftan..." dedi kumluk yolu göstererek. Sesi o kadar kısık çıkmıştı ki, genç adamın duymadığını düşünerek daha sesli tekrarladı. "Şu yola döneceğiz."
Salih kızın inceleyen bakışlarındaki ilgi ve beğeniyi kısa bir anda olsa görmeyi başarmıştı. Yüreğine sızan neşeye karşı koyamadan sırıttı.
"Dönelim bakalım."
Tırmanıcı çiçeklerle kaplı kafes şeklindeki tahta duvarlara dek konuşmadılar. Aralarındaki çekim gittikçe nefes kesici olmuştu. İkisi de bu çekimi başka şeylere yorumlasalar da, hissettikleri gerçek, ruhlarını sevince boğuyordu.
Salih ilk görüşte çiçeği tanıdı ama dudağını bükerek uzunca bir süre inceledi. Yasemin çiçeği tanımadığını düşünerek keyifle sırıttı.
"Akıllı yüce Salih Bey'in de bilmediği bir şey varmış, ne enteresan!"
"Tanıyacağım, tanıyacağım..." dedi Salih burnunu çiçek açmış bir dala uzattı. Hafif kokusunu içine çekti. "Neydi acaba? Kesin biliyorum ama..."
Yasemin şen bir kahkaha attı. "Sakın bir isim uydurup beni kandırmayın Salih Bey, gerçeği öğrenir sizi rezil ederim."
Salih tek kaşını kaldırıp omzunun üstünden genç kıza baktı. "Öyle bir şey yapmayı düşünmüyordum hanımefendi." Saçını geriye attı ve doğruldu. "Ayrıca bana olan kompleksinizi anlayabilmiş değilim. Evliliğimizde de aynı yarışı sürdürürseniz keyfinizi kırabilirim, şimdiden söyleyeyim."
Yasemin gözlerini kıstı, yeşilleri daha bir parlayarak Salih'in gözünü kamaştırdı. Salih'in onunla şakalaştığını anlamadan dişlerinin arasından söylendi.
"Kompleks mi? Ne havalı bir laf ama doğru değil. Sizinle yarışmam beyefendi, çünkü sizi her konuda yeneceğime eminim. Rezil olmayın büsbütün."
Salih kibirli bir tavırla elini havaya salladı. "Ah, yapmayın lütfen. İnancınızı kıracağım için üzgünüm ama herhangi bir arenada bir kadın, bir erkeği ne zaman yenmiş? Cevap istemem, uzatmayın rica ederim. Şimdi, konağa dönelim mi? Burası çok sıcak oluyor."
"Ay, aman eriyiverirsiniz şimdi?" diye parladı Yasemin. Ne kibirli ve benmerkezciydi bu adam! Her lafında bir meydan okuma vardı ve insanın bir şekilde ona odaklanmasını sağlıyordu.
"Allah korusun!" dedi Salih sahte bir ürpermeyle. "Ben erirsem size ne olacak, maazallah evde kalırsınız."
Yasemin dalga geçen Salih'e ters bir bakış attı ve sırtını dönerek yola düştü. Salih kızı takip etmeden önce uzandı ve çiçeklerle dolu bir dalı koparıp sırtına sakladı. Eteklerini tutarak hızlıca yürüyen Yasemin'i, arasında mesafe bırakarak takip etti.
Bıraktıklarını terasta bulamayınca hole geçtiler. Gülçehre ile Hüma'yı holdeki koltuklarda otururken bulmak sürpriz olmadı çünkü Gülçehre Teyze güzellik uykularından birine dalmıştı. Hüma ise kadın uyuduğundan beri tetikteydi. Ya yaşlı kadını hatırlayan Azrail geliverirse? O yüzden Yasemin kapıda belirince yerinden yay gibi fırlayıp onlara doğru yürüdü.
"Şükürler olsun, döndünüz." dedi sevinçle. "Ne yapacağımı bilemedim, on dakikadır uyuyor."
Gülçehre Teyze'nin sesi arkadan gürledi. "Halt yemişsin sen!"
Hüma utancından kıpkırmızı kesilerek çekingen bir tavırla kadına döndü. "Özür dilerim büyük teyze, patavatsızlık ettim."
Gülçehre homurdanarak bastonunu eline aldı ve yine koltuğa gömüldü. Uyuyup uyumadığı belli olmadığı için Hüma, ikiliye yaklaşıp umutla Salih'e sordu.
"Çiçeği tanıyabildin mi ağabey?"
Salih konuşamadan Yasemin, genç adama küçümser bir bakış atıp kızın sorusunu yanıtladı. "Üzgünüm Hümacığım, ağabeyinin nice dahileri kıskandıran müthiş zekâsı çiçeği tanımaya yetmedi."
Hüma hayal kırıklığı ile Salih'e baktı ama ağabeyi gülümsüyordu. Sırtındaki elini öne getirdi ve daldan bir çiçek kopardı. Kardeşinin saçlarına iliştirdi ve kalan çiçek demetini Yasemin'e uzattı.
"Acem Borusu, çok zapt edici bir sarmaşık türüdür. Sardığı hiçbir şeyi kolayca bırakmaz, dayanıklıdır."
Yasemin gözlerini ondan hiç ayırmadan Salih'in uzattığı demeti aldı. Nefes almadan genç adamın oyuncu gözlerinde kendini unuttu, zamanı durdurdu. Hüma'nın neşeli sesiyle irkilerek kendini geri çekti. Baş dönmesini sıcağa bağlayabilirdi ama dizlerinin tutmamasına bahane bulamadı.
"Sen bir tanesin ağabey!" dedi Hüma, geriye çekilen Salih'e sarılarak. "Hemen bizim bahçıvana söyleyeyim..."
Hüma çiçeğe ayarlayacağı yeri tarif ederken Yasemin elindeki demete bakışlarını dikmiş, renkli çiçekleri değil, Salih'in hoş çehresini görüyordu. Salih ise konuşan kardeşini değil, elindeki çiçeklerden bile zarif görünen Yasemin'i seyrediyordu. Yasemin yavaşça başını kaldırdı ve ona baktı. Salih cesaret edip ona gülümsedi ve gözünü kırptı. Utanan Yasemin'in tepkisi, dudaklarını birbirine bastırıp başını eğmek olmuştu.
Gülçehre Hanım'ı bakıcısı ile birlikte odasına gönderdikten sonra gençler, koyu bir sohbete dalmış dünürlerin yanına döndüler. Salih ve Yasemin yaşadıkları duygu dolu son dakikalar yüzünden birbirlerine bakamıyorlardı. Bakmadan yanakları pembeleşirken bir de baksalar ne olacaktı acaba? Ateş bacayı sarmıştı işte, başka söze ne hacet!
Fazla uzatmadan misafirliği sonlandırdılar ve Sema Hanım çocuklarını alıp konaktan ayrıldı. Yasemin ne annesi ile ne de dadısı ile tek söz etmeden elinde çiçek demetiyle odasına çıktı. Çiçeği öpüp kokladıktan sonra en sevdiği kitabına emanet edip sayfalar arasında kurumaya bıraktı. Solup çürümesindense bir anı olarak saklamayı tercih etmişti. Yemeğe kadar kitabı göğsüne bastırıp yatağında uzandı. Göğsündeki ağırlığa anlam yüklemek istemiyordu; o ağırlığı, kitapla gizleyerek teselli buldu.
***
Salih annesi ile kardeşini konağa bıraktıktan sonra Behzat'a gitti, niyeti belliydi ama yine eli boş döndü. Kâhyanın dediğine göre; Behzat Bey kısa bir yolculuğa çıkmıştı, bir saat önce gelseydi onu görebilecekti ama şans. Kâhyanın dediği laf yalan değildi. Behzat gerçekten de bir saat önce at arabasına yüklettiği bavul ile yola çıkmıştı, çok uzağa değil, hemen Tekirdağ yolundaki küçük av köşküne. Ne tesadüftür ki, bu av köşkü, Gülçehre Hanım'ın çiftliğine çok yakındı. Kâhya bu bilgiyi Salih'e söylemeyi yararsız bulduğundan dillendirmedi, zaten Salih de pek umursamadı.
Behzat yediği yumruktan sonra ayılınca, şeytanlarından mütevelli, ilk iş olarak Gülçehre'nin kim olduğunu hatırlamıştı. Yumruk işe yaramış olacak beyninin kıvrımları hızlıca çalışmış ve hemencecik bir plan yapmıştı. Madem Yasemin onu beğeniyordu, Gülçehre Hanım'ın komşuluğunu kullanarak kıza yaklaşabilirdi. Hatta bu yaklaşmayla kızı ikna edip nişanı attırabilirdi, böylece Salih hırsızı aradan çekilirdi. Zaten baştan beri, o dururken kızın Salih'ten hoşlanmasında bir gariplik vardı. Kıza açılıp göğsünde taşıdığı mektubu gösterdikten sonra kızın onun kucağına düşeceği kesindi. Çünkü en yakışıklı ve akıllı erkek Behzat'tı, kesinlikle Salih değildi.
Perran ise arkadaşının haksızca el koyduğu sevdasını düşündükçe afakanlar basıyor, sebepsiz yataklara düşüyordu. Ne yapmalı ne etmeliydi de bu ikisini ayırmalıydı. Bazı aklını delilik kaplıyor, Salih'e gidip her şeyi anlatıveresi geliyordu. Yasemin'in beğendiğinin Behzat olduğunu ve asıl ona ölüp bitenin kendisi olduğunu itiraf etme isteğiyle kavruluyordu. Cesareti olsa yapardı da ama sonrasında şaşıran Salih, onu ret ederse ve babası duyarsa kıyamet kopardı. Hele annesi... Tüm dedikoduları çıkarıp işleri bu noktaya getirdikten sonra kızının da aynı haltı yediğini öğrenirse onu doğruca halasının yanına, Musul'a gönderirlerdi. Hem Salih'ten olurdu, hem de rahatından. O yüzden sabretmeli, ortaya çıkacağı anı kollamalıydı. Yasemin hemen evlenmeyeceğini söylememiş miydi? Perran'ın hala zamanı vardı. İçi kıskançlıkla kararmış genç kız, gönül hastalığıyla yatak döşek yatarken pusuya çekildi, ta ki uygun zaman gelene dek kendini geriye çekti.
Sabahın bir vaktinde Salih öğleden sonra çıkılacak yolculuk için Kamil Talat'tan izin olmaya odasına gitti. Göz kapakları okuduğu evrak yüzünden yarı yarıya kapalı olan Kamil Talat, genç adamın odaya girdiğini görünce doğruldu ve babacan bir gülümsemeyle hem karakterini, hem de aklını övdüğü genç adama baktı. Keşke üç oğlunun yanında bir de kızı olsaydı, bu genç adamı Sadık Muhsin'e damat diye bırakmazdı. Bu düşünceyle eğlenerek Salih'e seslendi.
"Gel, oğlum, otur şöyle."
"Çok vaktinizi almayayım ben efendim. Gemi kayıtlarının incelemesini bitirdim. İzninizle onu takdim edeyim."
"Var mı gözüne takılan bir şey?"
"Sadece bir tanesi ilgimi çekti, zabitlere haber ettim. İnceleyecekler."
Kamil Talat elini sallayarak yaklaşmasını istedi. "Otur oğlum, ateş almaya mı geldin?"
Salih amiri olan Kamil Talat Bey'e hafifçe gülümsedi, masasının önündeki koltuklardan birini seçip oturdu. Elindeki raporu adamın masasının kenarına bıraktı. Kamil Talat raporla hiç ilgilenmeden ellerini masanın üstünde kenetleyip Salih'e doğru eğildi.
"Salih senin durumun aklımı çok meşgul ediyor. Nazırlıkta memursun, tamam, iyi bir iş. Kâtiplere de yardım ediyorsun. O da tamam. Ama bunlar senin işin değil evladım, senin yeteneğinde ve çalışkanlığında birinin oda köşelerinde harcanmasına gönlüm el vermiyor. Yakında yuva da kuracaksın. Başka bir yer var mı aklında? Söyle, çekinme."
Salih hemen başını salladı. "Asla, ben sizin emrinizde çalışmaktan memnunum."
"Daha rahat ve ilerleme imkânı olan bir yer istemez misin?" doğrulup güldü ve ellerini iki yana açtı. "Bizim bölüm pek rahat galiba, koltuğa oturan öbür dünyaya göçmüyor. Görüyorsun bütün amirler bunadı ama emekli olup yer açan bir Allah'ın kulu yok. Altımızdaki gençler bile terfi etmeyi beklerken yaşlandı. Burada boşluk olacak gibi görünmüyor. Seni elimde tutmak, senin çalışkanlığına kötülük gibi geliyor."
Salih bu tarz bir konuşmayı daha öncede yapmıştı. Adamın iyi niyetini biliyordu ama onu başka yere atamadan vaz geçmeyeceğe benziyordu. Kamil Talat Bey'in de kendince haklı nedenleri vardı, özellikle en iyi dostlarından birinin damadı olacak birinin önünü açmaya çalışması normal karşılanırdı. Babasıyla da konuştuğundan haberi vardı. Derken aklına bir şimşek çaktı. Acaba Sadık Muhsin Bey, geçen günkü konuşmayı bu yüzden mi yapmıştı? Kamil Talat'tan onun için başka bir yer mi bulmasını istemişti? Kızının geçimini sağlayamayacağından mı çekiniyordu?
İşin aslını bilmeden Salih'in gönlü daraldı. Yasemin'in ondan bu yüzden vaz geçmesini istemiyordu. Salih'in memurluk yapmasına aslında gerek de yoktu, atadan kalanlarla yedi sülalesi bahtiyar olurdu ama bu meselenin bir de etiket tarafı vardı. Sadık Muhsin Bey, tek damadının sıradan bir memur olmasını istemezse, Salih'in söyleyecek lafı olmazdı. Eski ama sözü geçen bir başkonsolosun biricik kızı olan Yasemin de, az maaşlı bir memurun zevcesi olarak görülmek istemeyebilirdi. Sıkıntıyla alt dudağına dişlerini geçirdi ve başını eğdi.
"Sakın ola, senden memnun olmadığım için göndermek istediğimi düşünme Salih." dedi Kamil Talat, genç adamın süzüldüğünü görünce. "Bilakis, çok memnun olduğum için geleceğini parlatmak isterim. Ben bugün varım yarın yokum oğlum. Görüyorsun koskoca gürbüz paşamız aniden göçüp gitti. Benim de üç oğlum var, gelecekleri için uğraşmak boynumun borcu, gerçi biri pek hayta ama..."
Konuyu saptırdığını fark edince toparladı. "Her neyse, diyeceğim o ki, istediğin bir görev varsa söyleyiver. Benim bir oğlum da sensin, senin için de uğraşmak isterim. Bu benim şahsi görüşüm elbette."
"Takdir sizin." dedi Salih başını kaldırmadan.
Kamil Talat bir süre karşısında oturan genç adamı süzdü. Hırslı olmadığını düşünmüyordu çünkü en basit işi bile canla başla yaptığına şahit olmuştu. Fakat minnet duygusu çok gelişmiş bir genç olduğundan sırf makam sahibi olmak için onu ezmek istemediğini tahmin etti. Üstüne gitmek istemedi, en iyisi delikanlıyı yukarıya taşıyacak işi, büyüğü olarak onun bulması yerinde olacaktı.
"Pek ala, Salih, benim konuşacaklarım bu kadardı."
Salih başını kaldırdı. "Kamil Talat Bey, benim sizden bir izin isteğim olacak. Müsaade ederseniz söyleyeyim."
"Elbette, Salih."
"Validemler bugün kısa bir yolculuğa çıkacaklar. İzin verirseniz, onları gidecekleri yere kadar götürmek isterim. Tahmin ederim ki, bir gün yeterli olur."
"Yaramaz bir durum yok inşallah." dedi adam ilgiyle.
"Hayır, bir ahbabımızı ziyaret için Tekirdağ tarafına geçecekler. Yolculukta başlarında bulunmak istiyorum."
Kamil Talat kısaca bir hesap etti. "Madem öyle iki, hatta üç gün izin sana. Yol kısa olabilir ama yorgunluğu atmak için konaklaman gerekebilir."
"Size müteşekkirim efendim."
Salih istediği izni almıştı, Kamil Talat ile selamlaşıp oyalanmadan dışarı çıktı. İçindeki kuşku iyice büyümeye başlamıştı. Önce Sadık Muhsin, şimdi de Kamil Talat... Onun çalışmasıyla neden bu denli ilgileniyorlardı ki?
Salih, sorusuna cevabın az sonra karşılaşıp selamlaşacağı adam olduğunu bilmiyordu. Koridorda yürürken bir tıkırtı sesi duydu ve sesin sahibine doğru başını çevirdi. Edip Nuri, nohut büyüklüğünde bir pırlantaya hasetle bakan bir kadın misali, ona doğru gelen Salih'e yılansı gözlerini dikmişti. Salih onu fark edince, adam hemen bakışlarını düzeltti. Elindeki bastonu öne aldı ve elleriyle bastona dayanıp Salih'in yaklaşmasını seyretti.
"Selamünaleyküm Salih Hüsnü Bey."
"Aleykümselam beyefendi." dedi Salih kibarca başını sallayıp geçecekken adamın sesiyle durdu.
"Keyfiniz yerindedir inşallah, sizi iyi gördüm."
Salih adamın konuşma niyetini anlamsız bulmuştu. Edip Nuri'nin niyeti ise bu genç adama sempatik görünüp sahte samimiyetine inandırmaktı. Genç adamın kibirli ve soğuk tavırları canını sıkıyordu sıkmasına ama ellerindeki çırak öldüğünden beri çekmediği azap kalmamıştı. Adamın intihar ettiğini söylemesine rağmen konsülden gelen habere göre; usta efendileri, deyim yerindeyse onu bir kaşık suda boğacak kadar öfkelenmişti. Tahmin edilir öfkesine katlanmak ise güçtü, Edip Nuri iki gündür uyku uyumamıştı. Endişe ve öldürülme korkusu yüzünden gözünü kırpamıyordu. Cezası acımasızdı ama o kadarla kaldığı için şükretmek zorunda kalması, utanç vericiydi.
Salih elbette tüm bunları bilmiyordu. Onun gördüğü şey, en son rast geldiğinden beri adamın en az on sene yaşlanmış olmasıydı. Çok bir zaman geçmemişti ama adam harabeye dönmüştü. Beli daha da bükülmüş ve teni dertli biri gibi kararmıştı. Gözlerinin altı çökünce gözleri yuvalarından fırlayacakmış gibi duruyordu. Şimdi adama sağlığını sorsa, adamın hasta olduğu barizdi, iki saat susmama ihtimali vardı. O yüzden resmi bir tonda konuştu.
"Gördüğünüz gibiyim ama sizin önemli bir işiniz var gibi telaşlısınız. En iyisi sizi oyalamayayım."
Edip Nuri genç adamın kibarca ondan kurtulma talebini anlayışla karşıladı. İçinden 'Kaç bakalım küçük fare, kapanın kapanması yakındır' diye geçirdi ama ağzından çıkan başkaydı.
"Ne kadar doğru bir saptamada bulundunuz Salih Hüsnü Bey. Umarım tez zamanda daha uzun sohbet edebiliriz."
Salih bu dileğe katılmadı, ne sözel olarak ne de duygusal olarak. "İyi günler Edip Nuri Bey."
"Hayırlı günler Salih Hüsnü Bey."
Salih hızlı adımlarla uzaklaşırken Edip Nuri aç gözlerle ardından baktı. Bu kibirli hergele, onun geleceğiyle hatta hayatıyla oynuyordu. Arkasında güçlü koruyucuları olmasaydı bu kadar burnu büyük davranmasına asla izin vermezdi. Çoktan ensesinden tutup kanlı bodruma atardı. Hafifçe sırıttı. Planları düzgün işlerse bu kendini beğenmiş paşazade kendi ayaklarıyla gelip onun önünde diz çökecekti. Anın hayaliyle titreyerek kamburunu doğrulttu ve hedefine doğru tıkırdayan adımlarla yürümeye devam etti.
***
Kamil Talat, Salih'in odadan çıkmasıyla, rahat koltuğuna yayıldı. Son zamanlarda en hafif işler bile onu yorar olmuştu. Hâlbuki gençliğinde öyle miydi ya. Aynı bu genç adam gibi etrafını, coşkun kişiliğinin ateşiyle büyülerdi. Eski günleri düşünürken kapısı nazikçe tıklatıldı. Kamil Talat Bey'in izniyle kapı açıldı ve özel kâtibi içeri girdi.
"Efendim, Edip Nuri Bey geldi. Görüşme talep eder. Ne buyurursunuz?"
Kamil Talat sıkıntıyla yüzünü buruşturdu. "Yine mi bu âdemoğlu! Gelsin, bakalım derdi neymiş anlayalım."
"Emredersiniz." diyen adam geri çıktı.
Kamil Talat koltuğundan kalkarak pencerenin yanındaki masaya doğru adımlarken Edip Nuri oldukça saygılı bir tavırla odaya girdi.
"Hayırlı günler Kamil Talat Bey, habersiz geldim affınızı istiyorum."
Kendine sürahiden su almaya çalışan Kamil Talat, sürahiyi bırakıp elini Edip Nuri'ye uzattı. Adamın elindeki eldiveni görünce şaşırdı.
"Hoş geldiniz Edip Nuri Bey, elinize ne oldu?"
Edip Nuri adamın elini hızlı ve gevşekçe sıkıp geriledi. "Önemsiz bir rahatsızlık beyefendi, doktor sıcaktan olduğunu söyledi. Bir süre koruyucu eldiven takmam gerekiyormuş."
"Üzüldüm, geçmiş olsun. Acı veren bir şey değildir umarım."
Edip Nuri gözlerini kısan zoraki bir gülümsemeyle adamı cevapladı. "İlginiz için teşekkür ederim efendim. Hiç acımıyor aslında."
Acımaz mı? Çırağın öldüğü haberi yüzünden, usta efendinin emriyle ona verilen hediyeden sonra bu kadarla kurtulduğu için şanslıydı. Belki o yüzden acısı gözüne gelmiyordu. Ona küçük bir kutunun içinde gümüş bir çivi göndermişlerdi. Edip Nuri bunu ne yapmasını bilecek kadar cezalara aşinaydı. Eli tir tir titrerken gümüş çiviyi sol eline çakmak için; ona, bu cezanın verilmesini sağlayan adamın yardımını istemek zorunda kalmıştı. Katil ruhlu adam, bu yardımı severek kabul etmişti hatta daha yardımcı olmak adına çakma işini üstlenmek istemişti.
Edip Nuri sinirden titreyerek adama baktığında, pis herifin gözlerindeki delilik alevini görünce bir an için siniri, korkuya dönüştü. Elindeki çekici ona vermesi halinde sadece çiviyi eline çakmakla kalmayacak gibiydi. Ürpererek sesini sertleştirdi ve adama sessiz olmasını söyledi. Adam sessizdi ama suratı, cehennemden yeni çıkmış bir iblisi andırıyordu. Az sonra tanık olacağı vahşi cezayı sabırsızca bekliyordu. Edip Nuri işi daha fazla bekletemezdi. Elinin üstüne yerleştirilen çivi uğursuzca parıldarken dişlerini kenetledi ve çekici havaya kaldırdı, indirdi.
Kamil Talat ile konuşurken dün geceki anıyı anımsayan Edip Nuri'nin yüzü sarardı. Elinde delik açan yara, bu anıyla birlikte ikinci bir yürek gibi atmaya başlamıştı ve sancıyordu. Bir anlığına, bayılacağını haberdar eden buz misali bir his bedenini sarıverdi. Kamil Talat adamın halini fark edip doldurduğu su bardağını Edip Nuri'ye uzattı.
"Buyurun, oturun. Ben, sizi pek, iyi görmedim."
Kendini hemen toparlayan Edip Nuri bardağı alarak içti ve koltuğa doğru yöneldi. Üstlendiği iş çok önemliydi önce onu başarmalıydı çünkü sonunda kendi boynu ortaya konmuştu. Dün geceki işaret bunu gösteriyordu. Yavaşça kendi durumunu açıkladı.
"Verilen tertip bir parça ağır geldi azizim, ondandır."
Kamil Talat Bey, kendine bir bardak su doldururken konuştu. "Bazı doktorlar pek düşüncesiz oluyor. Her hastaya aynı tertip yazılmaz ki..."
Edip Nuri adama bu konuda katılıyordu, ona kesilen cezayı hak etmemişti. Sinirli bir titremeyle yeniden sarsıldı, elindeki bardağı sehpanın üstüne bırakmak zorunda kaldı. Kamil Talat ona döndüğünde çoktan kendini toparlamıştı.
"Ne kadar doğru söylediniz beyefendi."
Kamil Talat Bey, ağır adımlarla makam koltuğuna yürüdü. Adamın derdini bir an önce öğrenip gitmesi için öylesine sordu.
"Bu rahatsızlığınıza rağmen beni ziyaret etme sebebinizi merak ettim."
"Ah, evet. Sadede geleyim azizim." dedi ve elini ceketinin iç cebine attı. "Yeni bir teşkilat kuruyoruz, yazışmaları incelemek ve yorumlamak için. Teşkilatımız devletimiz için pek yararlı bir oluşum olacak. Bize bu çetin işi kaldırabilecek, akıllı ve gözü pek çalışanlar lazım."
Elindeki evrakı uzatmak için güç bela doğruldu ve Kamil Talat'ın uzanacağı bir yere bıraktı. "Bu doğrudan sadrazam hazretlerinin mührünü taşıyan bir emir, ne yazdığına siz bakarken ben de açıklamasını yapayım."
Kamil Talat zarf şeklinde katlanmış mühürlü evrakı aldı, mührü kırarken Edip Nuri yerine oturdu.
"İsteğimiz olan personelin biri sizin emrinizde çalışıyor. Evrakta göreceğiniz üzere, padişah hazretlerinin bilgisi dâhilinde doğrudan teşkilatımıza alınması lüzum gösterdi. Fakat bu atamayı gizli tutmak mecburiyetindeyiz. Biliyorsunuz, çevremiz kurtlarla dolu, bu çok önemli işimizde çelme takmak isteyeceklerdir. İsmi yazan kişinin derhal bana bağlanması gerekiyor. Siz kendisini azledeceksiniz."
Kamil Talat evrakı iki defa okudu ve kaşlarını çattı. Huzursuzca koltuğunda kımıldandı.
"Teşkilatın resmiyeti yok." dedi doğrudan.
Edip Nuri anlayışlı bir tavırla ciddi bir sesle konuştu. "Elbette yok beyefendi. Son derece gizli yapılması gereken bir görevdir takdir edersiniz. Sadece padişahımızın göreceği yazışmalardan bahsediyoruz burada. Onları yorumlayan kişilerin kimliği açığa vurulması demek, meydanda tellal bağırtmakla eşdeğerdir."
Kamil Talat yeniden evraka döndü. Yazan isimi okudukça midesinde bir yanma oluşuyordu. Kağıdı masaya bıraktı ve delici bakışlarını sakince duran Edip Nuri'ye dikti.
"Kabul etmeme olasılığım nedir?"
Edip Nuri gülümsedi. "Matematik hesabına dökersek, sıfır bile olasılık için fazla görünüyor azizim. Yani, yok!"
"Azletmem, bu gencin memurluğunu düşürür. Yazık olur, böylesi parlak bir zekaya. Geçici görevlendirme yapsak."
"Kabul edilemez, kesin ve kati."
"Görevi ne olacak? Ben ismi yazılan beyefendiden memnunum, başka yere atanması benim planlarımı bozar."
"Kamil Talat Bey!" dedi Edip Nuri yüzündeki sırıtışı bozmadan. "Sizin planlarınız, devlet-i alinin kararlarından daha mı önemli? Elinizdeki bir emir fermanıdır, düşünmeniz değil uymanız gerekmektedir."
"Rahatsız edici bir cümle kurdunuz."
Edip Nuri anlayışla başını salladı. "Çünkü işimiz rahat bir iş değil ama sizi temin ederim kanatlarımızın altındakileri tatmin edecek her türlü tertibatı aldık. Maddi ve manevi olarak doyurulacaklar. Ayrıca unvanla onurlandırılacaklar. Tabi, bu vaatler, bir çalışma sürecinden sonra gerçekleşecek bir ödüllendirme olacak."
Kamil Talat Bey dişlerini çiğner gibi çenesini hareket ettirdi. Kabul etmemesi gibi bir seçeneğinin olmadığını görebiliyordu ama bu iş hakkında düşünmek midesindeki yanmayı gittikçe arttırıyordu. Salih Hüsnü'ye daha iyi bir görev imkânı sağlamayı istiyordu. Keşke bu şekilde olmasaydı... Sadrazamın, padişah adına bastığı mühür bile içinde beliren şüpheyi yok etmiyordu.
"Başarısız olursa?" dedi bir umut, hiç sanmıyordu ya...
Edip Nuri kolayca cevapladı. "Memurluğa geri döner."
"Azledildikten sonra mı?" dedi inanmazcasına.
"Elbette, kıymetli padişahımızın üstünde söz mü var? Yine de doğrudan bir emri, hazretlerden istememenizi salık veririm."
"Bittabi ki." diye homurdandı. Karşısında eğik bükük oturan adam, onu bunak mı sanıyordu? "Fakat kendisi şu anda izinli, izin bittikten sonra azlini onaylarım."
Edip Nuri bu bekleme sürecine bozulsa da belli etmedi. Dudağının ucundaki seğirmeyi gizlemek için sırıttı.
"Ben de bu arada ekibin kalanını toparlarım, yani sorun değil."
Kamil Talat, adama hoşnutsuz bakışlarını dikerek ayağa kalktı. "Sizi uğurlayayım." dedi kibarca veya kabaca adamı kovarak.
Edip Nuri de doğruldu, gitmek için kapıya dönmek yerine masaya uzandı. Elini emir evrakına atmıştı ki, Kamil Talat uzanarak kendine çekti.
"Ben de kalsın."
Edip Nuri'nin yılan bakışları bir anlığına yüzünde belirdi, kendine hâkim olarak geriye doğruldu. "Gerek yoktu aslında ama sizin güvenirliliğinize inancım tam. Herhangi bir istismarda kime karşı sorumlu olduğunuzun farkındasınızdır."
"Şüpheniz olmasın." dedi Kamil Talat evrakı katlayarak. "En az sizin kadar, gizliliğine özen göstereceğim."
"Kuşkusuz. Hayırlı günler dilerim efendim." dedi Edip Nuri selam vererek.
"Bilmukabele" diye adamı cevapladı ve kâğıdı ceketinin iç cebine sokuşturdu.
Edip Nuri koridorda ilerlerken, gelişinden daha gergin bir yürüyüşle bastonunun ucunu, mermer zemine saplıyordu. Yaşlı adamlar son zamanlarda canını çok sıkmaya başlamıştı. Başına bir de uğraşması gereken Kamil Talat çıkmıştı. Örümcek beynini çalıştırmak için bugünü bulması ayrı meseleydi. Ona verdiği evrakı önemsemeyeceğini düşünürken bunak herif el koymuştu. Nejat duyarsa kıyametleri kopartırdı. Sadrazamın, büyük mührüyle onaylanmış değerli bir kanıttı, adamın elindeki. Yaşlı adama emanet edilemeyecek kadar kıymetliydi.
Arabasına binmeden önce durdu, derin bir nefes aldı. Yapması gerekenler aklında belirirken yüzünde insanı ürkütecek çirkin bir ifade beliriyordu. Onu kendinden başka gören yoktu, kapalı arabanın pencere camından yansıyan kendi yüzünü göremeyecek kadar düşüncelerine dalmıştı. İyi ki de görmüyordu, yoksa kendi ifadesinden korkması içten değildi. Bir veya iki gün diye düşündü, hele şu azil işini halledelim de...
At arabasına bindi. Salih Hüsnü kısmını hallettikten sonra işin diğer kısımlarıyla ilgilenmenin zamanı gelmişti. Sırtını kadife arkalığa yasladı ve bastonunu sürücünün olduğu yöne vurdu.
"Köşke sür!"
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder