Behzat'ın ayrılmasıyla Perran ve dadısı odaya alındı. Perran, en az kendi kadar korkan dadısının koluna yapışmış bir halde kapıcı tarafından neredeyse itilerek odaya sokuldu. Loş odanın basık ve boğucu bir havası vardı, pencere filan görülmüyordu. Duvarlar, odayı hepten ağırlaştıran tuhaf yazılar nakşedilmiş halılarla kaplıydı. Tavandan sarkan kötü kokulu kalın kumaşlar, odayı iyice daraltmıştı. Keskin bir mis ve gaz kokusu insanın genzini yakıyordu. Yerler sade beton dökülmüştü ve ince yazlık pabuçlarının altından tüm soğuğu onlara yansıtıyordu.
İki Havva kızı nereye gideceklerini bilemez halde, birbirlerine yapışıp loş odaya gözlerini alıştırmaya çalıştılar. Duvara yanaştırılmış kafes örgülü bir paravan vardı, yanlarında zayıf ışıklı iki gaz lambası asılmıştı. Odadaki tüm ışık kaynağı bu islenmiş lambalardan yayılan aydınlıktı.
''Beri gelin!''
Kalın bir erkek sesi parlayınca Perran ve Tayyibe yerlerinde sıçrayarak çığlık attılar.
''Ay, kim konuştu?'' diye bağırıverdi Perran.
''Cinler!'' diye Perran'ın koluna iyice yapışan Tayyibe nefessiz fısıldadı. ''Gidelim canım, buradan.''
''Paravana yaklaşın!''
Perran bakışlarını odadaki paravana çevirdi, korkudan titreyen kolu bacağı, çenesi rahatlayarak nefeslendi. Tayyibe'ye doğru yanaştı.
''Gel dadı, hoca hazretleri odadaymış meğer.'' diye fısıldadı. ''Cin min değil duyduğun.''
Tayyibe çoktan bildiği tüm duaları okumaya başlamıştı. Perran'ın sözleri onu sakinleştirmedi, çevresini saran cinlerden kurtulmak için okuyup üfleyip etrafı havalandırmaya devam etti. Perran dadısının bu hareketiyle hocayı sinirlendirmemesini umarak paravana yaklaştı.
''Diz çökün! Karşımda oturun hatunlar!'' diye emir veren hoca, iki kafadarı yeniden sıçrattı. Adamın sesi küçük odada nasıl oluyorsa incelip aniden kalınlaşarak bomba misali patlıyordu. Yüzünü göremedikleri hoca, ortamın verdiği bir ruh haliyle dünya dışı bir tona kavuşan sesini iyi kullanıyordu.
Perran iç geçirerek buz gibi betona diz çöküp oturdu ve dua eden dadısına asılarak yanına çekti. Tayyibe korkudan gözünü açmadan fısır fısır dua etmeye devam etti, durabilecek gibi değildi. Perran hocaya karşı ezilerek başını öne eğdi ve adam konuşana dek suskunca oturdu.
''Büyük derdin var kızım.'' dedi hoca. Perran nasıl bildiğini düşünürken adam tuhaf sesiyle ekledi. ''Gönlündekini ben biliyorum ama senin seslendirmen lazım gelir. Konuşmaya başlamadan önce bismillah demeyi unutma ha.''
Perran sabırsızca geliş amacı olan iki uygun olmayan ve birbirini sevmeyen insanı ayırmak istediğini anlattı. Uygunsuzlukları konusunda konuşurken öyle abarttı ki, sonunda hoca sıkıldı.
''Yetişir, yetişir hatun... Ümmet derdini anlatır gibisin, ne bu coşku. Anladım, pek münasebetsiz bir çift imiş bu iki insancık. Bir sorduk bin işittik, tövbe, tövbe!''
Hoca lafını kesince işin önemini anladığını düşünen Perran çenesini kapadı. Hoca kendi kendine mırıldanmaya başlayınca Tayyibe dua sesini bir ton daha arttırdı. Perran dadısını getirdiğine pişman olmuştu, dirseğini sallanan kadına vurup sinirle soluklandı. O da korkuyordu ama merakı ve Salih'e kavuşma umudu daha baskındı. Dadısı gibi delirecek hale gelmemişti. Hoca konuşunca dadısına ters bakmayı bırakıp saygılı bir edayla paravana baktı.
''Olur, olur bu iş! Tez vakitte uygunsuz dağılacak dengeyi bozmayacak... Ammaaa... Bana bir yol gerek. Bu iki insancığın saçlarından bir tutam getir! Dikkatle dinle! İkisinin saçı olacak! İkişer altın parayı saçlarla birlikte ipek mendile sar!''
''Altınla mı efendim!'' dedi Perran. İki altın parayı nasıl bulacaktı, imkansızdı! Feda edeceği bir çift küpesi ve ince gerdanlığı vardı, altın parayı ise dünyada bulamazdı. Gerçi mücevherlerinin kaybını annesine nasıl açıklayacağını bilmiyordu ama şu iş bitsin, onu da hallederdi. ''Başka bir...''
''Lafımı kesme kızcağız! Burada önemli sözler söylüyorum. Dediklerimden kelli başka bir ödeme kabul edilemez. Bunu bil de konuş! İsteyici değilim ben, gerek olanı söylüyorum. Pazarlık edeceğin biri hiç değilim!''
''Estağfurullah hoca efendi, ben sadece...''
''İllallah! Sus be evladım. İstediğim bunlar, ne vakit getirirsen, bu belayı o zaman savuştururuz. Gidin şimdi!'' Perran teşekkür ederek dadısının kolundan tuttu ve kapıya yürüdü. Hoca, onlar kapıdan çıkmadan evvel seslendi. ''Şu kepazeyi getirme, büyü tutmaz sonra!''
''Emredersiniz efendi hazretleri.'' diyerek kapıdan sıvışan Perran bir daha gelemeyeceğini düşünüyordu. Ah, hayır, sandığınız gibi Yasemin ile Salih'e bulaşmaktan vaz geçmiş değildi. Onun derdi başkaydı...
Altını bulsa bile hem Yasemin'in hem de Salih'in saçlarını nasıl elde edecekti? Tüm bu moral bozukluğunun üstüne, bağırsakları da tuhaf sesler çıkarmaya başlamıştı. Buz gibi taşa oturmasının sonucunda boğazına dek gazla dolmuştu. Zavallıcık bağırsaklarında çakan şimşekler ve mide burulmalarıyla savaşıyordu. Dua etmeyi bırakan yarı baygın haldeki dadısıyla kol kola arka bahçeye doğru yöneldiler.
''Perran benim midem pek kötü.'' diye sızlanan Tayyibe'ye cevap vermek için başını kadına çeviren Perran, kapının önünde duran Behzat'ı görünce sustu. Behzat onları bekliyor gibi doğruldu. Yürüyüşüne çeki düzen veren Perran, ona yapışmış dadısını az geri itti. Peçeli ağzından fısıldadı.
''Çenen bir dursun dadı.'' Dedi sinirle ekledi. ''Konuşmaman gerektiğinde ağzın kapanmıyor senin de... Yeni adetin mi oldu nedir.''
Hafifçe sancıyan midesine aldırmamaya çalışarak genç adamın yanına doğru yürüdü. Genç adamın bir şeyler bekler gibi yol üzerinde neden durduğunu da merak ediyordu. Behzat'a yaklaştıkça onun da kıvrandığını fark etti, yüzü kızarıp bozarıyordu. Selam verip geçecekti ki, genç adam atıldı.
''Perran Hanım!''
Perran albenili bir tavırla ona döndü. ''Buyurun beyefendi.''
Genç adam elindeki bastonun sapını elinde sıkarak yanına geldi. Tereddütle konuştu. ''Vaktiniz var ise, bir iki dakikanızı çalabilir miyim?''
''Hay hay Behzat Bey, buyurun.'' Dedi ve bağırsaklarının sancısı çoğalmış dadısına kapıyı işaret etti. ''Dadıcığım, sen az öteye git. Behzat Bey ile özel görüşmemiz icap eder.''
Kadının canına minnet hemen topukladı ve kapı eşiğine çöktü. Behzat kararsız bir beklemeden sonra nefeslendi ve konuşmaya başladı.
''Perran Hanım, sanırım durumumun farkındasınızdır. Cemiyetin dedikodularından bahsediyorum. Ayrıca cemiyetin bildiğinden daha fazlasına da vakıf olduğunuzu düşünüyorum. Sonuçta Yasemin Hanım ile etle tırnak gibisiniz.''
Perran bu benzetme karşısında bir parça gururlandı. Etle tırnak abartıydı ama Yasemin'in ondan başka arkadaşı olmadığına göre yerinde bir benzetme olarak düşünülebilirdi. Yasemin İstanbul'a geldiğinden beri, bütün annelerin ve bekar oğullarının gözdesi olmuştu. Perran'a göre, genç kızın huyu ve hanımefendiliği fazlasıyla övgü alıyordu. Hiç de o kadar hoş bir genç kız değildi. Behzat'ın sesiyle düşüncelerinden sıyrıldı ve adamın konuşmasına dikkat kesildi.
''Bu nedenle size açılmak istedim. Yasemin Hanım'ın bizzat ağzından işittiğime göre, hanımefendinin asıl ilgisi bana imiş. Salih ortaya yanlışlıkla çıkmış.'' Perran şaşkınlıkla ağzını açınca Behzat hemen ekledi. ''Sakın itiraz etmeyin, biliyorum.''
İtiraz edecek değildi, Yasemin'in bu itirafına çok şaşırmıştı. Gerçekten de Salih'ten hiç hoşlanmıyor olmalıydı ki, Behzat'a böyle bir itiraf da bulunmuştu. Gönlü umutla dolarken rahat bir nefes aldı.
''Görünen köy kılavuz ister mi Behzat Bey? Neden itiraz edeyim? Damlaya damlaya göl olur derler... Ne demiş büyüklerimiz, sakla samanı ama bir gün ortaya çıkar...'' Durakladı, bu söz böyle miydi? Omuz silkti, olsa da söylemişti olmasa da söylemişti. ''Uzun lafın kısası, öğrenmenize şaşırdım. Yine de tam zamanında öğrenmeniz iyi olmuş.''
Behzat kızın ardı ardına saçmalamasından aklı karışarak konuyu toparlamaya çalıştı. ''Ayrıca bu dediklerim aramızda kalırsa sevinirim. Salih Hüsnü benim yakın arkadaşım, Yasemin Hanım ile nişanlı olduğundan, kendisiyle ters düşmek istemem.''
Perran hevesle başını salladı. ''Kuşkusuz.''
Kızın anlayışlı olmasıyla rahatlayan Behzat devam etti. ''En başında yanlışlığı anlamalıydım ama mektubun bana değil Salih'e verilmesi aklımı karıştırdı. Ben dururken ona! Ne gülünç değil mi? Bence diğer gelen dört mektupta da yanlışlık vardı ya neyse, konumuza dönelim. Salih'i üzmeden, gücendirmeden bu olayı tatlıya bağlamak isterim. Birbirlerini sevmeyen bu iki insanın gözünü açmalı. Yüzümün güzelliği kadar beynimin işlekliği ile de ünlüyümdür, siz de bilirsiniz.''
Behzat kızın onaylaması için durunca Perran bir an afalladı. Behzat hakkında konuşan hiç kimse zeka ile ilgili bir laf söylememişti. Hatta Nuriye Hanım Teyze bir keresinde Behzat'a Allah tarafından verilenlerin eşit olmadığını söylemişti. Doğru orantılı olaymış, devrin değme alimlerinden olurmuş. Perran konuşan adamı memnun etmek adına hevesle başını salladı.
''Siz en doğrusunun bilirsiniz efendim, bana ne hacet!''
Behzat bu yarım akıllı görünen kıza memnuniyetsiz, sahte, bir sırıtmayı andıran yüz buruşturması ile baktı. Sonra devam etti.
''Niyetimin sade yardım olduğu konusunda hemfikir olduğumuza göre size asıl derdimi açabilirim. Yasemin Hanım'ı Salih'ten kurtarmak için aklıma başka bir çare gelmedi. Salih'i soğutup bu anlamsız nişandan vaz geçirmeliyim. Bu nedenle hiç üşenmedim, arkadaşıma, yok, hayır dostuma yardım etmek için kalktım buralara geldim.''
Perran iyice heyecanlanmıştı, konuşma tam da istediği gibi gidiyordu. Ah, bu hoca ne mübarek adamdı. Daha kapıdan çıkmadan şansı dönmüştü. Midesinde dolanan gazın gürültüyle bağırsaklarına inmesiyle soluksuz kaldı ama sesini çıkarmadı. Meydana çıkan sesi engellemek için elini çantasıyla gizleyerek midesine bastırdı ama nafile! Behzat'ın da arada kıvrandığı gözünden kaçmamıştı. Onun tepkisinden bihaber olan adamı rahatlatıp hemen konuya geçmesini sağlamak için atıldı.
''Ne yüce gönüllüsünüz Behzat Bey, umarım hoca efendinin sunduğu çare hem Salih Bey'e hem de Yasemin'e yararlı olur. Ben âcizane bir yardım edebilirsem hemen söyleyiniz. Karışıklıktan da, Yasemin'in size olan sevdasından da haberim var, hiç çekinmeyiniz. Ailesinden korkusuna bu zorunlu izdivaca evet der ama kurtarırsak, size olan sevdasının yanında bir de minnet duyacağına eminim.''
''Ne güzel konuşuyorsunuz Perran Hanım, kulaklarım mest oldu.'' dedi ve kızın gözlerine baktı. Bunca hoş nameye bir de iltifat iyi giderdi. ''Ah, sizin gözleriniz de pek güzelmiş. Maşallah, eşek gözü gibi kocaman!''
Perran bozularak kaşlarını çattı. ''Behzat Bey, ceylan geyik gibi hoş hayvanat dururken eşeğe benzetmek ne oluyor?''
''Aman hanımefendi, yanlış anlamayın. Eşek gözü benim çok hoşuma gider. Gerçi kirpikleriniz uzun ve gür olaymış, seyrine doyulmaz gözleriniz olurmuş. Böyle kısa ve seyrek olunca çipil çipil bir görüntü veriyor.''
''Ay, yeter bu iltifat faslını bitirin de ne istiyorsunuz onu deyiverin bari. Ne güzel konuşuyordunuz birden sinirimi tepeme çıkardınız.''
''Kızdırmak istemedim Perran Hanım.'' Behzat da bozulmuştu, kıza iltifat ediyordu, ayılıp bayılacağına delilenmişti. Ne şaşkın bir kızdı bu! ''Madem istediniz konuya girelim, benim de vaktim az zaten. İşin aslı bu illetten iki arkadaşımızı kurtarmak için Yasemin Hanım'ın birkaç tel saçına ihtiyacım var. Siz bana temin ederseniz...''
Perran sözünü kesti. ''Yapmaz mıyım ayol!'' dedi, sonra coşkusundan utanarak sakinleşti. ''Sanırım siz de Salih Bey'den saç numunesini alacaksınız?''
''Aklın yolu birdir.'' dedi çapkınca gülümseyerek. Demek, kızın da derdi aynıymış. Yanlışlığın farkına vararak arkadaşını Salih belasından kurtarmaya çalışıyormuş, diye düşünen Behzat şansına şükretti. Kaderde bu ikisini birbirine yakıştıramamış olmalı, Behzat ile Perran'ı karşılaştırıp uğursuz nişanın bozulmasına sebep olacaktı.
Perran ekledi. ''Taşa oturma, çocuğun olmaz derler, yalan!'' dedi midesinden yükselen gurultunun aynısını Behzat'tan işitince. ''Bizim göbek şişti, şişti... Şimdi de zamanı gelmiş bebek gibi bağırır Behzat Bey. Anlaşmamızı sonlandıralım da bir an önce ayrılalım.''
''Haklısınız hanım efendi, valla benim bağırsaklar sizinkilerden önce çalışmaya başladığından bir an önce ayakyoluna gitmem icap eder.''
İki amacı belli dert ortağı iki vakte kadar saç tutamlarını sağlamaya birbirlerine söz verip ayrıldılar. Böylece ikişer altından dört altın yerine, Behzat'ın ödeyeceği iki altın ile paçayı sıyıracaklardı. Bu anlaşma şartlarına en çok Perran sevindi, cebinden para çıkmadan olayı halledecekti. Bu hissin verdiği neşeyle evine güle oynaya döndü. Büyüklerimiz güzel laflar etmişlerdir. Biz de Perran gibi yapmayıp, doğru sözü saptırmadan bir özlü söz dillendirelim –konu ile son derece alakalı ama nasılını sonra öğreneceksiniz- 'Son Gülen İyi Güler!'
***
Perran'ın ziyaret nedenini anlamışsınızdır. Behzat ile yarın görüşecek ve saç tutamlarını hoca efendiye götüreceklerdi. Bu yüzden daha öğlen olmadan arkadaşının evine damladı. Salih hakkında hiç konuşmamaya karar vermişti, Yasemin tarafından paylandıktan sonra bu son derece mühim görevde gerilmek istemiyordu. Düğün, çeyiz hazırlıklarından bahsettiler. Perran konuyu saça çekmeye çalıştığından Yasemin'in saç uçlarının bakımsızlığından tutun da güneş yüzünden açılan tonuna varana dek kızın başını ağrıttı. Yasemin onun iddialarına gülüp geçtikçe küplere bindi. Akşama doğru vakit azalınca ya herrü ya merrü diyerek çantasından çıkardığı makasla Yasemin'in saçlarına atıldı. Dadı Münevver yanlarında olmayaydı Yasemin'i bir güzel saç tıraşı yapacaktı.
''Ucundan azıcık alacağım ayol!''
Dadı kızın kolunu bileğinden tutmuş makası Yasemin'in saçlarından uzaklaştırıyordu. ''Tövbe Bismillah! Kızım dellendin mi sen? Bırak makası elinden!''
Yasemin, Perran'ın parmaklarını saçlarından çözmeye çalışırken dadı sonunda makası çekip aldı. Makası kaptıran Perran bağırıp çağırmayı bıraktı ve Yasemin'i salıverdi.
''Ay, iyi! Sana iyilik de yaramıyor kuzum! Yıpranmış saçlarınla dolaş da düğününde herkes seninle alay etsin, bana ne!''
Yasemin saçlarını geriye atıp hayretle Perran'a baktı. ''Aklını mı kaçırdın sen Perran? Saçlarımdan gayet memnunum ben. Aniden bu berberlik merakı da nereden çıktı, sabahtan beri etmediğin laf kalmadı.''
''Kızlar! İtişip kakıştığınız yetişir. Açık hava sizi çarptı herhal, geçin eve!''
Münevver, kızları önüne katıp eve doğru yönlendirirken Perran'ı bir düşüncedir almıştı. Hocanın sipariş ettiği saçı elde edememişti, üstüne üstlük akşam olduğundan evine dönmesi gerekiyordu. Yarın sabahtan gelmesinin de anlamı yoktu. Biraz bekledikten sonra oflayıp poflayıp gitmesi gerektiğini söyledi, onu bekleyen arabaya giderken tüm gün yaptığı gibi, onu uğurlamaya gelen kızın elbisesinde örtüsünde saç teli bakındı. Ne çare, kızın saçı bile dökülmüyordu. Şimdi zavallı güzeller güzeli Perran ne yapacaktı?
Sözüm ona Behzat'ın da Perran'dan farkı yoktu. Salih'i hiçbir yerde bulamamıştı. Annesi oğlunun iş sebebiyle şehir dışına çıktığını söylüyordu ama nereye gittiğini söylemiyordu. Behzat ciğerci kedisi gibi konağın etrafında dört döndü. Nazırlığa bile uğradı ama memurluktan ayrıldığını öğrenince şaşırmak için bile kafasını karıştırmadı. Zaten tembel Salih'in memurluk gibi bir mesleği kaldıramayacağını tahmin ediyordu. Annesinin yalan söylediğini dahi düşündü.
Müthiş bir beceri göstererek bahçe duvarını tırmandı ve düşmeyi göze alarak konağı izledi. Yok, Salih gerçekten de konakta değildi. Olaydı, on dakika olsun bahçede gezeceğine emindi. Yenik bir ruh haliyle duvardan indi. O denli dalgındı ki, inerken çıkan cırt sesini duymadı. Ne yapacağını düşünür halde evine doğru yürüdü. Akşamüstü esintisi ne ferahlatıcıydı öyle, taa kaba etine dek serinletiyordu. Behzat yırtılan pantolonundan kalçasının göründüğünü evinin önüne varana dek fark etmedi. Nedense yolda karşılaştığı kimselerde onu uyarmadı. Manzaraya bakıp kıs kıs gülmeleri dalgın beyefendinin ilgisini dahi çekmedi.
Behzat, Salih'in konakta saklandığını düşünüyordu ama işin aslı öyle değildi. Salih yeni teşkilatı tarafından çağrılmış, daha o sabahın köründe siyah bir at arabasıyla konaktan alınmıştı. Şafak sökerken deniz tarafından uzakta, ormanlık bir alandaki küçük bir köşke getirilmişti. Arabanın pencereleri sıkıca kapatıldığından Salih getirildiği mevkiinin neresi olduğunu çözemedi. İstanbul'un çevresini pek tanımıyordu. Bu yüzden de çok huzursuzdu.
Köşkün çevresi bakımsızdı, sanki yıllardır buraya uğrayan yoktu. Köşk ise alelacele temizlenmiş gibi özensiz bir hazırlıktan geçmişti. Arabacı Salih'i bıraktıktan sonra gitmişti ve karşılamaya çıkmış hizmetli Arap, Salih'i içeriye almıştı. Salih'in elindeki küçük çantayı aldı, öne düşerek kalacağı odaya götürdü. Salih araptan başka kimseyi görmemişti. Oldukça sade döşeli odasında insanın soluğunu kesen tozlu bir hava hâkimdi, pencereyi açtı. Yatak, komodin ve küçük bir çekmeceli şifonyerden oluşan mobilyasına bakındı. Uzun süre kalmayacağını hesap ederek az giysi almıştı ve gördüğü konfor bu tahminini doğrular yöndeydi.
Pencereye döndü, pervazındaki toz tabakasına dokunmamaya çalışarak yeşil ormana doğru gözlerini dikti. Son günlerde ne zaman yeşil rengine rastlasa aklına hemen Yasemin geliyordu ve istemsizce gülümsüyordu. Bir renk bir insanı nasıl temsil edebilirdi? Ne zaman Yasemin'in yeşil gözlerini düşünse kendi gönlü rengârenk oluyordu, içini huzurla karışık bir heyecan kaplıyordu. Genç kızla konuşma fırsatını bulamamıştı. Edip Nuri tarafından bu kadar erken çağırılacağını bilseydi, o günün ertesi sabahı soluğu Sadık Muhsin Bey'in konağında alırdı.
Kapı teklifsizce açılınca irkilerek kapıya döndü. Kapı eşiğinde kaşlarının altında parıldayan gözlerini ona dikmiş adamı görünce sinirli bir nefes aldı. Ceketini dahi üstüne giymemişti Osman ve sanki Salih'i cezalandırmaya gelmiş gibi soğuk bir ifadeyle ona bakıyordu. İlk konuşan Salih oldu.
''Kendi odanız gibi ne dalarsınız?''
Osman başını doğrulttu ve dudağını büktü. ''Farz et benim odam, ne olacak?''
Salih karşısındaki kabadayının kavgaya geldiğini sezinledi. Ne derdi vardı bilmiyordu. O, adamın onu çarşıya dek takip ettiği günden sonra adamı unutmuştu bile.
''Terbiye çerçevesinde konuşulmayacak seninle.'' dedi sakin ama otoriter bir sesle. Karşısında deli bir at olduğu barizdi, yapması gereken korkmadığını göstermek veya çiftesinden kaçınmaktı. ''Tavuğuna kışt mı dedik birader?''
''Geçen günkü şu bere'' dedi Osman aynı soğukluğu koruyarak. ''Gözünün altındakini söylüyorum. Dayak atarken mi oldu yoksa doğrudan dayak mı yedin?''
''Seni ne alakadar ediyor?''
''Terbiye diyorsun da, sen de terbiye göremiyorum ben. Şimdi ne olacak?''
Salih sorunun onu tartmak için söylendiğinin bal gibi farkındaydı. Adamın geniş omuzlarına, ince ama güçlü görünen bedenine baktı. Duruşundaki profesyonellik bile Salih'in kaçsa da kurtulamayacağı bir dayak şölenini vaat ediyordu. Boy pos bakımından benziyorlardı ama Salih'te Osman'ın yarısı kadar kas yoktu. Sessiz durmayı seçti, ne derse desin bir dayak söz konusuydu.
''Dilini mi yuttun çiroz paşazade?'' dedi Osman alayla. Salih'e doğru iki adım attı, aralarında iki metre mesafe kalmışken durdu. ''Seni buraya ben çağırdım. Neden dersin?''
Salih çağrının Edip Nuri tarafından geldiğini biliyordu, onların şefi olan adamın bu kabadayıdan emir alması kadar saçma bir hiyerarşi olamazdı. Yine de adamın yalan söylemediğini bir şekilde hissetti. Sakince cevapladı.
''Çünkü beni merak ediyorsun.''
Osman yarım bir sırıtışla güldü. Bu haliyle avını köşeye sıkıştırmış bir kurdu andırıyordu. Gözlerini kısan sırıtıştan sonra bir adım daha yaklaştı. Salih pervaza dayanmamak için kendini zor tuttu. Bu adamdan yayılan tehlike hissi o kadar yoğundu ki, içi ürperdi. Korkmuyordu ama insanı tetikte olmaya zorlayan bir yanı vardı, adamın.
''Senin neyini merak edeceğim lan?''
''Adım Salih'' diye hatırlattı. ''Lan değil!''
Osman'ın ifadesi taşlaştı bir an öylece baktı. Salih tam adamın göz renginin koyu kahverengi olduğunu fark etmişti ki, karnına gelen güçlü bir yumrukla iki büklüm kaldı. Bir yumruk da ense kökünde patladı. Salih pis zemine kapaklanırken Osman tepesinde dikiliyordu. Soluğu kesilmişti ve ensesine yediği darbeyle bilinci gidip geliyordu. Kolundan tutulup savrulduğunu hissetti. Sırtını sertçe duvara çarptı, gerisi karanlık.
Osman birkaç saniye baygın Salih'i seyretti. Tam tahmin ettiği gibi bu genç hiç yontulmamıştı. Edip'in dediği gibi katiplik yapma ihtimali olduğunu sanmıyordu ama dövüşmekle alakası olmadığını anlamıştı. Genç adamın yanına gitti, tek dizinin üstüne çöküp baygın adamın saçlarına parmaklarını geçirdi. Başını kendine doğru çevirdi. Hoş bir yüzü vardı, hem de oldukça güzel. Bu düzgün hatları bir parça dağıtma zamanı gelmişti. Parmaklarına dolanan yumuşak saç tutamlarını iğrenir gibi bıraktı. Ayağa kalktı. Odadan çıkmadan önce baygın adamın midesine bir tekme atmayı ihmal etmedi. Uyandığında vücudunun her köşesinin ağrımasını istiyordu, süründürecekti, yalvartıncaya dek bu genç paşazadeyle uğraşacaktı. Belki o zaman gerçek görevini söyleme zahmetinde bulunurdu, çabucak çözülmemesini umarak alt kata doğru hızlandı.
Salih acılar içinde kendine geldiğinde tepesinde birinin olduğunu fark etti. Sakınmak için kolunu öne tutup onu izleyen adama döndü. Bu adam Osman değildi, Agop isimli hırpani görünüşlü adamdı. Agop gözlüklerini düzelterek doğruldu.
''Kapı aralı idi, içeri girdim. Baktım ki boylu boyunca yataorsun. Nolur sana böle?''
Ensesini ovalayıp karnındaki sızıya yüzünü buruşturdu. Duvara yaslanıp dikkatli bir nefes aldı. Kırık yoktu ama tüm bedeni hücrelerine değin ağrıyordu. Osman'dan dayak yediğini saklamak istemedi.
''Deli herif ile karşılaştım.''
''Osman'dır dediğin zat?''
''Başka deli mi var?'' diye söylendi. Ayağa kalkarken Agop da onunla birlikte doğruldu. Üstü başı toz olmuştu. En pis odanın ona verildiği çok açıktı, koridor bile bu odadan temizdi. ''Adam durup dururken saldırdı.''
Agop yuvarlak büyük gözlerini kırpıştırdı. ''Tanrı'm korusun, tipi düzgün, sakin görünor ama beyinciği pek böceli. Lakırdı etmeyor biz ile, çok şükür.''
Salih, Agop ile sohbet ederken bir yandan da berelerini kontrol ediyordu. Karnında iki kırmızılık vardı, adam nasıl vurduysa darbe tek noktaya olmasına rağmen sızısı göğsüne kadar dağılıyordu. Sıyırdığı gömleği salıverirken söylendi.
''Herif iki vuruşta az daha namazımı kıldırıyordu.''
Agop tepki veremeden başka bir ses yükseldi.
''Maksadım o değildi ve üç vuruştu, iki değil.'' dedi Osman. Odaya girerken Agop'a küçük bir el işareti yaptı. Agop hemen toparlanıp odadan koşar adım çıktı, Osman tek eliyle kapıyı sertçe çarptı ve Salih'e döndü. ''İç organlarının yerini biliyor musun Salih Hüsnü?''
Salih adama cevap vermeksizin kaşlarının altından baktı. Osman genç adamın dargınlığını alaylı bir bakışla süzüp sırıttı. ''Küçük beyimiz de pek kırılganmış. Ne oldu, paşazademizin canımı yandı?''
''Benden ne istiyorsun Osman? Önce takip ettin şimdi de kızdırmaya çalışıyorsun.''
Osman sahte bir hayretle ona baktı. ''Kızdırmaya çalışıyorum demek, ne kibirli bir laf! Seninle işimiz var anlaşılan.'' dedikten sonra derin bir nefes aldı ve kollarını kenetleyip yatağın yanındaki duvara yaslandı. ''Az önceki soruma cevap ver Salih!''
''Cevap vermezsem yine mi döveceksin?''
Osman yarım sırıttı ve kaşlarını 'Hayır' anlamında yukarı kaldırdı. ''Seni yatağa sıkıca bağlarım, bıçağımı çeker göğsünde boydan boya bir yarık açarım. Organlarının yerini teker teker gösterir sana öğretirim. Ha, bayılırsan... Ayılmanı beklerim ve öğrenene dek uğraşırım. Tabi, bu arada ölürsen eşek cennetine cahil gitmiş olursun.''
''Umurumda mı sanıyorsun?'' dedi tehdidin saçmalığına inanamayarak. Yok, daha neler? ''Ben hekim değilim.''
Osman gözlerini tehditkâr bir ifadeye dönüşene dek kıstı. Salih, şu anda adamın gözlerinin kızıl olduğuna yemin edebilirdi, ne tuhaf bir göz rengi vardı bu adamın. Başını çevirdi, yine adamın gözlerine bakarken yumruk yemek istemiyordu. Osman tıslar gibi mırıldandı.
''Sana hekimsin mi dedim ben? Karı gibi hırçınlaşacağına soruma cevap ver. İyiliğine uğraşıyorum ben burada, sabrımı taşırma şaşkın herif!'' dedi ve tek elini yatağın başlığına koyarak Salih'e doğru eğildi. Yatak genç adamın acı gücüyle inlerken Salih savunmacı bir kasılmayla adama baktı. Osman yarattığı tedirginlikten hoşlandı ama duruşundaki ciddiyeti bozmadı. ''Sana yemin ederim, karı gibi davranmaya devam edersen. Seni şuracıkta bağırtırım, zevk alır mısın, almaz mısın orasını bilemem! Ben sade kendi zevkime bakarım.''
Salih öfkeyle yerinden kalktı. Ağzını açamadan Osman avucuyla göğsünün ortasına tokata benzer bir vuruşla geri yerine oturdu. Bir an nefes alamadı, öksüremedi de... Gözlerini sonuna dek açarak acının kesilmesini bekledi. Lanet herif, vuracağı yeri nasıl da biliyordu. Kendine gelmeye çalışırken beyninde bir anlama feneri yandı, söndü. Zorlukla çıkan sesiyle adama bakarak konuştu.
''Vuruşlarını... Vurduğun bölgeler... İç organlar... Organların üstü...'' dedi ve güçlü bir öksürükle yeniden nefes almaya başladı.
Osman hoşnut bir bakışla doğruldu ve az önceki rahat pozisyonunu aldı. ''Aferin. Dayağı yedikçe akıllanıyorsun, seninle bayağı eğleneceğiz anlaşılan. Biraz daha hızlı vursaydım ciğerini patlatırdım. Vuruşumun etkisini azaltmanın bir yolunu biliyor musun?''
Salih kaşlarını çattı. ''Kimse bu şekilde vurmaz.''
''Sana büyük bir sır verdim gerzek, değerini bil! Neden yaptığımı henüz bilmiyorum.'' dedi ve çenesinde beliren kısa sakalları kaşıyarak doğruldu. ''İkinci sorumun cevabı nedir?''
Salih çenesini sıktı. Bu aptallığa neden katlanıyordu? Yerinden hızla kalktı ve yumruk yaptığı elini Osman'a doğru salladı. Kendi hızına inanamadı, hedefi tuttursaydı kendiyle gurur duyardı ama boşa çıktı. Eli, Osman'ın çenesini sıyırdı ve ne olduğunu anlayamadan kolu sırtına, yüzü de duvara yapıştı. Kulağının dibinde soluyan Osman homurdandı.
''Şu yaşıma dek senin kadar ahmak birine rastlamadım Salih Hüsnü!'' dedi ve dişlerini sıkarak tısladı. ''Yiğidi öldür ama hakkını yeme demişler. Hızlıydın, beceriksiz bir şekilde hızlıydın.''
Salih yeni bir darbe beklerken Osman onu bırakıverdi. Kapıya doğru yürürken sert bir sesle emrini verdi.
''Bir saat sonra en alt kata in yumuşak çocuk! Sakın gecikme!''
Salih kirlenmiş ceketini üstünden çıkardı ve hırsla yatağın üstüne fırlattı. Hıncını alamadı. Aralı duran kapıya gitti, sinirli bir tekmeyle kapıyı kapattı. Öfkeli adımlarla odayı turlamaya başladı. Kızgınlığı bedenindeki acılara merhem olmuştu, hissettiği salt öfkeydi. Üçüncü turundan sonra adımları yavaşladı. Düşmanca yaklaşan bu tuhaf adam neden ona bir şeyler öğretmek isterdi? Ne amacı olabilirdi?
Teşkilat-ı Mahsusiye'nin en işe yaramaz üyesi olarak görünen Salih, olanlardan sonra köşkten çıkıp gitmek yerine bir saat dolmadan aşağıya inmekten kendini alamamıştı. Osman'ın emri değildi, ya da dayak korkusundan değildi bu itaatkâr uyumu. En az Osman'ın onu merak ettiği kadar o da Osman'ın amaçlarını merak etmişti. Osman'ı bilen herkes genç adamın bu laf dinler halini takdir ederdi. Sonuçta emir dinlemeyenlerin başına ne geldiğini bilirlerdi ama asileşip belaya uğrayanların pişmanlığını sorgucu melekler dinlerdi.
***
Küçük köşk taş ile örülmüş, sanki ufak boyutlarda bir kale yapılmaya çalışılmıştı. Zindan hücrelerini andıran odaları ve loş koridorlarıyla ormanın orta yerindeki bu yolsuz bina, bir hapishaneden farksızdı. İstanbul'a çok yakın değildi ve İstanbul'dan yeterince uzaktı. Osman, Edip'in burayı nasıl kiraladığını anlayamamıştı. Onun gücünü aşan bir mekandı, fiyat olarak değil ama kıdem olarak.
Gerçi ona gözden uzak ve tenha bir yer bulmasını istediğinde içinden bir ses bulacağı yerin burası olacağını fısıldamıştı. Taş köşk aklından çıkmıyordu ki... Osman'ın ruhu bu denli katılaşmasaydı, bu köşke adım atamazdı. Her köşesinden çığlık seslerinin yükseldiği, eski çürümüş kan ve sidik kokusunun havaya sindiği, görüntüsünden daha karanlık olan bu binaya rahatça girmişti Osman çünkü o, bu taş yığınının yansıttığı dehşetten de kara olmayı başarmıştı. Bir başka zamanın hikayesiydi, bu korkusuzluğun sebebi ve Osman her dakikasını aklında tutmaya çalışıyordu.
Dün gece Agop'a doldurttuğu toprak dolu keseleri duvar kenarındaki rafa dizerken hiçbir şey düşünmüyordu. Yumruk büyüklüğündeki keselerden on beş kadarını dizmişti ki, alt kata inen basamaklarda ince bir gıcırtı duydu. Pantolon cebine sokuşturduğu köstekli altın saatini çıkardı ve mücevher işlemeleri kapağını tek parmağıyla kaydırdı. Genç adam söylenen saatten yirmi dakika önce geliyordu. Dudağının kenarında hoşnut bir sırıtma oluştu.
'Aferin' dedi içinden. 'Hem olabildiğince sessiz hem de erken yola düşmüş. Bu gençte umut var, az önce onu öldürmemem iyi oldu.'
Kendi yaşı yirmi sekizden gün almıştı, bu genç adam henüz yirmi üç veya yirmi dört anca olmalıydı. Pısırık olmadığı belliydi, hatta gözü kara bir cesarete ve inada sahipti. Kolay korkmadığını anlamıştı. Salih'in öncelikle öğrenmesi gereken, doğru vakte kadar korkmayı bilmek olmalıydı. Tedbirli olmasını sağlardı, yukarıda yaptığı gibi isyankâr davranması beceriksiz biri için son saniyelerini bitirmesi anlamına gelirdi. Osman bu detayı çok küçükken kavramıştı, onu ölümden kurtaran ise kendisi değildi. Kanından gelen sayesinde hala hayattaydı ve aynı kandan gelen yüzünden cehennemi yaşamıştı. Bir zaman sonra kanının sağladığı korumaya da güvenmeyecekti, şimdi olduğu gibi.
Salih yüksek tahta basamaklara ağırlığını yavaşça vererek aşağıya indi, tek eliyle soğuk taş duvarı tutuyordu çünkü merdiven boşluğu, koridordan daha loştu. Küçük bir antreye ulaştı, tam karşısında kemerli bir giriş vardı. Kalın tahta kapıyı ittirdi ve Osman gelmeden önce bakmak istediği odaya girdi. Adım attığı odanın görüntüsüne şaşırmadan önce karşı duvarın önünde ona bakan Osman'ı görünce omuzları düştü.
''Sana bir saat sonra demedim mi ben?''
Salih adamın azarına aldırmadan etrafa bakındı ve sakince cevapladı. ''Saatim yok.''
Oda talim alanı gibi hazırlanmıştı, hedef tahtaları, çeşitli büyüklüklerde kum torbaları, sopalar, deri kayışlarla kapatılmış iki takım çanta, Osman'ın ayaklarının dibinde de kutu gibi bir başka çanta. Duvarlardan birinde prangaya sistemine benzeyen demirli bir düzenek vardı ama demir prangalar yoktu. Tavandan sarkan ucu boş iki çift zincir, paslanıp birbirine dolanmıştı. Koku berbattı, havasız, pis, çürümüş bir şeylerin eski ölüm kokusu...
Osman başını doğrulttu. Salih'in asıl amacını saklayan yalanına kızmamıştı. Duvara dayalı dikdörtgen masanın yanına gitti, üstündeki kayışlı çantalardan birini açarken meraktan uzak bir sesle sordu.
''Silah mı, bıçak mı?'' dedi çantanın içinden iki deri yelek çıkardı. ''Yoksa yakın dövüş mü?''
Yeleklerden birini Salih'e attı. Diğerini giymek için gömleğini çıkarırken Salih, adamın sorusunun sıkıntılı anlamını düşünüyordu. Adamın çıplak, kaslı üst bedenini görünce konuşmak için açtığı ağzı açık kaldı. Hiç bu kadar yara izi olan bir beden görmemişti, eski oldukları belliydi ve her çeşit ize sahipti. Yanık izinden, bıçak izine; tırtıklı bir aletin açtığı bereli izden, kurşun yarasına dek... İlginçtir, bedeninin sağ kısmında bu işkenceyi andıran tuhaf izler yoğunluktaydı ve eskiliği yüzünden oldukça iyileşmişti. Sağ kolunun dirseğine değin özellikle süslenmiş gibiydi. Sol tarafında izler azdı, kısaydı ve bıçak yaralarından ibaretti. Osman yara izlerini saklamayı hiç umursamadığı gibi, Salih'in de tepkisini önemsemiyordu.
Salih kendini toparlayarak konuştu. ''Sanırım bu işte bir yanlış anlaşılma var. Benim bu tarz bir eğitime ihtiyacım olacağı...''
Osman yeleğin bağlarını bağlamayı bırakıp kaşlarının altından ona bakıp lafını kesti. ''Neye ihtiyacın olacağını bilemezsin paşazade. O yüzden kes martaval okumayı da dediğimi yap, sadece yap!''
''Benden ne istiyorsun? Baştan söyle!''
''Bu işin sonuna dek ölmemeni istiyorum.'' dedi dürüstçe. ''Edip'in senin hakkındaki asıl düşüncesini bana söylemeden, ben dâhil, kimsenin seni öldürmemesini sağlamaya çalışıyorum.''
Salih yutkundu. ''Biri neden beni öldürmek istesin ki?''
Osman bağların kalanıyla uğraşmayı bırakıp Salih'in yanına geldi. Karşısında durdu ve gözlerine gözlerini dikti. Hemen hemen aynı boyda olduklarından pek güç olmamıştı. Gözünü kapatan saçını çekmekle çekmemek arasında kaldı, şu durumda bu gereksiz feminen hareketi oldukça gülünç duracaktı. Osman'ın kararlı ve güçlü görüntüsünün altında kalmamak için kıpırdamadan adamın yüzüne baktı.
Kızıl kahve gözler alaycı bir ışıltıyla parıldadı ve Osman, söyleyeceği sözün dehşetli anlamına rağmen rahatça sırıttı.
''Çünkü Edip Nuri, Azrail'in ta kendisidir, onun ilgisini çekip de sağ kalan olmadı. Şu aralarda tek gözdesi sensin, bilmem anlatabildim mi?'' dedi ve elini uzatıp saç tutamını Salih'in gözünün üstünden çekti. ''Şimdi söyle bakalım iyi olduğun bir savunma tarzın var mı?''
Salih bir adım gerileyerek adamın kendisine dokunmasına engel olmak istedi. Bu anlık hareketi iyi olmamıştı. Saç tutamı alışık olduğu yere yerleşti. Yeniden gözünün üstüne düşen saçını eliyle geriye atarken Osman onun bu tedirginliğine karşın kahkaha attı.
''Çekici bir yüzün olduğunu ben de fark ettim. Benden çekinmene gerek yok, beni istemeyeni becerecek kadar aciz kalmadım.''
Salih kararsızca elindeki deri yeleğe baktı. Dudağını ısırarak düşündü, Edip Nuri'nin hakkında söylediklerinde bu deliye katılıyordu ama bu dürüstlüğüne rağmen adama güvenmiyordu. Durdu, adam zaten ona güvenmesini istemiyordu. Tam tersi güvenmemesini ama öğrettiklerini kabullenmesini bekliyordu. Ret etmesi de çare değildi. Her şekilde onu öldürmekte tereddüt etmeyeceğini hissediyordu. Başını doğrulttu ve gömleğinin düğmelerine uzandı.
İki adam arasındaki bu sözsüz anlaşma bir haftalık sıkı bir eğitime sebep olacaktı. Şafakta başlayan gün boyunca devam eden bu insanüstü çalışmayı Salih'in kaldıramayacağını düşünen Osman, ikinci gün ayağa kalkmayı başaran Salih'in azminden etkilenmekten kendini alamamıştı. Eğitimsiz ama güçlü bir yapısı vardı. Osman konuşmak için acele etmedi, bu gittikçe hırslanan gencin ateşli mizacının ona verdiği heyecanın zevkini çıkardı.
***
Behzat, Salih'in iki tutam saçı için kıvranırken Salih'in kan ter içinde işkence çektiğinden bihaber ne yapacağını düşünüyordu. Perran denen kızla öğleden sonra görüşeceklerdi fakat Salih ortalarda yoktu. Odasında volta atıp elinde neler olduğunu gözden geçirdi. Perran'ın getireceği Yasemin'in saçından başka bir şey olmadığını anlamak bozuk moralini iyice düşürdü. Ayırma büyüsü yapabilmek için Salih'in de saçına ihtiyacı vardı. Yürümeyi bıraktı, zavallı ayaklarını dinlendirmek için pencere kenarındaki koltuğa doğru yürüdü.
Pencerenin camından yansıyan yakışıklı suretine ve düzgün taranmış saçlarına bakmadan koltuğa oturmadı. Çok cazibeli Allah vergisi bir güzelliğe sahip yüzünü tüm gün izlese bıkmazdı ama şu anda sorununa odaklanmalıydı. Koltuğa oturdu, yeniden kalktı ve camdan kendine alıcı gözle bakıverdi. O çene, o hülyalı bakışlara sahip güzelim gözleri, kemerli de olsa fazla büyük olmayan karakterli burnu, pembe dudakları... Hele o saçları... Gözleri aniden açıldı. Zekasına bir kez daha hayran kalmıştı çünkü aklına gelen çare müthişti. Salih'in saçlarını alıp ayrılma büyüsü yaptıracağına; pek ala kendi saçlarını kullanarak birleşme büyüsü yaptırabilirdi değil mi? Ah, ama saçlarına nasıl kıyacaktı?
Perran annesine terziye gideceğini söyleyip dadısını koluna taktığı gibi Necmettin Raif hocanın kapısına varmıştı. Yapacağı iş yüzünden gergindi ama başka çaresi kalmamıştı. Çanta kesesini parmaklarıyla sıkıca tutarak Behzat'ın yolumu gözlemeye başladı. Dadısı onun yaptığını hiç onaylamıyordu ve engel olabilecek kadar sözünü dinletemeyeceğinin de farkındaydı. O yüzden suspus, Behzat'ın yolunu gözleyen Perran'a katıldı.
Sokağın başında Behzat'ın görünmesiyle Perran'ın heyecanı had safhaya ulaştı. Bu dakikaya kadar adamın vaz geçmesinden ve onu yüz üstü bırakmasından çekiniyordu. Genç adamın salınarak onlara doğru yürümesini izleyerek dadısının kulağına fısıldadı.
''Dadı, sen burada bana yoldaşsın, sakın ağzını açıp da işimi bozma. Yaptığımın hayırlı bir iş olacağına sen de inanıyorsun ama milletle bozuşarak kimsenin canını sıkma, tamam mı?''
''Ağzıma kilidi vurdun Perran, ne konuşayım daha? Duyduğum her lakırdıyı saçaydım, taş taş üstünde kalmazdı bu sosyetede.''
''Hah, şöyle! Susmaya devam et sen.'' dedi ve adamı karşılamak için gözlerine cilveli bir ifade verip döndü. ''Aman Behzat Suphi Bey, bir an gelmeyeceğinizi sandım''
''Hiç sormayın hanımefendi, hesapta olmayan bir ayrılık yaşadım, konusu bende gizli. Bu sebeple kederimden kendime gelemedim.''
''Ah, başınız sağ olsun, ölenle ölünmez. Büyükanneniz de öyle böyle değil, bayağı yaşlıydı ama canım. O kadar üzülmeyin. Allah rahmet eylesin.''
Behzat kızın patavatsızlığı karşısında irkildi. ''Ağzınızdan yel alsın küçük hanım, nineciğim turp gibi maşallah. Siz de ettiğiniz lafın nereye gittiğini göremiyorsunuz.''
''Ne bileyim ayol, kayıp filan deyince aklıma başka bir şey gelmedi. Sizi düşündüğümden üzüntünüzü paylaşayım dedim.''
''Beni düşünmemek elde değil farkındayım ama siz yine de gayret edin de böyle boş laflar etmeyin.'' İki gündür başına gelmeyen kalmamıştı bir de Perran'ın ahmaklığıyla uğraşıyordu. İstanbul'un çeyreğine kalçasını seyrettirdikten sonra üstüne bir tutam saçından da olmuştu. ''Haydi, bu kadar sohbet yeter. İşimizi bakalım. Emanetiniz nerede?''
Perran ani bir heyecanla titredi. ''Ay, kendimi bir an casus romanlarındaki hafiyelere benzettim. Siz de çapkın ama becerikli kolluk görevlisisiniz. Beni yanlış anlamayın, kitap okumam ben. Tövbe, o kadar boş vakti olan bir insan değilimdir. Fakat zeki olduğumdan Yasemin'in hayallerle dolu kitaplarından bazı bölümler aklımda kalmış. Ne kadar istesem de beynim iyi çalıştığından unutamam da...''
''Vallahi, bayılacağım!'' diye söylendi Behzat. ''Konumuza dönelim hanımefendi!''
''Döneriz elbette, biz ortak değil miyiz?'' dedi elini çantasına atarak bir mendile sardığı saç tutamını çıkardı. Dua etmeyi de ihmal etmedi çünkü Behzat açıp da bakarsa farkı anlardı. Mendilin içindeki saçın Yasemin'e ait olmadığı apaçık ortadaydı. ''Dedim ya ben kitap okumam, bu öyküleri bana Yasemin anlatır. Kızın bildiği beceri olmayınca tüm gün...''
''Allah sizi alacak adama sabır versin!'' dedi Behzat mendile atılarak cebine sokuşturdu.
Perran bu duaya coşkuyla amin deyince Behzat anlamsızca kıza baktı. Yorum yapmaktansa kıza veda etmeye karar verdi. Başı kazan gibi olmuştu zaten, bir de sohbeti devam ettirip sıcaktan pişmiş kellesini kaynatmaya niyeti yoktu. Kızdan aldığı saç ile kendi saçını koyduğu ipekli sırma işlemeli mendili yan yana koymuştu. Şimdiden Yasemin'in aklının başına geldiğini hissediyordu, cesaretlenip ailesine karşı koyacak ve nişanı Salih'in kafasına fırlatıp atacaktı.
Behzat mendili alıp kaçarcasına yanlarından ayrılınca Perran ve dadısı dönüş yolu yerine genç adamın ardından eve girdiler. Sıra kapıcısını bulup eline üç beş para sıkıştırdılar. Behzat'ın getirdiği saçlara ayrılık değil de sevda büyüsü yapması için; Perran, elinde kalan kıymetli mücevherlerinden birini daha feda etti. Adam bir parça nazlandı ama Tayyibe çemkirince kabullenmesi daha ucuz oldu.
''Dur bakalım orada seni sünepe! İyilik yap diye sana para veriyoruz, sen illa günaha gireceğim diye tutturursun. Hiç mi utanmazsın sen? Bir de değerli bir hocanın evinde sıra bekçiliği yaparsın. Ayıp, ayıp tüüü... Sakalın batasıca!''
''Ne tükürüyon ayol, çirkef karı!'' diye sızlandı adam ama hava bir iş için yeter para almıştı. İşi uzatıp elindekinden olmak istemedi. Sözde büyü tutarsa da paralarını almışlardı tutmazsa da niyetiniz kötüymüş der işin içinden çıkarlardı. ''Hoca hazretleri sen gelirsen içeri almamamı dediydi, yine haklı çıktı mübarek! İsteğinizi ileteceğim hazrete, iyiye yoracağım anlatırken. Umarım ikna ederim.''
''İkna edemezsen gelir o verdiğimiz paraları senden söke söke alırız.''
Perran yine dengesizce coşan dadısını kolundan çekti. ''A, adam tamam dedi dadıcığım, üzme beyefendiyi.'' Beyefendi dediği zat, pek bir kadınsı bir göz süzüşle burnunu yükseltti. Perran adamdaki bu oynaklığı görmezden gelerek gülümsedi. ''Ben size güveniyorum, eğer büyü tutarsa size değerli bir ödül vaat ediyorum.''
Adam ince tüye benzer bıyığının süslediği dudağını büktü, sakalının devamı da tüy gibiydi. Sanki kılları alıp rasgele adamın yüzüne tükürükle yapıştırmışlardı da bazıları düşmüştü, öyle düzensizdi. Kıllarının elinde kalmasından korkmadan ince parmaklarıyla sakalını okşadı ve omzunu kaldırdı.
''Düşündüm taşındım, ikna ederim sevda büyüsünü yaptırırım. Tutar tutmaz orasını bilemem, çünkü niyet değiştirmek tahmin edersiniz ki pek güç bir iştir.''
Sıra kapıcısı sırası gelen Behzat'ı içeri almak için yanlarından ayrıldı. İki kadından genç olanı, yaşlı olana söylenerek evden çıkmak için geri döndü. Tayyibe'nin bu patlamaları çok sık olmaya başlamıştı. Az önce tembihlenmesine rağmen sıra bekçisine bir torba lafı ardı ardına sıralamıştı. Eskiden kadının çok susup az konuştuğu zamanları özlemişti, Perran. Bunadı dese, bunamamıştı ama çok sıktığı çenesinin yayları iflas ediyor olmalıydı. Bir an önce yağlayıp bu tehlikeli gıcırtıyı gidermeyi kafasına yazarak, annesine gideceğini söylediği terzi yönüne dümeni kırdı.
***
Behzat tek başına beklediği odada sert divanın üstünde oturmaktan sıkılmıştı. Sıra kapıcısı odaya girince ayağa fırladı. Adam onu Necmettin Raif efendinin odasının önünde bıraktı. Behzat hafif bir titremeyle oda kapısını tıklattı ve yavaşça içeri girdi. Daha önce geldiğinden ne yapacağını az buçuk biliyordu.
''Selamünaleyküm hoca efendi.'' diyerek paravana doğru yürüdü ve diz çöktü.
''Aleykümselam.'' dedi hoca efendi, tonu oturmamış sesiyle. ''İstediklerimi getirdin mi?''
''Getirdim hazret ama dileğim değişti.'' Dedi ve hocadan bir tepki gelecek mi diye bekledi. Ses çıkmayınca kendisi sormaya karar verdi. ''Bir laf lütfetmeyecek misiniz?''
''Senden sonra da yardım edeceğim insanlar var, dileğini çabuk dillendir!''
Behzat konunun bu kadar kolay çözülmesine sevinerek hemen konuştu. ''Saçların sahiplerinin kara sevdayla birbirlerine bağlanmasını istiyorum. Özellikle kızın diğerine...''
Hoca onun sözünü kesti. ''Yetişir, yetişir. Sen dileğini söyledin. Duamı ederim sen de değişen niyetinin sonucunu beklersin.''
''Kabulü kesin midir?''
Hoca bir an durakladı. Sonra kızgın bir sesle konuştu. ''Yanıldığım görülmedi ama senin yarına sağ çıkamayacağın gibi, değişen niyetin de geç kabul olabilir.''
''Bir ay içinde...''
''Münasebetsiz lakırdılar etme!'' diye çatlak bir sesle kükredi hoca.
Behzat sıkıntıyla dudağını sarkıttı. Bir ay içinde mesele çözülemezse işler daha da karışacaktı. Salih ile evlenmiş olan Yasemin'in ilgisine yine de hayır demezdi ama Salih'ten bir parça çekiniyordu. Hoca yeniden konuşunca paravana baktı.
''Belki bir altın daha eklersen büyü daha da kuvvetlenir.''
''Elbette'' diye sırıttı Behzat. Hemen elini cebine attı ve çıkardığı mendilleri yere bıraktı, iki altının üstüne bir altın daha yerleştirdi. ''Size ne kadar minnettar olsam azdır hoca hazretleri. İnanın, iyilik ve mutluluktan başka bir amacım yok.''
''Peki, peki. Şimdi çıkabilirsin!''
Behzat soğuk taştan kurtulduğuna sevinerek doğruldu, gönül rahatlığıyla kapıya doğru yürürken paravana selam verdi.
''Hayırlı günler hoca efendi''
Hocadan ses çıkmadı, selam ekleyen Behzat bir saniye durakladıktan sonra kapıyı açıp dışarı çıktı. Sıra bekçisine dahi bakmadan ruhunu saran umut ve neşeyle cümle kapısına doğru yürüdü. Sıra bekçisi bir sonraki müşteriyi içeri almadan önce hocanın kapısını açıp içeri girdi.
''Adamdan parayı alman ne uzun sürdü!''
Paravanın ardından genç bir ses yükseldi. ''Sersem adam büyünün emin olmasını istiyor utanmadan.'' sonra sesin sahibi meydana çıktı.
Şaşırmayın. Gördüğünüz Necmettin Raif hoca hazretlerinin ta kendisi! Besili, orta boylu, bıyıkları yenice terlemeye başlamış, on altı yaşındaki bu genç adam; gün boyunca ona yardım dilenilen kişi oluyor. Yetişkin olmaya çalışan sesinin tonunu ayarlamak onun için şimdilik zor olsa da bir iki seneye kadar toparlanacağına eminiz. Bu ulu görev bir buçuk sene önce hakkın rahmetine kavuşan birinci Necmettin Raif hocadan ona kalmıştı. İkinci Necmettin Raif hoca olarak halka hizmet etmeyi borç bilmiş ve dedesinin izinden gitmişti. Bu yüce amaç için ona yardımcı olan amcasını da unutmamak gerekiyordu.
''O kadınlardan para aldın mı amca?'' dedi yerdeki mendilleri aldı, içlerindeki parayı amcasına uzattı. ''Şişko kadın işi bozacak diye çekindim.''
Adam parayı alıp cebine indirdi. ''Paraları pek yok gibiydi ama yine de iyi ödeme yaptılar. Büyü olmadı diye şikâyete gelirlerse diye şimdiden kendimizi sağlama aldım. Tersine çevrilen büyünün zor olacağını söyledim. Başımıza ekşirlerse üstlerine cinlerini salacağını söyler, her zamanki gibi sustururuz.''
İkinci Necmettin mendilleri paravanın ardındaki çöplüğe benzeyen sepete attı. ''Bir sonraki müşteriyi hemen almayalım. Beklesin. Oldum olası bu tip dilekleri sevmiyorum zaten.''
Amcası burun kıvırdı. ''Ücretleri daha iyi oluyor, senin sevmene mi bakar.''
İkinci Necmettin taht olarak bellediği minderlerle kaplı küçük divana oturdu ve ellerini göbeğinin üstüne koydu. Amcasına bıkkınca baktı.
''Miras için atasının ölmesine dua edilmesi bir yana; yaşlılar, dünya malına nasıl sarılıyorsa bir türlü ölmek bilmiyorlar. Açığa çıkacağız korkusuyla, benim burada terlememe aldırmıyorlar. Geberip gitseler tez elden ben de rahat edeceğim, bekleyenler de.''
Amcası kıkırdamayı andıran bir kahkahayla güldü. ''O terleme korkudan değil kıymetli yeğenim, biriktirdiğin yağlardan.''
İkinci Necmettin hoşnutsuz bir kaş çatmasıyla, aslında halası olması gereken amcasına baktı. Alaycı hakaretine yanıt vermedi, para kazanmak için amcasına ihtiyacı vardı. Şimdilik. Adamın gülerek odadan çıkmasını kırgın bakışlarla izledi ve başını yanındaki sepete çevirip amcasının yüzüne tükürür gibi çer çöp yığının üstüne tükürdü. Ve müşteriyi karşılamadan önce keyifle konuştu.
''Âmin.''
***
Büyüyü ısmarlayan Behzat merakına yenilip iki gün sonra Sadık Muhsin Bey'in konağında soluğu aldı. Yasemin'in ona karşı davranışlarının değişip değişmediğini kontrol etme niyetindeydi. Genç kızın düğün elbisesi için provaya gittiğini öğrenince bekleyemeyeceğini anladı. Afife Hanım'a yaklaşan düğün için tebriklerini iletti ve konaktan ayrıldı.
Yasemin elbise provasına gitmemişti, odasına kapanmış kendi haline üzülüyordu. Ne aptallıktı! Salih'i özlüyor olmak ne zavallıcaydı. Dün annesi ile Sema Hanım'ı görmeye gitmişlerdi, genç adamın henüz dönmediğini öğrenince ruhunu basan sıkıntıyı hala atlatamamıştı. Neşeli görünmeye çalışmış, Hüma ile sohbet etmeye beyhude uğraşmıştı.Bir an önce Salih ile konuşmaya ihtiyacı vardı, duygularını öğrenmeliydi.
İç geçirerek kitaplığına yürüdü. Günde en az on kere yerinden ettiği ciltli kitabı raftan çekti. Belirli duran sayfayı açtı, iyice kurumuş acemborusunu dikkatle okşadı. Salih onu bu kadar öfkelendirirken yine de istemsizce düşünmesinin bir nedeni olmalıydı. Kapı çalınınca boş bulunup irkildive kurumuş çiçeğin kenarı hafifçe yırtıldı. Yasemin sinirle soluyarak çiçeği düzeltti ve kitabı kapattı.
''Gel.''
Gelen kâhya kadının küçük kızı Feride idi. ''Yasemin abla, annem çayınızı nereye getirelim diye soruyor.''
''Annemin misafiri gitti mi?'' Kız başını evet anlamında sallayınca, rahatladı. ''Annem nerede?''
''Münevver Teyze ile arka bahçedeler.''
Yasemin küçük kıza gülümsedi. ''Çayımı annemin yanında alacağım Feride, haber verdiğin için teşekkür ederim.''
''Bir şey değil, Yasemin abla.'' diyen ufaklık kocaman sırıtıp odadan çıktı.
Yasemin derin bir nefes aldı, kitabı açıp bir kez daha kurumuş çiçeğe nazikçe dokundu. Keşke bir not bıraksaydı, kısa bir açıklama ona yetecekti. Bu şekilde önemsiz olduğunu hissediyor ve gönlü daralıyordu. Salih'in kibirli ve erkek bencilliğini yansıtan laflarının yanında; romantik sözleri, cesur hareketleri ve arada karşılaştığı samimi bakışları da aklını karıştırıyordu. Sanki iki ayrı kişiydiler ve Salih gönül çeken karakterini baskılıyordu. Ya da Yasemin Münevver'in dediği gibi, genç adama kapılmıştı; kötü yanlarını giderek görmezden geliyordu.
Salih'i biraz zorlamaya karar verdi. Eğer genç adam bir oyunun içindeyse, hangi Salih'in asıl olduğunu anlamak için onun da oyuna katılması gerekiyordu. Düşünceler içinde kitabı kutsal bir emanetmişçesine yerine yerleştirdi, kapıya doğru sakin adımlarla yürüdü. Kafasında bir plan oluşturmuştu ama büyük bir sorun vardı. Oyunun ana karakterlerinden biri ortada yoktu.
***
Salih karnına yediği bir tekmeyle kasıldı, tekmeyi atan insafsızca saçlarının önünden tutup Salih'in kanlar içindeki yüzünü kendine çevirdi. Kaşı patlamış, dudağı yarılmış adama nazaran Osman'da hiçbir iz yoktu. Ayakta zor duran Salih'in direncini içinden tebrik etti ama dışından tiksinir gibi Salih'in yüzüne baktı. Dişlerini sıkarak söylendi.
''Benimle dövüş! Duyuyor musun yumuşak çocuk! Dövüş! Yoksa bu cehennemden kurtulmana izin vermem!''
Salih dudağından sızan kanı diliyle yaladı. Nefes almaya çalışarak Osman'ın kızgın gözlerine baktı. Bir haftadır, gece gündüz demeden türlü eğitimlerden geçiyordu. Osman bıksın diye yapmadığı beceriksizlik kalmamıştı fakat adam inatla ona dövüşmeyi öğretmeye çalışıyordu. Tabanca talimi, bıçak atma, eksersizler, koşular, birebir dövüşler, kum torbasıyla yaptığı saatler süren yumruklaşmalar... Salih ayakta durdukça Osman antrenmanın derecesini arttırıyordu. Önceleri sabır gösterip bağırmazken son iki gündür öfkesini zapt etmekte zorlanıyordu.
Salih'in çenesinden tutup yüzüne doğru hırladı. ''Seni sikerim anladın mı? Bunu mu istiyorsun?''
Sonra sinirle onu ittiren Osman, Salih'in sertçe yere düşmesini seyretti. Yarı çıplak bedeni zorlu talimlerin etkisiyle hızla gelişiyordu. Çelimsizliği yerine varlığı belli olan ince kaslar belirginleşmeye başlamıştı. Yine de adamdaki isteksizliği anlayamıyordu. İyice tepkisiz olmuştu, onu izlediğini ve anladığını biliyordu ama iş yapmaya gelince kötüydü. Şimdiye kadar ona yanlışlıkla da olsa bir yumruk bile atamamış, bir atış hedefini bile tutturamamıştı. Bir insanın bu denli beceriksiz olmasına imkan yoktu. Gözlerini kıstı ve tepesinde dikildiği adamın başında tek dizinin üstüne çöktü. Derin soluklarla kasılan Salih'in yüzüne doğru eğildi.
''Kurnaz tilki!'' dedi ter ve kan karışmış yüze doğru. ''Seni imana getiremezsem ben de Osman değilim. Bir hafta daha buradasın, en az!''
Salih gözlerini aralayıp itiraz etmek için doğrulmaya çalışınca Osman eliyle, boğazına basarak onu durdurdu. ''Numara yapmayı bırakmazsan sana yemin ederim taşaklarını keser boğazına tıkarım! Adi pezevenk! Beni nasıl uyuttun? İntikamımı çok fena alacağım!''
Salih yüzüne gelen yumruğu engellemek için elini kaldıracak oldu, vaz geçti. Osman kendini savunmaktan vaz geçtiğini görünce daha da hiddetlendi ama kendini nasılsa tutmayı başardı. Ayağa kalkıp ter ve kan kokan odayı terk etti. Salih bedenindeki ağrılarla inleyerek sırtüstü uzandı. Hiç bu kadar hırpalandığını hatırlamıyordu. Dayanıklı olduğunu sınamak zorunda kalmamıştı ve şu anki durumuna Osman'dan daha fazla şaşırıyordu. Bu bir haftanın sonunda eve izin çıkacağını düşünmüştü ama Osman'ın son lafı tüm umutlarını yerle bir etmişti. Bu cehenneme bir hafta daha katlanması gerekecekti.
Gözlerini kapattı. Zihninde Yasemin'in güzel yüzü belirince göğsü bir kez daha sıkıştı. Şimdi ne yaptığını düşünmeden edemedi, acaba Yasemin'in hiç aklına geliyor muydu? Genç kızın her hali onun hayalinde tekrar tekrar canlanırken acaba Yasemin de onu düşünüyor muydu? Bir hafta daha! Bir hafta daha bu özlemin sancılarını çekecekti...
İlk iki gün ona yoldaş olan Agop, Osman'ın hışmına uğrayıp köşkten gitmek zorunda kalmıştı. Suçu da onlar talim yaparken odaya girmekti. Osman o kadar dehşetli bir tepki vermişti ki, hızlı koşu becerisi sayesinde Agop paçayı zor kurtarmıştı. Agop ayrılınca Salih, Osman ve uşak dışında köşkte kimse kalmamıştı. Hizmetli de Agop ile birlikte gönderilmişti. Uşak onların yemeklerini yapıyor arada çamaşırlarını yıkıyordu. Aynı rezilliğe bir hafta daha katlanmak zorunda olduğuna inanamıyordu. Osman'ın kölesi gibi olmuştu, adamın buna hakkı var mıydı?
Ağrılarına rağmen ayağa kalktı ve kapıya gidip kapattı. İşkencecisi ortada görünmediğine göre onun öğrettiklerinin üstünden geçmeye başlayabilirdi. Şişen eklemlerine aldırmadan bıçak sırasının başına geçti, uzaktaki tahta hedefe tüm öfkesini kusmaya başladı. Gün geçtikçe atışları iyi oluyordu. Osman'dan gizli geliştirdiği bu yeteneklerinin birazını adama gösteremezse uzun bir süre burada kalacağa benziyordu. Dövüş tekniklerini kavradığını gösteremezdi, bıçak konusunda da iyileştiğinin belli olmasını istemiyordu. En iyisi tabanca talimiydi, onda zaten pek iyi değildi ve kötü görünmek için fazla çaba harcamasına gerek kalmayacaktı. Osman'a bir şeyler ispatlamaya karar verdi, başka türlü gidiş biletini alamayacaktı. İstanbul'a döner dönmez de Edip Nuri pisliğiyle konuşacaktı, Osman'a daha fazla katlanamazdı.
Soğuk suyla temizlenip yatağına uzandıktan bir süre sonra uyuşmuş bir haldeyken bir at arabasının sesini hayal meyal duydu. Tüm kasları parçalanmış gibi ağrırken duyduğunun ne olduğunu anlayacak kadar ne beyninin ne bedeninin algısına sahipti. Yatağında ters döndü ve uyumaya devam etti. Osman tepesine dikilmeden önce dinlenmesi gerekiyordu. Gecesi gündüzüne karışmıştı, bazen uyuduktan bir saat sonra Osman başına geliyor ve zorla talim yapmaya götürüyordu. Lanet adamın kuvveti tartışmasızdı, acımasızlığı da bir o kadar keskindi. Salih ilk günler mecburiyetten ona karşı koymuyordu ama son iki gündür, kaslarının, yorgun olmasına rağmen, gücünü hissediyor ama adamı kıllandırmamak için uyumlu davranıyordu. Bu sebeplerden dolayı yatağının kirli ama bir nebze rahat kucağına sığındı.
Osman odasının penceresinden bahçe yolunda duran siyah arabaya bakıyordu. Elindeki elmayı ısırarak açık pencerenin pervazına omzunu yasladı. Arabanın sürücüsü Halid idi,bu demek oluyor ki arabanın içindeki ya Edip Nuri idi ya da onun gönderdiği bir adamdı.
***
Halid arabayı durdurup hemen aşağıya atladı ve kapıyı açtı. Eldivenli bir el, kibarca içeriden uzandı. Osman'ın yüzünde plancı bir sırıtış belirdiğinde, misafir, Halid'in yardımıyla arabadan indi. Yelena başındaki şapkanın tülünü kaldırıp eve doğru durgun bir bakış attı. Osman ile göz göze gelince yüzünde soğuk bir gülümsemeyle başını eğip genç adamı selamladı. Osman selam vermek yerine ciddileştirdiği ifadesini koruyarak kadına bakmaya devam edince, Yelena bozuk bir tavırla başını dikleştirip eve doğru adımladı.
'Bu kadının ne işi var?' diye kendi kendine söylenen Osman, pencereden çekilmeden önce elindeki elma çöpünü dışarıya fırlattı. Agop'tan kurtulmuştu ama Edip Nuri başka bir casus göndermişti, hem de en dişlisini. Bu kadınla başa çıkmak onun için zor olmazdı, belki böylece bir parça eğlenebilirdi de. Üstündeki kirli yeleği çıkarıp küçük masasının üstüne attı, yatağına uzandı. Yelena'nın geliş nedenini ve yahut bahanesini daha sonra da öğrenebilirdi.
Yelena onun kadar sabırlı olmasa gerek, yarım saat sonra kapısı tıklatıldı. Tavşan uykusundaki Osman başını yastığından kaldırmadan seslendi.
''Gel!''
Odaya giren Yelena değildi, köşkteki hizmetli de değildi, bizzat Halid kapının önünde belirdi.
''Osman Bey, uykunuzdan uyandırdığım için beni af edin. Yelena Hanım teşrif ettiler, sizinle görüşmeyi dilerler.''
Osman tek gözü kapalı, yastıktan doğruldu ve karşısında el pençe divan duran esmer adama baktı. Saygıyla başını eğmiş, onun cevabını bekliyordu.
''Sen geri dön Halid, yarın gel ve hanımı götür. Onunla işim bugün biter.''
Halid bir anlık duraklamadan sonra başını iyice eğdi. Böyle bir cevabı beklemiyor olmalıydı, yine de sorgulamadı.
''Emredersiniz Osman Bey.''
Adam kapıyı kapatacakken Osman yeniden seslendi.
''Aşağıdaki herife söyle, bana yiyecek bir şeyler getirsin. Ha, ayrıca Yelena'ya de ki, hanımefendi küçük kıçını kaldırıp odama gelsin. Bir de ayağına gidemem aşiftenin.''
Adam yeniden başını eğdi ve ağzının içinde gevelediği bir emredersiniz lafından sonra kapıyı örttü. Osman gıcırdayan yatakta oturur vaziyete geçti, yatağın başındaki gömleğine uzanıp üstüne geçirdi. Uyumak ve sonra da Salih ile uğraşmaya devam etmek isterdi ama ne yazık ki, bu zevkini biraz ertelemesi gerekecekti.
Arabanın ayrılışını pencereden izledi. Salih uyuyor olmalıydı veya bir yerde bayılmış. Yoksa arabanın gelişini, kendisi için kaçış bileti olarak göreceğine hiç şüphesi yoktu. Genç adamın sıradan ve beceriksiz biri olmadığının farkındaydı. Israrla öğrettiklerini öğrenmemeye çalışmasına da gittikçe öfkelenmeye başlamıştı. Edip Nuri bu adam bu denli önem veriyorsa işi bitince o kadar çabuk gözden çıkarırdı. Bu yüzden Osman bir şekilde bu adamı korumalıydı ve sebebini kimsenin anlamasına mahal vermemeliydi.
Kapı sinirli bir edayla çalındı. Rus karısı bu emirden farkı olmayan çağrıya öfkelenmiş olmalıydı. Osman hiç acele etmeden önünü düğmelerken keyifli bir sesle konuştu.
''Gel içeri!''
Yelena burnu havada kıpkırmızı bir suratla odaya girdi, karşında utanmaktan yoksun kılıkla duran adamı görünce bir saniye durakladı. Bu saygısızlık onu rencide etmek yerine bakışlarının hoş beden üzerinde dolanmasına neden olmuştu. Oldukça bere izi vardı ama genç adamın güçlü ve düzgün fiziğine bakmaktan kendini alıkoyamadı. Siniri aniden eriyip gitti, yerini bambaşka duygulara bıraktı.
Osman düğmeleriyle uğraşmaya devam ederek, konuşmayan kadına sert bir sesle sordu.
''Yolunu mu kaybettin?''
Gözlerini gömleğin altında kaybolan göğüsten çeken Yelena cazibeli bir sesle konuştu.
''Yolunu kaybedenler mi bulur sizi beyefendi? Bu köşkün teşkilatın yararı için kiralandığını unuttunuz mu?''
Osman kaşlarının altından kadına baktı ve sakince söylendi. ''Senin alabileceğin bir yarar değil. Ne istiyorsun?''
''Halid'i neden gönderdiniz? Hapishane mi burası?'' Osman bakmaya devam edince bir iki adım yürüyerek nefeslendi. ''Yoksa köşk sakinlerinden birini kaçıracağımı mı düşündünüz?''
''Yanlış soru sordum. Edip ne istiyor demeliydim sanırım.'' dedi Osman. ''Görüyorum ki, senin düşünecek bir beynin yok, anca emir dinlemeye odaklanmışsın.''
''Hakaret etmeyin!''
''Ederim!'' dedi Osman kızgın bir sesle. ''Ne halt çevirmeye geldin buraya?''
''Ah! Kaba bir serseri olduğunuzun farkındaydım ama bu denli cüretkar olacağınızı düşünemedim.''
Osman sırıttı. ''Düşünemediğini az önce ben söyledim. Bana başka bir şey söyle.''
Kadın sinirden mi yoksa Osman'ın üstünde gezinen bakışlarındaki cazibeden mi bilinmez titrek ve uzun bir nefes aldı. Yüzüne anlayışlı bir ifade vererek konuştu.
''Marifetlerinizin arasında sohbet etmek olmadığını görüyorum.'' Şapkasının önündeki tülü kaldırdı ve makyajlı hoş yüzünü tamamen ortaya çıkardı. ''Geliş sebebimi az önce itiraf ettim size. Köşk teşkilatın ortak malıdır, benim de kullanmam hiç abes değil. Salih Bey ile her ne çeviriyorsanız, ben de ortak olma niyetindeydim.''
Osman kadına doğru acele etmeden yürüdü, etrafında bir tur atarak alıcı bakışlarla kadını tepeden tırnağa süzdü. Göğüsleri küçüktü, buna rağmen ince beli ve yuvarlak kalçası ile hoş kıvrımlara sahipti. Açık renk saçlarını şapkasının altında topuz yapmıştı. Elbisesi günün modasına göre oldukça cüretkardı, özellikle süslendiği çok belliydi.
Kadının karşında durdu, mavi gözlerine bakarak hafifçe sırıttı. ''Burada ne yaptığımızı merak ediyor değil mi? Agop'u siktir edince senin daha işe yarayacağını mı düşündü?'' Kadının taş kesilmiş yüzüne doğru eğildi. ''Söyle, senin nasıl işe yarayacağını düşünüyor? Yoksa tahmin etmem mi gerek?''
Yelena bir adım geriledi. Sinirinden renk değiştirmeye başlamıştı. ''Terbiyenizi takının!'' diye hırladı. ''Beni odanıza çağırma kabalığını gösterdiniz bir şey demedim. Karşıma uygunsuz bir kılıkla çıktınız görmezden geldim. Fakat beni fahişe olarak tanımlamanız bardağı taşırdı.''
''Fahişe olarak görseydim yeteneklerinden faydalanmaya başlamıştım dert etme. Yoklukta iş yaparsın. Şimdi asıl konuya gelelim o vakit! Edip seni neden gönderdi?''
"O göndermedi Osman Bey, ben kendi..."
"Edip seni neden gönderdi!" dedi son kez sakince.
Yelena kararsızca kalınca Osman daha sert bir sesle yeniden sorarak kadını yerinden zıplattı. Sırtını duvara dayayan kadın kuruyan boğazına rağmen telaşla konuştu.
''Salih'in yaşayıp yaşamadığını kontrol için!''
''Başka?'' dedi sakince. Kadın yutkundu, yalan düşünüyor olmalıydı. Elini kemerine attı, çıkardığı sustalıyı kadının boğazına dayarken kadını da duvara iyice yapıştırdı. Yelena ufak bir çığlıkla birlikte yüzü kireç gibi beyazlaşarak korkulu bakışlarını Osman'a dikti. Osman sakinliğinin zerresi bulunmayan öfkeli bir sesle hırladı. ''Sorumu tekrarlatma bana kaltak karı! Sinirimi bozuyorsun ve sinirim bozmayı gerçekten istemezsin.''
''Mektup!'' dedi Yelena kekeleyerek. ''Sa... Salih'e bir mektup getirdim, daha doğrusu bir not!''
Osman bıçağını kadının narin tenine bastırmadan sürttü. Korkudan nefes bile alamayan kadın gözlerini kapatarak hızlıca konuştu. ''Çantamda, aşağıda!''
''Ne yazdığını bilmiyorsun demek.'' dedi yumuşak ama aldatıcı bir sesle.
''Hayır.'' dedi Yelena, bıçak teninden uzaklaşınca rahat bir soluk aldı. ''Okuyamam, mühürlü.''
Osman sustalıyı çekip geriledi ve elinde çevirmeye devam ederek karşısında titreyen kadını süzdü.
''Notu bana getir.''
Kadın başını sallayarak odadan çıkmak için elini kapıya uzattı ama bakışlarını Osman'dan alamayacak kadar da çekiniyordu. İkinci denemesinde kapı kolunu tutturup çabucak odadan çıktı. Osman aralı bırakılmış kapıya bakarak birkaç saniye düşündü, sonra kapıdan çıkıp Salih'in odasına yöneldi. Kapıyı açtı ve yatakta kendinden geçmiş bir halde yatan genç adama baktı. Gözlerini kısarak parmaklarının arasındaki bıçağı sıktı. Belki öldürmesi yeterli olacaktı, Edip'in işini bozmak için.
Genç adam fazla masum görünüyordu. Osman adamın bu görüntüsünün aldatıcı olduğunun farkındaydı; her ne saklıyorsa her şeyi yakabilecek bir gizeme sahipti. Bu gizem ona özeldi; Edip, adam hakkındaki sırrı saklamak için oldukça gayretliydi. Sadece bu nedenle Salih'i koruması gerektiğini düşünüyordu. Onu öldürmesine engel olan bu hissiyatıydı.
Onu gördüğü ilk gün gözünün altındaki gölgelenmiş dövüş izine göre; ya Salih iyi bir dövüşçüydü ya da beceriksizliği yüzünden dayak yemişti. Bir haftanın sonunda dahi bu sorusuna bir cevap bulamamak canını sıkıyor ve merakını kamçılıyordu. Elindeki bıçağı kapatıp cebine atarken kapıyı da örttü. Edip'in Salih'e gönderdiği notu almak için odasına doğru yürüdü.
***
Gecenin bir yarısı, artık aşina olduğu ağrılarıyla uyanan Salih, kuruyan boğazındaki kan tadını yutarak yataktan doğruldu. Ayak bileği kırılmış gibi sızlıyordu, aynı şekilde sağ el bileği de oldukça hassastı. Yatağın başındaki yıpranmış gömleğini aldı ve şerit halinde parçalayarak el bileklerine sardı. Tüm bu işlemi duygusuz ve alışılmış hareketlerle yapmıştı. Beyninde büyük karanlık bir boşluk vardı, tüm bunların sorumlusunun kendisi olduğunu biliyordu. Pierre'nin teklifini hiç kabul etmemeliydi.
Yüzüne düşen saçlarını geriye atarak pencereye doğru baktı. Hava karanlıktı ama neden? Uyumaya gittiği saati anımsamak zor olsa da, havanın kararacak kadar uzun süre uyumasına ihtimal yoktu. Osman'ın çoktan başına dikilmesi gerekirdi. Kulak kesildi, ses yoktu. Ayağında pantolon olduğu halde odasından dışarı çıktı. Ayak bileğine yüklenmeksizin sessiz adımlarla Osman'ın odasına doğru yürüdü. İlk duyduğu ses bir inlemeydi... Erkek sesi olmadığını anlayınca durakladı. Yavaşça ilerledi, kulağını kapıya dayadı. Kulağına ulaşan sesler bir çeşit işkence çeken birinin sesiydi ama iki tarafın çekmekten zevk alacağı bir eziyetin nidalarıydı. Şaşırarak geriledi.
Evde üç kişilerdi. Uşak, Osman ve o... Sonra aklına uyumak üzereyken duyduğu at arabasının sesi geldi, hayal olduğunu sandığı araba sesinin gerçek olduğunu ve Osman'ın hoşuna gidecek bir yolcuyu getirdiğini anlayarak yüzü kıpkırmızı aşağıya doğru seğirtti. Nedense adamın kadınla olan münasebetine sevinmişti, son bir haftadır Osman'ın insan olmadığını düşünürken böylesi bir gerçeklik onu rahatlatmıştı.
Aç olmasına rağmen doğruca talim yaptıkları salona indi. Uykusuz ve yarı aç geçen günlerde, zayıflayacağını düşünürken ilginçtir, bedeni gelişmişti. Beliren kaslarının yanı sıra dayanıklılığı da artmıştı. Osman'ın niyetinin onu sağlamlaştırmak olduğuna inanmaya başladı. Sebebini bilmese de adam onu eğitiyordu, bir şeylere hazırlıyordu. Ve bu işi gözden uzak yapmaya çalıştığını anladı. Osman'a güvenmesi için hiçbir neden yoktu, ayrıca bu eğitimi yardım olsun diye yapmadığını bilecek kadar Osman'ı tanıyabilmişti.
Doğruca büyük kum torbasının başına geçti, hasarlı bileğinin acısını kanıksayıncaya dek torbaya yumruklarını salladı. Esaretinin öcünü şimdilik bu torbadan alabiliyordu. Bir yandan da ne yapması gerektiğini düşünüyordu. Buradan yayan ayrılması çok zordu ama belki kadını getiren arabayla dönebilirdi. Osman'ın ne kadar dikkatli olduğunu bildiğinden iki bedenin iyice yorulup uyumasını beklemesi gerekiyordu. Beklerken yumruklarıyla birlikte tekmeleriyle de torbayı dövdü, başka türlü hırsını alamayacaktı.
Ter içinde doğrulduğunda bileğinin acısı katı bir zonklamaya dönüşmüştü. Nemli saçlarını geriye atarak kurumuş dudaklarını diliyle ıslattı. Arabayı araması için vaktin geldiği hesap etti. Talim salonundan hızlı adımlarla ayrıldı, karanlığa alışmış gözleri etrafı araştırırken kulaklarını dört açtı. Fakat nafile! Kadını getiren arabadan eser yoktu. Hayal kırıklığı ile eve geri döndü. Demek kadın uzun süreliğine buraya gelmişti, yani en az bir hafta...
Alt kattaki hamamda sinirini nasıl çıkartacağını bilemeden soğuk suyla temizlendi. Beline sardığı peştamalla doğrulmuştu ki kapının ağzına yaslanmış Osman'ı gördü. Gözlerine yerleşmiş karanlık bir bakışla Salih'e bakan adam doğruldu.
''Sen fazla yaşamazsın.'' dedi alaycı bir tavırla. ''Beş dakikadır seni izliyorum fark bile etmedin.''
''Yaşayıp yaşamayacağım seni ilgilendirmez.'' dedi Salih ve kirli de olsa tek pantolonuna uzandı. ''Ben senin gibi değilim, sıradan bir memurum... Memurdum.''
''Demek ki hayatın seni nereye götüreceği belli değilmiş küçük paşazade. Madem böyle belirsiz bir hayat yaşıyoruz her şeye hazırlıklı olmalıyız.''
Salih Osman'ın karşısında durdu. ''Umurumda olduğunu mu sanıyorsun? Felsefe olduğunu sandığın beylik laflarına karnım tok!''
''Felsefe hayat kurtarmaz kalın kafalı.''
Salih derin bir nefes aldı, sakin durmaya uğraştıkça bu adam onun sinirini bozuyordu. Dişlerini sıkarak cevap vermeden yanından geçmek için adımladı. Göz ucuyla Osman'ın hareket ettiğini görünce tamamen istemsiz bir tepkiyle adamın saldırısını karşıladı ve onu duvara itti. Osman, Salih'ten böyle bir atak beklemiyordu. Boşluğuna gelerek sertçe duvara çarptı ve yüzünde patlayan yumrukla başı yana savruldu. Salih darbeden sonra akıllılık yapıp geriledi, yoksa Osman'ın tepkisi oldukça canını yakacaktı.
''Benden ne istiyorsun?'' diye soluk soluğa bağırdı. ''Burada ne işim var benim?''
Osman dudağına bulaşan kanı silerek doğruldu. ''Sessiz ol! Misafirimizi uyandırmanı istemem zaten zor uyuttum.''
Salih çenesini kasarak sustu. Osman genç adamın bir parça sakinleştiğini görünce başıyla onu takip etmesini söyleyerek koridorda yürümeye başladı. Salih hakkında bir türlü karar verememişti, Edip Nuri'nin adamı olduğu için de güvensizliği ikiye katlanıyordu. Binada karşılaştığından beridir izlediğine göre genç adamın oldukça normal bir hayatı vardı ve yakında evlenecekti. Saygıdeğer iki ailenin geçmişini düşünürse, Salih'in bu tarz bir işe bulaşması olanaksız gibi görünüyordu. Hele Edip Nuri'nin adamı olması saçmalıktı.
Talim salonuna geri döndüler. Osman kapıyı kilitledikten sonra konuşması için onu bekleyen Salih'e döndü.
''Nasıl bir işe bulaştığının farkındasın değil mi?''
''Hayır''
''Dürüst ol Salih!''
''Sana karşı dürüst olma gibi bir mecburiyetim yok!''
Osman sırıttı. ''Tam tersi en dürüst olman gereken kişi benim. Ben senin koruyucu meleğinim ama aynı zamanda celladınım. Gözümü kırpmadan seni şuracıkta öldürebilirim, ne ailen ne de sevgili nişanlının ailesi kemiklerini dahi bulamaz. Tehdit değil bu laflarım çünkü tehditten etkilenmediğini biliyorum. Bunun yanında seni yaklaşan tehlikeye karşı koruyabilecek tek kişi de benim. Edip'in adamı olman bile bu niyetimi engellemiyor. Sana karşı hiçbir duygu beslemiyorum. Başta söylediğim gibi tek düşüncem seni bu işin sonunda hayatta kalmanı sağlamak, sebebini seninle paylaşacak da değilim.''
''Burada hapis kalmamı gerektiren yüce bir amaca sahip olduğunu görüyorum.'' dedi Salih öfkesinin verdiği bir umursamazlıkla. ''Fakat benim, senin aksine, güzel bir hayatım var ve birilerinin egosunu tatmin etmek için çöpe atamam.''
''O halde iki seçeneğin var. Ya benimle inatlaşmaya devam edersin ve seninle işim bittikten sonra Edip'in kollarına seni teslim ederim. Edip'i tanıyan biri olarak bu seçeneği hiç tavsiye etmem. Ya da benimle uyumlu olup bu işten belki sağ çıkmayı başarırsın. Gidip Edip'e söylediklerimi anlatmandan çekinmiyorum. Benim kaybedecek hiçbir şeyim yok, bunu da böyle bilesin.''
Salih dudağını kemirerek bir süre adamın dediklerini düşündü ve ilginçtir, Osman sabırla onu bekledi. Halleri pek alışılmadık bir görüntüdeydi; belinde peştamalıyla ayakta dikilen Salih'in karşısında, duvara dayanmış rahat tavırlı Osman. Yataktan kalktığı belli olan adamın, bu samimi duruşuyla yaşını gösterdiği ve genç yüzündeki sakin ifadenin kabadayı kimliğiyle alakası olmadığını söylemeden geçemeyiz. Salih ne kadar aptalca olduğunu düşünse de, önceliği bu saçma hapisten kurtulmaktı. Başını salladı.
''Sağ kalmayı seçiyorum.''
Osman'ın bu karardan memnun olacağını sanmıştı ama hiçbir tepki alamadı. Adamın keskin bakışları altında her şeyi itiraf etmek üzereyken Osman'ın yaslandığı duvardan doğrulmasıyla kendini tuttu. Pierre'den veya kod çözümleme yapabildiğinden bahsetmeyi şimdilik geriye attı. Osman kapıya doğru yürürken konuştu.
''Bu hafta benim istediğim gibi davran, hareketlerine göre bir karar veririm.'' Kapıyı açtı ve omzunun üstünden ona baktı. ''Bu arada, Rus casusuna yüz verme. Kadın bir şeyler öğrenebilmek için tüm yeteneklerini kullanıyor. Ona konuşursan, bitersin.''
Salih tereddütle başını salladı. Adamın ne demek istediği hakkında hiçbir fikri yoktu. Rus casusundan neden bahsetme gereği duymuştu ki? Osman odadan çıkınca kendini küflenmiş koltuğa bıraktı. Yeteneksizlikle paçayı sıyıramayacaktı fakat bu teşkilatın ondan vaz geçmesi için rol yapmaya mecburdu. Osman onun aldatıcı davrandığını fark ettiği vakit, anasından emdiği sütü burnundan getireceğinin de bilincindeydi. Yine de bu riske girmeliydi, kendine düzenli bir hayat kurmak istiyorsa bu teşkilattan uzak durmalıydı. Ya da Yasemin'den vaz geçmeliydi...
***
Boğucu yaz gününde insanlar biraz nefes almak için boğaz kenarındaki gölgeli yürüyüş yollarına akın etmişlerdi. Kimileri çimlere yayılmış, bohçalarını önlerine açmışlar, temiz havanın etkisiyle genişleyen midelerini doldurmaya çalışıyorlardı. Kimileri de denizden esen meltemin tadını çıkarmak için yeşil çimlerde dolanıyorlardı. Birkaç genç kız ve delikanlı da kayıklarla geçiş yaparak birbirlerine göz süzüyorlardı. Demem o ki, herkes İstanbul Boğazı'nın güzelliğine kapılmış, bu görüntünün bir şekilde tadını çıkarıyordu.
Üç kişi dışında...
Kalabalıktan uzak duruyorlardı, fakat dikkati büsbütün çekmemek için ayaküstü sohbet ediyor görüntüsüyle türlü planlar yapan bu üç kişiye yaklaşalım. Tayyibe'nin hakkını yemeyelim, o buraya sadece Perran'ın zorlamasıyla gelmişti. Perran kadını yanlarından uzaklaştırmak isterdi ama maalesef Behzat ile yalnız görüşmesine olanak yoktu. Dedikoducu gözler, gereğinden de kapalı kılıklarına rağmen Perran'ı veya Tayyibe'yi tanırlarsa işi biterdi. Sonra ver elini Musul!
Behzat genç kızın sadece gözlerini görebiliyordu, koyu renkli bakışların kendisine ilgiyle bakmasını ilginç karşılamıyordu ama bu bakışlarda hayranlık yerine büyük bir merak vardı. İşte, bu yeni bir bakış açısıydı. Bu yeniliğe aldırmamaya çalışarak fesini düzeltti. Belki bu şekilde kızın ilgisini kendi yakışıklılığına çekebilirdi.
''Size anlattım Perran Hanım, aynı soruyu sormanız sonucu değiştirmiyor.''
''Ama anlamıyorum Behzat Bey, bir hafta oldu. Büyünün işe yaramaya başlaması gerekmiyor muydu?'' dedi hafif sinir sezilen tonda devam etti. ''Allah aşkına Salih Bey nerede?''
Yine mi Salih! Adam bir kere kır gezintisi yapmıştı ve Behzat'ın tüm hayranlarını ve ileride hayran olacaklarını kendine çekmeyi bilmişti. Asıl büyü yapanın Salih olduğuna emin oldu. Kızın sabırsızlığına kızarak söylendi.
''Aynı durumdayız. İki defa Yasemin Hanım'ın ziyaretine gittim, ikisinde de terzideymiş. Bu kızlar terzilerde ne çok vakit geçiriyorlar? Aklım almıyor.''
Perran, Behzat'ın Yasemin'i ziyaret etmesiyle zerre ilgilenmedi. Sonuçta büyü yapılan saçlar, onun ve Salih'indi. Fakat Salih ortalarda yoktu, şimdiye kadar Perran'ın aşkından mecnuna dönmesi gereken sürmeli, buhar olup uçmuştu. Ya da Behzat büyü konusunda yalan söylüyordu. Ama neden söylesin? Salih'in ona aşık olup ayrılması işine gelirdi. Ah! Yoksa? Behzat ona mı? Perran kendi düşünceleriyle kendisini şaşırtmakla uğraşırken Behzat söylenmeye devam etti.
''Bir kez daha gidemem, hayatta olmaz. Benim de düşünmem gereken bir gururum var değil mi? Şımarık bir melek için ünüme yeterince gölge düşürdüm. Siz emin misiniz, Yasemin Hanım'ın gönlünün bende olduğundan? Bende şüphe oluşmaya başladı.''
Genç adam konuşurken Perran'ın beynine nur inmişti. Tabi ya, Behzat büyü yapılan saçın ona ait olmadığını bilmiyordu ki! Yasemin'i görmek istemesindeki sebep ancak kızın Salih'e karşı hislerini merak etmesinden kaynaklanıyordu. Adamın son lafının ardından atıldı.
''Başka türlüsü düşünmek doğaya aykırı Behzat Bey. Rica ederim, hiç aynaya bakmıyor musunuz?''
''Mütemadiyen bakarım hanımefendi ama bunun konumuzla ne alakası var?''
''Sonra dönüp Salih Bey'e bakıyor musunuz?''
Behzat şaşaladı. ''Salih'e neden bakayım?''
''Biz anlaşamıyoruz ayol...'' diye kendi kendine söylenen Perran nefeslenip lafı doğrudan söylemeye karar verdi. ''Diyorum ki, sizin gibi bir güneş dururken Yasemin neden Salih gibi bir ay ışığına baksın?''
Behzat keyiflendi. ''Sizin lügatinizde pek gönül okşayıcıymış Perran Hanım. Ne güzel açıkladınız valla tebrik ederim. Bir de bunu Yasemin Hanım'a anlatıverseydiniz keşke''
''Denedim ama gözü nasıl bağlanmışsa beni dinlemek bile istemiyor. Şunun şurasında düğüne ne kadar kaldı? Bir an önce bir şeyler yapmalısınız.''
''Ben mi?''
''Tabi ki siz, erkek olan siz değil misiniz? Kız başıma ben mi gönül çalmaya kalkacağım, ayıp!''
Behzat kaşlarını çattı ama hafifçe. Maazallah kırışırdı filan... ''Sayfa sayfa mektup göndermeyi biliyorsunuz ama!''
''Mektubu gönderen ben değilim Behzat Bey, başınıza sıcak mı geçti ne?'' dedi Perran şirret bir sesle. Bu adamın saçmalaması da yeterdi ama. ''Hatırlatayım benim mektup Salih Bey'e gönderilmedi.''
''Keşke gönderseydiniz.'' diye kızın azarına karşılık verdi, Behzat. ''Böylece mektupları karıştırıp bu anlamsız işlere girişmezdik.''
''Ay, siz de göz süzeceğinize o gün geliverseydiniz Yasemin'in yanına.''
Behzat sinirli bir kahkaha attı. ''Böyle bir kabalık yapmayacak kadar asil bir beyefendiyimdir.''
''O halde bebek gibi ağlayacağınıza bir çare düşünün''
Behzat sürekli baskın çıkan kızdan illallah edip çenesini kapatmaya karar verdi. Hiç böyle çaçaron bir hatunla karşılaşmamıştı. Bu alelade kızcağız, karşısında duran dünya harikası, güneşin yeryüzüne yansıması –ki bunu kız itiraf etmişti- akıl ve güzellikte birinci gelen Behzat'ı azarlamaya nasıl cüret edebiliyordu? Günahtı bir kere... Diye kızın deli olduğuna hükmetmişti ki, Perran oldukça parlak bir fikirle heyecanlandı.
''Behzat Bey, siz neden bir mektup yazmıyorsunuz? Yasemin'e açık bir dille anlatın, belki o zaman çıkacak skandaldan çekinmeden nişanı atar. Sizden emin olursa, Salih Bey'i kullanarak kapamaya çalıştığı utancından kurtulur.''
''İşe yarar mı dersiniz?'' dedi heyecanla.
''Benim aklıma geldiğine göre kesin işe yarar.'' diye kendi aklıyla övünen Perran gururla doğruldu. ''Ayıptır söylemesi, güzelliği ile değil aklıyla övünen kızlardanımdır.''
''Ona ne şüphe!'' dedi Behzat küçümser bir bakışla. ''Olduğunu sandığı ile övünmek daha iyi tabi ki, güzellikten övünseydiniz hepten boşa olacaktı.''
Perran hissettiği heyecana kapılmış, Behzat'ı tam dinlememişti. ''Özür dilerim, ne demiştiniz?''
Hemen lafını geçiştirdi. Postacı olarak kullanacağı kızı kırmak hiç iyi olmazdı. ''Dedim ki, zekânızın ışıltısı gözlerimi kamaştırıyor.''
''Allah, Allah, ben öyle duymadım ama neyse... Mektubu ne zaman yazarsınız?''
''Yarın sabah emrinizde olur. Geceleri çok romantik olurum, o yüzden ayın gökyüzüne yükselmesini bekleyeceğim. Bir de dolunay çıkarsa değmeyin keyfime, Yasemin Hanım'a nişanı yarına attıracak bir destan yazıveririm.''
Tayyibe dayanamadı burada lafa atladı. ''Ne dolunayı beyzadem, hilalin ucunu görürsen şükredersin. Dolunay geçeli hafta oldu.''
Behzat ve Perran soğuk bakışlarını aynı anda dadıya doğru çevirince Tayyibe geriye çekildi. ''Ne dedim ki ben, ayol?'' diye mırıldanmayı da ihmal etmedi.
Aşk vurgunu ikili planlarına son bir rötuş attıktan sonra ayrıldılar. Behzat Yasemin'e mısralar dökecekti, Yasemin de söndürmeye çalıştığı aşkıyla Kerem misali yanarak Behzat'a dönecekti. Bu kadar basitti. Bu mektup da Yasemin'i cesaretlendirmezse başka hiçbir şey cesaretlendirmezdi. Perran şüpheyle yaklaşsa da planın işe yaraması için dua etmeye başlamıştı ama Behzat rahattı. Yarın, öğle olmadan Yasemin'den gelen aşk dolu satırların yazıldığı bir not alacağına emindi. Bu mutlulukla doğruca eve döndü. Yasemin'in ona yazdığı nameyi okuyup gönlünü coşturacak ve ay çıkmasa da muhteşem bir mektubu sabaha hazır edecekti. Aptal Tayyibe, dolunayın kaybolduğunu söylemese olmaz mıydı?
***
Herkesin derdi kendine derler ya, Hüsnü Celal Paşa ile Sema Hanım'ın da derdi, iş bahanesiyle çıkıp on gündür ortada olmayan oğullarındaydı. Yemekten sonra karıkoca, terasta kahvelerini içerken lafı yine Salih'e döndürdüler. Hüma'nın erkenden odasına çekilmesiyle rahatça konuşabiliyorlardı.
''Keşke oğlanın işini tam öğrenseydik de öyle izin verseydik paşam. Kaç gündür yok.''
''Salih'in canı istemezse öldürsen konuşmaz bilmez misin Sema? Zaten kendimi bile zor toparladım, kafamın karışıklığından çocuğun bu kadar çabuk iş bulmasından da şüphelenmedim. Sonuçta Salih, kendini bilen bir genç.''
''Buraları tanımıyor ama bey.''
Hüsnü Celal kahvesinden bir yudum aldı ve endişeli karısına baktı. ''Tanımıyor, doğru dersin hatun ama Salih'in nereden geldiğini unutma. Öyle bir arapsaçından kurtulmayı bilen için İstanbul'un karmaşası bebek işidir. Zaten birkaç yere haber saldım, merak etme iki güne neler çevirdiğini öğreniriz.''
Sema yarım bıraktığı kahveye dalgın bakışlarla bir süre baktı. Kaşlarının altından karısını izleyen Hüsnü Celal, sıkıntısını sezerek konuştu.
''Londra ve Paris'e de haber gönderdim. O kadının ardından gittiyse bu sefer kulağından tuttuğum gibi geri getireceğim sen merak etme. O şırfıntının ardından helak olduğu yeter. Sert davranmadım şu ana kadar ama içinde bulunduğumuz durumda başka çarem yok artık. Bizden çok Sadık Muhsin Bey'in itibarı söz konusu, onlara karşı boynumuzu eğecek bir kaçış olmaması için dua ediyorum.''
''Kaç gündür bende bunu düşünüyordum.'' dedi Sema Hanım üzgün bir sesle. ''Oğlumuz yeniden gülmeye başlamışken o ecnebi kadın aklını karıştırıp kendine çekerse diye çok korkuyorum.''
''Ben olasılık vermiyorum ama kontrol etmekte sakınca olmaz.''
''Doğru söylersin Hüsnü Paşam. Afife Hanım'ın yüzüne bakamaz oldum, düşündüğümden dahi utanıyorum.''
''Sen dertlenme hanım.'' Dedi demesine de aynı şey kendisi içinde geçerliydi. Avrupa'dan gelecek haberi beklerken Sadık Muhsin Bey'e bu berbat ihtimali fark ettirmemek için adamla ne konuşacağını bilmiyordu. Dünürü anlayışlı bir adamdı ama Salih, Nina denen kadının peşinden gittiyse... Derin bir nefes aldı ve gülümsedi. ''Sabah ola hayrola hanım, vakit de geç oldu. Uyku basmadan birkaç sayfa kitap okuyayım.''
Karıkoca terastan ayrılırken tepelerindeki balkondan onları dinleyen Hüma'yı fark etmemişlerdi. Kızcağız duyduklarından o kadar üzülmüştü ki, gözlerinden akan yaşların farkında bile değildi. Ağabeyini bu kadar kendine köle yapan kadından nefret ediyordu. Her şeyin yolunda gittiğini düşündüğü anda hem ağabeyinden uzak kalmıştı hem de Yasemin gibi bir abladan yoksun kalma olasılığı vardı. Çünkü Yasemin'in ağabeyi böyle bir terbiyesizlik yaparsa af edecek biri olmadığını anlamıştı. Neden birbirlerini sevmiyorlardı ki? Halbuki, birbirlerine ne kadar yakışıyorlardı. Balkondan ayrılıp odasına dönerken üzüntüsünden hıçkırmamak için kendini zor tutuyordu.
Çiftlikte ikisinin bakışlarını gördüğünde ne çok sevinmişti. Kaçamak bakışlarından beğeni okunuyordu ama İstanbul'a dönünce birden bire her şey değişivermişti. Hüma, Yasemin'in huzursuzluğunu görüyor ve en az onun kadar sıkıntı hissediyordu. Ağabeyi o kadından neden umudunu kesmiyordu ki? Yasemin çok güzeldi, akıllıydı. Başka bir ihtimal daha aklına geldi. Ağabeyini beğenmeyen o muydu yoksa? Aralarında kötü bir olay mı geçmişti, o yüzden mi Salih apansız gidivermişti?
Gözlerini silerek yatağa oturdu. Tüm kalbiyle Salih ve Yasemin'in birbirlerini çok sevmesi için dua etmeye başladı. İkisinin ayrılması en çok korktuğu şey olmuştu, hem de düğüne bu kadar az kalmışken. Salih en geç ay sonunda gelmeliydi yoksa Hüma'nın çok istediği bu evlilik gerçekleşmezdi. Titrek bir nefes aldı ve gözlerini yeniden sildi. Yarın Yasemin ve annesi düğün yemeği hakkında konuşmak için geleceklerdi, bu üzüntüsünü belli etmeden Yasemin'in ağabeyinden hoşlanmasını sağlayacak bir şeyler söylemeyi düşündü. Yasemin ağabeyini severse belki ağabeyi eve dönerdi.
***
Damat evi ve biz yaklaşan düğün telaşındaydık ama damat olacak beyefendi hala iş seyahatindeydi. Memurluktan sonra iş olarak ne seçtiyse; kendini Evliya Çelebi sanan Salih Bey, bir türlü evin yolunu bulamamıştı. İnsan düğünü olacağı vakit ortadan kaybolursa işimiz işti yani. Hiç düşünmüyordu bu umursamazlığın benim canımı sıkabileceğini. Evet, tamam, başta bu evliliğe çok karşı olabilirim, sözlerimi unutmadım. Hatta kurtulmak için avucuma düşmüş bu kayıp olayından yararlanabilirim. Yapamadım. Ah, ah, ne çare nişanımız bozuluverecek diye şikayet dahi edemiyordum.
Salih'e olan öfkem ölçülemeyecek kadar çoğalmıştı. Yokluğunun bu denli ağır gelmesi bir yana o adamı, nedensizce özlemekten nefret ediyordum. Onu ilk gördüğüm yerde, kaşık veya su aramakla uğraşmadan doğrudan tükürüğümle boğabilirdim. O kadar sinirliydim, suratsıza. Ben bu süreyi onun duygularını öğrenmek ve ilgisiz duruşunun intikamını almak için kullanacakken adi fırsatçı yok olmuştu. Tam bir kediydi bu Salih suratsızı, dört ayaküstüne düşmeyi çok iyi başarıyordu. Ona kapris yapma umutlarım gün geçtikçe azalırken moralimde o hızla düşüyordu. Neredeydi bu adam?
Dadımın elime tutuşturduğu yatak örtüsünün dantelini, hissettiğim bu sinirle işliyordum. Bir yandan da iğneyi Salih'e batırır gibi hırsla tafta kumaşa saplıyordum. Bu adama karşı neden bu denli elim kolum bağlanıyordu? Onu özlemem çok saçmaydı. Yanımda olduğu vakitlerde çok iyi anlaştığımız söylenemezdi, hatta düşünüş tarzı kesinlikle bana uymuyordu. Modernlikten uzak, kadını aşağılayan bir erkekle evlenmek istemem başlı başına saçmalıktı. Gerçi Behzat'ı tanıdıktan sonra Salih katlanılır bir dereceye yükselmişti. Belki bütün erkekler böyleydi, bilemem.
Türlü düşüncelerin içinde iğneyi hızla kumaşa daldırdım ve dişlerimi sıkarak söylendim.
''Aptal kafa, ne mektup gönderirsin ki? Aldın başına Salih belasını! Kurtulamıyorsun, üstüne üstlük kurtulmak için de çaba harcamıyorsun!''
Dudağımı ısırdım ve içimden asıl derdimi sızlandım. ''Nerelerdesin Salih?''
Tam dalmışken kapı aniden açıldı ve ismimi seslenen dadım yüzünden iğne, kumaş yerine başparmağıma hızla saplandı.
''Yasemin! Bitiremedin mi kızım daha?''
İğne batan parmağımı ağzıma götürerek dadıma kötücül bir bakış attım. Dadım yaptığım sakarlığa üzülmek yerine kısık bir kahkahayı koyuverdi.
''Bitirmiş de, kendini dikmeye başlamış bak sen benim yaman kızıma!''
''Dalga geçme Münü...'' diye mırıldandım. ''Çok acıdı ama''
Dadım yanıma gelerek elimi ellerinin arasına aldı. Minik bir kandamlası biriken parmağıma küçük bir öpücük kondurduktan sonra gülümsedi.
''Geçti mi şimdi?''
Biliyorum, kendimden utanmam gerekiyor çünkü aklıma başka bir anı gelmişti. Karşımda dadım yoktu, elimi nazikçe tutan Salih vardı. Hafifçe eğilerek sıcak dudaklarını elime değdirdiği anda hayalim dağıldı. Geriye nefesi kesilmiş bir ben kaldım. Dadım ise telaşla yanağımı okşuyordu.
''Yasemin'im, neyin var güzel kızım? Kanamıyor bak, geçti.''
''İyiyim dadıcığım'' dedim toparlanmaya çalışarak.
Dadım hemen ayaklandı ve masanın üstündeki sürahiden su doldurup yanıma getirene dek konuştu.
''A canım, yüzün birden kireç gibi oluverdi. Kan tutmuyor sanıyordum seni ama pek kanamamış ki. Şimdi de yanakların kıpkırmızı, Allah korusun, hasta olmuyorsun değil mi? Düğün öncesi hiç iyi olmaz. Daha çeyiz alışverişini bitirmedik. Aman ne saçmalıyorum ben?'' Bardağı bana uzattı. ''Sen iyi ol yeter ki''
Bardağı alırken teşekkür etmeyi son anda akıl ettim. Dadım divana oturdu, benim suyu bitirmemi sabırla bekledi. Boş bardağı divanın baş kısmına bıraktım ve gözümün içine bakan dadıma döndüm.
''Sema Teyzeler geldi mi?''
''Az önce geldiler, Afife Hanım aşağıdaki salona aldıydı. Ben de sana haber vermeye gelmiştim ama şaka yapacağım diye olan şeyi berbat ettim.''
''Benim sakarlığım dadıcığım, sende suç yok.'' Dedim ve karşılamak için ayaklandım. ''Salih Bey yanlarında mı?''
Soruyu sorarken dahi heyecanlanmam hayra alamet değildi ama kendime engel olamadım. Dadım dudağını bükerek beni cevapladı.
''Hüma ile birlikte gelmişler. Damat bey yanlarında yok.''
Ne ummuştum ki? Sinirli bir soluk alıp elbisemin eteklerini topladım ve içimden Salih'e sayıp dökerken Sema Teyzelere hoş geldin demeye yollandım. Şeytan diyor, günlerdir hiç çıkarmadığım yüzüğümü bir mendilin içine koy ve Salih'e geri gönder. Mendilin içine de kara bir akrep koymayı da ihmal etme!
***
***
Yarım saattir annemlerin yemekte etli kuru fasulye mi yoksa zeytinyağlı kuru fasulye mi vermeleri gerektiğini dinliyorduk ve Hüma ile fena halde sıkılmıştık. Annem etli yemeklerin çok olduğunu hafif olsun diye fasulyeyi zeytinyağlı yaptırmayı istiyordu, Sema Hanım ise etsiz olursa gelenlerin hoş karşılamayacağını savunuyordu. Bana soran zaten yoktu, gerçi zerre umurumda değildi. Salih düğüne dek ortaya çıkmazsa fasulyenin hükmü filan kalmayacaktı.
Hüma'nın kulağıma fısıldamasıyla kendime geldim.
''Ablacığım ben çok bunaldım.''
Başımla onu onayladım. ''Bahçeye çıkalım Hüma, valla ben de bunaldım.''
Annemlerden izin isteyip odadan kaçarcasına çıktık, gidişimizi pek önemsemediler, bizim yokluğumuzdan etkilenmeyecekleri belliydi. Hüma gibi bende rahatlamıştım. Hüma annemlerin komik sohbetlerini taklit ederken bahçedeki şadırvanın başını bulmuştuk. Gülemeyeceğimi sanıyordum ama bu kızda şeytan tüyü vardı. Şadırvana dek gülmekten çenem ağrımaya başlamıştı. Kendimi şadırvanın mermer kenarına bıraktım.
''İnsaf et Hüma, çatlayacağım artık. Valla annemler duyarsa canımızı okur.''
''Onlar fasulye hesabını yapıyorlar ablacığım, bizi ne duyacaklar.'' Diyerek kendini yanıma bıraktı. ''Ben olsaydım etli yaprak sarması yerine zeytinyağlı sarma yaptırır, fasulyeyi etli yapardım. Ağabeyim zeytinyağlı yaprak sarmasına bayılır. Hatta en sevdiği yemek diyebilirim.''
Hüma'nın mutlu bir tavırla söylediği bu söz benim içime oturmuştu. Salih'i ne kadar az tanıyordum. Neyi sevdiğini bilmemek bir yana, beni sevdiğini bile sanmıyordum. Çok çetin bir işe kalkışmıştım orası kesin. Benim suskunluğum Hüma'yı da susturmuştu. Şimdi suçlu bir bakışla benim tepkime bakıyordu. Onu rahatlatmak için gülümsedim.
''Umarım damat da düğüne yetişir, yoksa yemek telaşımız boşa gidecek.'' Şaka yapmaya çalışmıştım, keşke cümlemin sonunda sesim titremeseydi. Hüma'nın dudağını ısırıp başını eğdiğini görünce içim cız etti. Bir şey biliyordu. Titreyen sesimi düzelterek konuştum. ''Salih Bey'den haber mi var?''
Hüma omzunu silkti. ''Yok, daha dönmedi.''
''Dönmedi ama...'' dedim kızı zorlamak için. Merak kötü bir illetti ve ben Salih gittiğinden beri bu derde fena tutulmuştum. Dilbade'nin falını aklıma getirmemeye çalıştıkça kadının sesi beynimde yankılanıp duruyordu. Fal baktırdığıma çoktan pişman olmuştum. Kaç gündür, uzaklaşma dediği şeyin tamamen ayrılık olmaması için dua ediyordum.
Hüma başını kaldırdı ama bana bakmaktansa bahçeye göz attı. ''Bugünde hava çok basık değil mi ablacığım? Yaz vakti yağmur yağar mı acep?''
''Ay Hüma, çatlatma adamı! Yağmur yağarsa yağsın, sen ne duyduğunu anlat hele.''
Hüma ağabeyinin gözlerinin birkaç ton açığı gözlerini bana çevirdi. Koyu mavi gözlerinden üzüntü mü okuyordum yoksa benim sefil beynim mi bu algıya sebep oluyordu anlayamadım. İçimde bir sıkıntı baş göstermişti. Hüma'nın kucağında sıkılan ellerine sarıldım, buz gibiydi.
''Hüma'cığım saklayacak bir şey yok, canını sıkan şey ne?''
Hüma kıvranır gibi mırıldandı. ''Ayrılacaksınız diye çok korkuyorum abla. Ben seni çok sevdim, siz anlaşamadıkça ben üzülüyorum.''
Kuruyan boğazımı temizledim ve gülümseme denemesi yapmaya çalıştım. Pek başarılı olmadı. ''Neden ayrılalım canım?'' dedim kuru bir sesle. ''Ayrıca anlaşamadığımızı da nereden çıkardın?''
''Anlaşsaydınız, ağabeyim neden yabancı kadın...'' derken ağzını kapattı ve başını eğdi. Ellerini güçsüzleşen ellerimden çekerken mırıldandı. ''Özür dilerim Yasemin abla.''
Yabancı kadın! Yabancı kadın mı? Acaba hangisi? Rosa'ya gittiyse kolaydı, o kadını elimle koymuş gibi bulur ve ikisini pişman ederdim. Fakat diğer esmere gittiyse işim bir parça zorlaşıyordu. Gönlümde fırtınalar koparken buz gibi bir sesle konuştum.
''Salih Bey, bir kadının peşinden mi gitti?''
Hüma yaşarmış gözlerini bana çevirdi. Onaylamasına gerek yoktu, bakışları yeterli cevaptı. Yumruklarımı sıkıp sakin konuşmaya özen gösterdim. ''Nereden biliyorsun?''
''Annemler dün gece konuşurken duydum. Belli değilmiş ama...''
Sözünü kestim. ''Kimmiş bu kadın?''
''Şey...'' dedi söylemeye gönlü yok gibi kıvranarak.
''Nazlanma Hüma, bu kadar konuştun, kim olduğunu da söyleyiver.''
''Şu İspanyol kadın galiba...'' dedi kısık sesle. Sonra başını kaldırıp kaşlarının altından bana baktı. ''Babam soruşturuyormuş, onun yanına gittiği kesin değil.''
İnanamıyordum! Ben beyefendiyi tüm kötü huylarına rağmen kabulleneyim, o ise evlenmesine bir ay kala eski aşkını görmeye gitsin! Acaba ne yüzle düğüne katılacaktı? Daha doğrusu düğün için geri dönecek miydi? Kolumu kesip atsalardı bu kadar canım acımazdı sanırım, kendimi hiç bu kadar aşağılanmış hissetmemiştim.
''Bana kızmadın değil mi Yasemin abla?''
Başımı sağa sola salladım. Kızın ne suçu vardı? Hüma tereddütle konuştu.
''Peki, nişanı bozmayacaksın değil mi?''
Kaşlarımı çattım. Aslında en doğrusu buydu. Duyduklarımdan sonra nişanı hiç düşünmeden atmalıydım. Benim bu hareketimden Salih'in çok hoşlanacağını tahmin ediyordum. Demek ki, mektup olayının heyecanına kapılıp evlenme teklifi yaptığına pişman olmuş ve aşk dilenmek için eski sevgilisine koşmuştu. Nişanı atmam demek onu büyük bir yükten kurtaracaktı. Buna hiç imkan verir miydim?
''Yok, canım. Neden nişanı bozayım? Fasulye hakkında karar verilirse şu düğün elbette olacak. Salih Bey'in keyfine göre davranacak değiliz. Hem ne olduğunu anlamadan her şeyi kestirip atmak yakışık almaz.''
Hüma'nın gözleri ışıldadı. ''Ne çok sevindim anlatamam ablacığım. Sen merak etme, babam ağabeyimi bulur, düğüne dek getirir.''
''Düğünden önce getirse iyi olur.'' dedim dişlerimin arasından. ''Kafasını düğün günü kırmak istemem, daha önce hırsımı almalıyım.''
Hüma gözlerini kocaman açarak yüzüme baktı kaldı. Derin bir nefes aldım. ''Şaka yapıyorum Hüma'cığım, hadi, annemlerin yanına dönelim. Dediğin gibi bugün hava pek basık, insanın içini daraltıyor.''
İçimi daraltan hava değildi, adamın esmer güzeline olan sonsuz hayranlığıydı. Saçlarım siyah olsaydı beni beğenir miydi acaba? Aklıma gelen bu düşünceyi hemen kovdum, suratsız sürmelinin hoşuna gitmeye ne diye uğraşacaktım?
Annemlerin yanına döndükten sonra başka bir şey dikkatimi çekti. Kır eğlencesinin ertesinde Behzat'ın yüzünü anımsamakta zorlanmıştım, oysa Salih'i on küsur gündür görmememe rağmen her gözümü kapattığımda yüz hatları karşımdaydı. Gözünün üstüne düşen saçlarına dek tüm detaylarıyla zihnimde beliriveriyordu. Hüma'nın dediklerinden sonra bu belirişin olmayacağını sanıyordum, yanıldım. Onu düşününce dahi hafifçe gülümseyen yüzü gözlerimin önünde süzülüyordu. Bu zayıflığımı ona karşı olan kinime yorarak kendimi rahatlatmaya çalıştım, çünkü başka açıklaması yoktu.
Yemek kararlarına varan annem ve Sema Teyze rahatladılar ama bu arada ikindi olmuştu. Etli kuru fasulye ve zeytinyağlı sarmada karar kılmalarından sonra Sema Teyze ve Hüma'yı uğurladık. Tam odama geçip üzüntümü yaşayacakken Perran çıkıp geldi. Sohbet havamda değildim ama belki Perran oradan buradan konuşarak kafamı dağıtabilirdi. Çarşıdan dönerken uğradığını söyleyerek eve girmedi, onun yerine çardağa gittik. Dadısı Tayyibe'yi arabada bıraktığına göre gerçekten de uzun kalmayacaktı.
''Hazırlıklar seni çok yoruyor galiba Yasemin, yüzünde renk kalmamış kuzum.''
''Bitti sayılır.'' dedim sıkıntımı belli etmemek için gülümseyerek.
Perran yerinde duramıyor gibi oturduğu sandalyede kıvrandı, sağa sola baktı. Tuhaflığına rağmen bende etrafa bakındım. Bizden başka kimse yoktu. Perran aniden elimi tutunca irkildim ve ona döndüm. Bir sır verecek gibi bana doğru eğilmişti, yüz yüze kalınca yeniden irkildim.
''Neyin var yahu? Az daha sana çarpacaktım.''
Perran parmağını dudağına götürdü ve kısık sesle konuştu. ''Sana bir müjdem var, duyunca havalara uçacaksın.''
''Bir merak ettim ki sorma.'' dedim heyecansız bir sesle.
Perran yeniden etrafa bakındı ve elini üstlüğünün cebine götürdü. ''Kimseler yok değil mi?'' diyerek cebinden bir kağıt çıkardı ve elime tutuşturdu. Işıldayan gözlerle bana baktı. ''Sana ne imreniyorum bilemezsin. Keşke bana da sevdiğimden name gelseydi ama ne yazık, yüzünü görmek bile zor.''
Soğuk bir bakışla kıza baktım. Sevdiğinin kim olduğunu tahmin etmek zor değildi. Hey Allah'ım! Kırk yılda birinin evlilik teklifini kabul etmiştim, önüne gelen sahipleniyordu. Salih ne ballıydı ki, bunca sineği başına topluyordu, mana veremedim. Elime tutuşturduğu kağıdı hiç önemsemeden çemkirmeye başladım.
''Kaç kere daha aynı şeyi söyleyeceğim Perran. Darılıyorum ama... Adamla nişanlı olan benim sen daha çok yeşilleniyorsun, ayıp yahu. İnsanda biraz utanma olur. Salih Bey'e hayranlığından gına geldi.''
Perran şaşkınca kaşlarını yükseltti. ''Bana kızana bakın. Salih Bey'i elimden alan sensin, ben sana kızmıyorum, sen deliriyorsun. Asıl bu senin ayıbın.'' Birbirimize kızgın bakışlarla bakarken Perran doğruldu. ''Aman neyse ne! Pek değerli nişanlının neler karıştırdığını bilmiyorum ama ortada olmaması bu düğüne senin kadar hevesli olmadığını belgeler zaten. Sen elinden kaçan kuşa değil de avucunda öten bülbüle bak. Arkadaşlık yapalım diyoruz azar yiyoruz. Üstüme iyilik sağlık!''
''Hevesli olup olmaması beni alakadar eder.'' diye başımı doğrulttum. ''İki haftaya evlenecek miyiz, evleneceğiz. Sen ondan haber ver.''
''Ha hayt güldürme beni Yasemin. Gün ola devran döne. Bugünden yarını hesap et de öyle konuş. Yanında olan kim?''
Kalbim acırken nefeslendim. ''Yanımda olanla değil, aklımda olanla ilgilenmeye başladım Perran.'' Elimdeki kağıdı ona uzattım. ''Bu her kimdense hiç ilgilenmiyorum.''
Perran bana acır gibi başını salladı. ''Okumaktan zarar gelmez canım arkadaşım. Belki aklında olanla ilgili de bir şeyler bulabilirsin.''
Kağıda hızlıca göz attım. Dikkatlice katlanmış parfümlenmiş kağıt bir mühürle meraklı gözlerden korunmuştu. Perran'ın okuduğunu sanmıyordum.Kaşlarımın altından ona baktığımda, elini hemen havaya kaldırdı.
''Tövbe okumadım!''
''O halde yazanla sohbet ettin?'' dedim.
Burnunu kırıştırıp dudağını büktü. ''Eh, yanan bir gönlün elçisi olarak kısa bir an konuşmak sohbet sayılırsa; evet, ettim.''
Kimden geldiğini tahmin ettiğim mektup parmaklarımın arasında buza dönüşmüştü. Karar veremiyordum. İçimden bir ses hiç okumadan göndermemi söylüyordu. Fakat derinlerden gelen bir fısıltı, çığlıklar atan mantık sesimden daha baskındı. Behzat, Salih'in en yakın arkadaşıydı ve Perran'ın laf çarptırmasına bakılırsa kağıtta Salih'ten de bahsediliyordu. Ah Salih, ah! Bir gittin pir gittin beni bu delilerin bir çift lafına mecbur ettin. Alacağın olsun!
''Vakit çok geç olmuş canparem, ben gideyim artık. Annemin, Afife Teyze'ye çok selamı vardı. Zaman olaydı ben söylerdim ama sen iletiverirsin. Şu yoğunluğu hayırlısıyla bir atlayalım, daha çok görüşürüz.''
Perran ayaklanınca mektup elimde ağırlaştı, ona veremedim. Elbisemin kemerine sıkıştırıp arkadaşımı kapıdan uğurladım. Perran'ın sarılması ve sevinçli gözlerle bana bakmasına cevap verecek halim yoktu. Sanki birkaç saatte Gülçehre Teyze'nin yaşını ikiye katlamıştım. Odama doğru hızlı adımlarla yola koyuldum, şansıma ne anneme ne de dadıma rast gelmiştim. Kapıyı kapatıp sırtımı yasladım. Titreyen ellerimle mektubu açığa çıkardım. Mührü kırdım. Kağıdı açmadan önce gözlerimi kapattım ve hızlı atan kalbimi sakinleştirmek için bir süre bekledim. Yok, işe yaramadı. Yavaşça kağıdı açtım.
***
Pek Değerli Yasemin Hanımefendi'ye,
İzninizle satırlarıma bana yazmış olduğunuz kıymetli kelimeler ile başlamak isterim. 'Ilık bir yaz akşamı, gözlerini kapat ve derin bir nefes al. Aldığın nefesteyim...' Ah, Yasemin Hanım'cığım... Nefes almak isterim amma velakin ne mümkün! Çok yakında, kıymetinizi bilmeyen başka bir erkeğin kolunda, solmaya mahkûm bir çiçek olacağınızı bilerek; soluksuz kalmaya razı, kara bahtıma karşı isyanlardayım. Ulaşmaya çok çalıştım ama beni kabul etmediniz. Sebebi pek açık ama dillendirip beyefendiyi size hatırlatmak istemem. Ne kadar güç bir durumda olduğunuzu biliyorum ve bu kötü halden sizi kurtarmak niyetindeyim. Rica ederim, benim gibi bir ala beyin ilgisini çekmekten korkmayın. O kır gezisinde elime geçen mektubunuzdan beridir, güzelim mavi gözlerim bir tek sizi görüyor. Evet, yanlış duymadınız! Kulun hatasını ilahi kaderin küçük bir cilvesi kurtardı. İsmi lazım değil beyefendiye uzatılan mektup, kendisi tarafından hor görülüp bana takdim edilmişti. Bana olduğunu bilmesem de gönül gözümle okuduğum sizin satırlarınızı bağrıma bastım. Şu anda elimde tuttuğum mektubunuzun hakkı olana teslim edildiğini bilin isterim. Yani, bana...
Ayakta duramayacaktım, ayaklarımı sürüyerek yatağıma gidip kenarına iliştim. Nasıl olurdu? Benim yazdığım mektup nasıl olur da Behzat'ta olabilirdi? Tamam, mektup ona yazılmıştı ama... Ama... Aması şuydu; Salih'in yanlışlıkla da olsa benden aldığı mektubu bir paçavraymış gibi atmasına inanamıyordum. O halde ne demeye bana görücü göndermişti? Başım ağrımaya başlarken okumaya devam ettim.
Aklınıza gelen soruyu duyar gibiyim. Size haber göndermekte neden geciktim? Sakın, benim ilgimi çekmediğinizi sanmayın. Sevenlerim çok, bunun ben de farkındayım ama benim aklımı çelen bir tek siz oldunuz...
Bu kısımları çabucak okudum, çünkü yarım sayfa kadar kendinden bahsetmişti. Çiftlikte yeteri derecede dinlediğimden gözlerimi yormak istemedim. Beni ilgilendiren kısma gelince yavaşladım.
... İşte böyle Yasemin Hanım'cığım, tek suçum dost bildiğim insana içimi açmak oldu. Meğer beni kıskanırmış, ne bileyim! Benim gibi saf yürekli, cesur biri; onun yaptığı gibi, adice bir hinliği nasıl düşünsün? Bu cinayetinin sebebini sorduğumda bana demesin mi, eski sevdamı unutturacak deva olmasını istedim! Nasıl üzüldüm tahmin edemezsiniz. Beni, yani, İstanbul'un ve dahi yarım dünyanın en hoş erkeğini, sizin yolunuzdan çekmek için ne basit bir cevaptı. İspanyol hatunu Nina'yı unutmak adına size yanaşmayı planlıyormuş. Başka türlü kara sevdasını söndüremezmiş. Hatta ilginizi çekebilmek adına yaptığı numaralara ne demeli! Çingenenin tekine para verip benim yerime kendini seçtirmesindeki amaç ortadadır. Düşünebiliyor musunuz? Benim gibi bir erkek dururken, kadının onu seçmesinin başka nasıl bir açıklaması olabilir? Size yalvarırım, onun alçak oyunlarına kanmayınız. Eski sevdasını unutmak adına sizi kullanmasına hala çok öfkeleniyorum, siz ne düşünürsünüz tahayyül dahi edemiyorum.
Mektup titreyen ellerimden kayıp yere doğru süzüldü. Boş gözlerle kağıdın yere serilmesini izledim, aslında tamamen boş gözler değildi, dipleri yaş dolmuştu. Akmasına izin vermeden yutkundum ve başımı geriye attım. Düşündükçe midem bulanıyordu. Şimdi yanına gittiği kadını unutmak adına benimle evlenmek istemesi bir yana; evlenmemize bu kadar yakınken yine o kadına koşması canımı yakıyordu. Bu acının nedeni gururumun kırılması da değildi, keşke öyle olsaydı...
Yatağın üstünde ne kadar oturdum bilmiyorum, sonunda doğrulduğumda tüm bedenim kasılmaktan katılaşmıştı. Boğazımda müthiş bir ağrı vardı, sanki biri iki eliyle boğazıma çökmüştü. Yerdeki kağıdı aldım, yeniden açmak istemesem de sonunu okumam gerektiğini düşünerek ölüm fermanından farkı olmayan soğuk kağıdı açtım.
Pek değerli hanımefendiciğim, gönlünüzün aslında bende olduğunu biliyorum. Sizin yerinizde ben de olsaydım, beni tercih ederdim, bu nedenle sizi ayıplayamam. İsmini yazmadığım şahsın aramızdan çekilmesiyle, babaannemi istediğiniz vakit görücü olarak göndermeye hazırım. Sakın ola, ailenizden çekinmeyiniz. Ben ikna edeceğime eminim, benim gibi bir damada hayır diyemezler, emin olun. Teklifimi kabul etmekle yüceleceğiniz kesindir, böylece küçük bir memur eskisinin zevcesi olma bahtsızlığından sizi kurtarmak isterim. Fakat kabulünüzü bir an evvel göndermenizi rica ederim, çünkü arkadaş bildiğim tilki dönmeden önce kararlarımızı büyüklere bildirmemiz elzemdir. Neme lazım, haklı vuslatımızı yanlış anlar veya mutluluğumuzu engellemeye çalışır. Dönmeden bu sorunu çözersek, benim sağlığım açısından da pek hayırlı olur. Cevabınızı büyük bir merak ve aşkla bekliyorum efendim...
Allah'a emanet olunuz.
Kulunuz ve bendeniz Behzat Suphi
Kağıdı hırsla katladım ve tam yırtmak üzereyken durakladım. Artık gözlerimdeki yaşı tutmaya çalışmayı boş vermiştim, basbayağı ağlıyordum. Öyle sesli değildi, gözyaşlarım... Kalbimden akarcasına derinden ve istemsizdi. Canım öyle acıyordu ki hıçkıramıyordum bile... İri damlalar halinde yanaklarımdan süzülürken elimde mektupla kitaplığıma yürüdüm. Salih'in bana verdiği çiçeğin kurusunu sakladığım kitabı çektim aldım. Çiçek kurusu, gözüme sahte ve ölü geliyordu. Daha birkaç saat önce özlemle okşadığım çiçeğe bakmak bile zor geliyordu ama kıyamadım. Kahretsin ki, kıyamadım. Mektubu başka bir sayfaya iliştirip kitabı yerine koydum.
Gözlerimi silerek pencereye doğru yürüdüm, açıp temiz havayı ciğerlerime doldurmaya çabaladım. Soluk almak hiç bu kadar zor olmamıştı. Kararmaya başlayan hava değil sanki benim ruhumdu. Okuduklarımın doğru olduğunu hissetmekten çok biliyordum. Salih'in bana olan ilgisizliğinin, aniden çekip gitmesinin, Hüma'nın anlattıklarının ve çingene kampında hiç utanmadan Rosa ile dans etmesinin bir beyanıydı bu okuduklarım...
Ondan daha fazla nefret edemezdim, bundan emindim. Beni daha fazla kıramazdı, bundan da emindim. İntikamdan ziyade onun da benim gibi acı çekmesini istiyordum, hatta benden çok... Bunun içinde bana yapacak tek bir şey kalıyordu. Ona başka türlü eziyet edemezdim. Gözlerimi kısarak çöken akşama doğru kendi kendime söz verdim, bir daha o suratsızın beni etkilemesine izin vermeyecektim.
Fakat bir sorun vardı. İntikam almak isterken kendimi ondan koruyabilecek kadar iradeli olabilecek miydim? Düşünce ve hislerimi ondan alabilecek miydim? Benim işim daha zordu fakat gururumu kurtarmak ve intikamın tadına varabilmem için gerekliydi.
***
Osman'ın yumruğundan son anda gerileyerek sakınan Salih nefes nefese gelecek ikinci darbeden korunmak için kollarını yukarı kaldırdı. Darbe sandığı üzere yukarıdan değil aşağıdan geldi. Bacaklarının çelinmesiyle kalçasının üstüne sertçe düşerken Osman sinirle hırladı.
''Gözünü rakibinden ayırma!''
Midesine gelen tekmeyle iki büklüm olan Salih sızlanmaktansa doğrulmak için kendini geriye attı. Görüşünü kapatan ter içindeki saçını çekerek karşısında öfkeyle ona bakan adama saldırdı. Bu sefer rol yapmayı bırakmıştı. Hızlı yumruklarından kıl payı kurtulan Osman zevke gelerek bir nara attı ve hızlı bir hareketle eğilerek yumruğunu az önce geçirdiği yere bir kez daha gömdü. Bu canını çok yakmıştı. Adam nasıl oluyorsa aynı yeri tutturuyordu ve acısını ikiye katlamasına neden oluyordu.
''İyi gidiyorsun ama yeterince iyi değil! Yeniden başlıyoruz, pozisyonunu al!''
Salih hırsla soluyarak doğruldu ve saldırı pozisyonunu aldı. Yaptıkları dövüşün hiçbir kuralı yoktu. Fark ettiği tek şey, Osman'ın kasten yüzüne darbe vurmaktan çekinmesiydi, geri kalan bedenini yoğurmaya ise hiç üşenmiyordu. Yüzüne sert darbe almadığı için, geçen hafta Osman'ın, onun yüzüne verdiği zararların çoğu iyileşmişti. Bir iki sarartı dışında dudağındaki yarık toparlanmıştı, birkaç güne ondan da iz kalmayacaktı.
Osman duruşunun aksine rahat bir tavırla ona baktı.
''Karşındakini adamakıllı dövmek istiyorsan bacaklarını kullanmalısın ama öldürmek istiyorsan tek elin dahi yeter. Nefes borusuna hızlı ve güçlü bir darbe düşmanının işini bitirmeye kafi gelecektir.'' Sonra sırıtarak ekledi. ''Tabi, yapabilirsen.''
''Ben senin gibi katil değilim.'' diye homurdandı Salih. Nefes almak gittikçe zorlaşıyordu, kaburgalarından biri veya birkaçı kırıldıysa hiç şaşırmazdı. Kırılmadıysa bile bu gidişle kırılması yakındı.
Osman gözlerini kıstı. ''Ben de katil değilim paşazade, sadece hayatta kalmaya çalışıyorum.''
Salih adama doğru atıldı, yeni bir kavga başlamıştı. Terli bedenleri, yorulmuş kaslarına rağmen bu son dövüş çok daha çetin geçiyordu. Osman, genç adamın hareketlerinin ustalaşmaya başladığını memnuniyetle izlerken giderek hırslanan öğrencisiyle gurur duyuyordu ama belli etmedi. Kendini hala gizlemeye çalıştığını anlayabiliyordu, sebebini artık az çok tahmin ettiğinden bu gizli antrenmanları fark etmemiş gibi davrandı. Bir süredir, onu salıverdiği zamanlarda gizliden aşağıya inip çalıştığını biliyordu. Bu yüzden hafta başından beridir pek üstüne gitmedi.
Yelena'nın sorgusunu yapıp kadını gönderdikten sonra Salih daha uyumlu olmuştu. Yelena'yı almaya gelen Halid'e, arabayı bir hafta sonra göndermesini söylediği için bugün köşkteki son günleriydi. Salih'in haberi yoktu. Salih'in kolunu omzundan çevirip yere fırlattıktan sonra doğruldu.
''Bu kadar yeter, karnım acıktı.''
Salih adam odadan çıkana dek yerde uzandı ve nefesini düzeltmeye çalıştı. Yediği yumruk ve tekmeleri ilk gün yeseydi ayağa kalkamazdı ama şimdi artan direnciyle kolayca doğruldu. Eliyle kaburgalarını yokladı. Sızlıyorlardı ama Osman insaf edip hiçbirini kırmamıştı. Yelena gittiğinden beri daha amansız çalışmışlardı. Salih talimlerde beceriksiz davranmaya çalıştıkça dayak yiyor veya dalga geçiliyordu. Hırsına yenik düşüp kontrolünü kaybettiğinde de, istediğinden daha iyi karşılık veriyor, Osman'ın parlayan bakışlarının hedefi oluyordu.
Saatin kaç olduğunu bilmiyordu ama geç bir vakit olduğunu tahmin etti. Sabah yediği kahvaltıdan beri durmaksızın Osman'ın işkencelerine katlanmıştı. Açlığını fazla hissetmiyordu. Hazır adam yokken raftaki bıçakları aldı ve derin bir nefes alıp hedefe atmaya başladı. Beyninde sürekli Osman'ın söyledikleri dönüyordu, kalbinde ise Yasemin'e duyduğu özlem giderek yangına dönüşmüştü.
Soluk alabildiği her dakika Yasemin'i düşünmekten yorulmaya başlamıştı. Ağır geliyordu böyle bir özlemi çekmek. Ne yapıyordu? Nasıldı? Onu düşünüyor muydu? Yoksa ona karşı olan ilgisi ve merakı azalmış mıydı? Özlemi, yüreğine yerleşen bir dikendi ve nefesini kesip canını yakıyordu. En çok da nişanlısıyla adamakıllı konuşamadan kendi ayaklarıyla bu hapse gelmek zorunda olmasına sinirleniyordu. Belirsizlik ve alıkoyulma onu temelli hırslandırdı. Sabırsızlığının hıncını hedef tahtasından aldı, ilk atış dışındaki tüm atışlarını tam ortasına fırlatmayı başardı. Eli titremeseydi onu da es geçmezdi ya neyse.
Bıçakları toplayıp temizlenmek için hamama gitti. Soğuk su dolu küçük havuza uzandı ve gözlerini kapattı. Ailesini düşündü, kaç gündür onları da habersiz bırakmıştı. Merak ettiklerine emindi ve dönüşünde azarı yiyeceğine. Açıklamayı nasıl yapacağına karar vermişti, kurulacak şirketin satın alacağı bir araziyi tetkik etmeye gittiğini söyleyecekti. Bedenindeki çürükleri görmeyeceklerinden bu yalana inanmaları zor değildi. Şirket kurulduktan sonra işten ayrılacağını çünkü sıklıkla seyahat gerektirdiğini fark ettiğini anlatacaktı. Huzursuzdu ama yapmak zorundaydı.
Hamamdan çıkmak için doğrulurken uşağın uyuklayan gözlerle ona yaklaştığını fark etti. Adamın elinde katlı duran bir kumaş yığını vardı.
''Osman Bey bunu gönderdi beyim.''
Adamın elindekilere baktı, bir takım kıyafetti. ''Teşekkür ederim Yakup, şu köşeye bırak.''
Adam dediğini yaptı tam kapıdan çıkacakken yeniden ona döndü. ''Bu arada beyim, giyindikten sonra arka bahçeye gelecekmişsiniz.''
''Osman'ın emri mi?''
''Öyle söyledi beyim.'' dedi uykusundan uyandırıldığı belli olan adam.
Adamı gönderdikten sonra havuzdan çıkıp kıyafetlerin yanına gitti. Düşündüğü gibi tam takım kıyafet, onun bedenine göreydi. Osman'ın ondan bir iki beden daha büyük olduğunu tahmin ettiğinden bu kıyafetlerin ona özel getirildiğini anladı. Demek Osman yapacağı çetin talim sonucunda onun giysisiz kalacak kadar yıpranacağını biliyordu. Peki, bu takımı şimdi neden veriyordu ki? İçine doğan umut ışığına inanamasa da sevinmekten kendini alamadı. Çabucak giyindi ve heyecanını bastırmaya çalışarak arka bahçeye doğru seğirtti.
***
Osman mutfaktaki küçük masayı dışarı çıkarttırmış, üstünü peynir, karpuz, salatadan oluşan mütevazı mezelerle donatmıştı. Üç testi de sandalyenin üstündeydi. Havaya dağılmış rakı kokusunu alınca şaşaladı. Osman bardağını ayakta dikilmiş Salih'e doğru kaldırdı.
''Ne bakıyorsun aval aval paşazade, yanaş bakalım da nasıl içiyorsun deneyelim.''
Salih üçüncü sandalyeye yürürken sofranın kurulmasının nedenini tahmin etmeye çalıştı. Son günlerde ne Edip'ten ne de teşkilat işlerinden bahsetmemişlerdi, belli ki bu sofra onu sarhoş ederek ağzından laf almak içindi. Bu taktik de işe yaramazsa Osman'ın ne yapacağını düşündü ve kaşlarını çatarak adama iyice dikkat kesildi. Sandalyeye otururken Osman uzanıp bardağına rakıyı yarısına kadar doldurdu ve diğer testiye uzandı.
''Su istemem.'' dedi Salih adama bakmaya devam ederek. ''Bunun sebebi ne?''
"İçmek için sebep mi arayacağım? Hiç yapmadığım bir faaliyet." Osman bir haftalık sakalını sıvazladı ve sırıttı. ''Tek başına içmek istemedim, keder yapar. Aşk acısı çekmiyorum ki tek başıma kederleneyim. Seni yoldaş olasın diye çağırdım ama görünüşe göre erken devrileceksin. Susuz rakı içecek bir tip değilsin sen.''
Salih adamın lafına gelmedi, onun yerine alaycı bakışlarına soğuk bir gülümsemeyle cevap verdi. Osman kadehinde kalan rakıyı kafasına diktikten sonra kadehi masaya bıraktı. Arkadaşıyla sohbet eder bir havayla sordu.
''Edip seni ne ile tehdit etti?''
''Tehdit ettiğini nereden çıkardın?'' dedi Salih. Osman'ın doğrudan konuya girmesine şaşırmıştı.
Mezelerden atıştıran Osman gayet rahat konuştu. ''Kaç haftadır seni izliyorum Salih, bu işe gönüllü girmediğin çok açık. Unvan veya parayla ilgilenen biri de değilsin. Eziyetlerime rağmen pes etmeyip kendini saklamaya çalıştığının da farkındayım. En çabuk yoldan bu işten sıyrılmaya çalıştığın çok açık. Ben aptal biri değilim, sen ne kadar öyle görsen de.''
''Aptal olmadığını biliyorum. Tam tersi fazlasıyla zeki ve kurnazsın.'' dedi Salih boş midesinin çığlıklarını susturmak için çatalını eline aldı. ''Sen de Edip Nuri'nin emrine girmeyecek birine benziyorsun ama hale bak, onun için çalışmana engel değil.''
Osman keyifle güldü. ''Aslında seni şuracıkta öldürmem gerek. Böylece benim için tehlike olmaktan çıkarsın.''
''Yapmana mani olan şey ne?''
''Mani olan şey, senden hoşlanmam.'' dedi Osman hiç gocunmadan. ''Edip'e olan bağlılığının sebebi pek umurumda değil aslında. Ve istesem seni bu bağlılıktan kolayca azat edebilirim ama o herifin ipliğini pazara çıkarmadan bunu yapmayacağım. Sen de bana yardım edeceksin.''
Rakıdan bir yudum aldı. Buz gibi meret boğazını yakarken kendini daha iyi hissetmişti. ''Kimseye yardım etme yükümlülüğüm yok.''
Osman masanın üstüne doğru eğildi. ''Fark ettin mi bilmiyorum, emirlerime karşı koyman sonucu değiştirmiyor. Eninde sonunda benim dediklerimi yapmak zorunda kalıyorsun. Yokuşa sürmek benim canımı sıkıyor ve benim canımı sıkanın kıymetli canı daha çok yanıyor.''
Adamın nasıl bir karakteri vardı böyle! Baskısı derinden geliyor ve insanı rahatsız hissettiriyordu. Boşa tehdit etmediğini artık anladığından son lafına karşı çıkmadı. Onun yerine adamın bakışlarına aynı şekilde karşılık vererek konuştu.
''Zaten hayatımı alt üst ettin, daha fazla ne yapabilirsin? Bu ıssız yere hapsedilmekten hoşlandığımı mı sanıyorsun, ya da günlerdir süren saçma talimlerinden? Seninle işbirliği yapmak zorunda değilim.''
Osman başını düşünceli bir tavırla salladı. Elini cebine attı ve bir kağıt parçası çıkarıp Salih'in önüne attı. Salih soran gözlerle ona bakınca sandalyesinin arkasına yaslanıp eliyle kağıdı işaret etti.
''Aç, oku.'' dedi alaycı bir tavırla. ''Bu not sanaydı.''
Salih kaşlarını çatarak yıpranmış kağıdı aldı ve açtı. Kağıtta yazanları iki defa okudu ve bakışlarını Osman'ın taşa dönüşmüş yüzüne doğru kaldırdı. Osman bakışlarından yansıyan soğuk bir sesle konuştu.
''Hala aynı fikirde misin?''
Başını yeniden kağıda doğru eğdi ve bir kez daha yazılanları okudu.
Salih Hüsnü'ye,
Bunu okuduğuna göre hala ölmemişsindir. Sanırım işin ciddiyetini anladın. Çocuk oyuncağı değil. Kendine gelip bana gereken saygıyı göstermezsen Osman'ın yaptıklarından beterini ben sana yaşatırım. Bu cezayı tek başına değil ailenle birlikte çekeceğine de emin olabilirsin. Sakın ağzından bir şey kaçırma, kaçırdıysan Yelena aracılığı ile bana haber et, çaresini düşünelim.
E.N.
''Çaresi ne olabilir?'' dedi Osman dudağını bükerek.
Adamdaki rahatlığa bakılırsa çare onun cezalandırılmasıydı. Ağzından kaçıracağını düşündüğü şey de Pierre'nin verdiği eğitim olsa gerekti. Edip Nuri madem Osman denen adamdan bu denli çekiniyordu neden onu teşkilata sokmuştu? Ne saçma bir işin ortasına düşmüştü böyle? Kağıdı masaya bıraktı ve Osman'a bakarak sakince sordu.
''Sen kimsin?''
Osman cevap vermekte acele etmedi. Kendine bir kadeh rakı doldurdu, onun rakısını da tamamladı. Büyük bir yudum alarak yutkundu. Üstüne bir parça peyniri de gönderdikten sonra nihayet ona cevap verdi.
''Hayaletim''
''Adın ne?'' dedi ısrarla.
''Osman''
''Başka?''
''Sadece Osman'' dedi sonra burnunu kırıştırarak ekledi. ''Bazıları Deli Osman der ama ben takılan lakabı pek benimseyemedim. Hoş bir yakıştırma değil.''
''Soyun sopun yok mu senin?''
Masaya yumruğunu vuran Osman birden patladı.
''Sana ne lan benim soyumdan sopumdan! Yüz verdik astarını istiyorsun! Sana beter bir bokun içine battığını söylüyorum, sense nüfus memurluğu yapmaya çalışıyorsun! Bre şaşkın adam! Kimlerle uğraşıyorum!''
Salih Osman'ın öfkesi karşısında sakin durdu. Sorusunun adamı bu denli öfkelendirmesinin sebebi her neyse, Osman'ın tek zayıf noktasının bu olduğu belliydi. Adamın çatılmış kaşlarına ve gözlerinin akına dek kızarmış yüzüne baktı. Sıktığı yumruk hala masanın üstündeydi ve derisinin altından geçen damarların her biri belliydi. Dudakları titreyen Osman sinirle doğruldu ve rakı testisine sarıldı.
''Memeden yenice ayrılmış veletleri adam etmek bana mı düştü lan! Çök tepesine, al ağzında ne varsa!'' Dönüp yanan bakışlarını Salih'e dikti. ''İstediğim her şeyi Edip'ten de alırdım ama onu işkillendirmek istemiyordum. Bana başka çare bırakmadın. Sana son bir iyilik yapacağım, eve döndüğünde ailenle helalleş. Çünkü bir sonraki sabahı görmeyeceksin.''
Osman sinirle ayağa kalktı. Salih'in aklı tehdit yüzünden değil ama adamın tavrı yüzünden karışmıştı. Ayaklanıp Osman'ın önüne geçti.
''Senin planın ne?''
Öfkeli bakışlar onu ürpertecek kadar yoğundu. Karşısında durmaya nasıl cesaret ettiğini düşündü, Osman'ın vaat ettiği sabahı yakınlaştırdığını da. Osman elindeki kulplu testiyi havaya kaldırdı.
''Şunu bitirmek.'' dedi duygudan arınmış bir sesle.
Salih hafifçe sırıttı. ''Tek başına içenler hakkında söylediğini unutmadım.''
Osman'ın öfkeli bakışları birkaç saniye daha yatışmadı, sonra başını geriye atarak güldü. Boynunu çevirerek yeniden Salih'e baktığında öfkesinden eser kalmamıştı.
''Sende şeytan tüyü var çocuk, geç otur ve söyleyeceklerimi iyi dinle.''
İki adam yeniden masanın etrafına geçtiler. Salih kadehleri tazelerken Osman anlatmaya başladı.
''Edip iki sene öncesine kadar saray kapısında çalışan, beş parasız gezen bir memurdu. Ne iş yaptığı bile belli değildi, sonra memurluktan ayrıldı ve yaklaşık dört beş ay ortadan kayboldu. Yeniden ortaya çıktığında paralanmış ve yüksek makamlarda dost sahibi olmuştu. Dil bilmez Edip'in yurtdışında birkaç yerde görüldüğünü öğrendim ama kimse oralarda ne ettiğini bilmiyordu. Yaklaşık iki ay önce Hapishane-i Umumiye'ye bir adam getirildi. Gemide yakalanmış bir kaçak olduğu söyleniyordu ama ben o adamın kaçak olmadığını biliyorum. Kısa bir süre sohbet etme şansım oldu, gardiyanlar ahbabım olur. Adam hakkında malumat almak zor olmadı. Gerçi adam pek konuşkan değildi ama benden zarar gelmeyeceğini düşündüğünden havadan sudan konuştu. Adamda birkaç tuhaflık ilgimi çekti; birincisi, adam Türk olmasına rağmen sınırdan doğruca geçmek yerine, İtalyan bandralı bir gemiyle kaçak olarak ülkeye girmeye çalışmıştı. İkincisi; konuşma şekli kibar bir dili vardı, kesinlikle pis bir gemiye sığınacak birine benzemiyordu. Üçüncüsü; adam çok korkuyordu, yargılanmak değil, cezası çoktan verilmiş bir suç işlemişti. Ölüm riskini göze alıp geldiğini laflarının arasından çekebildim. Sence; bir adam, ceza alabileceği bir ülkeye neden kaçak olarak girmeye çalışır?''
Salih adamın dediklerini bir an düşündü. ''Ülkeye gelmesi yasaktı ama başka çaresi yoktu. Geçiş yapacak desem pek tutarlı değil. Normal bir adam uzun yol olsa da, sağlıklı yolu seçerdi. Belki bir şey taşıyordu ve bilinmesini kesinlikle istemiyordu. Belki biriyle buluşacaktı ve çıkış ülkesinin haberi olmamasıyla birlikte bizimde haberimizin olmasını istemiyordu.''
Osman gözlerini kıstı ve yarım ağızla sırıttı. ''Bende bunu merak ettim ama öğrenmek kısmet olmadı. Gecenin bir yarısı onu başka yere götürdüler, sonra öğrendim ki hücresinde kendini öldürmüş. Hem de taş duvara kafasını defalarca vurarak...''
''Kafasını duvara mı vurmuş?''
''Evet'' dedi Osman başını sallayarak. ''Kafatası parçalanana dek defalarca vurmuş.''
''Saçmalık''
''Neden?'' dedi sahte bir hayretle.
''Onun korktuğunu söylemiştin, korkan biri kendini öldürmez. Ya da bu şekilde öldürmez.''
Onun cevabından memnun olan Osman elindeki kadehi sallayarak geriye kaykıldı.
''Her neyse adam sonuçta eşek cennetini boylamış. Bir hafta sonra bir tanıdığımdan Edip'in, o sıralarda Hariciye Nazırlığı ve saray etrafında dolandığını işittim. Hapishaneye döndüğümde gardiyanlardan biri, kendini öldüren adamın taşınması için yüksek bir makamdan emir geldiğini söyledi ama kim olduğunu bilmiyormuş. Ölmeden bir saat öncesinde de nedense tüm gardiyanlar, yoklama için toplanmış. Gecenin o vaktinde! Konuştuğum gardiyan toplanmadan önce, o herifin hücresini ziyaret eden iki adam olduğunu söyledi. Adamların yüzünü görememişler, hastaymış gibi ikisinin de yüzü peçeliymiş ama bana tiplerini tarif etti. Birini tanımamak olanaksız, Edip'ten başkası olamaz. Adam duruşuyla bile on köy öteden anlaşılır. Diğeri uzunca boyluymuş ama Edip kadar zayıf değilmiş. Seni ilk gördüğümde diğer adam olduğunu düşündüm ama beceriksizliğini görünce yeni olduğunu anladım. Gardiyan Edip'in siyah bir at arabasıyla bir dakika sonra aceleyle ayrıldığını görmüş. Sabahın köründe de adamın cesedini bulmuşlar.''
Rakıdan dolayı sıcak basan Osman, gömleğinin yakasını ferahlamak için araladı. ''Bu ne sıcak lan! Önceden bu kadar sıcak olmazdı, rüzgarın nerede?'' diye aniden bağırdı.
Salih tüm dikkatiyle adamı dinlerken Osman'ın isyanıyla boş bulunup irkildi. Sonrasında nefeslenip kendini toplamak için saçlarını geriye sıvazladı. Adamın normal olmadığı lakabından belliydi. Deli Osman.
''Edip'in o kaçağı öldürttüğünü düşünüyorsun?'' dedi Salih sıcaklık konusunda ona hak vererek ceketini üzerinden sıyırdı.
''Öldürtmek çok yerinde bir tanımlama oldu aferin paşazade. Edip o herifin kafasını parçalayacak karakterde değil, başkasına yaptırdı, yanında getirdiği katiline.''
''Senin ne işin vardı hapishanede, gardiyan olduğunu sanmıyorum. Hafiye filan mısın?''
Osman sırıttı. ''Hafiye mi? O kadar basit değil bu işler paşazade. Ben de hafiyelik yapacak göz var mı? Sadece düzenli aralıklarla hapishaneyi ziyaret ederim. Her türlü insanla karşılaşırsın orada ve değme hafiyelerin öğrenemeyeceği pisliği öğrenirsin. Ama sana tavsiye etmem, daha ilk dakika siker atarlar seni.''
Salih sinirli bir nefes aldı. Adamın bu tarz küçümseyici aşağılamalarına, sinik davranarak o mahal vermişti ama iyice dokunmaya başlamıştı. Osman ondaki huzursuzluğu sezdi ve gözlerini ona dikerek rahatsızlık kazanına bir odun daha atmak için konuştu.
''Ne oldu lafıma bozuldun mu küçük bey? Kız gibisin lan, façanı biraz düzeltmek gerek, yoksa kıçında sıraya girerler. Zaman çok kötü, benden söylemesi...''
''Canımı sıkma, içtikçe sapıtıyorsun.''
Osman gür bir kahkaha attı ve elini tahta masaya vurdu. ''Korkma be! Hapse düşersen koğuşa atılmadan seni çıkartırım. Herhangi bir gardiyana adımı söyle yeter.''
''Hapse düşmem dert etme.''
''Belki benim gibi arada isteyerek girersin.'' dedi Osman alaycı bir tavra bürünerek. ''Teşkilatta ne iş yapacağını kestiremedim senin ama Edip beni gözden çıkardığında yerime geçersen mahkumların kirli bilgilerine ihtiyaç duyabilirsin.''
''Teşkilat dediğiniz bu safsatada fazla vakit geçirmeye niyetim yok. Ayrıca Edip'in seni gözden çıkarmak isteyeceğini neden düşündün?''
Osman omzunu silkti. ''Yapacaklarımdan sonra çaresi kalmayacak. Denemesi muhtemeldir.''
Kafası karışan Salih dirseklerini masaya koydu ve adama doğru eğildi. ''Söylediklerin doğruysa; Edip'in seni öldüreceğini bile bile neden onun teşkilatına girdin? Seni zorladı mı?''
''Beni zorlamak mı? Haddimi o piçin! Bana geleceğini biliyordum. Onun teşkilatı dediğin şey de bizzat onun eseri değil. Edip bir gölge oyuncusu ve onu oynatan sopa başkasının elinde! Ben asıl oynatıcıyı bulma niyetindeyim, bu yüzden Edip'in teklifini kabul ettim.''
''Sence Edip ne çeviriyor?'' dedi inanmaz bir bakışla.
Osman devirdiği kadehlere rağmen sarhoşluğun uğramadığı zihninin parlaklığıyla gözleri ışıldadı. Konuşmadan önce Salih'in aklını okumaya çalışırcasına süzdü. Sonra tok bir sesle konuştu.
''Çevirdiği her neyse milletimizin başına bela olacağı muhakkak, ben de bunu engellemeye çalışıyorum.''
Salih odasına çekildiğinde hala adamın anlattıklarını düşünüyordu. Osman anlattıkları bitince konuşmayı kesmiş ve testiyi bitirene dek sadece içmiş, yemişti. Onun sorduğu bir iki soruya da cevap vermeyince Salih de sessizce kadehini bitirmiş ve odasına çıkmıştı.
Zorla katıldığı bu teşkilatın saray tarafından desteklendiğini biliyordu ve saray neden milletin zararına bir örgüt kurmak istesin bunu anlayamıyordu? Yine de Osman'ın anlattıkları bir şekilde onun mantığına uyuyordu. Pek tanımadığı bu adam hayal veya değil, ona ne varsa anlatmıştı. Anlattıklarına inandığı yüzünden belliydi. Ya da Osman çok iyi bir oyuncuydu ve Salih'i deniyordu. Her türlüsü içinde bulunduğu duruma uyuyordu. Bu nedenle kendi içgüdülerini dinleyip dikkatli olmak en iyisiydi.
Pijamasının altını giyerek yatağa uzandı. Alkol, yorgunluk, zihin karışıklığı ve belirsizliğin onu uykusuz bırakacağını düşünüyordu ama onu bir süre uyutmayan açık pencereden burnuna gelen tatlı bir kokuydu. Derin bir nefes aldı, yanılmıyordu. Hemen doğrulup açık pencereye yöneldi.
Karanlık ormana dikkatlice baktı. Görememişti ama kokusunu alıyordu. Derin nefeslerle içine çekti. Gecenin yumuşak kanatlarına takılmış, tatlı bir yasemin kokusu odasına dek uzanıyordu. Gözlerini kapattı ve istemsizce gülümsedi. Sarhoş olmuş ve kokuyu hayal ediyor da olabilirdi ama bu zihin bulanıklığı, aldığı zevkin tadını çıkarmasına engel değildi. Gül kokulu Yasemin'in özlemi, isim aldığı çiçeğin kokusuyla kalbinde canlandı. Yavaşça dudakları aralandı ve ta gönlünün derinlerinden kopan yanan bir nidayla fısıldadı.
''Yasemin.''
Fısıltısı aniden çıkan rüzgara karıştı ve karanlık semada dolanarak İstanbul'un kalbine doğru ilerledi. Bahçeli, büyük bir konağın aralı penceresinden içeri girdi. Sıkıntılı bir ruh azabıyla uyumaya çalışan genç bir kızın kulağına süzüldü. Genç kızın kasılmış yüz hatları gevşedi ve huzur tüm bedenine yayıldı. Ruhuna hakim olan sevdasının hayalini görmek için uykuya dalmak üzereyken gül renkli dudakları aralandı. Tatlı bir fısıltıyla, ismini dillendiren genç adama özlemini ilan etti.
''Salih''
***
Sabahın erken vaktinde uyanan Yasemin, gönlündeki hafiflemenin sebebini bir türlü çözemiyordu. Dün gece kaç gündür uyumadığı kadar rahat uyumuştu, hatta rüya görmüştü ama hatırlamıyordu. Rüyanın onu mutlu ettiğini anımsıyordu o kadar. İçindeki bu ferahlığı iyiye yordu ve abdest alıp namazını kıldı.
Heyecanı kahvaltıda da sürdü, suratını asmasına alışmış ev halkı, ondaki bu güzel gelişmeyi görünce mutlu oldular. Sanki bir şeyler düzelmişti ama sebebini anlayamamışlardı. Yasemin uyandığından beri, her günkü gibi Salih'i düşünmesine rağmen eski öfkesini içinde bulamıyordu. Bir an için onu unuttuğunu sanmıştı ama bu başka bir şeydi. Karşısında görüverecekmiş gibi, sanki şu anda yanındaymış gibi heyecanlanıyordu.
Umutlu hali, öğleden sonra Hüma'nın gelmesiyle daha da güçlendi. Bir yandan da kendine kızıyordu. Kaç gündür ona cehennem azabı yaşatan bu adam neden bu kadar çok aklına geliyordu? Sesli olarak itiraf etmiyordu ama genç adam, yaptığı onca rezillikten sonra yine de aklını çelmeyi başarıyordu. Bu farkındalık da verdiği karara bir şekilde sarılmasına neden oluyordu.
Hüma'nın geldiğini duyunca onu karşılamak için sahanlığa inerken genç kızın hızlı adımlarla ona doğru geldiğini gördü. Yüzündeki müthiş neşeyi görünce yüreği yerinden oynadı ve ayakları taş kesilip olduğu yerde kaldı. Hüma ona sarılmadan önce sevincinin sebebini ilan etti.
''Ablacığım, ağabeyim dönmüş!''
Yasemin kollarını kaldırıp kıza sarılamadı bile. Ne tepki vereceğini bilemeden öylece kaldı. Hüma onu bir odaya çekerken konuşmaya devam etti.
''Ben daha görmedim, yalıya inmiş. İyi olduğunun, İstanbul'a vardığının haberini gönderdi bir saat önce. Annem şimdi yanına gidiyor, ben de sana haber vermek için yanına geldim.''
Hüma onu bir divana oturttu ve hemen yanına ilişti. ''Öyle mutluyum ki! Avrupa'da olduğunu sanıyorduk ama orada değilmiş şükürler olsun. Yalıya neden indi acaba?'' dedi omzunu silkti. ''Aman neyse geri döndü ya, gerisi teferruat!''
Hüma susup karşısında boş gözlerle oturan Yasemin'e baktı. ''Bir şey söylemeyecek misin Yasemin abla?''
Yasemin irkildi. Sabahtan beri hissettiği mutluluğun sebebinin gerçekten de Salih olmasına inanamıyordu. Onun dönüşünü anlamasına imkan yoktu. Hüma'ya tepki vermesi gerektiğinden öylesine konuştu.
''Gözünüz aydın.''
''Abla, iyi misin sen?'' dedi Hüma şaşırarak. ''Avrupa'ya hiç gitmemiş ve erken döndü diyorum; sense gözünüz aydın diyorsun.''
''Daha ne diyeyim Hüma?''
Hüma dargınca yüzünü eğdi. ''Birazcık sevinsen de olurdu.''
Yasemin içinde kopan fırtınayı kıza belli etmemek için gülümsedi. ''Sevindim canım, sevinmez miyim?''
Hüma, Yasemin' in gergin ve şaşırmış halini fazla kurcalamadı, belki rahatsız olabilirdi. Çünkü yüzü kireç gibi beyazdı ama yanakları, alev almışçasına kırmızılaşmıştı. Yengesini yormamak için de pek durmadı, zaten ağabeyini de özlemişti. İkinci çayını da hızlıca içip Yasemin ile vedalaştı ve yalıya doğru yola çıktı. Yasemin ise ne düşüneceğini bilemez halde hem kendine sinirli, hem de Salih'e sinirli, kimseye bir şey demeden odasına geçti.
Salih'e o kadar kızgınken neden onu düşündüğünde kalbi bu denli hızlı atıyor ve bedenini heyecan sarıyordu ki? Ne çetin bir şeydi bu böyle! Hastalık mıydı? Şaşkınlık mıydı? Kendi kendine ondan nefret ettiğini söylemesi de işe yaramıyordu. Her şeyin fazlası tersini doğuruyordu anlaşılan... Salih'ten çok fazla mı nefret etmişti? İçine düştüğü bu kapandan nasıl sıyrılacaktı?
Odanın ortasında durdu ve kitaplığına doğru baktı. Ciltli kitabın arasında duran iki nesnenin biri sonsuz acı demekti, diğeri tadına doyamadığı bir sevda umuduydu... Zavallı genç kalbi, her tarafı kızgın demirlerle kısıtlanmış bir arafa düşmüştü, hangi yana gideceğini bilemez halde Salih denen zalim meleğin yardımına muhtaçtı. Hiç gelmeyeceğini iyi bildiği yardımına...
***
Salih annesinin ısrarcı elini kibarca iterek söylendi.
''İyiyim ben anne! Gördüğün hasardan başka hasarım yok!''
Sema Hanım oğlunun yüzündeki geçmek üzere olan bereleri gördüğünden beri zihnini panik sarmıştı, bir türlü teskin olmuyordu.
''A benim düşüncesiz oğlum, başına kaza geldi madem neden hemen dönmedin?'' dedi çenesindeki sarartıya bakmaya çalışırken. ''Dur beş dakika yerinde Salih! Şu yarana bakayım, ne tuhaf çarpmışsın yüzünü öyle. Gören de dayak yedin sanır.''
Salih oflayarak ayaklandı. Annesi vücudundaki diğer yaraları görse ne yapardı acaba? Bir iki sarartıya kıyametleri koparmıştı. Ayak bileği hala acıyordu ama belli etmemek için düzgün yürümeye çalışarak annesinin baskısından uzaklaştı.
''Anne! Bu yüzden konağa gelmemiştim ama sen döndüğümü haber verdiğime dahi pişman ettin! Bir nefes alayım.''
Sema Hanım kaşlarını çattı, dudaklarını sıktı. Küskünce yerine oturdu. Salih yan gözle nazlı ve kızgın bir ifadeyle oturan kadına baktı, kıyamadı. Annesine yaklaşırken yumuşak bir sesle konuştu.
''Annem, bak, bir şeyim yok benim. Küçük bir kazaydı zaten, büyütmeye gerek yok. Tekerleğin dingili yerinden oynayınca araba sarsıldı, ben de koltuğun arasına düştüm. Arabada uyunmayacağını anlamış oldum böylece. Suratını asma sen, annelerin güzeli.''
Sema Hanım ona sarılan oğluna az biraz daha nazlanıp gülümser. ''Kaç gündür meraktan öldük öldük dirildik Salih'im. Sen de böyle habersiz bırakma bizi. Allah korusun, başına bir şey gelir diye kaç gece uyku uyuyamadık babanla.''
"Üzgünüm annem, bir daha olmaz."
Salih annesinin alnından öptü ve geriye çekildi. Sormakla sormamak arasında gidip geldikten sonra dayanamadı.
''Sadık Muhsin Beyler nasıllar?''
Sema hınzır bir bakışla oğlunun yaralı ama utangaç çehresini süzdü. Asıl derdinin kim olduğunu iyi biliyordu. Omzunu silkti.
''Afiyetteler...''
Salih kaşlarının altından annesine baktı, devam etmesi için. Anlamazlığa gelen Sema Hanım başındaki tül örtüyü düzeltmeye koyulunca sabırsızca nefeslendi. Doğrudan sormak niyetiyle ağzını açmıştı ki odaya pat diye giren Hüma yüzünden lafı ağzında kaldı.
''Ağabeyciğim!''
Kardeşini karşılayan Salih, annesine yaptığı açıklamaları Hüma'nın endişeli bakışları karşısında tekrarladı. İşin aslını bilselerdi ikisi de olduğu yerde yığılır kalırlardı, buna emindi. Şu işten bir an önce hayırlısıyla sıyrılıp eski normal hayatına dönmek için içinden dua ederken, nasıl yapacağı hakkında en ufak bir fikri yoktu.
Yalıda kalan üç hizmetliyi, sofra kurulması için aramaya giden Sema Hanım odadan çıkınca; Salih, hemen Hüma'yı karşısına aldı.
''Yasemin Hanım nasıl?''
Hüma ne diyeceğini bilemez halde kıvrandı. ''İyi...''
''İyi mi? Allah'a şükür ama başka bir havadis yok mu Hüma? Yokluğumu nasıl karşıladı?''
''Düğün telaşı vardı ağabey, kızcağız uğraşmaktan...''
''Uğraştığı düğün benim de düğünümdü.'' Soluklandı. Hüma'nın tepkisine göre; Yasemin damadın yokluğuyla ilgilenmekten çok, düğünün şatafatıyla uğraşmayı yeğlemişti. Bu kız hiç onu düşünmüyor muydu? Canı sıkkın homurdandı. ''Beni hiç sormadı mı?''
''Sordu tabi ama ne diyelim, iş için gitti dedik. Tek bildiğimiz buydu.''
Hüma son patavatsızlığından bahsedip bahsetmemeyi hızlıca düşündü. Yasemin durgun bir tavırla karşılamıştı, sonra da pek üstünde durmamıştı. Belki önemsememişti, sonuçta o geçmiş bir sevdaydı. Bir daha dillendirip o kara kedinin ağabeyi ile Yasemin'in arasına girmesinden korkarak ağzını kapalı tutmaya karar verdi.
''Sen anlatsana, Bursa nasıldı?''
Salih, Bursa'nın nesini anlatsın? Gidip görmediği yeri kısaca hayal ederek anlattı, zaten canı sıkılmıştı. Yorgun olduğunu söyleyip yemek yemeden odasına çekildi. Akşama konağa döneceklerdi ama yalıyı hazırlatmaya karar vermişti. Yasemin ile evlenince konakta değil, yalıda yaşamak istiyordu. Bu kararını genç kıza söylemek için de sabırsızlanıyordu ama şu yüzündeki ufak tefek sarartının geçmesi için bir gün daha hasrete katlanacaktı.
Akşamüstü konağa vardıklarında Salih'i bekleyen başka bir haber vardı. Çoktan unutmuş olduğu bir haber... Odasına geçmeden kahyanın uzattığı iyice katlanmış kağıdı aldı ve açarak odasına yollandı. Kısa bir mektuptu ve katledilen eski amiri Kamil Talat Bey'in evinden geliyordu. Nermin Kamil Hanım'ın özel hizmetlisi Lamia tarafından gönderilen notta, kayıp olan ziynet eşyalarının listesi vardı. Değerli oldukları açık olan ziynet eşyaları içinde taşlı broş ve zümrüt kolye daha çok dikkatini çekti, diğerleri sıradan altın bilezik ve yüzüklerden oluşuyordu. Kolye ve broşu aklına yazarak araştırma için sarrafları gezmeye karar verdi, kağıdı katlayıp çekmecesinin en altına yerleştirdi. İçinden bir ses, bu bilginin önemli olduğunu fısıldıyordu.
Yemekte aynı sorgu babası tarafından tekrarlandı fakat bu sefer oldukça sertti. Babasına işini danışmanlık olarak açıklasa da kurt paşanın gözünden sakladığı bir şeyler olduğu kaçmadı. Salih, babasının sezdiği karmaşayı fark etti fakat elinden gelen buydu. Söylediklerini bir papağan gibi tekrarlamaktan başka bir şey yapmadı. Yalıda oturma fikrini babasına açtığında olumlu karşılandı, zaten babası da genç çiftin rahatı için yalıyı hazırlamayı önceden teklif etmişti. Biraz bakımdan sonra taşınabileceklerdi.
En zorundan kurtulduğunu sanıyordu ama henüz Yasemin'in aklını kavuran cehennemi tatmamıştı. Kızın ilgisiz olduğu haberi canını sıkmıştı sıkmasına; başına gelecekleri bilseydi, keşke umursamasaydı derdi. Bu bilgi eksikliğiyle, odasına geçti.
Aynada kendine baktı. On beş gün önceki delikanlıyla arasında farklılıklar olduğunu sadece biz değil; o da, anlayabiliyordu, görebiliyordu. Hala zayıftı fakat dinçleşmiş ve güçlenmişti. Bedenindeki kaslar daha biçimlenmişti. Yüz ifadesi bir parça keskinleşmiş; gözlerinde, umut ve hissettiği güzelliklerin yol açtığı hoş bir parlaklık peyda olmuştu.
Yüzüne düşen saçı geriye attı. Acaba Yasemin onu beğeniyor muydu? İlk defa bir genç kızın onu beğenmesini istediğini fark etti. Şimdiye kadar Yasemin'in bakışlarında masum bir ilgi dışında bir ifadeye rastlamamıştı ama mektup yazdıracak kadar beğenisini kazandıysa... İç geçirdi ve başını sallayarak balkona doğru yürüdü.
Sıkıntısının nedenini bağlayacak onu teskin eden bir bahanesi yoktu. Aynı şehirdeydiler, aynı havayı soluyorlardı ama henüz nişanlısını görme şerefine nail olamamıştı. Başını saran belalardan kurtulamadığı takdirde Yasemin'i de tehlikeye atması olasıydı. Yine de genç kızdan vaz geçecek cesareti yoktu. Bencilce bir davranıştı belki de, başka türlüsü de elinden gelmiyordu. Yapabileceği tek şey vardı. Hayatı pahasına da olsa, zümrüt gözlü çiçeğini bu karmaşadan uzak tutmalıydı.
Gece devrilip sabah oldu. Güneş, ölümlü gözleri kamaştıran parlaklığını boğazın safir renkli sularının üzerine serdi. Gün her günkü heyecanıyla başlarken, şehirde yaşayan insanlar bu güzelliklerden bihaber iş telaşlarına düşüp yollara döküldüler. Başlarını kaldırmadan ceplerini doldurma kaygısıyla günün değerli saatlerini birer birer harcamaya devam ettiler.
Vakit öğleyi gösterirken genç bir adam Sadık Muhsin Bey'in nazırlıktaki odasından çıkmış, gönül rahatlığıyla konaklarına doğru yollanmıştı. Müstakbel kayınbabasına açıklamalarını yaptığı içindi bu rahatlığı, fakat konağa yaklaştıkça heyecandan sıcaklamaya ve nefesi kesilmeye başladı. Çünkü az sonra kaç gündür yüzüne ve sesine hasret kaldığı genç kızı görecekti.
Konağın bahçe kapısına doğru yürürken tanıdık bir sima gözüne çarptı. Kararsızca kapının önünde dolanan bu vakitsiz mart kedisi, arkadaşı Behzat'tan başkası değildi. Hiç sezdirmeden ona yaklaştı, yaklaştıkça da heyecanı sinire dönüştü. Nişanlısının evinin önünde bu herifin işi neydi? Hem de haber beklercesine dalgın ve bakışları kapıda olduğu halde kararsız...
Behzat'ın neden orada olduğu bizce malum, yazdığı muhbir aşk mektubunun cevabını alma umuduyla, Yasemin ile görüşme talep etmeyi düşünüyordu. Genç adam aldığı bu çapkınlık yenilgisiyle öyle sarsılmıştı ki, gözü ne gururunu görüyordu ne de çıkacak dedikoduları. Kaçan kovalanırmış lafına çok iyi bir örnek olduğunun farkında olmaksızın, tek derdi bu çetin arenada Salih'e yenilmemekti. Yasemin'den yana en ufak bir ilgi alsa, kendini naza çekeceğini tahmin etse de, arzulanan olmak için yapamayacağı şey yoktu. Hazır rakipte ortada yokken ve az zamanı kalmışken tüm kozlarını oynamak niyetindeydi. Bu nedenle iki dirhem bir çekirdek, konağın kapısında nöbetteydi.
***
Behzat tam kendini belli etmek için kapıya yönelmişti ki ardında hiç beklemediği sesi duyunca yerinden zıpladı. Elindeki baston titreyen parmaklarından fırladı. Beti, benzi kolalı gömleğinin kaliteli kumaşı gibi bembeyaz kesilerek sesin sahibine doğru döndü.
''Hayrola Behzat!''
Behzat şaşkınca, karşısında duran kötü bakışlı hayalete baktı. Şimdi sırası mıydı? Yana düşen fesini düzelterek arkadaş bildiği adama gülümsemeye çalıştı.
''Ödümü kopardın Salih, senin ne işin var burada?''
''Ben de tam bu soruyu sana soracaktım, iyi oldu. Ne işin var Yasemin Hanım'ın kapısında?''
Behzat vakit kazanmak için düşen bastonuna eğildi. Düşünebilseydi hemen bir cevap bulabilirdi ama müthiş aklı yaşadığı şaşkınlıkla felç olmuş, gıdım çalışmıyordu. Yasemin'in kapısına neden gelmişti? Doğruyu söyleyemeyeceği muhakkaktı fakat sinsilikte birinci Salih'e nasıl bir yalan söylemesi gerekiyordu?
Sinirliydi ama sakin durmaya çalıştı. Behzat gergince bastonunu aldı ve onun yüzüne bakmaksızın doğruldu. Suçüstü yakalanmış gibi tedirgin ve korkakça yutkunup etrafa bakınan adamdan gözlerini ayırmayan Salih, adamın üstüne yürümemek için kendini zor tutuyordu. Soğuk bir sesle yeniden konuştu.
''Söylesene be adam! Ne geziyorsun konağın önünde?''
Behzat irkildi ve şaşkın bakışlarını ona çevirdi. Gözleri cam gibi olmuştu ve irileşmişti. Salih'i ilk defa görüyor gibi baktı, baktı, sonra konuştu.
''Sana ne olmuş arkadaşım? Ne bu hal?''
''Benim halim senin üstüne vazife değil Behzat, sabrımı taşırmadan soruma cevap ver!''
Behzat kuruyan dudaklarını yaladı, bakışları yeri tararken aniden başını kaldırıp soruyu cevapladı. ''Aman be Salih! Seni sormak için nişanlının evine gelmiştim ama birden karşımda görünce aklım gitti, anca yerine geldi. Ne işim olacak, nerelere kaybolduğunu öğrenmeye çalışıyordum. Başında bir bela varsa yardımcı olmak için...''
''Bunu babama da sorabilirdin'' dedi sert ve inanmamış bir tonda. ''Nişanlımla o kadar samimi olmaman icap ederken, yokluğumda evinin önünde dolaşman hiç hoş değil.''
''Aşk olsun Salih, bende seni modern bir erkek bilirdim ama neyse... Seninkilere sordum ama bir şeycik öğrenemedim. Belki Yasemin Hanım'a söylemişsindir diye denemek istedim. Seni düşünende kabahat! Arkadaşlık ediyoruz tersleniyoruz, gücenmeme ramak kaldı bilesin.''
''Ben çoktan gücendim Behzat. Modernlikten kastın nişanlımla sohbet etmene izin vermekse, bırak ben antik kalayım. Seni nişanlımın çevresinde görmek istemiyorum, sen de bunu bilesin.''
Behzat genç adamın sert ve laf dinlemez haline bakarak iyice gerildi. Kavga çıkması içten değildi. Bastonuna rağmen Salih'in duruşundan çekindi. Ayrıca bu adama ne olmuştu böyle... Ne değişmişti? Duruşu dahi tehdit ediciydi. Gülmeye çalışarak bir adım geriledi.
''Kıskanç biri olduğunu bilmezdim yahu. Sen Yasemin Hanım'ı benden mi kıskanıyorsun, hayatta inanmam. Tüm iyi niyetim ve sana olan sonsuz sadakatimle, sağlığını merak ettiğimden üşenmedim onca yolu geldim. Sense beni hanımefendiden kıskanıyorsun, hayırdır bir sebebi mi var? Cazibeli bir erkek olmamın dışında bildiğin bir şey mi var?''
Salih kaşlarını çatıp çenesini kastı. Yasemin'in, başka bir erkeği, özellikle Behzat'ı beğenme ihtimali karşısında kendini kaybediyordu. Günlerdir düşündüğü, hayır, korktuğu tek şeyin bu olduğunu Behzat'a itiraf edemezdi. Hissettiğinin saf bir kıskançlık olduğunu fark edince beyni boşalmış gibi kalakaldı. Şimdiye kadar kimseyi bu denli şiddetli kıskandığını ve sahiplendiğini anımsamıyordu. Hem de nişanlısı olmasına rağmen bu denli az tanıdığı birini...
Behzat'ın sesiyle şimdiki zamana geri döndü. Sesi hafifçe titreyen Behzat ileri gittiğini fark etmiş olacak hemen çark etti.
''Sakın beni yanlış anlama Salihciğim, çekiciliğimin aranıza girmesine ilk başta ben müsaade etmem. İstanbul'da hatun mu kalmadı canım...''
''Sen mektuptan haber ver!''
Salih'in lafıyla yumruk yemişe dönen Behzat yerinde sallandı. Yasemin'e yazdığı mektubu nasıl olur da gelir gelmez öğrenirdi? Başı döndü gözü karardı, baston yeniden elinden kayarken Salih onu yakalamasaydı yeri öpecekti. Onu kolundan tutup doğrultan Salih'e korkmuş gözlerle baktı. Şimdi bir kavga patlarsa güzel yüzünün alacağı insafsız darbelerden çekinerek kaçmak için çaktırmadan bacaklarını kontrol etti. Yok, hiç güç kalmamıştı. Köşeyi dönemeden sümsüğü kafasına yerdi. Keşke arabasını geri göndermeyeydi. Kısılmış sesiyle kekeledi.
''N... Ne... Ne mektubu?''
Behzat'ı duvara yaslayan Salih adamın bu yarı baygınlığına anlam veremedi. ''Başına sıcak mı geçti senin?''
''Mümkündür.'' dedi Behzat, gözlerini ondan ayırmadan. Her an bir darbe gelebilirdi. ''İyiyim, şimdi...'' Ondan uzaklaşmak için duvara tutunup yana çekildi. Koşamasa da kendini savunmaya çalışacaktı. ''Sıcakta yürüyüp senin tarafından suçlanınca oldu sanırım.''
''Soru sordum Behzat, hemen melodrama çevirme. Yasemin Hanım'ın bana yazdığı mektubu buldun mu?''
Behzat gözlerini kırpıştırdı. ''Ne mektubu?''
Aynı soruyu duyan Salih, adamın aklının yerinde olmadığına emin oldu. ''Gel, seni gölgelik bir yere götürelim.''
''Katiyen olmaz!'' diye doğruldu. Tenha bir yere götürmek istemesiyle niyeti apaçık olan bu teklifi hemen ret etti. ''Cinayetine tanık istemezsin tabi, sokak ortası daha emniyetli. Yerimden bir santim bile kıpırdamam!''
Dayanamayıp güldü. ''Ne saçmalıyorsun sen Behzat? Ne cinayeti? Soğuk bir su bulalım sana beynin pişmiş sıcakta.''
''Hayır, dedim Salih! Burası iyi!'' Gülmesine kanacak değildi, Salih'in sağı solu belli olmazdı. Meseleyi orta yerde çözmek en iyisiydi. Etrafa bakındı, ilerde dolaşan insanları görünce rahatlayarak doğruldu. Çevresinde birilerinin olması bir parça cesaretlendirince sakin konuşmaya çalışarak söylendi. ''Sen mektup olayına gel hele''
''Ben neden geleceğim? Mektubuma el koyuyorsun, sonra da kaybettim diye martaval okuyorsun. Ne yap ne et o mektubu bul ve bana iade et!''
Behzat nihayet arkadaşının neden bahsettiğini anladı. Bu sefer de rahatladığı için başı döndü ama sarsılmamayı başardı. Salih, Yasemin'in Behzat'a yazdığı ama şans eseri Salih'e verilen mektubu kast ediyordu; Behzat'ın Yasemin'e gönderdiği aşk mektubundan değil. Haklı olarak kibirlendi, Yasemin'in ilgisine sahip olan oyken, Salih eşkıya misali genç kızı ondan çalmıştı.
''Ne malum sana yazıldığı? İsim mi vardı kağıtta?''
Salih karşısında renkten renge giren arkadaşına şaşkınlıkla baktı. Başına güneş geçmesinden ziyade beyni erimiş olsa gerek zırvalıyordu. Telaşı ve ondan korkması da ayrı bir konuydu. Kesin bir işler çeviriyordu ve Behzat'ı azıcık olsun tanımışsa bu işi çapkınlıkla ilgiliydi. Yasemin için umudunun bitmemesi Salih'i öfkelendirdi. Gururlu bir ifadeyle ona bakan Behzat'ı yakasından tuttuğu gibi duvara çarptı, yüzüne doğru eğildi.
''Bu sana son uyarım Behzat! Bir daha Yasemin Hanım'ın etrafında dolaştığını hatta ona yan gözle dahi baktığını görürsem o gözlerini yuvalarından söker eline veririm. Ciddiyim, sakın yapamam sanma! Seni dost belledik ama sırtımdan vurmana asla müsaade etmem. Nişanlım o benim, anladın mı? Benim nişanlım!''
Behzat titreyerek başını salladı. Sesi bir tarafına kaçmıştı, soluk dahi alamıyordu. Salih gür bir sesle kükreyince bağırmak istedi ama sesi kaçtığı yerden çıkamadı. Zaten onaylamaya vakti de olmadı, çünkü en son duyduğu ses Salih'in kükremesiydi.
''Anladın mı?''
Salih Behzat'ın gözlerinin akına dek devrildiğini ve cansızca yığıldığını fark edince kendine geldi. Öfkesi cehennemden gelen bir iblis gibi tüm benliğine hükmetmiş, bir an için cinnet geçirecek hale gelmişti. Behzat'ın bayılmasına yol açan bu hiddeti yavaşça gerilerken bayılan arkadaşının kolunun altına girdi. Duvar kenarındaki taşa oturttuktan sonra iki adım geriye yürüdü. Bedeni hissettiği kızgınlıkla titrerken yüzüne düşen saçlarını arkaya attı.
Dudağının ortasındaki ufak yarığı diliyle yoklayarak düşündü. Bu anlamsız tartışmanın sonunda Behzat kendinden geçmişti, arkadaşını yol dibinde bırakamazdı. Etrafa bakındı, ileride kiralık bir fayton görünce el etti. Sürücü hevesle ona doğru yöneldi, adamın yardımıyla Behzat'ı faytona tıktılar. Sürücüye adresi tarif edip cebine de para koyduktan sonra faytonu uğurladı.
Son lafı kulağında çınlarken ağır aksak giden faytonun ardından baktı. 'Ne malum sana yazıldığı' Göğsünde oluşan boşluğun sebebiydi bu kısacık cümle. Kuşku denen illet beynini kemirmeye başlamıştı. İncecik bir sızı döküldü kalbinin ta derinlerine doğru. Katlanamazdı. Yasemin'in beğenisini kazanan kendisiydi, ödülü de evlilik teklifini kabul etmesiydi. Mektup ona yazılmadıysa neden teklifi hiç nazlanmadan kabullenilsindi. Genç kızı tanıdığı kadarıyla istemediği bir şeyi kolayca dile getirecek kadar kendine hakim biriydi. Diğer türlüsüne dayanacak gücünün olmadığını fark etti. Kimselere benzemiyordu Yasemin onun için. Her şeye göğüs gerebilirdi ama Yasemin'in başka birini düşünüyor olmasına dayanamazdı.
Başını konağa doğru çevirdi. 'Allah aşkına Yasemin' diye içinden geçirdi. 'Allah aşkına, kalbinde yazan tek isim ben olayım çiçeğim. Beni sensiz, soluksuz bırakma!' Bir yıkım yaşamıştı fakat şimdi o zamanki duygularının üstünde bir şeyler hissediyordu. İstenmemek, yani Yasemin tarafından istenmemek ölümcül olacaktı, bunun bilincindeydi.
''A damat bey!''
Salih duyduğu sesle kendine geldi ve demir kapının ardından ona bakan üstlük giymiş kadına baktı. Yasemin'in dadısı dışarı çıkmak için kapıya yanaşıyordu. Yanındaki Bekir Efendi hızlanarak öne geçti ve demir kapıyı araladı. Münevver bir yandan yürürken bir yandan da konuşmaya devam etti.
''Kapının önünde ne yapıyorsunuz efendim, çan mı bozuk? Bekir Efendi, neden kontrol etmezsin?''
''Yeni gelmiştim Münevver Hanım'' dedi Salih kendini toparlayarak. ''Hayrola siz nereye?''
Münevver yavaşladı ve soluklandı. ''Yorgancı Sakıp Efendi'ye kadar gidiverecektim.'' Elindeki küçük bohçayı yukarı kaldırdı. ''Danteller geldi de, onları vereceğim, diksin. Çok geç kaldık, of, of...''
''Ben götüreyim isterseniz'' dedi Salih. ''Siz yorulmayın''
Münevver güldü. ''Yok, canım beyzadem, ben götüreyim. Siz geçin içeri, bekleyeniniz vardır. Ayrıca tarif etmem gereken şeyler de var adamcağıza, siz bilemezsiniz.''
Salih yanaklarının ısınmasına engel olamadı. Bekleyeniniz var lafı az önceki karamsarlığını bir rüzgar gibi dağıtmış yerini hoş bir melteme bırakmıştı. Başını eğdi.
''Eşlik etmemi isterseniz, sorun değil''
Münevver utangaç bir tavırla yüzünü eğen genç adama sevecen bakışlarla baktı. Yasemin ile Salih'i bir arada düşündükçe mutlu oluyordu. Kibarlığı ve beyefendiliğinin yanında cesur ve akıllı biri olduğunu da ispat etmiş bu yakışıklı genç adama gün geçtikçe içi daha da ısınıyordu. Biricik Yasemin'ini mutlu edeceğine yürekten inanıyordu. Dikkatini başka bir şey çekti.
''Beyim sizin yüzünüze ne oldu?''
Salih yüzünü saklamayı bırakıp doğruldu. ''Küçük bir kaza geçirdim ama mühim bir şey değil.''
''Geçmişler olsun'' dedi üzgün bir bakışla. ''Üstünüzde nazar var sizin. Yasemin'im de kaç gündür hasta gibiydi zaten. İkinize bir kurşun döktürmek gerek.''
Münevver düşünceli bir tavırla kurşun dökecek kişileri aklından geçirmeye başlamışken Salih konuştu.
''Daha neler, nazarla olacak bir şey değil, bu basbayağı sakarlık.'' Sonra çekinerek sordu. ''Yasemin Hanım'ın rahatsız olduğunu bilmiyordum.''
Münevver düşüncelerinin arasında doğruldu. Aklına biri gelmişti, Dilbade. ''Hazır çarşıya çıkmışken gerekleri de alayım ben. Siz ben dönene kadar konakta olursunuz değil mi?''
''Bilmiyorum ama Yasemin Hanım'ın nesi var?''
Münevver kıkırdayarak elini havada salladı. ''Genç kız hastalığı olsa gerek, heyecandan süzülüp arada coşuyor. Valla biz de anlayamadık. Düğün yaklaştıkça bizimki telaşlanır oldu.''
Salih yutkundu. Bir an için onu düşündüğü için rahatsızlandığını sanmış, hem üzülmüş hem de gururlanmıştı. Meğer tüm endişesi düğünün nasıl olacağıymış. Salih suskunlaşınca Münevver hareketlendi.
''Çok oyalandım. Ben dönmeden gitmeyin Salih Bey, hadi Allahaısmarladık. Yürü Bekir Efendi!''
Salih kadına selam verdikten sonra aralı kapıdan içeri girdi. Kalbi ne hızlı atıyordu, böyle zıplamaya devam ederse ağzından fırlayıverecekti, ya da göğsünü parçalayarak dışarı çıkacaktı. Tek elini kalbinin üstüne koyarak merdivenlerin başına dek sakinleşmeye çalıştı. Boğazı kurumuş, başı dönüyordu. Behzat'ı çarpan güneş ona da tesir etmiş olabilirdi. En iyisi bir ayran içip öyle gelmekti, diye düşünürken onu fark eden kahya kadının sesiyle olduğu yerde kaldı.
***
Salih'in geldiğinden habersiz Yasemin de aynı kalp çarpıntısıyla boğuşuyordu. İşlediği dantel perdenin iğnesini bir kere daha parmağına batırınca can acısıyla divana fırlattı.
''Hay, senin gibi iğneye! Dantelden çok benim parmağıma battın körolmayasıca! Hepiniz mi anlaştınız yahu! Dikişe nakışa tövbe edeceğim az kaldı!''
Yasemin söylenirken divandan yere doğru kayarcasına adımladı ve bir parça hava almak için cumbaya doğru yürüdü. Aralı camı yukarı iterek nefes aldı. Dünden beri içinden sürekli ağlamak geliyordu, şimdi de gözleri dolmuştu. Sebebinin parmağının acısı olduğuna kendini ikna etmeye çalışırken çenesi titredi. Yalanına kendini inandıramayacaktı.
Sızlayan parmak ucunu ağzına götürüp yavaşça emdi. Aklını meşgul etmek için uyandığından beri perdeyle uğraşıyordu, uyandığı lafı pek doğru değildi, tüm gece neredeyse hiç uyumamıştı. Daha iki günlük işi olan perde bitmek üzereydi ama Yasemin yaptığı işten hiç memnun değildi. Oyalanmak için hepsini söküp yeniden dikmeyi düşünüyordu. Tabi, Salih'i düşünmeyi kesebilirse...
Kâhyanın küçük kızı kapıyı çalıp odaya girdiğinde, Yasemin hala pencerenin önünde, farkında olmadan parmağını emiyordu. Küçük kız onun bu bebeksi hareketini görünce kıkırdadı ve böylece Yasemin'i içine düştüğü andan kurtardı.
''Ne kıkırdıyorsun bakayım sen?'' dedi Yasemin kıza gülümseyerek.
''Bebek misin Yasemin abla?'' dedi küçük kız ve nazlı bir tavırla sırıttı. ''Parmağını emiyorsun.''
''Sen de iğneyi batır, acısı geçsin diye yalayıp yutarsın'' dedi kızın yanına giderek çenesini parmaklarıyla sıkıştırdı. ''Yardım edeceğine bir de alay ediyor bak sen şu hınzıra!''
''Alay etmiyorum abla, komik geldi birden. Hem ben de çalışıyorum şimdi, çarşafları katlıyoruz annemle.''
Yasemin eğilip kızla göz göze durdu. ''Teşekkür ederim güzelim, işinin arasında hangi rüzgar attı seni, beni mi özledin?''
Ufaklık başını sağa sola salladı. ''Afife Hanım teyze seni çağırdı, onu demeye gelmiştim. Aşağıdaki teras odasında bekliyor.''
Dudağını bükerek ofladı, annesi yine onun nasıl olduğunu kontrol etmeye çağırıyordu. Suratsızın yüzünden o da suratsız olmuştu ve bu değişiklikte tüm ev halkını endişelendiriyordu. İç geçirdi.
''Tamam bakalım, sağ olasın.''
Kız gülümseyerek dışarı çıkınca Yasemin rahat gözükmek için bir iki derin nefes aldı. Sanki başına bir şey gelecekmiş gibi hissediyordu ve yanaklarındaki sıcaklığı bir türlü gideremiyordu. Saçlarını omuzlarından geriye attı, elbisesine çeki düzen verdi ve annesiyle yüzleşmek için odadan çıktı.
Terasın bağlantılı olduğu odaya girince odayı ışığa boğan güneş yüzünden gözlerini kırpıştırdı. Adımını atmadan annesinin oturduğunu tahmin ettiği kanepeye doğru başını çevirdi. Yanlış görüyordu. Annesi bir adamla sohbet ediyordu ve bu adam kesinlikle insan olamazdı.
Yüzünde hafif bir gülümsemeyle annesini dinleyen Salih, güneşin en parlak ışınlarıyla kutsanmışçasına parlıyordu. Kapkara saçları, beyaz tenini saklamaya çalışmış ama yarı yolda kıyamayıp hoş çehresini tamamen kapatmamıştı. Bir insanın yüz hatlarının bu denli kusursuz olması günahtı. Yasemin'in de bu denli hayran kalması kötü bir büyünün eseri olmalıydı, şaşkınlığının başka açıklaması yoktu.
''Yasemin'im bak kim gelmiş!''
***
Salih, Afife Hanım'ın sesiyle doğrulup kapıya doğru baktı ve eli yeniden göğsüne gitti. Çünkü kalbi atmayı bırakmıştı. Tıkırdayarak midesine kadar düştü. Kapının önündeki meleğimsi yaratığın tek eksiği, açmadığı mücevher kakmalı ipek kanatlarıydı. İkinci bir güneş gibi odaya doğan Yasemin, durgun bakışlarına rağmen saf güzelliğiyle, insanı akılsız bırakıyordu. Hafifçe pembeleşmiş yanaklarından daha koyu dudakları ışıldayan beyaz teninde açan bir gül goncasını andırıyordu. Saçları, güzelliğini örten tülün hapsinden azat edilmiş omuzlarından aşağıya dökülüyordu. Yay gibi kaşlarının altında zümrüt bakışlarını üstünde olduğunu fark edince baştan ayağa titredi. Bacakları istemsizce hareket etti, sendeleyerek ayağa kalktı.
''Hayırlı günler dilerim Yasemin Hanım.'' dedi gönlünden kopup gelen bir tapınmayla başını eğerek.
Yasemin titrek bir nefes alıp bakışlarını yere indirdi. Böyle olmaması gerekiyordu. O, Salih'ten nefret ediyordu. Behzat'ın yazdıklarını düşünerek doğruldu, hala ayakta duran genç adama bakmaksızın annesine doğru yürüdü.
''Hoş geldiniz Salih Bey.'' dedi cansız bir sesle.
''Hoş bulduk.'' dedi ama genç kızın değişen ifadesi karşısında sarsılmıştı. Şaşkınlığını normal karşılayabilirdi, fakat gözlerine yerleşen keskin ifadeye hiç hazırlıklı değildi. Yasemin umursamazca annesinin yanındaki koltuğa otururken o da yerine çöktü.
Afife Hanım gerginliği fark ederek yumuşatmak için atıldı. ''Salih Bey de tam yolculuğunu anlatıyordu. İşini çabucak bitirme telaşıyla acele giderken küçük bir kaza atlatmış.''
Yasemin başını çevirip adama bakmış bulundu. Salih neyse ki ona bakmıyordu, hayal kırıklığı okunan bir ifadeyle başı hafifçe eğikti. Çenesindeki sarartı, elmacık kemiğinin üstündeki hafif bere ve dudağının ortasındaki ufak yarayı fark etti. Görünürde başka hasarı yoktu ama yine de içi daraldı.
''Geçmiş olsun.'' dedi konuştuğunu anlamadan.
Genç adam saçını düzeltip başını salladı. ''Eksik olmayın.''
Kapı çalınıp içeri giren uşağın getirdiği ayranlar önlerindeki yuvarlak sehpaya konana dek kimse konuşmadı. Afife Hanım lafı alması gerektiğini düşünüp yeniden konuştu.
''Yolculuğunuz da pek vakitsiz oldu. Anneniz Sema Hanım ile hazırlıkları tamamlamaya çalıştık, fikrinizi sormak kısmet olmadı. Kendinize bir gelin, yorgunluğu atın da oturup konuşalım.''
''Yapılan hazırlıklar hakkında annem ile konuştum efendim, size müteşekkirim, elimde olmayan bir nedenle ortaya çıkan bu münasebetsiz durumu kapatmak için verdiğiniz gayrete de çok teşekkür ederim. Bu kadar uzun süreceğini tahmin edemedim, özür dilerim.''
''Özürlük durum yok oğlum, zaten kadınların işi kalmıştı. Gözden geçirilse kafi gelecek.''
Salih heyecanını bastırmak için Yasemin'e bakmamaya çalışıyordu ama çok zordu. Özlediği çehreye doğru çekildiğini hissediyordu ve gül kokusuyla şimdiden sarhoş olmuştu. Cenneti andıran mis kokuyu burnuna doldurmak için derin bir soluk aldı. Yasemin'in varlığına bu kadar muhtaç olduğunu şimdiye kadar anlamamıştı. Duygularını bastırmak adına aklındaki konuyu açmaya karar verdi.
''Daha önce konuşma fırsatı bulamadığımız bir konu vardı. Nerede yaşayacağımızı Yasemin Hanım'a soramamıştım.'' Çekinerek Yasemin'e doğru baktı. Genç kız hemen bakışlarını yere indirince Salih onun bu tavrını utangaçlığa yormak istedi ama içinden bir ses ona sinirli olduğunu fısıldıyordu. Sebebini merak ederek Afife Hanım'a döndü. ''Ben boğazdaki yalıyı hazırlatmak istiyorum ama sizin önceden görmeniz gerekiyor. Beğenirseniz taşınma işlemlerine başlayacağız.''
''Yarın bakabiliriz değil mi Yasemin?'' dedi Afife Hanım, kızının tuhaflığı karşısında uyaran bir tonda konuşarak. ''Öğleden sonra davet çağrılarını almaya gittiğimizde uğrarız.''
Yasemin başını mağrur bir tavırla kaldırdı ve soğuk bir sesle konuştu. ''Beyefendinin yolculukları bu kadar sık olursa tek başıma evde kalmaktansa burada veya Sema Teyzelerde kalmayı yeğlerim.''
''Bu yolculuk bir defaya mahsustu Yasemin Hanım'' dedi Salih. ''Evlendiğimiz zaman eşimi bu kadar uzun süre yalnız bırakmaya niyetim yok. Bu kadarı bana yetti.''
Afife Hanım, genç adamın bu çıkışını hoş bir gülümsemeyle dinledi. Yasemin ise afallayarak Salih'e baktı, ardından yine kızardı. Salih ise ani çıkışına pişman, boğazını temizleyerek Afife Hanım'a döndü.
''Terbiyesizliğimi hoş görün efendim. Ben kararınıza göre davranacağım elbette.''
Afife Hanım içini çekti. ''Salih Bey evladım, en iyisini gençler bilir. Sizin mutluluğunuz için uğraşıyoruz sonuçta, yarın Yasemin ile bakalım. Kızım beğenirse düzenlemeye yardımcı olmak isterim.''
''Anlayışınız için teşekkür ederim.''
Kapı yeniden çalındı ve kahya kadın başını kapı arasından gösterip Afife Hanım'ı çağırınca iki genç yalnız kaldılar. Yasemin huzursuzca kapıya baktı, az önceki cesareti Salih ile tek kalınca buhar olmuştu. Salih de en az onun kadar gergin olmalı başını bahçeye doğru çevirmişti. Sinirli ve masum ifadesinin hoşuna gitmesine bir kez daha öfkelendi, bu adamı beğenmemesi gerekirken baktıkça hayran kalır olmuştu. Ah, Perran ah! Bu işleri onun başına saran oydu. Şimdi de başına ve gönlüne bela olan bu adamı elinden almaya çalışıyordu.
Salih süren sessizliği bozmak için başını Yasemin'e doğru çevirdi. Genç kız dudağının kenarını ısırarak elbisesinin kolundaki danteli çekiştiriyordu. Saçları yanlara düşmüş, yanaklarını gölgelendiriyordu. Elini uzatıp kumral buklelere dokunma isteğiyle kasıldı. Günlerdir hayaliyle kavrulduğu melek yanındaydı ve Salih konuşmaktan da acizdi.
Gözlerini kamaştıran genç kız başını yavaşça kaldırdı ve göz göze geldiler. Salih büyülenmişçesine gözlerini kırpmadan zümrüt bakışlara esir oldu, nefes bile alamadı. Tatlı dudaklar kıpırdandı. Billur sesi duydu ama ne dediğini anlamadan mırıldandı.
''Efendim?''
Yasemin daha sesli söylediğini tekrarladı. ''Gözünüz mü daldı? Yoksa kaza sırasında başınızı sert mi vurdunuz?''
Salih kendini tutamadan hafifçe gülümsedi. ''Başımı çok sert vurdum sanırım. Arada böyle bakıp kalırsam yanlış anlamayın.''
''Kime baktığınıza bağlı...'' diye ağzının içinde mırıldanan Yasemin ayranına uzandı. ''Şu pek kıymetli işinizden bahsedin biraz. Memurluktan daha mı iyi?''
Salih genç kızın ayranı yudumlamasını izledi. Ne garipti! Yasemin'in her hareketi ona çok zarif geliyordu, çekinmese hiç sıkılmadan kızın nefes almasını bile seyredebilirdi. Aptallaştığını anlayarak geriye yaslandı ve sorusunu cevapladı.
''Bir arkadaşıma yardımcı oluyorum, bir nevi danışmanlık. Memurluktan azledilmemin hayırlı bir nedeni olduğunu düşünerek, başımdaki bu iş bitince başka bir iş kurma niyetindeyim.''
''Geçici bir iş demek'' diye küçümsemeye çalıştı ama adamın işi zerre umurunda değildi. Tek düşündüğü Behzat'ın bahsettiği eski sevdasının adamın gönlünde ne kadar yer ettiğiydi. Hala düşündüğünü onun ağzından duymayı hiç istemiyordu. Dudağını büktü. ''Babam sizden bayağı umutluydu, artık size aynı hislerle yaklaşmaz.''
''Babanız beyefendiyle konuştum.'' Dedi Salih. Yasemin kaşlarını çatıp ona bakınca keyifle devam etti. ''Beni desteklediğini ve adıma memnun olduğunu söyledi. Hatta memurluk yerine başka bir iş yapmamı kendisi önerecekmiş''
Yasemin sinirli bir nefes aldı. Adamın ballı olduğu bir yana, kedi gibi dört ayak üzerine düşmesine inanamıyordu. Babasıyla helalleşip gelmişti demek, kurnaz suratsız!
''Bu çalıştığınız arkadaşınız Behzat Bey mi?''
Salih cevap vermekte bir an gecikti. Sebebi Edip Nuri'yi gizlemek değildi, Yasemin'in Behzat'tan bahsetmesiydi. Çenesi kasıldı. Kıskançlık dolu bir sesle homurdandı.
''Bana, Behzat Bey ile görüşmeyeceğinizi söylemiştiniz''
''Görüştüğümü söylemedim zaten. Fakat sizin birlikte iş yapacak kadar yakın olduğunuz başka bir arkadaşınızın varlığındanhaberim yoktu. Ben sadece Behzat Bey ile tanışabildim. Gerçi arkadaşlarınızın hepsini tanımıyorum ama umarım çalıştığınız arkadaşınızla tanıştırırsınız.''
''Hiç gerek yok'' dedi hala Behzat'ın lafının geçmesine kızgın.
Öfkeli bakışlar birbiriyle çarpıştı. Yasemin genç adamın gözlerinin renginin her geçen gün güzelleştiğini fark etti. Her bakışında süreyi uzatma isteği duymaya başlamıştı, bakmaya doyamıyordu. Yumuşamaması gerektiğini biliyordu,o nedenle hemen bakışlarını kaçırdı. Elindeki bardağı sehpaya koyarken elinin titremesine engel olamadı.
''Sizden başka bir laf beklenmezdi zaten. Evlilik denen olayı bir ihtiyaç olarak gördüğünüz belli, geleneğe uymak adına katıldığınız bir anlaşma.'' Lafı buraya neden getirdiğini bilmiyordu, sadece öfkesini kusması lazımdı. ''Şansınıza karşınıza ben çıktım, yoksa hala kır gezilerinde dolanıyor olurdunuz. Bana şükretmeniz gerek.''
''Şans mı? Kendinizi pek önemli görüyorsunuz.''
Yasemin kaşlarını çattı. ''Her insan kendini önemli görmez mi? Fakat ben sizin gibi sadece kendime odaklı değilim.''
Genç kızın öfkesi karşısında çözülen Salih takındığı oyuncu maskeyi indirdi. ''Kendime odaklı biri olsaydım, ayrı kaldığımız bu sürede sizin hayalinizle teselli aramazdım. Ne körmüşüm ki, o kutsal günde başımı kaldırıp sizi görememişim. Bu sersemliğimi yüzüme vurmak için mektup yazmanıza, uyandığım her sabah şükrediyorum. Siz o dalgınlığımı bencillik ve kendine hayranlık olarak alabilirsiniz ama işin aslı o değil.''
''İşin aslı nedir?'' diye sordu içi titreyerek. İtiraf duymak istemiyordu ama Salih'in sözleri onu karanlık bir umuda doğru sürüklüyordu. Duygusuz bir adam olduğunu düşündüğü Salih'in başka bir yüzünü görmüştü ve bu onun ruh sağlığı için hiç iyi değildi.
Salih başını sehpanın üstündeki üç bardağa doğru eğdi. Aşka küsmüş biri olduğunu nasıl söyleyecekti, dahası söyledikten sonra ona olan ilgisine Yasemin'i nasıl inandıracaktı? Hiç ummadığı ihtimal dahi vermediği sevda denen illete, Yasemin yüzünden, daha kuvvetli tutulduğunu nasıl dillendirecekti? Yokluğunun verdiği azaba seve seve katlandığını nasıl anlatacaktı? Yasemin'in sesiyle başını kaldırıp genç kıza baktı.
''Körlüğünüzün sebebi neydi Salih Bey?'' dedi usulca. ''Başka bir kadın mı?''
Aferin Salih diye kendi kendine kızdı. Behzat'a olan kıskançlığı yüzünden, kendi ağzıyla Yasemin'in canını sıkacak bir sırrı ifşa etmişti. Durumu nasıl düzeltecekti? Yasemin lafla kanacak biri değildi, zeki olması onun işini zorlaştırıyordu. Cevap bekleyen bakışları karşısında sessiz kalamazdı. Bakışlarını kaçırarak konuştu.
''Sorunuzu yanıtlamayı yakışıksız buluyorum.''
Yasemin kalbine giren sancıyla kasıldı ama yüzünde soğuk bir gülümsemeyle durmayı bildi. ''Yanıtladınız zaten.''
Bu cevaptan sonra kararına dört elle sarılmalıydı. Kırılan gururunu tamir etmesi lazımdı. Çünkü onarabileceği tek şey oydu. Behzat'ın mektubu baştan sona doğruydu anlaşılan. Salih acısına çare olsun diye Yasemin ile evlenmeye karar vermişti. Az önceki gönül okşayan sözlerini de gerek olduğu için söylemiş olmalıydı, yoksa genç adamın sert ve ilkel tabiatının gayet farkındaydı.
''Sanırım yanıt olarak aldığınız tepkimi biraz yanlış anladınız.''
Yasemin kaşlarının altından genç adama öfkeli bir bakış attı. ''Neyi yanlış anladım efendim? Siz hala çektiğiniz bir gönül yangının ağırlığıyla kör olduğunuzu söylüyorsunuz. Belki benim ilgimi de bu yangına atılacak bir bardak soğuk su olarak gördünüz.''
''Eski olsa da hala çektiğim bir şey yok Yasemin Hanım! Geçmişte kalan bir olayı bu denli abartmanızı da anlamış değilim. Kastettiğiniz şey mazide kalmıştır ve şu anki halimle en ufak bir ilgisi yoktur.''
''Aşk acısı çektiğinizi kabul ediyorsunuz yani!'' dedi sinirle. Yalan söyle diye içinden yalvardı. Kalbimi senin için ayırdım, saltanatını sür diye boş bıraktım, de...
Konuşmanın nereye geldiğine şaşıran Salih, bu bilgiyigenç kızın kendi hisleriyle mi edindiğini yoksa küçük bir kuşun fısıldamasıyla mı öğrendiğini merak etti. Bakışları, Yasemin'in sıkıca birbirine kenetlediği ellerine kaydı. Zarif parmaklarını eklemleri belirginleşene dek kasmış, kucağına koymuştu. Gözlerini yeniden güzel nişanlısının yüzüne kaldırdığında ağlamamak için kendini zor tuttuğunu görünce içi eridi. Yumuşak bir sesle konuştu.
''Size yalan söylemeyeceğim. Aşk acısı çektiğim doğrudur, hem de şimdiye kadar dünyanın rast gelmediği ve belki de rast gelemeyeceği şiddette bir ıstırapla. Mecnun gibi fani aşkımı daha yüksek bir kata yöneltip gönlümü sakinleştiremedim. Kerem gibi bencilce yanıp küle dönemedim. Ferhat gibi kendi canıma kıyamadım. Onun yerine kıymetlimden ayrı kaldığım her anda dikenli gömleği sırtıma geçirip ayrılık acısına memnuniyetle katlandım. Vuslat umuduyla yolun sonunda beni bekleyenin hayaliyle avundum.''
Yasemin, Salih'in sözleriyle üzüntüsünden bayılacak hale geldi. Konuşabilse susması için yalvaracaktı ama ağlamamak için dudaklarını iyice kasmıştı. Boğazı cayır cayır yanıyordu. Sorduğu soruya bu denli pişman olacağını düşünmemişti. Gözlerini, sürmeli koyu lacivert gözlerden ayırmadan ruhunu teslim etmiş bir şekilde, cansız bir heykel misali yerinde oturdu kaldı.
Salih ise kalbinden kopup gelen sele engel olamıyordu. Tüm maskeleri düşmüş, savunma duvarlarını belki de ilk defa bir insana karşı indirmişti. İçindeki yangını dudaklarının arasından salıverirken bakışlarını da Yasemin'in solan yüzünden alamıyordu. Sözleri onu kızdırabilirdi ama her şeyi göze almıştı. Hislerini hoş karşılamasa da, onları son iki haftada yaşayan Salih'ti, daha fazla zapt edemeyecekti.
''Cesaretimi ve kabalığımı lütfen hoş görün Yasemin Hanım. Suçlu siz olduğunuzdandır bu yakınışım. Bu kelimelerin muhatabı sizsiniz, başkasını boşuna aramayın. Sizi fark edenin ben olmalıydım, bunu tüm gönlümce dilerdim, yalan değil. Fakat o sıralarda beni kandırmış birinin ardından, kırılan gururumu tamir etmeye çalışıyordum. Kimseye karşı inancım kalmamıştı. Başka bir erkek için habersizce bırakılmanın ezikliğini yaşıyordum. Beni bu bedbaht hale sokan insan, gözlerim sizin gözlerinizi gördüğü vakit, renksiz bir hayalete dönüştü. Bu hayaletin ikimizin arasına girmesine müsaade etmeyiniz. Beni yanınızda istediğiniz sürece ben ayrılığa izin vermem. Çünkü... Çünkü bana yeniden inanç verdiniz, ruhumu kutsadınız. Aşk denen mutlu hastalığa kapıldıysam bunun nedeni sizsiniz Yasemin...''
Anlamı değişen cümleler, Yasemin'in zaten hassas olan duygusal dünyasını tamamen işgal etti. Salih'in sözleri yanlış anlamaya mahal vermeyecek kadar açıktı. Yine de rüya görüp görmediğinden emin olamadı. Güçlü bir samimiyetle söylenmiş sözlere inanmak istediği için doğruluğunu kabul ediyor olabilirdi. Suratsızın yeni bir tuzağı da olabilirdi ama gönlünün istemeye istemeye bu genç adama iyice kaydığının da farkındaydı. İsmini söyleyişi... Ona bakan derin denizleri andıran gözlerindeki mana... Sesindeki hafif titreme...
Salih, itirafı karşısında tepkisiz kalan Yasemin'in üstüne çok gittiğini düşünüp doğruldu. Bu cüretinden sonra genç kızın yüzüne bakamaması gerekirken gözlerini alamıyordu. Hislerini böyle ortaya sürmeyi düşünmemişti, daha kibar ve uygun söylemek isterdi. Zorlanarak ayağa kalktı.
''İsminizi unvansız söyleyişimdeki maksadımı kötü almayın. Dilime hakim olamadım. Bilmenizi isterim, siz kesinlikle gözümde basit biri olamazsınız. Rahatsız ettiğim için de özür dilerim. Sanırım gitmem gerekiyor, kabalığımla daha fazla canınızı sıkmak istemem.''
Yasemin ayılarak irkildi. ''Hayır!'' dedi aniden. ''Gitmeyin!''
Salih beklenti dolu bakışlarını kıza çevirdi. Yasemin de ayağa kalktı, ona doğru yürüyecekken vaz geçip durdu. Parıldayan bakışları, onun yüzünde dolaşırken tedirgin bir sesle mırıldandı.
''Beni rahatsız etmediniz. Eğer sözlerinizde ciddiyseniz, tam tersi gönlümü ferahlattınız. Evliliğimiz için sizin hevesli olmamanızdan çekiniyordum. Kendi kendime kuruntu yaptım sanırım. Lütfen, oturun.''
Sesindeki titremeye engel olamayınca sustu. Duyguları iyice karışmıştı, verdiği tüm karar cephelerini birer birer kaybediyordu ve nedense bu yenilgileri umursamıyordu. Her nefesinde Salih'e doğru yaklaştığını hissediyordu. Kendi kişiliğine bu denli tezat olan adamın başka bir yönüne tanık olmuştu ve önceki anlaşılmaz tavırları bile gözüne hoş gelmeye başlamıştı.
İçi mutlulukla dolan Salih gülümsedi. ''Sözünüz benim için emirdir.''
Salih yerine oturunca Yasemin de rahatlayarak yerine geçti. Hala Salih'in nazik aşk ilanının etkisindeydi ve hoş bir ürperti bedenini sarmıştı. Behzat'ın zehirli mektubunun etkisi uçtu gitti. Salih kelimeleri kılıç misali kullanarak uğursuz canavarın kükreyişini susturmuştu.
Eski bir sevda için üzüldüğü bir anda Salih'in karşısına çıkmış olması kaderin bir oyunu olmalıydı. Ve Salih o gün, boynu bükük dolanmasaydı; belki de Perran'ın iltifatını fark edecek ve talih tamamen değişecekti. Çünkü Perran başını yerden kaldırmayan Salih'ten gözlerini ayırmamıştı, bu ilgisi er geç fark edilirdi. Ayrıca Behzat'ın ona verdiği cesareti, Salih Perran'a verseydi; her şeyin başlangıcı olan mektuplar sahiplerine ulaşacaktı. Şimdi nişanlı olduğu kişi de Salih yerine Behzat olabilirdi. Salih de Perran ile...
''Size bir soru daha sorabilir miyim?''
''Elbette'' dedi Salih, ret edilme korkusundan arınmıştı. Rahatlığı yüzüne de yansıdı.
''Yazdığım mektubu hala saklıyor musunuz?''
***
İşte bu soruyu kesinlikle beklemiyordu. Özellikle şimdi... ''Ezberimde...'' dedi ne diyeceğini bilemez halde.
Yasemin öğrendiği bilginin doğruluğuna emin, iç geçirdi. Önemli mi diye düşündü. Perran'ın ısrarıyla yazdığı mektubu, onu hiç tanımayan Salih'in umursamazca, elinde tutmak dahi istememesi önemli miydi? Asıl sahibine iade edilen mektup görevini bir şekilde yapmıştı. Keşke o gün Salih'i görüp ona hitaben bir şeyler yazmış olsaydı...
Salih lafını yetersiz bulmuş olacak telaşla ekledi. ''Dilerseniz size getirebilirim.''
''Ezberinizde olması kafi.'' dedi Yasemin gülümseyerek. ''Sonuçta kağıt yıpranan bir eşya, eninde sonunda çürüyecek. Satırlarımın zihninizde yer etmesi beni daha memnun eder.''
Behzat ile Salih'in bir parça kağıt için çekişmesini istemedi. Salih için yazılsaydı haklı olarak tüm çirkefliği yapardı ama haksızken yanlış mektup olayını ortaya çıkartmak işine gelmezdi. Aklına takılan başka bir şeyi sormak için lafına devam etti.
''Dostunuz bildiğim Behzat Bey'le muhabbetimiz olmasına neden bu denli karşısınız? Sadece ona özel bir tavır mıdır?''
Genç adamın kaşları yeniden çatıldı, suratı asıldı. Bu ifadesinin de adama yakıştığını düşünen Yasemin, sadece onun üzüldüğünü düşünerek rahatsız oldu. Salih kesik bir nefes alıp bakışlarını Yasemin'e çevirdi, tüm samimiyetiyle soruyu cevapladı.
''Size olan ilgisini kıskanıyorum. Aklınızı çelmesinden çekiniyordum. Behzat'ın ne kadar çapkın bir erkek olduğunu herkes bilir ve onun sizin tarafınızdan hoş görülmesine katlanamam. En ufak ilginizi sezersem yapacaklarımdan korkarım.''
Dökülen kelimelere hakim olamamıştı. Çenesi kasıldı. Yasemin'in onu kıskanç bir erkek olarak görmesi ve soğuması muhtemeldi. Şimdiye kadar kendi kıskançlığının da farkında değildi, başına hiç gelmemiş gibi hissediyordu. Sakinleşmeye çalışarak ekledi.
''Sanırım bu deliliğim, Behzat için geçerli bir his. Bu yaşıma kadar birini kıskandığım görülmemiştir, fakat onun kapınıza geldiğinin düşüncesine dahi dayanamıyorum. Sizin ona ilgi göstermeyeceğinizi bilmek beni zor teskin ediyor.''
Yasemin soluk alamadı. Mektup karışıklığını Salih'in kesinlikle öğrenmemesi gerekiyordu, yoksa tüm gemileri yakabilirdi. Perran ile Behzat'tan başka bu karışıklığı bilen yoktu ve ikisi de tehlikeliydi. Perran'ın Salih'e olan umudunun, ailesinin bu mektup olayına tepkisine korkusundan az olmasını diledi. Başka türlü kızın çenesini kapatamazdı. Bir an önce arkadaşıyla konuşup onun bu korkusunu körüklemesi icap ediyordu. Behzat konusunda ise hiçbir şey yapamazdı, tek çaresi Perran'ın süslü beyzadeyi susturması olabilirdi.
''O halde içiniz rahat olsun.'' dedi ama kendisi huzursuzdu. ''Beyefendinin şansı hiç yok.''
Salih gerginliğini atarak gülümsedi. Bu adamın sık gülümsememesine sevineceğini tahmin etmezdi, çünkü bu ifadesi genç adamın hoşluğunu daha da çekici hale getiriyordu. Surat asmasını tercih ederdi. Azarlar bir sesle söylendi.
''Siz sürekli sırıtır mısınız böyle? Bir erkek için hiç iyi bir özellik değil.''
Salih şaşaladı. ''Sırıtıyor muyum?''
''Evet, sizi çokbilmiş gösteriyor. Bence vara yoğa gülümsemeyin, biraz ciddiyet lütfen.''
''İnanın yaptığımın farkında değilim ama size baktıkça içimi saran sevinci başka türlü nasıl ifade edebilirim ki. Gülümsemenin yakışmadığı bir insan olabilir mi?''
''Ben şu anda bir tane karşımda görüyorum.'' dedi homurdanarak. ''Neyse, benim yanımda gülümsemenizde sakınca yok. Sizin kötü huylarınıza katlanmayı öğrenmem lazım sonuçta. Fakat gülümsemenizi başka gözlere sunmanızı önermem.''
Salih gülmemek için dudağını ısırdı, fakat durdurmayı başaramadı. Genç kızın kaprisi düşünemeyeceği kadar hoşuna gitmiş ve kalbini ısıtmıştı. Yasemin'in kısılan gözlerindeki parlaklığı heyecan dolu bir mutlulukla seyretti.
Ah, yine yapıyordu! Alaycı ve ukala Salih yeniden ortaya çıkmıştı. Yasemin onun bu tavrına temelli sinirlenerek söylendi.
''Ne yapıyorsunuz yine? Gülmeyin efendim. Komik bir şey mi söyledim?''
''Kötü huylarıma katlanacağınızı söylediniz bundan daha komik bir laf olabilir mi? Bense sizin kötü huylarınıza katlanacak kadar sabırlı değilim.''
''Ah, ne yazık size!'' dedi yüzünü buruşturarak. ''Kesin bu hale bir çareniz de vardır.''
''Elbette var.'' dedi Salih tatlı bir bakışla. Yasemin'i kızdırmak istemiyordu ama kıza hırçınlık öyle yakışıyordu ki, kendine engel olamıyordu. ''Erkek olarak sizin bu huylarınızı yontmak benim boynumun borcudur.''
''Yontmak mı? Salih Bey, bir insandan bahsediyorsunuz.''
''Doğrudur.''
''Madem bilincindesiniz, bu, kalas görmüş marangoz ağızları da nedir?''
Salih iç geçirerek üzgün bir tavırla omuzlarını kaldırdı. ''Kötü huylarımdan biri... Tabi bu sizin tanımızdı. Ben katılmıyorum.'' Dedi ve nefeslenerek ekledi. ''Umarım sabır gerektiren görevinizle benim bu huyuma da katlanırsınız.''
Yasemin hırsla soludu. Bu adam onunla basbayağı alay ediyordu. Onun ettiği laflarıyla oynamayı pek güzel beceriyordu. Katlanacağını söylemişti ya, şimdi de onu zorlamayı ilke edinmişti. Koz vermeye hiç gelmiyordu. Ve son cümlenin üstüne onda da kelime bitmiş gibi aklına gelen bir cevap yoktu. Neyse ki, fazla kıvranmadı.
Kapı aceleyle çalındı ve ardından açılan kapıdan Münevver belirdi. Yüzü sıcaktan kızarmıştı, konuşarak odaya girdi.
''Şükür henüz gitmemişsiniz Salih Bey!''
İki genç sohbetlerini kesen Münevver'e doğru baktılar. Çekişerek devam eden muhabbetten ikisi de memnundu, kızsalar da bırakma niyetinde değillerdi ama ne yazık ki, Münevver'in yapacağı iş için ikisine ihtiyacı vardı.
''Küçük odaya düzeneği hazırlattırıyorum, beş dakikaya biter. Hadi, kalkın da üstünüzdeki kem gözleri temizleyelim.''
Yasemin afalladı. ''Neden bahsediyorsun dadı?''
Münevver ellerini belinin iki yanına koydu ve sırıttı.
''Kurşun dökeceğiz!''
Münevver'in sürüklemesiyle Yasemin ile Salih, küçük odaya getirildiler. Yasemin yan gözle baktığı Salih'in bıyık altından gülmesine bozularak dadısının emrine uymamak için biraz direndi. Fakat dadısının işbirlikçisi annesinin talimatıyla, hiç itiraz etmeksizin yere oturan Salih'in yanına çöktü.
Kahya kadın, annesi, dadısı ve aşçının tuttuğu örtünün altına girdiler. Sürekli konuşan kadınları eğlenen bir yüzle dinleyen Salih'in yüzü yetersiz ışığa rağmen belli oluyordu. Yasemin nişanlısına bir dirsek attı.
''Gülmeyin beyefendi, rica ederim.'' Diye fısıldadı.
Salih hemen yanı başında diz çökmüş genç kızın güzel yüzüne baktı, yüzündeki gülümseme solarken bakışları değişti. Hiç bu kadar yakın oturmamışlardı. Bir karış ötesindeki Yasemin'in aldığı nefesi dahi hissederken gönlündeki heyecan temelli coştu. Gözleri genç kızın sinirli bir edayla büktüğü tatlı dudaklarına kaydı. Kadifeden şekillenmiş bir gül goncasını andıran dudaklara...
Ondaki bu değişimi fark eden Yasemin, tenini ürperten bakışlarının etkisinde eridi, aktı. Örtü onları diğer gözlerden koruyordu ama o, yanındaki adamın çekiciliğinden nasıl korunacaktı? Salih'in derin bakışlarının onun dudaklarına iliştiğini görünce iyiden iyiye nefesi kesildi. Büktüğü dudakları yavaşça çözülürken genç adam siyaha dönüşmüş gözlerini onun gözlerine kaldırdı.
''Ne geçmez sayılı günmüş, bu zaman denen bela...'' diye kesik bir nefesle konuşan Salih, elini kaldırıp avucunu açtı. ''Müsaade edin, yoksa şuracıkta ruhumu teslim edeceğim.''
Yasemin tedirgince elini kaldırdı ve genç adamın uzattığı eline usulca bıraktı. İkisinden başka kimse yoktu koca dünyada... Salih'in hafifçe nasırlaşmış eline dokunan eli, genç adamın sıcaklığı karşısında mest oldu. Daha sıkı tutmasını isterdi ama Salih sanki kutsal bir eşyaya dokunuyormuş gibi dikkatliydi. Yasemin'in gözlerine bakarak emanet aldığı elin parmaklarına, yanan dudaklarını bastırdı. Yasemin büyülenmiş gibi genç adamdan gözlerini alamıyordu. Yüreğini titreten dokunuş sonrasında Salih gözlerini kapattı ve yumuşak dudaklarını usulca sürttü. Kalbi duracakmış gibi atan Yasemin'in kalan aklı da bu temastan sonra uçuverdi. Dudakları kendiliğinden kımıldadı.
''Salih...''
Genç adam daldığı esriklikten vaz geçmeye hazır değildi. Başı dönerken genç kızın ismini söylediğini belli belirsiz işitti. Yaptığı işin sonucuyla yüzleşmek için yutkundu ve dudaklarını ipeğimsi tenden çekti.
''Çiçeğim... Yasemin'im...'' diye fısıldadı. ''Ömrüm size amade...''
Tepelerinde kopan cız sesiyle ikisi de ayıldı. Sıcak kurşun suyla buluşunca çıkan yüksek sesin iki genci zıplatması, ellerinin birbirinden ayrılmasına yol açmıştı. Neye uğradıklarını bilemez halde gözlerini kırpıştırırlarken kurşun dökme işi bitmiş, örtü açılmıştı. Yüzlerindeki renk farkının işledikleri suça değil de havasız kaldıklarına yoran kadınlar hiçbir şeyden şüphelenmedi. Zaten hepsinin ilgisi tavadaki şekillenen kurşundaydı.
''Ay, aman, bu ne?'' diye bağıran Dilbade'ye katılan diğerleri başlarını tavaya eğdiler.
Onlara ne Salih katıldı, ne de Yasemin. Birbirlerinin yüzlerine dahi bakamıyorlardı. Yasemin alev alan elini diğeriyle soğutmaya çalışırcasına kenetlemişti. Salih ise dudaklarıylaokşadığı tene daha da özlem hissederek, bu özleminin bakışlarına yansımamasına gayret ediyordu. Ne mutlu bir andı!
''Buna hiç yorum yapmayalım hanımım, pek beter bir şey bu!''
Münevver homurdandı. ''Yine naza başlama Dilbade. Yeter bu meraklandırma taktiklerin!''
Afife Hanım çoktan tuzağa düşmüştü. ''Ne gördün Dilbade, hayırlıysa söyle ama''
''Hayırlı olsa bir dakika durmam hanımım.''
''Uğursuz olsa da durmuyorsun ya neyse'' diye Münevver söylendi. ''Kızım eninde sonunda konuşacaksın, tanıtımı geç, sadede gel. Meydan tellağından betersin yahu''
Dilbade ters ters Münevver'e baktı, gösteri onundu, Münevver ne karışıyordu? ''Lafların valla gücüme gidiyor abla''
''Gücünü filan anlamam, söyle de uzatma, hepimizin işi var''
Afife Hanım çekişmeyi kesmek için araya girdi. ''Münevver sen bir sus bakayım.'' Sonra meraklı aşçı ile kahya kadına döndü. ''Size de teşekkürler, kalabalık etmeyelim.''
Havadis duyamayan iki kadın selam verip çıkarken Münevver onların bozulan moralini düzeltti. ''Bir parça pohpohlarsanız Dilbade falını anlatır dert etmeyin''
Afife Hanım dadının bu alayına karşılık sabırla nefeslendi. Münevver doğruyu söylediğinden emin omzunu kaldırdı. ''Yalan mı konuşurum Afife Hanım, kurşunun sahiplerinden çok meraklılar.''
''Sanki sen değilsin'' diye söylenen Afife, Dilbade'ye döndü. ''Anlat bakalım, kimse konuşmayacak.''
Dilbade şöyle göz süzerek Münevver'e baktı, öneminin tadını çıkarıyordu. Münevver 'Tövbe, tövbe' diye homurdansa da kadına başka bir söz etmedi. Dilbade üstünlüğünü vurgularcasına derin bir nefes aldı.
''Başıma ağrılar girdi ayol. İki dua oku abla, öyle devam edeyim.''
Münevver sabırla soluklandı ve içinden iki kere sübhaneke okuyup Dilbade'y4 üfledi. Dilbade duanın kısalığı karşısında bozulsa da Afife Hanım'ın hışmından çekinerek itiraz etmedi.
''Faydası olmadı emme, ben devam edeyim.''
Kadınların sohbeti nihayet Salih'in ilgisini çekti. Yanında sessizce duran Yasemin'e doğru eğildi.
''Bu iş hep böyle midir?''
''Hangi iş?'' dedi Yasemin, hala şimdiki zamana dönmediği anlaşılan bir sesle.
''Kurşun dökme işi'' dedi Salih fısıldayarak.
Yasemin kendini toplayıp konuşanlara baktı. ''Orasını bilmem ama umarım kurşunu, akan suya atın diye tutturmaz.''
Şaşıran Salih tavadaki eğri büğrü kurşuna baktı. ''Saçmalık olmaz mı?''
Yasemin başını salladı. ''Valla mecbur kalınca saçmalık diyemiyoruz.''
Genç adam anlamsızca kıza baktı ama sormaktansa izlemeyi yeğleyerek bakışlarını falcı geçinen Dilbade'ye çevirdi. Dilbade, başka dünyalardan gelen bir alamet gibi, toparlanmış kurşuna dikkatle ve biraz da korkuyla bakıyordu. Dramatik bir sesle konuşmaya başladı.
''Bir sürü göz var, hepsi de kıskançlıkla pörtlemiş. Bak, bak hanımım, göz göz olmuş kurşun. Beğeniyle bakanlardan çok çekemeyenler var, bela sarmak isterler onların ayaklarına dolanır.'' Demesiyle tavanın içine tükürmesi bir oldu.
Yasemin bu işin sonunun boğaz kıyısında biteceğini tahmin ederek kısık sesle söylendi.
''Tükürmeye başladık, hadi bismillah!''
Salih komedyaya benzettiği bu fal oyununu eğlence niyetine seyrediyordu. Yasemin'e arada bakarak da gözlerini bayram ettiriyordu. Çok yakında eşi olacak bu genç kıza karşı olan aşkı uhrevi bir hale geçmişti, sanki ruhuyla seviyordu. Evet, Yasemin'i seviyordu. Hiç tatmadığı kadar bir saf aşkla, gözleriyle aklıyla seviyordu. Dilbade'nin nidasıyla kendine geldi ve başını kadına çevirdi.
"Bu yılan da nesi! Dolanmış taa, evinin temeline sarılmış. Kuyruğunu çarpar durur, yok anam, koca evi yıkacak sankim. Tüü, yıkamaz olasıca uğursuz meret!"
Arka arkaya üç kere tavanın içine tüküren Dilbade rahatlayarak doğruldu. Diğer dört kişi boş bir ifadeyle kadının yaptığı tuhaf ayini seyrederken Dilbade yaptığından memnundu.
"Bu yılanın tek başı yok hanımım, baş üstüne baş türemiş."
Salih yeniden Yasemin'e doğru eğildi. "Yılan değil, Hydra mübarek!"
Yasemin Salih'in lafına kahkaha atmamak için ağzını kapattı. Genç adamın yumuşak bakışlarına çevirdi gözlerini. İkisinin de aklı az önceki ana gidince aynı anda kızarıp başlarını öne eğdiler. Salih içini saran mutluluğun coşkusuyla sarhoş gibiydi.
Münevver yeniden patladı. "Aman Dilbade, sen de ne yılan hayranı çıktın. Her falında başka hayvan görmüyorsun. Kuş gör, çiçek gör bir kez de Allah'ını seversen."
"A yalan mı söyleyeyim abla, dedim sana kayınvalidem bana el verdi, doğrudan başka bir şey demem. Yoksa kadının hakkı kalır üstümde"
"Güzel bir şeyler de söyle Dilbade" dedi Afife Hanım. "Hepten kötüye yorma şu madeni"
Dilbade müdahaleden hoşlanmasa da hanımına bir şey demeden kurşun topuna baktı. Sonra kaşları çatılarak Salih'e doğru gözlerini çevirdi. "Uzatılan her ele güvenmemen iyi bir şey beyim emme boyca benzerine güven. Başındaki akbabaları kovacak olan kişi ondan başkası değil. Canın pek sıkılmış, sabır gerek."
Yasemin genç adamın ifadesiz yüzüne baktı, tepki vermesini bekliyordu nedense. Salih Dilbade'yi dinlerken sadece gözlerini hafifçe kıstı, gözleri gür kirpiklerinin arasında belli belirsiz parlarken Yasemin bir kez daha bu genç adamın gösterdiğinden fazlasını sakladığını düşündü. İyi bir şey miydi, bilemedi. Bunu zaman gösterecekti.
Dilbade kurşunun fazlaca sıkıştığını söyleyip falı sonlandırdı. Eğlence bitince Afife Hanım, Münevver ile birlikte ikisini balkona gönderdi. Salih kahve içtikten sonra gideceğini söylese de ayrılmaya hiç istekli olmadığı belliydi. Yasemin'in aklı Dilbade'nin son sözlerine takılmıştı, aynı şekilde Salih'in de huzursuz olduğunu fark etti.
"Kurşun döktürmek moralinizi bozmuşa benziyor Salih Bey. Yüzünüzü astınız.''
Salih kaşlarının altından Yasemin'e baktı. "Olur olmaz sırıtmamamı söylediğinizi anımsıyorum."
Münevver şaşkınca güldü. "A hiç güleceğim yoktu. Yasemin size gülümsemeyi mi yasakladı?'' dedi ve Yasemin'e döndü. "Beyefendiye bu denli yakışan bir ifadeyi yasaklamak da ne oluyor güzel kızım?"
Omzunu silken Yasemin, dadısının gözle görülen bu gerçeği kolayca dile getirmesine sinirlendi. "Yakıştığını sanmıyorum."
Münevver yan gözle Salih'e baktı. Genç adam bu yasakla değil, yasağın sahibiyle daha ilgiliydi. Hoş bir bakışla Yasemin'i seyrediyordu. Münevver'in bakışını hissedince tedirgin bir tavırla başını çevirdi. Salih'in efendiliğine diyecek bir şey yoktu. Ayrıca genç kızın kaprisine, Salih'in şakacı bir ciddiyetle yaklaşması genç adamın olgunluğuna dalaletti. Onları birkaç dakika yalnız bırakmak için söylenerek ayağa kalktı.
"Bu kızın yavaşlığı beni öldürecek. Kahveyi Yemen'den mi getiriyor anlamadım. Şuna bir bakayım ben."
Dadısı balkon kapısından çıkınca Yasemin kaşlarının altından Salih'e baktı.
***
Dadısı balkon kapısından çıkınca Yasemin kaşlarının altından Salih'e baktı. Genç adam gülleri sulayan bahçıvan yamağını izliyordu. İtirafları yüzünden kendini ona karşı güçlü hissetmesi gerekirdi ama Salih'e karşı elinin kolunun bağlandığını hissediyordu. Kalbinde özenle sakladığı duygular sel olmuştu ve boşluk bulsa dudaklarından aşk sözleri olarak çıkacaktı. Salih başını ona doğru çevirince bakışlarını kaçırmadı, usulca sordu.
"Bana söyledikleriniz de samimi miydiniz?"
Salih yüzüne düşen saçının altından, hoş bir bakışla onun meraklı yüz ifadesini süzdü. Yasemin haklı olarak ona kuşkuyla yaklaşıyordu. Çok kısa bir süre sonra evleneceklerdi ama Salih, ilk defa bu kadar açık konuşmuştu. Genç kızın meraklı bakan gözlerine gözlerini kenetledi.
"Eğer yine azarlamayacaksanız cevap veririm.''
Yasemin başını dikleştirdi. "Yalan mıydı yani?"
"Yalan olduğunu söylemedim."
"O halde azarlanacağınızı nereden çıkardınız? Beni iyice huysuz bellediniz siz de"
"Değil misiniz?" dedi hayretle kaşlarını kaldırarak.
Yasemin'in gözleri büyüdü. "Şimdi de huysuz dediniz"
"Ben demedim, siz dediniz" dedi Salih eğlendiğini belli etmemeye çalışarak ciddiyetini korudu.
"Onayladınız!"
"Onaylamadım Yasemin Hanım, sadece sordum"
Yasemin sinirli bir nefes aldı, kapıya doğru bir bakış atarak söylendi. "Araya laf karıştırmakta üstünüze yok Salih Bey, soruma cevap verecek misiniz, yoksa cevaplamayacak mısınız?"
Salih, başka gözlere günah olarak kabul edilen gülümsemelerinden birinin eşliğinde Yasemin'in sorusunu yanıtladı.
"Sözlerimde ciddiydim, size olan aşkımı bir ömür boyunca ispat etmekten bıkmam. Ne zaman sorarsanız aynı yanıtı alacaksınız. Sizden tek ricam bana inanmanızdır."
Yasemin sözsüz kalarak kesilen nefesine rağmen iç geçirdi. Suratsızın biçimli ağzı pek de güzel laf yapıyordu. Acaba ona konuşmayı da mı yasaklasaydı, diye düşünürken dadısı özellikle gürültü yaparak elinde tepsiyle balkona daldı.
"Kusura bakmayın Salih Bey, orta şekerli denmişti, kızcağız şekerli yapınca yeniden pişirmiş. Gecikmesi ondanmış."
Salih önemli olmadığını söylerken Yasemin zaten kahve içecek halde değildi. Annesi de onlara katılınca muhabbeti sadece onlara bırakmayı yeğleyerek ruhunu ışıltılı bir mutluluğa boğan heyecanına alışmaya çalıştı. Tükürdüğünü yalamıştı, evet; ayrılmak için bahaneler aradığı adama tutulmuştu, evet; Salih'in güzel sözlerine karşın eski sevdasını kıskanmaktan vaz geçebilecek miydi, hayır... Düşündükçe hala öfkeleniyordu. Çok kısa bir süre önce Salih başka bir kadını delicesine sevmişti. O kadını tamamen unutmasını tüm kalbiyle dilerken, düğün zamanına değin hiçbir terslik çıkmaması için içinden dua ediyordu.
"Sizi çok rahatsız ettim efendim, ben izninizi istiyorum"
Salih'in gideceğini anlayan Yasemin başını hızla kaldırıp genç adama baktı. Annesinin iznine rağmen onun hiç izin verme isteği yoktu. Henüz özlemini dindirememişti ki...
Salih ayağa kalkmadan cesaretini toplayıp elini cebine attı. "Yasemin Hanım, size layık olmasa da, küçük bir armağan ile yokluğumu telafi etmek isterim. Umarım kabul buyurursunuz."
Üzeri mineli, gümüş işlemeli küçük kutuyu Yasemin'e uzatırken elinin titremesine engel olamadı. Kendisine sinirlense de, Yasemin'in güzel yüzündeki şaşkın sevinci görünce içi rahatladı. Yasemin titreyen bakışlarla hızlıca ona baktı, sonra annesine göz attı. Afife Hanım gülümseyince uzun narin parmaklarını kutuya uzattı. Salih küçük kutuyu kızın avucuna bırakıp tepkisine dikkat kesilerek geriledi. Sabahın köründe sarrafları dolaşırken tesadüfen bulmak yerine nişanlısına özel bir şeyler yaptırmak isterdi ama bu küpeleri görür görmez Yasemin aklına gelmişti. Beğenmesini umarak dudağını ısırıp bekledi.
Yasemin şık kutunun kapağını açarken heyecandan bayılacaktı. Salih'in ona aldığı ilk hediyeydi, aslında Yasemin'in bir erkekten kabul ettiği, satın alınan ilk hediyeydi. Satın alınmayan diğer hediye, yine aynı kişi tarafından verilen ve kitaplığındaki kitabın içinde sakladığı acemborusuydu. Genç adamın bu denli düşünceli olmasına inanamıyordu, kutunun içinden çıkanı görünce derin bir nefes aldı ve dudakları istemsizce kımıldadı.
"Kusursuz..."
Kutunun içinde, bir çift küpe yan yana uzanıyordu. İnce bir işçilikle işlenmiş altın küpelere zarif bir gül deseni verilmişti. Gülün altından üçlü olarak çıkan zümrüt yapraklar ve gülün tam ortasına yerleştirilmiş elmaslar ziynete ayrı bir güzellik katmıştı. Bakışlarını küpelerden aldı ve onu izleyen Salih'e çevirdi.
"Çok ince bir armağan, teşekkür ederim Salih Bey."
Salih sadece hafifçe gülümseyebildi çünkü kızın yüzünde gördüğü huşu dolu ifade onun aklını başından almıştı. Biliyordu ki, asıl armağan Yasemin'in ta kendisiydi. Genç kıza bakıp kaldığını fark edince toparlandı ve ayağa kalktı. Afife Hanım'ın gülümseyen yüzüne doğru çekinerek döndü.
"Sizin için bir hediye getirmeyi akıl edemedim, özür dilerim."
Afife Hanım gülerek ayağa kalktı. "Lafı mı olur Salih Bey oğlum, güzel kızımın yüzünü güldürmeniz bana kafi. Kendimi, en büyük armağanı almış sayarım."
"Çok zarifsiniz efendim."
Dadısı ona bir dirsek sallayınca Yasemin ayağa kalması gerektiğini hatırladı. Öyle, baygın bakışlarla nişanlısını izlemek olmuyordu. Kutuyu avucunda sıkıca tutarak sürüklenen adımlarla Salih'i uğurlamaya sofaya doğru yürüdü. Yaşadığı son iki saatin verdiği sevda yorgunluğuyla ağzını dahi açamadı. Ne mutluluktu yarabbi!
Bütün olanlardan sonra Salih'in konağa kadar sırıttığını söylesek yeridir. Görenler deli diyecekmiş umurunda değildi. Nişanlısı tarafından yasaklanmış eylemi hiç fark etmeden yaptığını kasılan yüz kaslarının ağrımasıyla anladı. Fakat bahçe duvarının yanında durmuş siyah at arabasını gördüğünde içi sıkıldı. Görmemiş gibi davranıp geçip gitmeyi isterdi ama yapamayacağını da gayet iyi biliyordu. Yolunun üstündeki arabaya yaklaştığında sürücü yerinde oturan adam zıplayarak aşağıya indi ve başını eğerek arabanın kapısını açtı. Salih bunca neşenin üstüne hiç gitmeyecek uğursuz arabaya kısa bir bakış atıp içeri adımladı.
***
Edip Nuri iyice eğrilen sırtını düzeltti, gelmesini beklediği olan adama karşı sert ve otoriter görünmek istiyordu. Şımarık paşazadenin Osman'dan ne çektiği umurunda değildi, madem kibirli davranmak istiyordu, sonuçlarına katlanacaktı. Yelena'nın getirdiği yetersiz bilgiyle Salih'in son durumu hakkında fikri yoktu fakat sağ olması bile moralini düzeltmeye yetmişti. Osman'ın onu çok hırpalamaması lazımdı çünkü Salih'in arkası güçlüydü. İmkanı olsa, o yeniyetmeye bulaşmak dahi istemezdi.
Ona hala acı veren elindeki yarayı kontrol etmek için yumuşak eldivenini güçlükle parmaklarından sıyırdı. Lanet olası yaranın çevresi kötü bir renkteydi, hafif şişliğin üzerine dikkatlice dokundu. Sızı keskin bir bıçak gibi beynine saplanırken inlememek için çenesini sıktı. Yaranın ortasından kanlı sarı bir irin sızınca midesi bulanarak masanın üstündeki kolonyaya uzandı. Kolonyayı mendiline döküp mendili de yaranın üzerine bastı. Kendini tutmasaydı bağıracaktı, şakaklarından soğuk terler aktı ama ufak bir inleme dışında ses çıkaramadı.
Yüksek makamdan gelen bu ceza, işin ciddiyetini her daim hatırlaması içindi. Daha kötü cezalarda vardı, Edip'in gümüş çiviye şükretmesini gerektiren cezalar. Kolonyayı yüzüne sürdü ve acısını dinlemek için geriye yaslandı. Bu görevi gerektiği gibi başarması şarttı.
Kapısı tıklatıldığında koltuğundan doğruldu ve eldivenini giydi. Duruşuna çeki düzen vererek boğazını temizledi.
"Gel!"
İçeri giren Halid, hiçbir laf etmeden Edip Nuri'ye baktı. Edip Nuri gergin bir sesle konuştu.
"İçeri al!"
Halid duygusuz bir ifadeyle çıkıp kapıyı aralı bıraktı. Aralı bırakılan kapıdan bir dakika sonra Salih göründü. Edip Nuri, masaya doğru yürüyen genç adamın birkaç bere dışında gayet iyi göründüğünü fark edince Osman'ın niyetini bir kez daha içinden sorguladı. Ne demeye bu adamı eski köşke götürmüştü ki? Sorgulama dese, ilgilenmediğini baştan söylemişti. Acımasız bir kapris olarak tahmin ettiği bu isteğin sonunda da Salih'in bu kadar iyi görünmemesi gerekiyordu.
"Hayırlı günler." dedi Salih masanın önünde durdu. Oturacak en yakın sandalye odanın diğer tarafındaki masanın çevresindeki sandalyelerdi. Edip Nuri'nin, onun oturmasını istemediği belliydi.
"Hoş geldin Salih." dedi Edip, Salih'e küçümser bir bakışla bakmayı ihmal etmeden. "Seni iyi gördüm."
Salih hiçbir şey demeden soğuk bakışlarını adama dikti. Edip en çok adamın bu tavrına sinir oluyordu. Amir olan oydu ama Salih, ona öyle bakıyordu ki, kendini Salih'in hizmetlisi gibi hissediyordu. Ağzının yanı seğirirken öfkesini zor zapt ettiği belli olan bir sesle konuştu.
"Osman seni neden alıkoydu?"
Salih derin bir nefes aldı ve sakin bir sesle cevap verdi. "Neden olacak? Eline fırsat geçen bir sadist gibi beni denemek istedi. Sorunun otorite eksikliği olduğunu düşünüyorum. Gerçi beni neden alıkoyduğu hakkında sizin fikriniz olmalı, onu benden daha iyi tanıyorsunuz. Kapristen ibaret olan talimatlarını, emir olarak telakki ettiğinize göre..."
Edip, Salih'in eleştiren lafları karşısında sinirden mosmor oturduğu yerde titredi. Salih'in ürkeceğini sanırken züppe adam büsbütün arsızlaşmıştı. Osman'ın izleri hala yüzünden belli oluyordu, demek ki, çok da iyi anlaşamamışlardı. Osman istihbarat açısından çok yetenekliydi ama işine gelirse. Salih ile anlaşamamaları hem iyiydi hem de tehlikeliydi. Adamın canını sıktığı bir anda, Osman, hiç acımadan Salih'in ipini çekiverirdi. Dolaylı olarak da Edip'in işini bitirirdi.
"Sana ne anlattı?" dedi bir kez daha deneyerek.
"Hakaretten başka bir laf duymadım. Size tekrarlama mı ister misiniz?"
Edip Nuri bükülen kamburunu daha fazla tutamadı. Bu küstah genç, sinirlerini fena halde bozuyordu ve kasları öfkesinden titrediği için bedeninin kontrolünü kaybediyordu. Koltuğunun yanındaki bastonuna uzandı, yavaşça ayağa kalktı. Salih'in onu izleyen dikkatli bakışları altında ona doğru yürüdü.
"Osman'ı başına bela etmeyeceğim, karşılığında senden yaptığımız işe inanç duymanı istiyorum. Pek lakayt duruyorsun. Otorite boşluğu dedin haklısın, fakat bu tercihen yapılmış bir eylemdi. İstesem Osman'ın dileğini geri çevirebilirdim. Sadece senin nasıl insanlarla çalıştığını görmeni istedim. Yani..." dedi sırtlan gibi hesapçı gülümsemesiyle devam etti. "Hayatın benim ellerimde. Kimseye güvenemezsin, bana mecbursun."
Salih, adama hiç inanmadı ama karşı da çıkmadı. Edip Nuri, onun bu ifadesiz duruşunu evet olarak aldı ve memnuniyetle nefeslendi.
"Gelelim senin görevine. Az sonra tanık olacağın anı, benden başka kimseyle konuşmanı yasaklıyorum. Bu senin sağlığın açısından gerekli bir sır tutuculuktur. Benim korkacak bir şeyim yok."
Cebinden çıkardığı bir kağıdı Salih'e uzattı. "Sanırım beni anladın."
"Elbette" dedi Salih adamın uzattığı kağıdı alırken.
Edip içinde tutmakta zorlandığı bir heyecanla delikanlının en küçük tepkisine dikkat kesildi. Az sonra geleceğini etkileyecek bir an gerçekleşecekti. Salih yazılan şifreyi çözerse, kodları aldıktan sonra onunla işi bitecekti. Sakin durmaya çalışarak genç adamı izledi.
Salih elindeki kağıda baktı. Fars alfabesi ve biraz da Latin alfabesiyle yazılmıştı. Anlamsız harflerin üstünde hızlıca göz gezdirdi. İkili bir şifre kullanıldığı çok açıktı. El yazısıyla yarım sayfalık yazılmış harflerden bakışlarını kaldırdı ve kısılmış gözlerle onu izleyen Edip'e baktı.
"Devamı?"
"Bu kadar" dedi Edip Nuri.
Salih başını olumsuzca salladı. "İmkanı yok, devamı olması gerek. Anahtar kelimeyi bulmak için daha fazlasına ihtiyacım var."
Edip Nuri şifreyi çözeceğini anladığına mı sevinsin yoksa devamını da göstermesi gerektiğine mi üzülsün bilemeden bir süre öylece baktı. Salih'i saf dışı etmek sandığı kadar çabuk olmayacaktı. Boğazını temizledi.
"Söylenildiği kadar yetenekliysen, bu kadarıyla işi başarmanı beklerdim."
"Yetenekli olduğumu, ben, hiçbir zaman söylemedim. Bana gelen sizdiniz, işimden eden de. Şifre tüm yazıya dağılmış olabilir, bir sonraki satırda kendini belli etmiş de olabilir." Kağıdı Edip Nuri'ye uzattı. "Affımı rica ediyorum, benim de yapabileceğim bu kadar."
Edip Nuri, öfkeyle kısılan gözlerini Salih'in soğuk ifadesine dikti. Kağıda dahi bakmadan dişlerinin arasından tısladı.
"Benim ve teşkilatımın önemini hala kavrayamamışsın Salih. Şifreyi çözmen için gerekli parçayı da sağlayacağım ama bu işi başarmadan beni oyuna getirmeye çalışmanı hoş karşılayacak değilim. Son derece gizli ve vatansever olan bu hareketimizi anlamanı dilerdim. Bu hususta her şeyi göze aldık. Kendi hayatından korkmuyor olabilirsin. Kaybetmeyi istemeyeceğin şeyler olduğunun farkındayım, durup bir kez daha düşün."
"Beni bu şekilde tehdit etmenize müsaade etmiyorum Edip Nuri Bey!" diye kükredi Salih. "Sizinle benim aramdaki işe neden ailemi de karıştırırsınız?"
"Çünkü senin yüzünden uğrayacağımız felaket bütün memleketi ilgilendirir. Acısını önceden tatman için de elimden geleni yapacağım. Dostça yaklaştım fakat sen anlamak istemedin."
Salih kaşlarını çattı ve çenesini kasarak başını başka yöne çevirdi. Daha fazla bu hinlik dolu surata bakamayacaktı. Memleket meselesi dediği bu işe onu sokmuştu ve açıklama dahi yapmıyordu. İçindeki huzursuzluk da dayanılacak gibi değildi. Hırlar gibi söylendi.
"Dediğim gibi, şifreyi çözmemi istiyorsanız devamını da göstermelisiniz. Başkaca çıkar yolu yoktur."
Edip Nuri adamın elinde sıktığı kağıdı yırtarcasına çekti ve cebine attı. "İyi, pek iyi, şimdi gidebilirsin. Hazır olduğunda Halid'i gönderirim."
Salih adamın yüzüne sert bir bakış attı, sonra sırtını dönüp uzun adımlarla odayı terk etti. Edip Nuri cebinde duran elindeki kağıdı, sanki Salih'in boğazına sarılmış gibi iyice sıktı. Bu iki adamın kontrolünü eline alamadığı sürece büyüklere karşı kendini nasıl ispat edecekti? Bir çare olmalıydı ve bu çareyi bir an önce bulmalıydı.
Salih takip edildiğini binadan çıkıp iki sokak yürüdüğünde fark etti. Adımlarını normal atmaya çalışırken bir yandan da takipçisini görme fırsatı yaratmaya çalışıyordu. Yolu uzatarak çarşıya girdi ve bir şey arıyor gibi bakınmaya başladı. Kumaş tüccarının dükkânında aradığı fırsatı yakaladı. Kumaş topundan sarkan ipekliyi evirip çevirirken omzunun üstünden onu takip edene doğru hızlıca bakıverdi.
***
Duvar kenarında kaygısızca duran Osman'ı gördüğüne nedense pek şaşırmadı. Osman sanki bir parçasıymış gibi çarşının akşamüstü kalabalığına karışmıştı. Fesini azıcık geriye iterek doğruldu ve başıyla belli belirsiz bir işaret yaptı. Salih tüccardan kurtulup adamın ardına düştü.
Çarşıdan ve kalabalıktan uzaklaştılar, köhne bir meyhaneye girdiğini gördüğü Osman'ın peşinden gitmeden önce dikkatlice etrafa bakındı. Nedense takip edilme hissi henüz geçmemişti. Loş gölgelerden ve birkaç serseriden başka kimsenin olmadığı sokak arası, izlenme duygusunu güçlendirdi. Osman sayesinde iyice paranoyak olduğunu düşünüp başını salladı ve meyhaneye girdi.
Salih'in gördüğü ama aldırış etmediği kaba saba kıyafetli adam çöktüğü köşeden doğruldu. Edip Nuri ona sadece izlemesini söylemişti ama asıl onun canının çektiği şey başkaydı. Diğer herifin de adamı izlediğini fark etmeyeydi, yapacağı eylem de sadece izlemek olmayacaktı. Madem bu güzel oğlan Edip Nuri'yi öfkelendirmişti, onu köşke götürmesi icap ederdi. Gerçi son eğlencesinden sonra Edip Nuri, ona kimseye zarar vermemesini emretmişti ama biraz işkenceye sesini çıkarmazdı. Beyninin içindeki sesleri susturmanın başka yolu yoktu, kan kokusu onu rahatlatıyor ve bir bebek misali uyumasını sağlıyordu. Kaç günlük uykusuzluğunun hıncını bu oğlandan çıkarmak hakkıydı.
"Bu sokakta dikilmek için bizden müsaade aldın mı bre deyyus!"
Adam, ona seslenildiğini geç fark etti. Ona doğru bakan iki adam aldıkları veya kokladıkları sözde güçlendiricinin ardına sığınıp berduş görünen adama çattılar.
"Sağır mısın lan?" dedi daha iri olanı. "Buralar bizden sorulur kevaşenin evladı!"
Adam nihayet bakışlarını meyhaneden alıp ona yaklaşan adamlara çevirdi. Korkmuş gibi geriye, loş, çıkmaz sokağa doğru yürüdü. Bir elini de eski bir cüppeyi andıran giysinin altına atmıştı. Adamlar kendilerinden o kadar emindiler ki, korkan adamın peşinden çıkmaz sokağa girmekte sakınca görmediler. Cüppesinin altında sakladığı paraların hayaliyle, ecelleri olacak katili takip ettiler.
Adamların serseri hayatlarının çok acı çekmeden sona erdiğini söylememiz içinizi rahatlatır mı bilemeyiz ama katilin kan kokusuna olan özlemini giderdiklerini söyleyebiliriz. Çıkmaz sokaktan çıkan katilin az önce üzerinde olan pis cüppe, yerde yatan, kan içinde yatan iki adamın parçalarını gözlerden saklıyordu. Kana bulanmış kıyafet görevini yaptığından katil ayrılmadan önce hançerini temizlediği kıyafeti ceset parçalarının üstünü örtmekte kullanmıştı.
Köşke dönerken beynindeki zırıltının susmasına neden olan iki adam için hayrına bir dua okuyuverdi. Bir duayı paylaşsınlar diye düşündü, ne de olsa kader arkadaşlığı yapmışlardı. Edip Nuri köşke dönene dek uyumaya karar vererek kısık bir ıslık eşliğinde, aklından güzel çocuk ile kara bakışlı takipçisini sildi. O ikisiyle şimdilik uğraşmasına gerek yoktu.
***
"Kağıtta yazılanlar aklında mı?"
Soğan ve alkol kokularının arasında küçük bir masanın etrafına oturmuşlardı. Hasırdan yapılmış oturaklar oldukça rahatsız edici olsa da, iki adamın pek umurunda değildi. Birbirlerine doğru eğilmiş sessizce konuşuyorlardı. Meyhane henüz kalabalık değildi ama yeteri kadar sarhoş masalara dağılmıştı. Kimsenin onları dinlediğini sanmıyorlardı ama uluorta konuşulacak bir konu da değildi, dillendirdikleri.
"Bana yetecek kadarını ezberime aldım ama şifreyi çözmeme yeter mi? Hiç sanmıyorum. Çok ince bir kodlama yapılmış, uzman işi olduğu belli." Dedi Salih başını sallayarak.
Osman yağlı rakı kadehini eline aldı. "Devamı olduğunu nereden biliyorsun?"
Salih, adamın elindeki kirli rakı kadehine bakmamaya çalışarak cevapladı. "Aslında blöf yapmıştım. Edip'in tepkisi yazının bir kısmını ortaya çıkardığını gösterdi. Hepsini getirmesi için onu bir parça zorladım. Şifreyi çözmem için yazının devamını sonra gönderecek. Bu arada ikimiz hakkında kuşkulanıyor, senin bir amacın olduğunu düşünüyor."
Osman kalan rakıyı da içtikten sonra kadehi masaya bıraktı. "Sansın pezevenk, ben ona şüpheleneceği başka kuşkular veririm. Zaten yakında kefeni başından aşağıya geçireceğim o herifin. Asıl pisliği bulayım da."
"Yanılma ihtimalin olduğunu hiç düşündün mü?"
"Hayır" diye kestirip attı Osman. Salih'in sessiz kaldığını görmek hoşuna gitmese de söylenmemek için elini karafakıya uzattı, rakıyı kadehine doldururken Salih nihayet konuştu.
"Eğitime devam edecek miyiz?"
Osman kaşlarının altından ona baktı. "Gayret gösterecek misin?" Salih başını sallayınca, doğruldu. "Senin bir şifre ustası olduğunu hiç düşünmezdim."
"Usta değilim zaten." dedi. "Birkaç püf noktasını öğrenme şansım oldu. Aslında şans demek doğru değil. Şu anki aklım olsaydı hiç girişmezdim. Senin düşüncen neydi?"
Osman nadir sırıtışlarından biriyle sorusunu cevapladı. "Senin bir suikastçı olduğunu sandım. Özellikle reflekslerinin iyi olmasına rağmen kendini benden saklaman da bunu düşündürttü bana."
"Ben dövüşmeyi bilmem. Sana tam olarak rol yapmıyordum."
"Ama hareketlerin çok keskin, bu konuda yeteneğin var. Benden iyi olacağını hiç sanmıyorum ama biraz çabalarsan sağ kalmayı başaracak kadar öğrenirsin."
Salih umursamadığını gösterircesine burun kıvırdı. Osman onun bu vurdumduymazlığına alıştığından hareketini şahsi olarak alıp parlamadı. Onun yerine sakin bir sesle konuştu.
"Seni suikastçı sanmamın bir nedeni de, Edip'in işine gelmeyen adamların hızlıca ortadan kalkması. Bir katili var ve adam bu konuda kusursuz çalışıyor. Tanık bırakmıyor."
Kaşlarını çatan Salih'in aklına gelen kuşku gerçek olamayacak kadar acımasızdı. Nefesi kesilerek konuştu.
"İşine gelmeyenler demekle neyi kastettin?"
"Neyi olacak, istediğine ulaşmasını engelleyen biri varsa defterini dürüyor."
Aklında dolananlar karşısında istemsizce önünde duran tiksindiği kadehe uzandı ve bir yudum aldı. Yakıcı sıvı boğazından geçerken aklındakini Osman'a anlatıp anlatmamayı düşündü. Edip Nuri, Kamil Talat Bey'in çevresinde dolaştıktan bir süre sonra adam ailesiyle birlikte katledilmişti. Bu tesadüf olabilir miydi?
"Seni memurluktan kovan adam yakın bir zamanda öldürüldüydü değil mi?"
Bu adam onun aklını mı okuyordu? Başını salladı.
"Evet"
Osman kavun parçasını ağzına atıp çiğnerken Salih şüphesini anlatmaya karar verdi. Mücevherlerin listesine dek öğrendiklerini adama hızlıca anlattı. Osman masadakileri atıştırırken sanki onu dinlemiyor gibiydi ama lafı bitince doğruldu ve dinlediğini gösteren bir soru sordu.
"Sözünü ettiğin ziynet eşyaları değerli miymiş?"
Nefeslendi. "Ne ilgisi var şimdi?"
"Ne ilgisi mi var? Zeki olduğunu sanırdım paşazade. Değerli mücevherlerse nadir bulunurlar ve katil, her kimse, İstanbul'daki birkaç yer dışında onları satamaz. Sattığı adamlarda öyle ağzı sıkıdırlar ki, kessen söylemezler. Ona göre sorduracağım vakit kaybetmemek gerek. Bu önemli bir ipucu."
Adama hak veren Salih onu onayladı. "Evet, broş ve kolye oldukça değerliymiş. Bilezikler de değerli ama onların benzerleri her sarrafta satılıyor. Ben araştırdım ama kuşku çekmemek için derine inemedim."
Osman hafifçe belirmiş kirli sakalını sıvazladı. Salih onun gibi birinin neden tam sakal bırakmadığını merak etmeden duramadı. Kirli sakalı vardı, evet ama Osman gibi bir kabadayının daha erkeksi gözükmek için sakal bırakacağını sanırdı. Genç kabadayının hoş bir yüze sahip olduğu yadsınamazdı ama Osman bu hoşluğunun kıymetini bilir gibi davranmıyordu. Bu adamı çözmek gerçekten çok zordu.
"Sorduralım bakalım." dedi düşünceli bir sesle.
"Hele Osman, sen buralara gelir miydin?"
Osman tek kaşını kaldırıp masalarına doğru dönmüş adama baktı. "Cepte mangır kalmadı Tahsin, rakı ısmarlayacak adam bakınırım."
Adam güldü ve masalarına yaklaştı. Osman, Salih'e gitmesini anlatan bir baş işareti yaptı ve oturak çeken adama döndü.
"Karafakıyı söyle de öyle otur! Boş boş geçme başköşeye lan!"
Adam meyhaneciye dönmüş seslenirken Salih ayağa kalkmış kapıya doğru yönelmişti. Osman ile işbirliği yaptığına hala şaşıyordu. Adamın dürüst olduğuna neden inanmıştı bilmiyordu ama içinden bir ses, ona uzatılan yardım elini tutmasını söylüyordu. Falda da çıkmamış mıydı? Aklına kurşun falı ve devamındaki an gelince bedenini hararet bastı. Tüm zihni bir anda Yasemin'in hayaliyle dolarken kalbi büyümüş gibi göğsünü sıkıştırdı. Yasemin kadar masum ve güzel bir varlığın alakasını çekmek için nasıl bir sevap işlemiş olabilirdi?
***
Edip Nuri geceden karanlık arabasıyla dar koru yolunu geçerken ölümün gölgesi de yolun kenarından yürüyordu. Sürücünün yanı başında oturan Halid adamı fark etti ama adam eliyle devam etmelerini söyleyince Arap hiç görmemiş gibi geriye yaslandı. Görülmek istemiyorsa, görülmeyecekti. Çünkü Halid karanlığa rağmen adamın paçalarındaki daha koyu rengi, keskin gözleriyle fark etmişti.
Siyah araba köşkün basamaklarında durdu. Halid hemen atlayıp kapıyı efendi bellediği adamın geçmesi için açtı, basamağı indirdi. Edip Nuri yaşından da yaşlı hareketlerle basamağı adımlayarak taşlı yola ayakbastı. Karanlık pencerelere doğru göz attı. Takipten dönmediği belliydi. İçi bir parça rahatladı, o herif etrafındayken rahatsız oluyordu. Ona bir bela yapacağından değil, zekasının gidip gelmesi ve ölüm kokmasından hoşlanmıyordu.
Basamakları ağır ağır tırmanıp Halid'in onun için açtığı kapıya doğru yürürken adamı bulduğu ana gitti aklı. Bir yıl önceydi, bimarhanede yol açtığı olaylar yüzünden idarecilerin kararıyla katledilmesine ramak kalmışken Edip, onu yanına almıştı. Adını bilmeyen adamın tek hatırladığı anılar eskilere aitti, bimarhaneye nasıl geldiğini bile hatırlamıyordu. Adama bir kere başına geleni sormuştu, o da sakince anımsadığı dehşeti anlatmıştı. Edip'in dinlerken kanı donmuşken adam gayet rahattı. Anlattıkları bir insanın kaldıramayacağı korkunçluktaydı ve adsız, bütün anlattığını yaşamıştı. Yalan söylediğini veya hayal ettiğini sanmıyordu çünkü yaşananlar kesinlikle onun olmayan hayal gücü için fazlaydı.
Boş köşk gecenin ıssızlığında daha da ürkütücü olmuştu. Edip kararlı adımlarla yürümeye çalıştıkça daha çok gölgelere bakar olmuştu. Sonunda şöminenin olduğu odaya vardı. Ahşap masaya doğru hızlıca yürüdü, cebinden küçük anahtarı çıkardı. Masanın kalın ahşap ayağını çıkarmadan önce gaz lambasını yakmayı ihmal etmedi. Dizlerinin üstüne çöktü, cilalı tahtanın iki kenarındaki çıkıntıya basarak gizli kasayı ortaya çıkardı.
Kare kasa masanın kalın ayağına hiç belli olmayacak şekilde montelenmişti. Elindeki küçük anahtarı demir kasanın kilidine soktu ve çevirdi. Küçük defteri mücevher yığının altından çekip eline aldı. İnce defterin içinde yazılanları öğrenmek için sabırsızlanıyordu. Güçlü biri olmak için tek şansının elindeki birkaç sayfa olması oldukça acınasıydı fakat olayın çarkları bu şekilde işliyordu. Gücü eline geçirmek kolay değildi.
Küçük defteri masanın üzerine bıraktı. Çekmeceden birkaç deste kağıt çıkarttı, mürekkep hokkasını yanına çekti. Gaz lambasını da yaklaştırdıktan sonra ilk sayfayı açtı. Anlamsız harflerin nasıl yazıldığına, her çizgiye, her noktaya dikkat ederek önündeki kağıda kopyalamaya başladı. Kendini işine o kadar kaptırmıştı ki, onu izleyen bir çift gözü fark etmedi.
Odaya girmek için sabırla adamın işine ara verip geriye yaslanmasını bekledi. Edip Nuri koltuğa dayandığında nihayet onu gördü ve rahat koltuğunda irkildi. Kapının ağzında bir heykel misali duran adam nihayet kımıldadı, odaya adım attı. O masaya yaklaşırken Edip soluksuz bir sesle konuştu.
"Ne zamandır ordasın sen?"
Adam kanepeye otururken onu cevapladı. "Çok oldu."
"Anlat."
Adam çenesini saran sakalı kaşıyarak sakin bir sesle konuştu. "Pazaryerinde başka bir adamla buluştu birlikte meyhaneye gittiler."
Edip birkaç saniye bekledi, devamı gelmeyen sohbet karşısında sinirlendi. "Bu kadar mı? Arkadaşıyla buluşup meyhaneye gitti. Başka bir şey olmadı mı?"
"Hayır"
Edip seyriyen yanağına aldırmadan söylendi. "Arkadaşını tarif et."
Tarif gerekiyordu ama adamın zihninde başka bir şey oluşuyordu, eskilere dair bir şeyler. Tekdüze bir sesle anlattı, duygusuz ve soğuk.
"Uzun boylu, esmer bir adamdı. Sakalı bıyığı yoktu. Yüzüne dikkat etmedim."
"Dikkatin neredeydi acep!" diye homurdanan Edip Nuri, önündeki kağıda eğildi. "Başıma iş açmaktan başka işe yaramıyorsun. Senin canını kurtardığıma pişman oldum."
Edip söylenmeye devam ederken; o, başka zamanlara geçmişti. Can borcu olduğunu her fırsatta yüzüne çarpan adama karşı minnet duymuyordu. Yanında olmasının sebebi duygusal değildi ama onun sayesinde daha eğlenceli vakit geçirebiliyordu. Emin olduğu tek şey; Edip olmasaydı kesin yakalanırdı. Hedefleri belirleyen Edip, bir şekilde onun ihtiyacını kontrol etmesini sağlıyordu.
Karanlık pis kokulu bir zindanda iri yarı bir adamın karşısındaydı. Bileklerinden sarkan zincirler ağır ve paslıydı. Bileklerini sıktığı yerler çoktan yara bağlamış ve en ufak sürtünmede kanıyordu. Kan kokusuna nicedir aşinaydı, hatta yoldaşının tersine koku hoşuna gidiyordu. Bu kendi kanı da olsa...
İri yarı adam elinde tuttuğu zinciri yerde dolandırırken ona doğru yürüdü. Yarısı çürük dişleri sapsarıydı, kirden keçeleşmiş saçları onun saçlarından da beterdi. Zayıf çocuk bedeni, yarı çıplaklığının verdiği üşümeyle ürperdi. İri yarı adam bu titremeyi korku addedip güldü.
"Gücün nerede? Hı? Koruyucun nerede?"
Odanın diğer tarafından başka bir ses korkusuzca kükredi. "Pişman olacaksın!"
Adam göbeğini zıplatan bir kahkaha attı ve elindeki zinciri havada sallayarak karşısında titreyen çocuğun üzerine indirdi. Zincir çocuğun tenini kıpkırmızı yaparak geriye çekildi. Köşedeki çocuk hırsla haykırdı.
"Seni öldüreceğim!"
Adam yeniden kahkahaya boğulurken zinciri yiyen çocuk hafifçe doğruldu ve karanlık köşeye prangayla sabitlenmiş diğerine doğru baktı. Ondan bir yaş büyük olan çocuğun gözleri alev alevdi. Ölümcül bakışlarını iri yarı adama dikmişti ve eli kolu bağlı olmasa adamı gerçekten öldürecekmiş gibi bakıyordu. Sızlayan bedenini aynı onun gibi işkenceden geçmiş çocuğa çevirdi. Kurumuş dudaklarının arasından fısıltıyla çıkan sesle birlikte sırıttı.
"Kana kan..."
Cümleyi tamamlayamadı veya gerisini hatırlayamadı. Sonra kendini tutamadan düştü ve çenesini yere çarptı, son hatırladığı ona doğru gelen kocaman ayakkabılardı.
Bu anıyı neden anımsadığını bilemeden kendi kendine fısıldadı. "Kana kan..." sonrasında söylemek istediği isim bir türlü bilincinde şekillenmedi. Kulağı kapanmıştı, o anı yüzünden yaşadığı eziklik ve kinle ürperdi. Öyle gerçekçiydi ki, soğuk zindanlarında yaşadığı ruh hali tüm bedenine hakim olmuştu. Nefret... Acıma hissinin kayboluşu... Geriye kalan tek şey, her deştiği etin ona verdiği huzur hissiydi. Sanki intikamını öldürdüğü her vücut sayesinde tekrar tekrar alıyordu.
"Ne dedin?"
Edip Nuri fısıltıyı duymuştu ama anlamamıştı. Dalgın duran adama gözlerini dikti ve daha güçlü bir sesle söylendi.
"Ne dedin sen?"
Karanlık bakışlar ona doğruldu. Adamın şeytansı bakışları onu tedirgin etse de güçlü görünmeye gayret ediyordu. Adam sonunda konuştu.
"İkisini de öldüreyim ben en iyisi."
"Asla!" dedi Edip Nuri. "Sersem herif! Benim dediklerimden başka birini öldürmeyeceksin. Özellikle o adamın saçının teline zarar gelirse seni geldiğin deliğe geri gönderirim. Anladın mı?"
Cani adamın dediğine inanamıyordu. Salih'i öldürmeyi gerçekten düşündüğü yüzünden belliydi, gerçi önüne gelen herkesi acımasızca katletme isteğinin farkındaydı. Kontrolünden çıkarsa Edip Nuri'nin başına geleceklerden kaçacağı tek bir yer vardı, orası da gitmeyi hiç istemediği cehennemdi. Sözlerini kesinleştirmek için onu ürperten bakışlara doğru sertçe baktı.
"Takip ettiğin adam işime yarıyor. Sakın ona zarar verme! Benden izinsiz köşkten dışarı adımını atma! Anlıyor musun?"
Hoşnutsuz bir hırıltıyla başını salladı. "Evet"
Edip başını sallayarak sakinleşmeye çalıştı. "Hedefime ulaşmama az kaldı. Her şeyi berbat etmene müsaade etmem, eğer canımı sıkarsan sana hiç acımam. Yarım aklınla düşünmeyi bırak. Sana emrettiğim görevlerden başka bir şey yapma. Şimdi huzurumdan kaybol!"
Adam sözlerine hiç tepki göstermeden odadan çıkarken Edip Nuri bu herifi zapt etmek için ne yapacağını düşünüyordu. Sadece verdiği görevleri yapsa sorun değildi ama kendi kendine işler çevirmeye başlamıştı, bu tehlikeliydi. Salih'i öldürdüğünü düşündü ve içi soğudu. Beynini kötü düşüncelerden temizleyip önündeki sayfaları toparladı. Salih'in bir an önce şifreyi çözmesi icap ediyordu. Peki, Osman'ı bu arada nasıl oyalayacaktı? Anlaşılan işsiz kalan Osman kendini oyalayacak ama Edip'in canını sıkacak işlerin peşindeydi.
Edip Nuri kendine acıyordu acımasına, siz ona hak vermiyor olabilirsiniz elbette. Bu fikrinizi anlayışla karşılayacağını sanmayın. Beyefendi o kadar titiz davranmasına rağmen her an aleyhine dönebilecek insanlarla çalışmak zorunda olmasına sinirleniyordu. Uysal bir adam görüntüsü veriyordu, uysaldı da. Zora gelmeyi hiç sevmezdi. Güç sevdasına bu işin içine girmişti ama şimdi de kendi kıçı tehlikedeydi. Neden sadece onun emirlerini dinlemezlerdi ki? O ise verilen emirlerin dışında çıkmamakla övünürdü. Uysalca emir kulu olmak ise ona pek bir şey kazandırmamıştı. Çünkü o, daha fazlasını istiyordu. Seçkinlerin arasında olmak onun da hakkıydı. Zeki ve kurnazdı, ustaların içinde olmalıydı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder