
Kara Akrep 1.1
Tek başına, küçük tepenin
üstünde duruyordu. Hemen aşağısında uzanan geniş tarlanın biraz ötesinde orman
başlıyordu. Tarla ve ormanın arasında, yılan gibi kıvrılan toprak yol vardı.
Canlı bir mahsulü olmayan tarlaya, göğsünde gittikçe yırtılarak büyüyen bir
boşluk hissiyle, gözlerini kırpmadan baktı. Tarlanın etrafını saran orman, geçmiş
yangının dehşetini yansıtırcasına için için tütüyordu. Yangın, onlar gelmeden
başlatılmıştı ve şu an, durdukları mevkiden oldukça uzaklaşmıştı. Çünkü yakın
çevrede, ağaç namına yanacak bir şey kalmamıştı. Kararmış ve çöpe dönüşmüş ağaç
kalıntılarına baktı. İlerleyemezlerdi ama burada da kalamazlardı. Geriye dönmek
ise dehşeti diğerleriyle paylaşmak demekti.
Şafak
yeni sökmüştü. Geldikleri yönden doğan güneş, acı çeken ruhlarını kaplayan
karanlığı delemiyordu. Esen rüzgârın hızı, bu görüntünün pis kokusunu silmek
için yeterli değildi; burunlarına iyice yerleşmiş kokuyu uzaklaştıramıyordu. İki
gündür taze havayı ciğerlerine çekmemişlerdi ama bu umurlarında değildi. Akıllarının
almadığı ama gözlerinin izlediği vahşet tarlasına bakarken, en son düşündükleri
temiz havaydı; özlemiyorlardı ve akıllarından da geçmiyordu. Böyle bir istek
tarlayı kaplayan işkence görmüşlere saygısızlık olurdu. Çünkü tarla, ekinle
kaplı değildi… Yüzlerce kazık gelişigüzel toprağa saplanmıştı ve her birinin
üstüne de bir insan… Genç, yaşlı, erkek, kadın, bebek veya asker… Ayırım
yapılmamıştı, hepsi kanlı topraktan baş vermiş başaklar gibi kazıkların ucunda
sallanıyordu.
Üstünde durduğu tepeden, ceset tarlasını izledi. Her şey
olmuş bitmişti… Elinden hiçbir şey gelmezdi. Yine de öfkesi tüm benliğini ateşe
veriyordu. Bunu yapanı biliyordu ve adam payitahta geldiği günden beri ondan
nefret ediyordu. Bu çocukluktan kalan bir his değildi, büyüdükçe güçlenen ve
kalpten gelen bir önseziydi. Ona güvenmemesi için bizzat kendisi Sultan’ına
yalvarmıştı ama Sultan, ikiyüzlü adama şans verilmesinden yanaydı. ‘’O adam’’
demişti Mehmet Han, ‘’Bir zamanlar babasının bize verdiği bir teminattı, şimdi
ise gözümüz kulağımız. Bugüne kadar yanlış bir hareketi hâsıl olmadı. Eflak
onunla birlikte bereket kazanacak.’’
Bu zalimin babası bile ondan
kurtulmak için yıllar önce, düşmanı bellediği Türklere iki oğlunu teslim
etmişti. İki oğlun biri aktı, biri karanlık… Bu lanetli adam, bir konuk gibi
ağırlanıyordu. O gün, ilk ve son defa sultanına isyan etti. ‘’Hayır, o adam yılanların
içinde bir akrep, ya kendini sokacak ya da dostum dediğini… Eflâk’ı ona teslim
edemeyiz.’’ Bunca zaman sonra anladığı tek şey; bu kara akrebin dost-düşman
ayırt etmediğiydi. Sultanı onun bu çıkışını hoş gördü ama uzun bir süre
huzuruna kabul etmedi.
‘’Paşam!’’
Ona seslenen adama, omzunun üstünden baktı. Adam devam
etti:
‘’Öncüler döndü ama elleri boş. Yangın yüzünden fazla
ilerleyememişler. Toprak hala sıcak...’’ Sözlerine devam edemedi. Bu sert
mizaçlı askerin yüzünde gördüğü üzüntü, Sinan’ı daha da sarstı. Adam, akıncı
birliğinin kalanı gibi, ellerinin arasından sıyrılan düşmandan çok;
gerilerinden gelen ordunun görecekleri yüzünden endişeleniyordu. ‘’Emriniz
nedir?’’
Tarlaya doğru çevirdi bakışlarını. Emri altında kırk
asker vardı ve karşısında en az üç yüz tane kanlı kazık. Akan kanlar yüzünden
altlarındaki toprak, çamura dönüşmüştü. Pıhtılaşan kan, sıcağa rağmen toprağın
kurumasına izin vermiyordu. Tarlanın etrafını saran orman kalıntısı, hala
yanıyordu. Uçuşan küller, sıcağı daha da netleştiriyordu. Küller ve kan…
Yaklaşan ordunun, bu vahşeti görmesine engel olamayacaklardı. Şimdi işe
koyulsalar bile mezarları kazmak için gereçleri yoktu. Buraya bunun için
gelmemişlerdi. Böylesi bir vahşetle karşılaşacağını hiç bir insan hayal dahi
edemezdi.
‘’Ferhat Paşa nerede?’’
‘’Buradayım Sinan.’’ dedi gür bir ses. ‘’Sen dinlen Çakır
Bey, her an yola düşebiliriz.’’
Çakır Bey, iki adamı selamlayıp çekilirken Ferhat, onun yanında
durdu. Eli, kılıcının kabzasını sıkıyordu. Gür kaşlarının altındaki yeşil
gözleri, öfkenin aleviyle yanıyordu. Başlığını çıkartmış; siyah saçları, yüzünü
dövüyordu.
‘’Cehennemi de gördük Sinan.’’ dedi.
Çelik grisi gözlerini Ferhat’a çevirdi. ‘’Bu cehennemin
yaratıcısı şeytanın başını almak şart oldu.’’
Ferhat, eliyle saçlarını geriye taradı ve yüzünden çekti.
‘’Çoktan kaçmış.’’ dedi. ‘’Erdel’e varmak üzeredir.’’
Sinan, derin bir nefes alarak hiç yadsımadan sıcak kül ve
kan dolu havayı ciğerlerine çekti. Karşılarındaki cehennemin yaratıcısı, ona
yardım eden her eli sokan kurnaz bir akrepti. Onu ilk defa çocukken talim
meydanın kenarında görmüştü. Sinan, yedi yaşını doldurduğu gün, ısrarlarına
dayanamayan babasının onu ocağa göndermesinin üstünden iki yıl geçmişti. Kılıç
talimi için o gün meydana çıkacaktı ve çok heyecanlıydı. Kendinden yaşça büyük
çocuklarla denk olan boyuna posuna inat; yüzü, yaşını ele veriyordu. Ama büyüklerle
talim yapacağı için değildi heyecanı. Babası seferden dönmüştü ve komutan
paşasıyla birlikte onu izleyecekti.
Boyu yüzünden grubundaki çocukların başını çekiyordu.
Hepsi bir sıra halinde serin bahar sabahında üstlerinde ince gömlekleriyle
meydana çıktılar. Sert bir yüzle durmaya çalışıyordu ama gözleriyle etraftaki
küçük kalabalığı süzmeden duramadı. Babasını görünce içindeki heyecan daha da
arttı. Bacakları ve kemerinde asılı tahta kılıcın sapını kavrayan eli
titriyordu. Kendi kendine sakinleşmek için telkinde bulunurken komutan grubun
durması için işaret verdi ve hepsi meydanın ortasında sıralandılar. Sinan,
babasından yana kısa bir bakış daha attı. Yanındaki zayıf çocuğu o sırada
gördü. Çatık kaşlı, kara gözlü çocuğun kibirli bir duruşu vardı. Aklına,
sürekli bahsi geçen tutsak prens geldi. Prensin hoşnutsuz gözleri, onun üstüne
çevrildi ve ikisinin bakışları birbirine kenetlendi. Prens kaşlarını daha da
çattı. Sonra burnunu kıvırarak başını çevirdi.
Üst sınıf askeri öğrencilerde talim alanına sıralanınca
komutanları başlama komutunu verdi. İlk olarak ok atacaklardı. Hedefi kaçıran
pek olmadı ama ortasını tutturan da pek olmadı. Ferhat dışında… Beş atışın,
beşi de tam isabetti. Sinan dörtte kalmıştı. İkisi sürekli yarışmaya
alışıktılar ve bu hırsları çoktan arkadaşlığa dönüşmüştü. İkinci talimi, kılıç
ve kalkanla yaptılar. Sinan’ın rakibi, devşirmelerin en iyisi olan Yakup’tu.
Onu biraz zorlasa da Yakup’u alt etmeyi başardı. Aslında daha çabuk bitirebilirdi
ama bir türlü heyecanını yenememişti. Son talim için toplandılar. Çıplak elle
rakiplerini pes ettirene kadar dövüşeceklerdi. Talim eğitmeni, onları
eşleştirirken komutanın sesini duydu.
‘’Bu, en önemli talimdir!’’ dedi. ‘’Rakiplerinizin
hareketlerine bakarak onun tüm zayıflıklarını anlayabilirsiniz. Bu eğitim, hiçbir
savaş aletinin arkasına saklanamadığınız gerçek savaş ruhudur. Rakibinizin
gözlerine bakın. Tanıyın.’’
O sırada prens kendi dilinden bir şeyler söyledi. Komutan,
ona dönünce prens başını kaldırıp sözlerine devam etti. Komutan soran gözlerle,
Sinan’ın babası Serdar Bey’e doğru baktı ve Serdar Bey, prensin sözlerini
tercüme etti.
‘’Konuğumuz talime katılmak ister.’’ dedi ve ekledi.
‘’Ancak rakibini kendisi seçmeyi diler.’’
Komutanın olurunu alan Serdar Bey, üst sınıflara doğru
seslendi. ‘’İkinci takım, öne çık!’’
Emirle birlikte prensin yaşıtı olan ikinci grup, Sinan’ın
grubunun önüne geçti. Prens iri gözlerini kısarak gruba doğru yürüdü, onları
geçti ve tam Sinan’ın önünde durdu. Komutan, Serdar Bey’e bakınca; bey, prense
doğru seslendi. Prens eliyle Sinan’ı gösterdi ve hırçın bir sesle konuştu.
Serdar Bey içini çekerek komutana döndü.
‘’Paşam, yaşının ve sınıfının küçük olduğunu söyledim ama
cüssesinin yeterli olduğu cevabını verdi.’’
Prens, öfkeli gözlerle iki komutanı izlerken; Sinan, ne
yapacağını bilemez halde dikiliyordu. Prensin amacını anlayamamıştı, bu aslında
günlük bir talim bile değildi. Bir gösteriydi. Zayıf çocuğu süzerken çocuk ona
bakmamıştı bile. Prensin, ondan büyük olduğunu biliyordu ve çocuk o kadar
kişinin içinden onu seçmişti. Komutanın sesiyle, gözlerini çocuktan aldı.
‘’Senin oğlan değil mi o?’’
‘’Evet paşam.’’
Komutan güldü. ‘’O zaman söyle ona, prensin canını fazla
acıtmasın.’’
Komutanın lafı üzerine, seyirciler rahatlayarak güldüler.
Serdar bey hafifçe sırıtmakla yetinmişti. Prens, üstündeki süslü ceketini
çıkartıp koşup gelen hizmetkârına fırlattı. Sıska denebilecek kadar zayıftı.
Üstünden dökülen gömleğinin kollarını dirseklerine kadar sıyırdı ve hala dik
vaziyette duran Sinan’a döndü. Serdar bey, talim eğitmenine başını sallayarak
onayını bildirince; eğitmen, seslice hazır olmalarını söyledi. Sinan, buz kadar
soğuk bakışlı prensin karşısında durdu. Komutanın dediği gibi rakibinin
gözlerinin içine baktı ama gördüğü şey karanlık bir boşluktu. Dipsiz karanlık
kuyuyu andıran gözlerde hiçbir duygu belirtisi yoktu.
Talim eğitmeni, başla komutunu verir vermez prens hızla
Sinan’a saldırdı. Yana kayan Sinan onun hamlesini boşa çıkardı ve saldırı
yüzünden öne fırlayan prensin boğazından tuttuğu gibi yere çaldı. Rakibini
küçümseyen acemi hamlesi, dengesini zaten bozmuştu; prens sırtüstü yere düştü.
Sinan, düşüşün onun nefesini kestiğini görünce telaşlandı ama prens kendini
toparlayıp ayağa kalktığında rahatladı. Tek hamlede yere düştüğü için prensin
gözlerinle kötücül bir şeyler oynaştı. Birbirlerini süzerek adımladılar. İkisi
de saldırma pozisyonundaydı ama açık bir an için bekliyorlardı. Sanki koca
meydanda sadece ikisi vardı. Etraflarındaki süregelen dövüşün sesleri bile
kulaklarına ulaşmıyordu. Sadece kendilerinin duyduğu bir emirle aniden
birbirlerine saldırdılar. Dövüşleri gösteriden çıkmıştı, taktik yoktu, vahşi
bir içgüdüyle öldüresiye saldırıyorlardı. Sinan, prensi yeniden yere
düşürdüğünde ayağa kalkan çocuk avucunda tuttuğu kumu Sinan’ın yüzüne fırlattı.
İncecik tozlar gözlerine girince Sinan istemsizce geriledi ve yüzüne yediği bir
yumrukla yere düştü. Prens üzerine çıkıp boğazına sarıldı. Sinan gözlerini
açamasa da toparlanmaya ve nefes almaya çalışırken kulağına bir fısıltı gibi
prensin sesi çalındı.
‘’Seni öldüreceğim Türk, seni ve tüm soyunu kurutacağım!’’
Sesin sahibi prensti ama onun Türkçe bilmediğini sanıyordu.
Şaşkınlığı öfkeye dönüştü ve tüm gücünü kullanarak prensi üstünden attı.
Dişlerini sıkarak prensin tepesine çıktı ve yumruklarını yüzüne gömmeye
başladı. Kollarından tutmasalardı, prens son nefesini verene kadar vurmaya
devam edecekti. Babasının kızgın sesiyle, kendine geldi.
‘’Sinan dur!’’
Gözleri kum yüzünden acırken ve bedeni öfkeyle titrerken
etrafına baktı. Herkes durmuş onları izliyordu. Yüzlerinde gördüğü şaşkın ifade
ve babasının hiddetli bakışları karşısında başını eğdi. Prensin burnu
kırılmıştı ve kan, bardaktan boşanırcasına yaralı yüzünü yıkıyordu. Küçük
düşmüş prens, ona yardım için gelenleri neredeyse hırlayarak ittirdi. Sarsakça
ayağa kalktı ve gözleri Sinan’ın üstünde olduğu halde başını doğrulttu. Sinan
kaşlarının altından rakibine baktı. Vlad yüzünü boyayan kanı diliyle yaladı ve
sırtını dönüp meydandan ayrıldı.
Komutan, diğer çocuklara çekilmesi emrini verdi ama
Sinan’ın kolunu tutan babası, onun gitmesine izin vermedi. Adamın bakışları
yerdeki kan izine takılı kalmıştı. Meydan boşaldıktan sonra, Sinan’ı iki kolundan
tutarak kendine bakmasını sağladı.
‘’Basit bir talimdi Sinan.’’
‘’Ama o başlattı.’’
Babası kaşlarını çatınca başını eğdi. Babası sert bir
sesle konuştu. ‘’İlla saldırman gerekmezdi, kaçınmayı biliyordun, yanılıyor
muyum?’’ Sinan başını sallayınca adam devam etti. ‘’O çocuk bizim konuğumuz!’’
Sinan gözlerini yerden kaldırıp babasına baktı. ‘’O,
bizim esirimiz!’’
Yanlarına gelen komutan babasının yanında durunca sustu.
Onaylamaz bakışlarını Sinan’ın üstüne diken komutan yine de sakin bir sesle
konuştu.
‘’Prens Vlad, babasının bize emanet ettiği bir konuk. Biz
konuklarımızı küçük düşürmeyiz Sinan.’’
‘’O çocuk hakaret etti.’’
Babası, bıkkınca derin bir nefes aldı ve elini ondan
çekti. Komutan, kollarını göğsünde kavuşturup ilgili bir ifadeyle Sinan’a
baktı.
‘’Hakaret mi? Nasıl hakaret etti?’’
Sinan, komutana döndü. ‘’Tüm Türkleri öldüreceğini
söyledi.’’
‘’Sinan, yalan söyleme!’’ Babasının sesiyle irkildi.
‘’Yalan söylemiyorum.’’
‘’Sen Macarca biliyor musun Sinan?’’ dedi komutan tek
kaşını havaya kaldırıp.
Sinan yerine babası cevap verdi. ‘’Hayır, Sinan, derslere
daha yeni katılmaya başladı.’’ Dedi ve Sinan’ın gözlerinin içine baktı. ‘’Vlad
ise Türkçe dersi hiç almadı.’’
Komutan başını sallayıp doğruldu. ‘’Neyse, bu tatsız
olayı unutalım. Vlad, şehzademizin yakın arkadaşı umalım da tepkisi çocuk
kavgasından öteye gitmesin.’’
‘’Vlad Türkçe konuşuyor!’’ Sinan’ın sesi sert ve kızgın
çıkmıştı. Fakat yanağına gelen tokat yüzünden arka üstü yere düşünce bir anda
tüm duyguları siliniverdi. Yanağı cayır cayır yanıyordu ve ağzının için kan
doluyordu. Dirseklerinin üzerinde doğruldu ve babasına baktı.
Serdar Bey yumruklarını sıkmıştı. Ayağa kalkması halinde
tekrar kendini yerde bulması içten değildi. Buna rağmen doğruldu ve babasının
karşısına dikildi. Serdar Bey, mavi gözleri ateş saçarak konuştu.
‘’Ne olursa olsun yalan söyleme Sinan! Asla! Şimdi yıkıl
karşımdan!’’
Sinan ağlayacaktı ama şimdi değil, onların karşısında
değil… Topuklarının üstünde dönmeden önce başıyla iki komutana selam verdi.
Kalbi gümbür gümbür atarken meydanı terk etti.Kara Akrep 1.2
O
olayın üstünden uzun yıllar geçmişti. Edirne’deki o talim gününden sonra Vlad
ile daha çok karşılaşmıştı. Genç adamın alçakgönüllü maskesinin altındaki kin
ve zalimliği Sinan’dan başkası görememişti. Çevresindeki herkes Vlad’ı zeki,
cesur ve asil olarak nitelerken altında yatan acımasız yüzünü bir tek o
görebiliyordu. Zihnini eski anılardan alan Sinan, kana boyanmış topraklarda
vakit kaybetmemek için Ferhat’a döndü.
‘’Lağımcıların
ordudan önce gelmesini sağlamalıyız. Mümkün olduğunca çabuk ölüleri
defnetmeliyiz. Bu vahşeti görmemeliler.’’
‘’Neden?’’
dedi Ferhat. ‘’Sultan Mehmet Han, Vlad’ın ne kadar insanlıktan çıktığını
anlamalı.’’
‘’Sultanımız
zaten bunun farkında ama o kadar yol tepmişken ordunun morali bozulmamalı.’’
Ferhat,
Sinan’ın karşısına dikildi. ‘’Aç gözünü dostum.’’ dedi ve eliyle ceset
tarlasını gösterdi. ‘’Bu son değil, öncülerin dediğine göre yangının içinde de
cesetler var. Köylülerin cesetleri… Hepsini nasıl gizleyeceksin. Elindeki kırk
kişiyle mi? Lağımcılarla mı? Yüzlerce, belki de binlerce mezarı nasıl
kazdıracaksın?’’
Biraz
sakinleşti ve elini Sinan’ın omzuna koydu. ‘’Bu sadece başlangıç Sinan, devamı
daha korkunç olacak.’’
Sinan
dostunun çizmelerine gözü ilişti. Dizlerine kadar çamurdu ama koyu kırmızı bir
çamur. Kaftanının eteklerine de bulaşmıştı. Elleri ve yüzü temiz olsa da;
buraya ilk ulaştıklarında kurtulan olup olmadığına bakarken tüm birlik,
Keltlerin yüzlerine sürdükleri savaş boyası gibi, kan yüzünden tanınmayacak
hale gelmişlerdi. Bakışları arkadaşının yüzüne yükseldiğinde kararını vermişti.
‘’Sen
birliği alıp sultanımıza rapor ver, onlara ne kadar erken ulaşırsan o kadar iyi
olur. Karar padişahımızın.’’
‘’Sen?’’
dedi Ferhat aklından geçeni okumuş gibi.
Gözleri
kızıl şafakta vahşice parlarken Ferhat’a baktı ve dişlerinin arasından çıkan
kelimeler bir yemin misali keskindi.
‘’Ben
şeytanın peşine düşeceğim.’’
Ferhat
umutsuz bir ifadeyle başını salladı. Onun kararlılığını ve cesaretini çok iyi
biliyordu. Sinan bir şeyi aklına taktığı zaman kendi yüreğinden başkasını
dinlemezdi. Vlad’ın peşine tek başına düşmekse, düpedüz intihardı. Orduyu
bekleyecek olurlarsa da adamı ellerinden kaçırabilirlerdi. Bunu onun kadar
Sinan’da iyi biliyordu. Ama bu takip, iblisi öldürmek için cehenneme dalmaktan
farksızdı.
‘’Biz
de seninle geleceğiz.’’ dedi Ferhat, onu vaz geçirmektense. ‘’Kırk tane yiğit
ardında olduğu sürece bir şansın var.’’
Sinan
uzun zamandır ilk defa gülümsedi. ‘’Kırk bir yiğit diyecektin herhalde.’’
Ferhat
omzunu silkti. ‘’Tamam, seninle kırk iki olsun. Eksik olma.’’
Sinan
önlerindeki uzun ve çetin yolda birliğin hepsini feda etmek istemiyordu. Bir
kişi hem daha hızlı yol alırdı hem de kaleye fark edilmeden yaklaşabilirdi.
Ayrıca orduya haber iletmek için gidecekleri yolda da tuzaklar olduğuna emindi.
Sultan Mehmet Han’a haber verilmesi, görecekleri manzaraya hazırlanmaları için
zaman kazandıracaktı. Ferhat’ın omzuna ellerini koydu ve gözlerine bakabilmek
için başını hafifçe eğdi.
‘’O
zalimin kellesini ben alacağım Ferhat ve bunun için senin kılıcına değil,
inancına ihtiyacım var. Sultan Mehmet Han’a bilgi verilmesi şu an için daha
önemli.’’
Ferhat’ın
omuzları düştü ve başını salladı. Sinan’ın insanlar karşısındaki akıl almaz
ikna gücüne her zaman hayran olmuştu. Bu yüzden genç adam, erken yaşında paşa
rütbesine yükselmişti. Dövüş yetenekleri bir yana, Sinan, mükemmel bir liderdi.
Ferhat, paşa olalı henüz üç ay olmuştu ama Sinan dört senedir paşaydı ve daha
yirmi beş yaşındaydı.
‘’Peki,
Sinan dediğini yapacağım. Mehmet Han’a bilgiyi ileteceğim ve izin alıp peşinden
geleceğim. Eğlenceden geri kalmak istemem.’’
Sinan
doğruldu. ‘’O zaman elini tez tut.’’
* * *
Yol
için gerekenleri atına yükledikten sonra hala dumanı tüten ormana doğru atını
sürdü. Birliğin geri kalanı, Ferhat ile aynı düşüncedeydiler ama onlar da
Sinan’a karşı gelememişlerdi. Ters yöne doğru yola düştüklerinde kalplerine
yerleşmiş moral bozukluğuna aldırmadan; varacakları hedefe bir an önce gitmek
için atlarını dörtnala sürdüler.
Alevlerin
öldürdüğü kararmış ağaçların arasından geçerken duman yüzünden nefes almakta
zorlanıyordu. Kaftanının ipek kuşağını çıkartıp başına sardı ve ağzını kapattı.
Bu hiç değilse soluk almasını kolaylaştırdı. Duman isine bulanmış yüzünde bir
tek çelik mavisi gözleri seçiliyordu, iyice kısılmış hiddetli gözler. Ferhat’ın
bahsettiği cesetlere ulaştığında atını durdurup yavaşladı. Birbirlerine
sarılmış halde onlarca ceset ayaklarının altında uzanıyordu. Üçlü dörtlü
gruplar halinde birbirlerine yaslanmışlardı. Sinan, olanları zihninde
canlandırdı. Etraf köylerden insanları toparlayıp bağlamışlar ve sonra da canlı
canlı yakmışlardı. Ardına kadar açılmış ağızları, kömürleşmiş yüzlerinde
çektikleri ızdırabı haykırıyordu. Acaba onlar yanarken Vlad durup izlemiş
miydi? Biraz olsun tanıdıysa izlediğine bahse girerdi. Tıpkı onunla görüşmeye
gelen elçileri kazığa oturttuktan sonra kanlarını kadehlere doldurup içtiği
gibi… Gelen haberlere önce kimse inanamamıştı. İnsanlık dışı işkenceleri
yapabileceğine, Vlad’dan nefret eden, Sinan bile inanamamıştı. Bir insanın, bu
kadar kontrolden çıkmasına olanak yoktu. Düşüncesi bile günahtı.
Koku
ve duman yüzünden gözleri yaşarıyor, genzi acıyordu. Göğsünün tam ortasına bir
yumruk gibi oturan hırs ve öfke, ona nefes aldırmıyordu. Daha fazla duramadı
içinde büyüyen kinle atına ilerlemesi için emir verdi. En az onun kadar
huzursuz olan hayvan şaha kalktı ve bir ok gibi kararmış ormanının ilerisine
atıldı.
Hava
sıcaklığı dayanılacak gibi değildi. Havanın yanmış et kokusuyla dolu olması bir
yana topraktan yükselen sıcaklık, zavallı atın acı çekmesine neden oluyordu.
Sinan atından indi ve hayvanın mahvolmuş ayaklarına baktı. Toynaklarına
yapışmış sıcak kül, hayvanın kendi kanıyla çamura dönmüştü. Matarasındaki suyla
hayvanın toynaklarını yıkadı ve her birini temiz bir bez parçasıyla bileklerine
kadar sardı. Biraz olsun rahatlayan hayvanın soluğu düzeldi. Sinan atın boynunu
okşadı ve kulağına fısıldadı:
‘’Yürümeye
devam etmeliyiz.’’
Diğer
matarasını da susuzluktan dili dışarı sarkmış atıyla paylaştı. Vlad’a olan kini,
gözünü kör etmişti, yıllardır böyleydi. Soğukkanlı kişiliği o adam karşısında
çözülüveriyordu. Şimdi de zavallı atını zorlamıştı. Bu yüzden ormandan çıkana
kadar hızlı adımlarla atının yanında yürüdü. Ölümün ve işkencenin dehşetinden
uzaklaştığını düşünüyordu ama yanılıyordu. Ferhat’ın dediği gibi bu sadece
başlangıçtı ve Sinan’ın önünde uzun bir yol vardı.
Sinan,
yanmış çiftlik evlerini geçerken tanık olduğu vahşet yüzünden çıldıracak gibi
oluyordu. Yol üstündeki tüm köyler yakılıp yıkılmış, insanlar ya kazığa
geçirilmiş ya da boğazlanarak yollara savrulmuştu. Hareketli tek şey, uçuşan
karasinek öbekleriydi. Geçtiği yol üzerinde, içecek ve yiyecek namına hiçbir
şey bırakılmamıştı. Tüm kuyulara leşler atılmış ve bir zamanlar yeşil olan her
şey şimdi karaydı, çürümüştü. Açlık ve susuzluk, yolculuğunun dördüncü gününde,
onu perişan bırakmıştı ama atı dayanma noktasını geçmişti. Hayvan düşüp de son
nefesini verene kadar, Sinan atının yanında bekledi. Sonra vefakâr atını, uçsuz
bucaksız ölü topraklarda bıraktı. Canlı hiçbir şey kalmamıştı, ne toprak
üzerinde yürüyen vardı ne de mavi gökyüzünde uçan.
Yorgunluk
ve susuzluk yüzünden adım atmakta iyice zorlanıyordu ki; bir su sesiyle kendine
geldi. Duyduğu ses, belli belirsiz bir şırıltıydı ama dünyanın en güzel sesi
gibi Sinan’ın kulaklarında yankılanıyordu. Yoldan ayrılalı beri ilk defa
kendini dinç hissetti. Kaleye ulaşmak için kervan yolunu kullanmasına gerek
yoktu, gönlünü karartmaktan başka bir işe yaramamıştı. Ne yeni bir at
bulabilecekti, ne de sağlam bir han… Su sesini duyduğunda, verdiği bu karar
için sevindi. Taşlık alandan yarı emekleyerek yarı adımlayarak geçti. Taşların
arasından sızan incecik suyu görünce dudakları sızladı. Su bir sızıntı halinde
kayayı ikiye ayıran kırıktan çıkıyor ve bir metre sonra yine taşların içindeki
yarıktan kayboluyordu. Şansına şükrederek ağzını, küçük yarığa dayadı ve buz
gibi suyu yudumladı. İlk yudumu bir bıçak gibi boğazını ve göğsünü yırtarak
midesine akarken nefesini kesti. Öksürerek soluklandı ve akan suyu kirli
ellerine doldurup yüzüne çarptı. Ardından birkaç yudum daha içti ve başı dönerken
kendinden geçti.
* * *
‘’Ölmüş
mü?’’
‘’Ne
bileyim Jakab.’’
‘’Gidip
baksana geri zekalı!’’
‘’O
bir Türk, sen git bak!’’
‘’Seni
salak adam, ölmüş birinden sırf Türk diye mi korkuyorsun?’’
Kulağına
belli belirsiz çalınan sesler sanki çok gerilerden geliyordu. Bilinci yavaşça
kendine gelirken Sinan hiç kıpırdamadan yüzüstü yatmaya devam etti. Adamların
sayısını tahmin edemiyordu ama itişme ve seslere göre en az üç kişiydiler.
Adamlardan biri, diğerlerine fısıldadı.
‘’Sessiz
olun.’’ dedi. ‘’Eğer canlıysa uyanmasını istemeyiz.’’
‘’Canlı
mı?’’ dedi Jakab isimli adam. ‘’Boğazını kesmeliyiz, hadi Darda.’’
‘’Ben
mi?’’ dedi diğeri. ‘’Elimi bile sürmem.’’
‘’Burada
bırakalım o zaman.’’ dedi alaycı bir sesle diğer adam. ‘’Yanmış köylerdeki
leşleri soymaya devam edelim. Belki şansımıza altın bir diş buluruz.’’
‘’Yayına
ve kılıcına bak Darda.’’ dedi Jakab. ‘’Pahalıya benziyor, bu adam kesinlikle
rütbeli biri. ’’
‘’Yine
de ona yaklaşmam.’’ dedi Darda. ‘’Adam çok iri!’’
‘’Ben
yaparım.’’ dedi ve ayak sesleri yavaşça Sinan’a yaklaştı.
Sinan
dikkatini tamamen sese vermişti. Bıçağın kınından sıyrıldığını duydu ve tüm
kasları gerildi. Bir el, kaftanının başlığından tuttu ve başını geriye doğru
kanırtmaya çalıştı. O anda Sinan ellerini yere dayadı, bir kedi çevikliğiyle
yerinde ters döndü ve üstünde dikilen adamla yüz yüze geldi. Adam korkuyla
bıçağını savurdu ama Sinan hazırlıklıydı. Adamın bileğini yakaladı ve ters
çevirdi. Bıçak yere düşmeden yakaladı ve adamın kalbine sapladı. İsimsiz adamın
ağzından bir hırıltı döküldü. Sinan bir tekmeyle adamı üzerinden attı ve tek
hamlede doğruldu. Karşısında, iki şaşkın adam kalmıştı. Adamlar bir anda
çözüldüler ve arkalarında duran atlarına atladıkları gibi kaçmaya başladılar.
Geride isimsiz adamın zayıf atı kalmıştı. Sinan sırıttı ve arkalarına bile
bakmadan kaçan adamlara gözlerini dikerek mırıldandı.
‘’At
için teşekkürler.’’
Kaftanını
üzerinden sıyırdı ve katlayarak atın terkisine astı. Yayını da bohçanın altına
sakladı. Matarasını suyla doldururken adamın erzakından bulduğu kurumuş ekmeği
kemirdi. En az bir haftalık yolu vardı ve bu şekilde dolaşması iyi olmazdı.
Kimliği çok belirgindi ve her yerde casuslar kol geziyordu. Gözü, ölü adama
ilişti. Matarasını, atın terkisine denkledikten sonra adamın üstündeki yırtık
ceketi çıkarttı. Neyse ki kan olmamıştı, gerçi olsa da fark etmezdi. Bu lekeler,
bugünlerde çok doğaldı. Ceketi üstüne geçirdi ve saplı duran bıçağı adamın
göğsünden çekti, kemerine taktı. Kuşağını yeniden başına sardı ve gözlerini
açıkta bırakacak şekilde yüzünü gizledi. Akşam, günü karanlığa teslim ederken
yol için hazırlanmıştı. Atını, Vlad’ın kalesinin bulunduğu yöne çevirdi ve
koşumlara asıldı.
Kara Akrep 1.3
İki
gün iki gece sonra kaleye iyice yaklaşmıştı. Normal yolu biraz geniş aldığından;
kaleye varmak için normalden fazla gecikeceğini düşünmüştü ama at umduğundan
daha dayanıklı çıkmıştı. Çok mola vermeksizin arayı kapattı. Yolculuk boyunca,
onu oyalayan bir şey de olmadı. Çünkü uğradığı köyler ya boşaltılmıştı ya da
yıkılmıştı. Tüm bu insanların nereye gitmiş olabileceğini düşündü. Büyük
ihtimalle katliamdan kaçmak için Macar krallığına veya Erdel beyliğine
sığınmışlardı. Sinan, tüm kalbiyle böyle olmasını diliyordu. Fakat Sinan çok
yakında öğrenecekti, kimse komşu beyliklere sığınmamıştı veya kimse, katliamdan
kaçamamıştı. Bunu çok değil sadece bir gün sonra kendi gözleriyle görecekti.
Tüm köylüleri bir arada…
Tüm
gece kâh at sürmüş, kâh yürümüştü ve hem atı, hem kendisi çok yorulmuştu.
Sabaha karşı küçük bir mola vermek için kayaların arasına iyice sokuldu. Çoraklaşan
arazide değil ağaç, çalı bile yetişmiyordu. ‘Lanetli’ diye düşündü. Çünkü seneler
önce Mehmet Han, Vlad’ı vali olarak Eflâk’a atadığında öncü kuvvet olarak
gönderdiği birliğin içinde Sinan’da vardı. Ve tüm yol boyunca arazinin
güzelliği karşısında soluksuz kalmıştı. Rengârenk çiçeklerin açtığı tepecikler
şimdi bomboştu, kayalar ve tozlu topraktan başka bir şey kalmamıştı. Sinan, ata
biraz su içirdikten sonra yuları gevşetip uzattı ve el bileğine bağladı.
Yeniden atsız kalmak işine gelmiyordu. Ayrıca atın ürkmesi halinde, yanına birinin
yaklaştığını anlayabilirdi. Kayaya sırtını vererek bacaklarını ileri uzattı. Kılıcını
diğer elinin altına koydu. Gözlerini kapar kapamaz uykuya daldı.
Rüyasında,
simsiyah büyük kuşların, uçurumdan dökülen bir şelaleye doğru uçtuğunu gördü. Her
yer göz alabildiğine yeşil ve canlıydı. Şelaleye doğru adımladı. Tepede bir
adam duruyordu ve kuşlar çığlıklar atarak adamın başının üstünde dönüyordu.
Sinan gözlerini kısarak adama baktı. Onu tanıyor olmalıydı ama bir türlü
nereden olduğunu çıkartamıyordu. Derken adamın yanında Ferhat göründü ağır
adımlarla yürüdü ve şelalenin ucunda durdu. Adam belinden bir kama çekti ve
Ferhat’ın arkasında durdu. Sinan uyarmak için bağırıyordu ama Ferhat
duymuyordu. Adam kamayı Ferhat’ın göğsüne sapladı, şelalenin suyu birden
kıpkızıl kana dönüştü. Arkadaşı şelaleden düşerken Sinan sadece haykırıyordu.
Kara kuşlar sevinçli çığlıklar atarken şelalenin ucuna bu seferde Mehmet Han
yanaştı. Sinan delirmiş gibi bağırıyordu, duyuramadığını fark edince; adamı
etkisizleştirmek için silah arandı ama ne yayı ne kılıcı yanındaydı. Adam
kamayı büyük bir hırsla Mehmet Han’ın göğsüne sapladı. Şelalenin kana dönüşmüş
suları köpürdü ve Mehmet Han aşağı düşerken koca şelale kurudu kaldı. Etrafı
saran güzellikler, hızla çürümeye ve ölmeye başladı. Sinan büyük bir üzüntüyle
dizleri üzerine çöktü. Adam artık akmayan şelalenin ucuna doğru yürüdü ve
parmağıyla Sinan’ı işaret etti. Adamın başı üstünde uçuşan kuşlar, birer cellât
gibi Sinan’ın üzerine doğru uçuşa geçtiler. Sinan sadece ümitsizce kuşların ona
yaklaşmasını seyretti.
Sıçrayarak
uyandığında şafağın sökmekte olduğunu gördü. Beyni gördüğü rüyanın etkisinde
bir an ne olduğunu anlayamadı. Tüm kasları gerilmekten iyice tutulmuştu. Eliyle
yüzünü ovuşturup doğruldu. Sakalları iyice uzamıştı ve pislikten kokuyordu. Atın
yularını düzeltti ve bacaklarını açmak için kayaların arasından çıkana kadar
yürüdü. Daha öncede kâbus görmüştü ama hiç bu kadar elinin kolunun bağlı olduğu
ve canını yakan bir rüya görmemişti. Dalgınca yürürken hala Ferhat ile Mehmet
Han’ın cansızca şelaleden düştüğünü görüyordu. Beynini onları bıçaklayan adamı
tanımak için zorladı ama uyanıkken bu imkânsızdı. Adamın yüzü ve cismi tamamen
belirsizleşmişti.
Tamamen
boşaltılmış bir köye daha geldi. Kendisi için yiyecek bir şey bulamamıştı ama
at için saman bulmayı başardı. Yarısı yanmış ahırın sağlam tarafına yaslandı ve
atın karnını doyurmasını bekledi. Su bulamamışlardı çünkü kuyudan tuhaf bir
koku yükseliyordu ve yanında bir fare leşi vardı. Neyse ki, matarasının dibinde
biraz su kalmıştı. Başını kaldırıp yükselen güneşe baktı ve ileride uçan
karartılar gözüne ilişti. Doğrulup gözlerini kıstı. Bunlar kuştu ve kalenin
olduğu yöndeydiler. Midesinden yükselen acı bir his boğazına dolandı ve
soluğunu kesti. Yoksa rüyası…
Hemen
ata atlayıp dörtnala kaleye doğru sürdü. Kalbi ilk defa korkudan bu denli hızlı
atıyordu. Ordu ondan önce varmış olabilir miydi? Ya da Mehmet Han, gözü
karalığı ve cesareti yüzünden, akıncılarla birlikte, ondan önce kaleye ulaşmış
ve bir tuzağa düşmüş olabilir miydi? O ise tembelce uyumuştu. Çizmelerini, atın
karnına vurarak hızlanmasını sağladı. Kaleyle arasında sadece bir tepe
kalmıştı. Onu da aştığında kale görünecekti. Siyah kuşlar iyice çoğalmıştı ve
hava da kesif bir koku vardı. İnsanın genzini yakan demir kokusu… Bu kokuyu
tanıyordu.
‘’Kahretsin!’’
diye söylendi. ‘’Allah seni kahretsin Vlad!’’
Tepeye
vardığında tozu dumana katarak atını durdurdu. Kaleye uzanan alana bakıyordu
ama gördüğünü anlamaktan uzaktı. Burası bir orman değildi ama dikilmiş binlerce
odun vardı. Burası bir mezarlık değildi ama boy vermiş tahtalardan sarkanlar,
insan cesetleriydi. Onlarca köylünün nerede olduğunu artık biliyordu.
Attan
indi ve gördüklerine inanamaz bir halde aşağıya indi. Siyah kuşlar korkuluk
gibi dikilmiş cesetlerin üstüne konup havalanıyorlardı. Leş yiyen kuşlar o
kadar çoktu ama yeterinden fazla ceset kan kokulu gagaları için hazırdı. Kandan
oluşmuş batağa aldırmadan yürüdü. Kaleden gelecek bir harekete aldırmadan
yürüdü. Ruhuna çöreklenen karanlık duyguya rağmen yürüdü. Katil voyvoda ne genç
ne yaşlı ayırt etmeden tüm köylüleri ve askerlerini kazıklara oturtmuştu.
Kalenin kapısının önünde durdu ve kılıcını çekti. Korku ve endişeyi geçmişti.
Önüne geçen her şeyi parçalara ayıracaktı. Onunla Vlad arasına artık kimse
giremezdi.
‘’Vlad!’’
Ne
burçlardan bir baş uzandı ne de deliklerden bir ok…
‘’Vlad!’’
diye haykırdı. ‘’Seni cehennem kaçkını iblis, yüzünü göster!’’
Sessizliği
sadece kuşların kanat sesleri ve çığlıkları bölüyordu. Hınçla kalenin tahta
kapısına yürüdü ve tüm gücüyle tekmeleyerek açtı. Kendini kaybetmişti. Onu
artık öfkesi yönetiyordu. Kan dökmek için kapıdan içeri girdi.

Şeytanın Peşinde 1.1
Sinan’ın kaleye
varmasından iki gün sonra Ferhat Paşa, onu kalenin önünde duran idam taşına
oturmuş halde buldu. Sinan, ellerinin arasındaki başı önde, gözleri kan
çanağına dönmüş, kendinde değildi. Nefes aldığı duymasalar, taşa dönüştüğünü
sanabilirlerdi. Ordu, tepenin ardında konuşlanmıştı. Akıncı birliğinden Ferhat
Paşa ve Çakır Bey yanına vardığında, Sinan Paşa sadece başını kaldırdı ve
doğruca Ferhat’a baktı.
‘’Gitmiş.’’
Ferhat
başını salladı. ‘’Biliyorum Sinan.’’ dedi. ‘’Macar’a gitmiş.’’
Sinan’ın
dudağı titredi. Macar kralı neden aklına gelmemişti? Burada aptal gibi neden
beklemişti? Bu nasıl bir oyundu? Bitkinliğine rağmen hızlıca ayağa kalktı ama
başı dönünce olduğu yerde sallandı. Ferhat ve Çakır hızlı davranıp onun koluna
girmeseydi, yere kapaklanacaktı. Onu karargâha doğru götürürlerken Sinan
mırıldanıyordu.
‘’Macar’a
gitmiş. Ben burada boş otururken şeytanın dölü, Macar’a gitmiş. Neden
düşünemedim?’’
‘’Merak
etme Sinan.’’ dedi Ferhat. ‘’Macar, onu saraya varır varmaz esir alacak.
Han’ımız izin vermedikçe zindandan dışarı salmayacak’’
Sinan
anlamsızca Ferhat’ın yüzüne baktı. Adımlarını zor atıyordu. Yürümeyi yeni
öğrenen bir çocuk gibi, iki adamın onu taşımasına izin verdi. Yanlarından geçen
birkaç asker Sinan’a yabancı gözlerle baktığında Sinan doğrulmaya çalıştı.
‘’Bu
kadar güçsüz görünmemeliyim.’’
Ferhat,
onu bırakmadı. ‘’Dert etme o kadar değişmişsin ki senin paşaları olduğuna
inanacaklarını sanmıyorum.’’ dedi. ‘’Ben bile tanıyamadım.’’
‘’Ne
kadar oldu?’’
Zaman
kavramını yitirmişti. Sanki İstanbul’dan veya Ferhat’ın yanından ayrılalı
yıllar olmuştu. Ferhat, onu dirseğinden tutmaya çalışarak sorusunu cevapladı.
‘’İki
hafta.’’
O
kadar olmuş muydu? Ya da o kadarcık gün mü geçmişti? Başını salladı ve çatlamış
dudaklarını kurumuş diliyle nemlendirmeye çalıştı. Tepeye vardıklarında
askerlerin cesetleri gömmek için hazırlandıklarını gördü. Hepsinin solgun yüzüne,
dehşetli bir tiksinme yerleşmişti. Sinan kadar berbat olmasalar da, onların
görünüşü de kötüydü. Sinan halsizliğine rağmen dik durmaya çalıştı. Moralleri
zaten bozulmuştu, bir de komutan saydıkları birini çökmüş görmeleri,
umutsuzluğa düşmelerine neden olurdu.
‘’Han’ımız
seni görmek ister.’’ dedi Ferhat. ‘’Biraz daha dayanabilir misin?’’
‘’Bu
halde karşısına çıkamam.’’ dedi Sinan.
Ferhat
iç geçirerek başını salladı. Onu otağın ötesine, yenice kurulan çadırlardan
birine götürdü. Ferhat ona giyecek bir şeyler bulmak için dışarı çıkarken, bir
asker yiyecek ve su getirdi. Sinan ekmeğe dokunmadı ama suyu zorlanarak da olsa
içti. Saçı sakalı birbirine karışmıştı. Üstündeki ceketi ve gömleği çıkardı.
Islattığı bir bezle temizlenirken Ferhat içeri girdi. Elinde, Sinan’ın geride
bıraktığı kıyafetleri vardı. Sinan sakalını tıraş ederken Ferhat yol boyunca
gördüklerini anlattı. Sinan’ın gördüklerinden pek farkı yoktu.
‘’Nihayet
insana benzedin.’’ dedi Ferhat, o tıraşını bitirince. ‘’Çok zayıflamışsın Sinan.’’
Sinan
yüzünü havluyla silmeyi bırakıp tatsız bir gülümsemeyle arkadaşına baktı.
Konuşacakken birinin Macarca bağırdığını duydu. Kadın sesine benzetti ama emin
olamadı. Kadının karargâhta ne işi vardı? ‘Kralınızı
görmek istiyorum’ demişti çatlak bir ses. Sinan soran gözlerle Ferhat’a
baktı. Adam, boş ver dercesine elini salladı.
‘’Kalede,
katliamdan kurtulmuş bir kadın bulduk. Rahibe gibi bir şey… Kendisinin asillerden
biri olduğunu ve Mehmet Han ile görüşmek istediğini söylüyor. Birazdan onu
Mehmet Han’ın huzuruna götüreceğim.’’
‘’Kale
de mi?’’ dedi Sinan
Ferhat
başıyla onaylayınca Sinan doğruldu. ‘’Kale boştu.’’ dedi mırıltıyla ‘’Kimse
yoktu.’’
‘’Mahzene
saklanmış…’’
Sinan
lafın gerisini dinlemedi. Havluyu yere attı ve dışarı çıktı. Mehmet Han’ın
otağının önünde siyahlara bürünmüş yüzü kapalı biri vardı, sürekli bağırıyordu.
‘Çok önemli, kralınızı görmem gerek!’
Askerler,
karşılarında bir kadın olduğu için fazla müdahale edemiyorlardı. Derken Mehmet
Han çadırından çıktı ve kadını bırakmalarını söyledi. Kadın pelerinine
sarılarak doğruldu ve Mehmet Han’ın karşısında durdu. Sinan’ın damarları aniden
güçle doldu ve eli, belindeki bıçağa giderken koşmaya başladı. Kadın, Mehmet
Han’a selam verir gibi eğildi ve böylece sultana bir adım daha yaklaştı. Sinan zamanında
yetişemeyecekti. Elindeki bıçağı çevirdi ve fırlattı. Yeniçeriler, Sinan’ın
deli gibi koşmasıyla hareketlenmişlerdi. Onu çıldırmış sanmışlardı. Askerler, Mehmet
Han’a zarar vermesin diye Sinan’ı durdurmak için davrandılar ve iki kişi kendini
bıçağın önüne attı. Bıçak, ikisini de geçip kadının kafasına, arkadan saplandı.
Bir an, zaman işlemeyi bıraktı. Sinan durdu… Yeniçeriler, onu kollarından
tuttular… Mehmet Han başını kaldırıp Sinan’a baktı… Ve kadın yüzüstü öne
yığıldı.
Yeniçeriler,
Mehmet Han’ı Sinan’dan korumak için önüne geçtiler ama Mehmet Han, onları
elinin bir hareketiyle yerlerine gönderdi. Sinan’ı tutan askerlere seslendi:
‘’Paşayı
bırakın!’’
Yeniçeriler
isteksizce Sinan’ı bıraktılar. Mehmet Han’ın bakışlarından bir açıklama
istediği belliydi. Sinan yerde hareketsizce yatan kadına doğru kalbi gümbür
gümbür atarken yürüdü. Her şey yavaşlamış gibiydi. Kadının pelerini etrafına
dağılmış, bıçak sapına kadar başına saplanmıştı. Sinan eğildi ve bıçağı sertçe
saplandığı yerden çekti. Kadını sırtüstü çevirdi. Başlığından sadece bomboş
bakan gözleri görünüyordu. Yüzünü kapatan peçeyi ve başlığını sıyırdı,
pelerinin içindeki elini dışarı çıkardı. Kadın sandıkları adamın dışarı çıkan elinde,
ince ağızlı bir bıçak duruyordu. Ölüm, onu öyle bir anda yakalamıştı ki,
bıçağın sapını kavrayan parmakları taş kesilmişti. Ayağa kalktı ve kadın
kılığına girmiş adamın alnından süzülen kana tiksintiyle baktı. Bu rüyasında
gördüğü yüzü olmayan adamdı.
Omzunda
bir el hissedince ayıldı ve Mehmet Han’ın yüzüne baktı.
‘’Biraz
dinlen Sinan.’’ dedi yumuşak bir sesle. ‘’Sonra huzuruma gel.’’
Sinan
ellerini önünde kavuşturdu ve saygıyla başını eğdi. ‘’Sultanım.’’
Mehmet
Han gülümsedi. ‘’Canımı sana borçluyum Sinan Paşa, sağ olasın.’’
Sinan’ın
kalbi aniden umut ve huzurla doldu. Çadırına giren padişahının ardından baktı
ve dizlerinin bağı çözüldü. Kalan son gücünü de harcamıştı.
Şeytanın Peşinde 2.2
Beyni
uyanmamaya gayret etse de gözlerini araladı. Midesi bulanıyordu ve boğazı bir
çöl misali kuruydu. Temiz bir yatakta yattığını fark edince nerede olduğunu
düşündü, başını yana çevirdi. Ötesindeki yatağın üstünde gözlerini yukarı
dikmiş Ferhat uzanıyordu. Adamın tek kolu başının altındaydı ve kendi
düşüncelerine iyice gömülmüştü.
‘’Hayrolsun.’’
diye yataktan doğruldu. ‘’Düşünüyor musun yoksa gözün açık mı uyuyorsun?’’
Ferhat
ses karşısında irkilip doğruldu. ‘’Şükür uyandın.’’
Ferhat’tan
gelen tepki karşısında Sinan’ın içi sıkıldı. ‘’Bir şey mi oldu?’’
‘’Dünden
beri merak ediyorum, sen uyanmayınca öğrenemedim.’’ dedi. ‘’O adamın suikastçı
olduğunu nasıl anladın? Aslında adam olduğunu nasıl anladın? Bayağı, kadına
benziyordu.’’
Sinan
rahatlayıp nefeslendi. Adamın dert ettiği şey bu muydu? Yatağın yanındaki
ibriğe uzandı ve onun cevabını bekleyen adama aldırmadan iki kupa suyu başına
devirdi. ‘’Yiyecek bir şeyler var mı?’’ dedi. ‘’Biraz daha yemek yemezsem bir
daha yemem gerekmeyecek.’’
‘’Sen
önce soruma cevap ver.’’
‘’Kıdemli
paşana karşı mı çıkıyorsun?’’ dedi şakayla karışık.
Ferhat
başını sallayarak ayağa kalktı ve çadırdan dışarı, yiyecek bir şeyler
getirmeleri için seslendi. Sonra Sinan’ın karşısına oturdu. Sinan ona kısaca
gördüğü rüyayı anlattı. Yeniçeri, tepsinin üstünde yarım ekmek ve bir tas çorba
getirdiğinde kâbusunu anlatması bitmişti.
‘’O
kadın bozması adamı rüyanda gördüğün için mi öldürdün?’’ dedi Ferhat. ‘’Bu sen
değilsin.’’
Sinan
acı bir gülüşle tepsiyi önüne çekti. ‘’Artık kimse, eskisi gibi değil.’’
Ferhat
anlayışlı bir tavırla başını salladı. Bunca vahşetten sonra insanlık namına ne
kalmıştı ki? Her bir askerin içinde bir şeylerin öldüğünü ve onun yerine
kâbusların yerleştiğine emindi. Sinan birkaç lokmadan sonra arkadaşına baktı.
‘’Kaleyi
baştan sona aradım, her bir deliğin içini, her taşın altını. Kimse yoktu, buna
emindim.’’ Dedi. ‘’Sen o kadını kalede bulduğunuzu söyleyince kendimi
kaybettim. O kadın, kalede olamazdı. Bu şekilde ve zamanda bulunmak istemişti
ve bu da demek ki bir niyeti vardı.’’
‘’Bazen
senin deli halin işimize yarıyor.’’ dedi. ‘’Bende onu, kendi ellerimle
sultanımıza götürecektim. Ne aptallık. Peki, kadın olmadığını nasıl anladın?’’
Sinan
omzunu silkti. ‘’Anlamamıştım. Sadece kim olursa olsun ölmesi gerektiğini
düşündüm.’’
Ferhat
başka soru sormadı, Sinan’ın çorbasını bitirmesini bekledi. Hazırlandıktan
sonra Mehmet Han’ın huzuruna çıkmak için otağın kapısına vardılar. Akşam
olmuştu ve askerler düne nazaran daha keyifliydiler. Cesetlerin hepsi gömülünce,
o uğursuz hava ağırlığını yitirmişti. Askerlerin Sinan’a bakışları güven, gurur
ve rahatlığı yansıtıyordu. Yanlarından geçerken ayağa kalkıp Sinan’ı
selamladılar. ‘Sinan Paşa ölümden döndü ve ölümü yendi’ diyorlardı, ‘Padişahımızı
kılık değiştirmiş azrailin elinden çekip aldı.’ Moralsiz yüzler biraz olsun
moral kazanmıştı. Otağa doğru yaklaştıklarında nöbetçilerden biri çadıra girdi
ve hemen ardından çıkarak çadırın örtüsünü, paşaların geçmesi için araladı.
Sultan
Mehmet Han, tahtı yerine diğer köşedeki minderde oturuyordu. İki paşa, başları
eğik ve elleri önde girişin önünde dikildiler.
‘’Yaklaşın.’’
Sultana
yaklaşırken Sinan sanki iyi olup olmadığını anlamak istercesine Mehmet Han’ın
yüzüne baktı. Birer ateş parçası gibi yanan gözleri, zekâsını ilan edercesine
parlıyordu; yakışıklı yüzünü süsleyen sakalı, dudaklarını bir çember gibi
sarmıştı. Başında kavuğu yoktu, saçları yüzünün akçalığına tezat simsiyahtı.
Uzun gömleğinin kollarını, bileklerinden kıvırmıştı. Sinan, sultanının sağlıklı
olduğunu gözleriyle tarttıktan sonra hemen bakışlarını yere indirdi.
‘’Yanıma
oturun.’’ dedi yumuşak bir sesle.
Sinan
ve Ferhat birbirlerine baktılar. Kendilerini bildi bileli her savaşta padişahla
beraberlerdi. Sultanın, onlara güvendiğini biliyorlardı ama onun yanında
oturmak saygısızlık olurdu. Mehmet Han, paşaların tereddüdünü sezdi.
‘’Bu
bir emirdir.’’ dedi şakacı bir sesle ekledi. ‘’Tepemde dikilip konuşmanız daha
uygunsuz olur.’’
Sinan
eğildi. ‘’Saygısızlık olarak almayın sultanım ama karşınızda oturamayız.’’
‘’Karşımda
değil Sinan.’’ dedi Mehmet Han. ‘’Yanımda oturacaksınız.’’
İçeri
elinde bir tepsiyle yeniçeri girince Ferhat gözleriyle, Sinan’a ne
yapacaklarını sordu. Sinan belli belirsiz omzunu kaldırdı. Sultanın emrine
karşı gelemezlerdi. Yeniçeri şerbetleri bardaklara doldurup çadırdan çıkarken
paşalar, sultanın biraz ötesine yan yana oturdular. Bu kadarına cüret
edebilirlerdi. Mehmet Han onları daha fazla zorlamadı.
Sinan,
Ferhat’a anlattıklarını sultana tekrar etti. Rüyayı anlatmak istememişti ama
Mehmet Han suikastı nasıl çözdüğünü sorunca anlatmak zorunda kaldı. Ferhat da,
Vlad’ın kaçışı ve onu bekleyen tutsaklığı hakkında aldığı haberleri anlattı. Yanında
en fazla yirmi kişilik birlikle, Macar’a doğru gidiyordu. Sultan emir verdiği
takdirde; Macar kralı, Vlad’ın başını gönderecekti. Mehmet Han sessizce onları
dinledi ve şerbetini yudumladı. Anlattıkları bitince bir süre düşündü ve
Sinan’a döndü.
‘’Ne
yapılması gerek Sinan?’’
Sinan,
sultana baktı. ‘’Ferman padişahımızındır.’’
Mehmet
Han sakalını sıvazlayarak geriye yaslandı. ‘’Önce Eflâk’ı düzene sokmak gerek.’’
dedi. ‘’Radul Bey’i voyvoda olarak atamak en iyisi, abisi ne kadar dönekse
kardeşi o kadar sadık. Halkına adil davranacaktır. Mihaloğlu akıncılarını çağır
Ferhat Paşa, Eflâk’ın güvenliğini sağlasınlar. Kendilerini ortaya
çıkartmasınlar, herhangi bir şey olduğunda benden emir beklesinler.’’
‘’Ferman
padişahımızındır.’’ dedi Ferhat.
‘’Lağımcılar
yıkılan yakılan köyleri yeni baştan kurmaya yardım etsinler.’’ dedi.
‘’İnsanların yarasını tez sarmalıyız. Bundan sonra emniyette olduklarını
bilmeliler, bir daha böyle bir şey yaşanmamalı. Gerekirse sınıra bir Osmanlı
karargâhı kurulsun.’’
Ferhat
saygıyla başını eğdi.
‘’Şimdi
Ferhat Paşa, bizi Sinan Paşa’yla yalnız bırak.’’
Ferhat
ayağa kalkıp Mehmet Han’ı selamladı ve geriye doğru adımlayıp çadırdan çıktı.
Sinan, sultanla yalnız kaldığında biraz gerildi. Yanlış bir şey yapıp
yapmadığını düşündü. Belki izinsiz kaleyi basmaya gitmesine sinirlenmişti. Sıkıntısı,
soğuk bir yel gibi bedeninin içinde gezindi.
‘’Bu
Vlad itine fazla güvendik. Paşamıza güveneceğimize, ecnebi bir soysuza
güvendik. Hata ettik paşa.’’
‘’Hâşâ
sultanım…’’ dedi hemen. Sonra yüzüne sıcaklık hücum etti. Ani çıkışı yüzünden
ne diyeceğini bilemez halde başını kaldırıp Mehmet Han’a baktı.
Anlayışlı
bir ifadeyle Sinan’a bakan Mehmet Han, onun bu çıkışına aldırmadı. ‘’Arzun
nedir Sinan?’’
Sinan,
çatlak dudaklarını kemirerek bir süre düşündü. Mehmet Han, onun niyetini
biliyordu ama ya reddetmek ya da yol göstermek için ağzından duymak istiyordu.
Cesaretini topladı. Başını kaldırdı ve tok bir sesle konuştu.
‘’Macar’ın
sözü değişkendir.’’ dedi. ‘’Kelleyi kendim almak isterim.’’
Mehmet
Han, kara gözlerini kıstı. ‘’Ferhat’ı yanına alacak mısın?’’
Sinan
başını salladı. ‘’Bizim onunla kaderimiz ayrıldı sultanım.’’ dedi kederle. Bunu
kanlı tarlaları izledikleri tepede ayrıldıklarında hissetmişti. Dostu, sırdaşı,
kardeşi Ferhat ile ayrı yollara savrulmuşlardı. ‘’Kısmetse, şerefli bir ölümde
birleşiriz.’’
‘’Dileğini
kabul ettim.’’ dedi Mehmet Han. ‘’Güvenle görevini başarman için Matthias’a bir
ferman yazacağım. Vlad’dan bahsetmeyeceğim ama sana, kaldığın sürece tam yetki
vermesini sağlayacağım.’’
Sinan
istediğinden fazlasını almıştı. Minnet ve saygıyla dolan kalbi, ruhunu
tazeledi. Sonunda ölüm de olsa bu görevi başaracaktı. Vlad’ı yolda yakalaması
daha iyi olurdu. Yanındaki yirmi kişiyi kolayca halledebilirdi, Macar’a vardığı
takdirde işin içine diplomasi giriyordu. Sinan’ın başa çıkamayacağı bir şey
değildi ama intikam için o kadar oyalanmak istemiyordu. Mehmet Han dirseklerini
dizlerine dayadı ve öne eğildi.
‘’Bir
şey daha var Sinan.’’
Sinan
ilgiyle sultanına çevirdi bakışlarını. Mehmet Han devam etti.
‘’Bu
konuyu çok kişi bilmiyor.’’ dedi. ‘’Vlad’ın babasının da içinde olduğu bir
tarikat var. Güçlü bir tarikat ama bu gücünü karanlık işlerden aldığı
söyleniyor.’’
Mehmet
Han anlatmak istediğinden daha fazlasını biliyordu ama Sinan’a ne kadarını
açıklaması gerektiğini hesaplıyordu. Az, aklını karıştırırdı; fazlası da aklını
kaybettirirdi.
‘’Vlad,
sözünü ettiğim bu tarikata katılmak istiyordu, belki de katılmıştır,
bilmiyorum. Eğer görevinde onlardan biriyle karşılaşırsan onlardan sakın.
Onları kolayca tanıyabileceğini sanıyorum. Ama seni onlardan koruyamam’’
Mehmet
Han, Sinan’ın gözlerinin içine baktı ve tek bir cümle söyledi.
‘’Ejderhadan
uzak dur!’’
Şeytanın Peşinde 2.3
Çadırdan
çıktığında Sinan’ın kafası karışmıştı. Koskoca Osmanlı Han’ının bile etkisi
dışında kalan bu tarikat da neyin nesiydi? Gökyüzünde çoğalan yıldızlara
çevirdi bakışlarını. Giriştiği bu iş, onun boyunu aşıyordu ama yapabilecek tek
kişinin de kendisi olduğunu hissediyordu. Bu falcıların söylediği yalan
kehanetlerin ötesinde bir kehanetti. Mehmet Han, ona şafakta yola çıkmasını
salık vermişti. Ferman, o yola çıkmadan ulaştırılacaktı. Sözde, Macar kralı
Matthias’ı ziyaret edecekti ama sarayda Vlad’ın izini bulup canını almak onun
asıl göreviydi.
Çadırına
gitmeden önce her zamanki alışkanlığıyla ordugâhı kolaçan etti. Nöbetçiler
yerlerindeydiler ve askerler derin uykuda. Her şey yolundaydı.
* * *
Şafak
vakti Sinan yol hazırlığını bitirmişken, bir yeniçeri gelip padişahın fermanını
teslim etti. Ferhat, onsuz gideceği için biraz söylense de emrin padişahtan
gelmesi şikâyet etmesini engelledi. Onun da uygulaması gereken emirler vardı
ama şimdiye kadar çoğu göreve birlikte çıktıklarından; Sinan’ın tek başına çıktığı
bu görevi kabullenmesi zor oluyordu. Yiyecek ve suyu, ata yükledikten sonra
sultanın gönderdiği bir kese altını da kaftanının iç cebine attı. Bu her zaman
giydiği askeri kaftanı değildi, rütbe veya görev belirten bir emare üstünde
yoktu. Yine de asıl kaftanını lazım olur diye yanına almayı ihmal etmemişti.
Macar
sınırına kadar her şey yolundaydı. Vlad, yanındaki az sayıda askerle yeni bir katliama
girişmemişti. Düşük rütbeli kendi askerlerini bile kazığa oturtan bir yönetici…
Yol üzerindeki fakir hanlarda konaklamamış olmalıydı. Çünkü köylüleri sorgulamasına
rağmen; kimse, hızlı yolculuk yapan bir grup görmemişti. Gerçi yolculuk yapan
biri bile oldukça göze çarpıyordu. Fakirliğin ve ilgisizliğin kol gezdiği bu
beylik yine de iyi dayanmıştı. ‘Umarım
Radul Bey, buraları bayındır eder’ diye içinden geçirdi. Adamın işi
gerçekten zordu. İnsanların, kimseye inancı kalmamıştı.
Sınırı
geçtikten bir gün sonra, konakladığı handa bir iz yakaladığını sandı.
Şüphelenmesini sağlayan şey; dört kişilik bir grubun, üç gün önce handa kalması
değildi, adamların zengin kıyafetlere sahip olmasıydı. Handa servis yapan kadın
fark etmişti. Siyah cübbelerinin altından bir anlığına gördüğü altın sırmalı üniformalar…
İlgisiz görünmeye çalışarak kadını sorguya çekti. Bu sorgulama Sinan’ın hiç
çaba harcamadan yaptığı bir şeydi. Kadının anlattığına göre; adamlar sadece bir
gün kalmışlar, ardından akşam vakti apar topar yola çıkmışlardı. Adamların
yüzünü tarif ettirdi, hiç biri Vlad değildi ama belki Vlad handa kalmamıştı.
Erzak almadıklarını ve hiçbir şey yemediklerini öğrenince, Vlad’ın dışarıda bir
yerlerde, birliğin geri kalanıyla kamp kurduğunu anladı. Adamlar sadece etrafı
yoklamak için gelmiş olabilirlerdi. Kadın, kimseye bulaşmadıklarını söyleyince
bu fikri de çürümüş oldu. Peki, Vlad nedensiz yere neden adamlarını hana
göndermişti. Bir gün olsun rahat yatak yüzü görsünler diye olmadığını adı gibi
biliyordu. Sinan, adamlara yetişmek için yiyeceklerini yeniledi ve hemen yola
koyuldu.
Bir
gün sonra, vardığı hana da aynı adamların uğradığını öğrenince, hiç uyumadan
yola koyuldu. İlginç olan şey, adamların gündüz odalarına kapanmaları ama gece
boyunca bir şey bekler gibi ayakta olmalarıydı. Bu handa bir günden fazla
oyalanmışlardı. Sonraki akşam yine yola çıkmışlardı. Adamlarla arasında bir
buçuk günlük bir mesafe olduğunu hesap etti. Doğruca başkente gidiyorlardı.
Eğer yönlerini değiştirmezlerse; Sinan, şehre varmadan onları yakalardı. Atının
gemine asıldı.
Sinan,
sanki Vlad bir nefes ötesindeymiş gibi yetişmek için atını zorluyordu. Belki
önlerindeki handa onu veya eşlikçisi olan gizemli adamları yakalardı. Birini
bile eline geçirse, Vlad’ın nerede olduğunu söyletebilirdi. İşkence yapmasına
gerek kalmayacağına emindi ama işkence konusunda da, çok isteksiz değildi. Yoldan
sapmadan dörtnala, bir sonraki kasabaya vardı. Bu başkente yakın olduğundan
diğer kasabalardan daha büyüktü. Pazar yerine uğradı ve kalınabilecek kaç tane
han olduğunu sordu. Şansına üç tane han vardı. Teker teker üçüne de uğradı ama
hiç birinde gizemli yabancılardan iz yoktu. Acaba henüz varmamışlar mıydı?
Sinan, ne yapacağını düşünerek kasabanın içinde dolandı. Öğle olmak üzereydi.
Onlardan önce geldiyse beklemesi yerindeydi ama duraklamadan geçtilerse burada
vakit kaybediyordu. Sonunda ilk gittiği hana geri döndü. Hem düşünmek hem de
karnını doyurmak için biraz zamanını feda edebilirdi.
Cilası
iyice yıpranmış tahta masaya oturdu. Hanın yemek salonunda, en kenarda durmaya
özen göstermişti. Kaftanının başlığını, saçlarından indirmeksizin etrafa
bakındı. Ondan başka üç müşteri daha vardı ve gündüz vakti demlenmeye
gelmişlerdi. Hanın sahibi olan yaşlı adamdan balık ve su istedi. Buralarda
balık yemek, en akıllı seçimdi, yoksa et diye getirdikleri şeylere pek
güvenilmezdi. Balık pahalıydı ama Sinan, bilmediği bir şeyi yemektense kesesini
eritmeyi göze aldı. Yaşlı adam masaya suyu bıraktı ve sarhoşlarla ilgilenmek
için diğer masaya gitti.
Balığı
yerken kararını vermişti, doğruca saraya gidecekti. Beklemenin faydasını
şimdiye kadar görmediğinden bir an önce yola koyulmak için elini kesesine attı.
Kavga o sırada başladı. Hancının içki götürdüğü sarhoşlardan biri, ayağa kalkıp
elindeki kadehi yere fırlattı.
‘’Lanet
olası, Elise’nin bulaşık suyu bile bundan iyidir. Ne içiriyorsun bize? At
sidiği mi?’’
Yaşlı
adam istifini bozmadan sarhoşa döndü.
‘’Cebinde
para varsa oraya gitseydin Arpad, seni zorla buraya getirmedim.’’
‘’Ben,
bu bok suyuna da para veriyorum seni yaşlı bunak.’’ Adam içkinin tesiriyle
sallanınca, ondan farkı olmayan arkadaşı destek için koluna girdi. Şimdi ikisi
birden sallanıyorlardı. ‘’Elise bu şehirde olaydı, hanına gelmem için bana
yalvarırdın.’’
‘’Def
ol git Arpad.’’ dedi yaşlı adam.
Sarhoş
adam küfürlerini ardı ardına sallarken diğeriyle birlikte kapıdan çıkıp gitti.
Sinan’ın aklı Elise dedikleri yerde kalmıştı. Bu şehirdeki hanların hiç birinin
ismi Elise değildi. Yaşlı adam söylenerek onun yanına yanaştığında, Sinan
masaya bıraktığı paranın üstüne elini koydu.
‘’Elise
nerede?’’
Yaşlı
adam, hem kavganın sebebi olan Elise’yi sorduğundan hem de parayı saklayan
adamın boyutundan dolayı suratı asıldı. Sinan, adamın gözlerine gözlerini
dikti.
‘’Bir
han mı?’’ dedi. ‘’Yoksa…’’ lafının devamını getirmedi. Çünkü kastettiği şeyse
gitmesine gerek yoktu. Vlad’ın o tarz bir yerde konaklayacağını sanmıyordu.
‘’Kuzeye
doğru, yarım günlük mesafede bir kervansaray.’’ dedi adam sıkkın bir sesle.
‘’Çok pahalıdır.’’
Sinan
sırıttı ve kesesinden bir altın çıkartıp masadaki paranın yanına bıraktı. Adam
teşekkür ederken o çoktan kapıya varmıştı. Atına atladı ve yönünü kuzey yoluna
çevirdi. Acele etmeliydi, gün batmadan hana varmalıydı. Vlad, tutsak
edileceğini öğrenmiş ve yönünü değiştirmişti. Aklına başka bir şey gelmiyordu,
yoksa onu, geçtiği şehirde kesinlikle yakalaması gerekirdi. Yol boyunca
dikkatliydi. Vlad’ın, peşine düşüldüğünü anlaması düşük ihtimaldi. Sinan’ın
canını sıkan başka bir nokta daha vardı: Vlad’ın eşlikçileri neredeydi? Yirmi
bir kişinin göze çarpmadan yolculuk yapması, tuhaftı.
Küçük
bir köye vardığında akşama az kalmıştı. Köylünün birine Elise’nin nerede
olduğunu sordu. Adam kervansarayının geride kaldığını söyledi, anlattığına göre
yol üzerinde değildi. Adam ona ağaçların arasındaki, Sinan’ın aldırmadan
geçtiği, sapağı tarif etti. Sinan şansına hayıflanarak atını çevirdi ve geldiği
yola geri döndü. Bu ne işti… Adam sürekli pençelerinin arasından sıyrılıyordu.
Sapağı bulduğunda hava kararmaya başlamıştı ve neredeyse bir kere daha yolu geçecekti.
Vlad ve birliğini o kervansarayda bulması gerekiyordu. Kervansaray hem lüks hem
de…
Karşısına
birden çıkan yapıya karşı hayretle baktı. Bu denli büyük bir kervansaraya,
Anadolu’da bile rastlamamıştı. İki katlı kervansarayın dış bahçesi bakımlı ve
yanan meşaleler sayesinde ışığa boğulmuştu. Binanın şekli, İspanyol ile Arap
karşımıydı. Balkonları kemerliydi ve oda kapıları dışa bakıyordu. Birbirinde
güzel egzotik çiçekler balkonlardan sarkıyordu. Fakat bu gösterişe rağmen etrafta
kimseler görünmüyordu. Derken kapının biri açıldı ve bir kadın dışarı çıktı.
Kahverengi saçlı, beyaz tenli kadın zarif bir yürüyüşle; ortaya, merdiven
olduğunu sandığı kemere doğru ilerledi. Sinan, açığa çıkmaksızın, soluk almadan
kadını izledi. Alacakaranlıkta kadının, onu görme ihtimali yoktu. Kadın
merdivenden inip gözden kaybolmadan önce durakladı. Derin bir nefes aldı ve
başını çevirip doğruca Sinan’ın olduğu yere baktı. Yüzünde hoş bir gülümsemeyle
birkaç saniye bekledi, ardından merdivenlere dönüp iç avluya indi.
Varlığını
fark ettirmişti, o yüzden güvenliği gevşetip atını girişe doğru sürdü. Girişe
yaklaştığında genç bir çocuk koşarak dışarı çıktı ve Sinan’ı karşıladı.
Normalde atını çocuğa teslim edip kervansaraya girmesi gerekirken Sinan
durakladı. Bu kadar açık bir tuzağa bu denli pervasızca atılmalı mıydı? Başka
seçeneği var mıydı? Atından inmedi ve çocuğu geçip kervansaraydan içeri girdi.
İç
avlu, dışarıdan da gösterişliydi. Dış tarafı çevreleyen balkonlardan iç tarafta
da vardı ve aralıklı olarak sıralanmış, renkli çiçeklerin sardığı sütunlar
dikilmişti. Zemin mermerdi ve iç avlunun üstü açıktı. Yukarı katta hiç pencere
olmadığı gözüne çarptı. Sadece koyu kahverengi kapılar sıralanmıştı. Süslü kale
duvarlarından farkı yoktu. Avlunun ilerisindeki büyük fıskiyenin ortasında,
mermer bir heykel görünüyordu. Birbirine sarılmış çıplak iki insan… Sinan,
atını birkaç adım daha sürdü. Az önceki kadın nereye gitmişti?
Kadın
yoktan var olmuş gibi fıskiyenin ardından ortaya çıkınca Sinan irkilerek atını
durdurdu. Kadının gözleri meşalelerin ışığı altında tuhaf bir renkte
parlıyordu. İri dudakları kıpkırmızıydı ve üstündeki kıyafeti de… Hiç fena
değildi. Omuzlarını açıkta bırakan elbisenin etekleri yerleri süpürüyordu.
Kadın, ipeklerin içinde, beyaz bir kuğu kadar zarifti.
Sinan
hiçbir şey demeden kadına baktı. Genç çocuk kapının dışındaydı. Avluda kadın ve
Sinan karşı karşıya kalmışlardı. Kadın, gözlerini Sinan’dan ayırmadan yürüdü.
‘’Hoş
geldin.’’ dedi Macarca.
Sinan
da kadına Macarca Hoş Bulduk dedi.
Attan inip inmeme konusunda hala tereddüt ediyordu. Kapılar kapalıydı ama
olduğu yer bayağı açıktaydı. Yani saldırmak için saklanan biri olsaydı çoktan
fark etmiş olması gerekiyordu. Kadın iki metre ötesinde durdu. Çekici bir
gülümsemesi vardı.
‘’Sen
Elise misin?’’ dedi Sinan.
Kadın
başını salladı. ‘’Ve sen de?’’ dedi soran bir sesle.
Sinan
attan indi ve kadına sırıttı. ‘’Senin konuğun.’’ dedi. ‘’Burayı çok övdüler,
ziyaret etmek istedim.’’
‘’Ah’’
dedi kadın. ‘’Öyle mi? Bu çok iyi olmuş. Ne şanslısın ki, bir tane boş odamız
var.’’
Sinan,
boş hana göz gezdirdi. ‘’Sanırım birçok boş yer var.’’ dedi ve kadına döndü.
‘’İşler iyi değil galiba.’’
Kadın
elini salladı. ‘’Yanılıyorsun. Aslında doluyuz ama son kalan odaya seni
alabilirim.’’
‘’Memnun
olurum.’’
Elise,
tek bakışıyla dışarıda bekleyen çocuğu çağırdı. Çocuk koşarak geldi ve Sinan’ın
atını alıp dışarı çıktı.
‘’Çantanı
getirmesini de söyleyeyim mi?’’ dedi Elise.
‘’Gerek
yok.’’ dedi Sinan. ‘’İhtiyacım olan her şey yanımda.’’
Çantasının
içinde sadece kaftanı vardı ve onu burada giymeyeceğine emindi. Diğer
gereksinimleri zaten yanındaydı. Kılıcı, bıçağı, ferman ve bir kese altını… Elise,
onu kervansarayın diğer ucundaki salona götürdü. Geniş bir salondu ve tavanı
kafes şeklinde oyma kalaslarla kapalıydı. Mis kokulu sarmaşıklar tahtalara
sarılmış, aşağıya sarkıyordu. Salon, sütunlarla üçe ayrılmıştı ve sütunlar en
yukarı yükselip tavanı sağlamlaştırıyordu. Sinan, burasının yemek yenen bir
salon olduğunu düşündü, çünkü masa ve sandalyeler vardı. Fakat yemek kokusu
duyulmuyordu, özellikle sözde dolu bir han olduğu ve tam yemek saati olduğu
düşünülürse. Sinan ile Elise içeri girince dolanan hizmetliler onları beklemiyormuş
gibi şaşırdılar. Elise, gri üniforma giymiş adama içecek bir şeyler getirmesini
söyledi ve omzunun üstünden Sinan’a baktı.
‘’Sana
katılmamda bir sakınca yoktur umarım.’’
Sinan,
kaftanının madeni düğmelerini çözerken kadını cevapladı:
‘’Onur
duyarım.’’
Kaftanın
düğmelerini çözmesi sıcak olduğundan veya çıkarmak istediğinden değildi.
Nedense tüm sinirleri alarm veriyordu, bu yüzden bıçağı ve kılıcının arasına
bir kumaş parçasının yanlışla girmesini istemiyordu. Elise onu masaya yönlendirirken
gözü kılıca ilişti:
‘’Çok
güzel bir kılıç…’’ dedi ve gözlerini Sinan’ın yüzüne yükseltti. ‘’Bir Türk
askeri için şık bir Türk kılıcı.’’
Son
sözlerini Türkçe söylemişti. Sinan kimliğinin ortaya çıkmasına aldırmadı. Ve
Türkçe cevapladı:
‘’Zekânız,
güzelliğiniz kadar keskin ve şaşırtıcı.’’
İltifat
kadının hoşuna gitmişti. Göz süzerek Sinan’a gülümsedi, dişleri ne kadar
beyazdı. Bakışlarını kadından alarak hareketlenen hizmetlilere baktı:
‘’Bu
hanı, tek başına mı yönetiyorsun?’’
Elise
masaya doğru yürürken Sinan’ı cevapladı.
‘’Evet.’’
dedi. ‘’Baba mesleği.’’
Sinan
karşısındaki sandalyeye oturdu. ‘’Bir bayan için zor olmalı.’’ dedi. ‘’Eşin
yardımcı oluyordur.’’
‘’Evli
olup olmadığımı mı merak ediyorsun?’’
Sinan
kadına bakıp gülümsedi. ‘’Onu merak etseydim direk sorardım ama yaşın
dolayısıyla evli olduğunu düşündüm. Yoksa bu ıssız yerde ne işin olur?’’
Elise
kızmakla kızmamak arasında bir an gidip geldi. Sonra güçlü bir kahkaha attı.
‘’Biliyor
musun Türk, çok kabasın ama sana kızamıyorum.’’
Sinan,
eli kılıcının kabzasında sandalyesine yaslandı. ‘’Adım Sinan.’’
Elise
fısıldar gibi ismini tekrarladı. ‘’Sinan…’’
Hizmetli
elinde kristal bir şişede şarap getirince Elise geriye yaslanıp adamın içkiyi
servis yapmasını bekledi. Kadının hareketleri, kendinden çok emindi ve kolay
kanacak birine benzemiyordu. Sinan, onun ağzından nasıl laf alacağını düşündü,
direk sorsa mıydı? Konuyu işe getirmeye karar verdi.
‘’Saraya
mı gidiyorsun Sinan?’’
Sinan
düşüncelerinden sıyrılıp kadına baktı. Yanlış mı duymuştu? ‘’Anlamadım.’’
Elise
elindeki kadehi parmakları arasında çevirerek sorusunu yeniledi. ‘’Saraya mı
gidiyorsun?’’
‘’Bunu
nerden çıkardın?’’
‘’Yürüyüşün
ve konuşman asil biri olduğunu gösteriyor ama bir şehzade veya bey olamazsın
çünkü yanında bir tane bile koruma yok. Koruman olmadığına göre seni, senden
iyi koruyacak biri de yok. Bu, senin çok iyi bir savaşçı olduğunu gösterir.
Geldiğinden beri etrafı süzüyorsun, buraya birini bulmak için geldin. Aslında
saraya gidiyordun ama buradan bahsedildiğini duydun ve aradığının burada
olabileceğini düşünerek yolunu değiştirdin. Buraya kadar tamam mı?’’
Sinan,
kadının mantığı karşısında şaşırsa da belli etmedi.
‘’Tamam.’’
Elise,
kadehini masaya koydu ve gülümsedi. ‘’Aradığın her kimse burada değil ama ne
derler bilirsin. Misafir umduğunu değil bulduğunu yermiş.’’
Sinan
kadına birkaç saniye sadece baktı. Sonra kadehi tek dikişte bitirdi ve ayağa
kalktı. Cebinden bir altın para çıkarıp masaya bıraktı. Kadına kendi tarzında
selam verip ‘’İyi günler’’ dedi.
Kapıya dönmüştü ki kadın ardından seslendi.
‘’Sinan!’’
Sinan
durup omzunun üstünden kadına baktı.
‘’İçki
benden olsun.’’ dedi ve parayı Sinan’a fırlattı. ‘’Umarım yakında görüşürüz.’’
Sinan,
parayı tek hamlede yakaladı. ‘’Umarım, yeniden görüşmemize gerek kalmaz.’’ dedi
ve avucundaki parayı kapının dibinde bekleyen hizmetliye verdi.
Ses
çıkmayan avluda yürürken balkonlarda bir hareket görmek için dikkat kesildi.
Kadın yalan söylüyor olmalıydı, dolu olan bir han bu kadar boş görünemezdi. Kapının
orada atını alan çocukla karşılaştı. Ahırdan atını getirmesini söyledi ve atı
gelene kadar kapıda bekledi. Binmeden önce avluya baktı. Elise avlunun
ortasında durmuş onu izliyordu, gidip gitmediğine baktığına göre gizlediği bir
şeyler vardı. Sinan atına atlayıp karanlığa doğru sürdü.
Ana yola çıkmadan geri
döndü, kervansaraya giden yoldan ayrılıp ağaçların arasına daldı. Kervansarayın
arkasına gelecek şekilde yavaşça ilerledi. Atını ağaca bağladı ve çantasından
kaftanının gömleğini çıkarttı. Bu siyah bir gömlekti ve karanlık bir iş için
üstündeki beyaz gömlekten daha uygundu. Siyah kuşağını da saçlarına sardı ve
yüzünü kapatacak şekilde bağladı. Çizmesinin içine ikinci bıçağını sakladı.
Kılıcını atının eyerine astı ve doğruldu. Hazırdı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder