Sinan Paşa


İlgili resim





Kara Akrep 1.1

Tek başına, küçük tepenin üstünde duruyordu. Hemen aşağısında uzanan geniş tarlanın biraz ötesinde orman başlıyordu. Tarla ve ormanın arasında, yılan gibi kıvrılan toprak yol vardı. Canlı bir mahsulü olmayan tarlaya, göğsünde gittikçe yırtılarak büyüyen bir boşluk hissiyle, gözlerini kırpmadan baktı. Tarlanın etrafını saran orman, geçmiş yangının dehşetini yansıtırcasına için için tütüyordu. Yangın, onlar gelmeden başlatılmıştı ve şu an, durdukları mevkiden oldukça uzaklaşmıştı. Çünkü yakın çevrede, ağaç namına yanacak bir şey kalmamıştı. Kararmış ve çöpe dönüşmüş ağaç kalıntılarına baktı. İlerleyemezlerdi ama burada da kalamazlardı. Geriye dönmek ise dehşeti diğerleriyle paylaşmak demekti.
Şafak yeni sökmüştü. Geldikleri yönden doğan güneş, acı çeken ruhlarını kaplayan karanlığı delemiyordu. Esen rüzgârın hızı, bu görüntünün pis kokusunu silmek için yeterli değildi; burunlarına iyice yerleşmiş kokuyu uzaklaştıramıyordu. İki gündür taze havayı ciğerlerine çekmemişlerdi ama bu umurlarında değildi. Akıllarının almadığı ama gözlerinin izlediği vahşet tarlasına bakarken, en son düşündükleri temiz havaydı; özlemiyorlardı ve akıllarından da geçmiyordu. Böyle bir istek tarlayı kaplayan işkence görmüşlere saygısızlık olurdu. Çünkü tarla, ekinle kaplı değildi… Yüzlerce kazık gelişigüzel toprağa saplanmıştı ve her birinin üstüne de bir insan… Genç, yaşlı, erkek, kadın, bebek veya asker… Ayırım yapılmamıştı, hepsi kanlı topraktan baş vermiş başaklar gibi kazıkların ucunda sallanıyordu.
            Üstünde durduğu tepeden, ceset tarlasını izledi. Her şey olmuş bitmişti… Elinden hiçbir şey gelmezdi. Yine de öfkesi tüm benliğini ateşe veriyordu. Bunu yapanı biliyordu ve adam payitahta geldiği günden beri ondan nefret ediyordu. Bu çocukluktan kalan bir his değildi, büyüdükçe güçlenen ve kalpten gelen bir önseziydi. Ona güvenmemesi için bizzat kendisi Sultan’ına yalvarmıştı ama Sultan, ikiyüzlü adama şans verilmesinden yanaydı. ‘’O adam’’ demişti Mehmet Han, ‘’Bir zamanlar babasının bize verdiği bir teminattı, şimdi ise gözümüz kulağımız. Bugüne kadar yanlış bir hareketi hâsıl olmadı. Eflak onunla birlikte bereket kazanacak.’’
           Bu zalimin babası bile ondan kurtulmak için yıllar önce, düşmanı bellediği Türklere iki oğlunu teslim etmişti. İki oğlun biri aktı, biri karanlık… Bu lanetli adam, bir konuk gibi ağırlanıyordu. O gün, ilk ve son defa sultanına isyan etti. ‘’Hayır, o adam yılanların içinde bir akrep, ya kendini sokacak ya da dostum dediğini… Eflâk’ı ona teslim edemeyiz.’’ Bunca zaman sonra anladığı tek şey; bu kara akrebin dost-düşman ayırt etmediğiydi. Sultanı onun bu çıkışını hoş gördü ama uzun bir süre huzuruna kabul etmedi.
            ‘’Paşam!’’
            Ona seslenen adama, omzunun üstünden baktı. Adam devam etti:
            ‘’Öncüler döndü ama elleri boş. Yangın yüzünden fazla ilerleyememişler. Toprak hala sıcak...’’ Sözlerine devam edemedi. Bu sert mizaçlı askerin yüzünde gördüğü üzüntü, Sinan’ı daha da sarstı. Adam, akıncı birliğinin kalanı gibi, ellerinin arasından sıyrılan düşmandan çok; gerilerinden gelen ordunun görecekleri yüzünden endişeleniyordu. ‘’Emriniz nedir?’’
            Tarlaya doğru çevirdi bakışlarını. Emri altında kırk asker vardı ve karşısında en az üç yüz tane kanlı kazık. Akan kanlar yüzünden altlarındaki toprak, çamura dönüşmüştü. Pıhtılaşan kan, sıcağa rağmen toprağın kurumasına izin vermiyordu. Tarlanın etrafını saran orman kalıntısı, hala yanıyordu. Uçuşan küller, sıcağı daha da netleştiriyordu. Küller ve kan… Yaklaşan ordunun, bu vahşeti görmesine engel olamayacaklardı. Şimdi işe koyulsalar bile mezarları kazmak için gereçleri yoktu. Buraya bunun için gelmemişlerdi. Böylesi bir vahşetle karşılaşacağını hiç bir insan hayal dahi edemezdi.
            ‘’Ferhat Paşa nerede?’’
            ‘’Buradayım Sinan.’’ dedi gür bir ses. ‘’Sen dinlen Çakır Bey, her an yola düşebiliriz.’’
            Çakır Bey, iki adamı selamlayıp çekilirken Ferhat, onun yanında durdu. Eli, kılıcının kabzasını sıkıyordu. Gür kaşlarının altındaki yeşil gözleri, öfkenin aleviyle yanıyordu. Başlığını çıkartmış; siyah saçları, yüzünü dövüyordu.
            ‘’Cehennemi de gördük Sinan.’’ dedi.
            Çelik grisi gözlerini Ferhat’a çevirdi. ‘’Bu cehennemin yaratıcısı şeytanın başını almak şart oldu.’’
            Ferhat, eliyle saçlarını geriye taradı ve yüzünden çekti. ‘’Çoktan kaçmış.’’ dedi. ‘’Erdel’e varmak üzeredir.’’
            Sinan, derin bir nefes alarak hiç yadsımadan sıcak kül ve kan dolu havayı ciğerlerine çekti. Karşılarındaki cehennemin yaratıcısı, ona yardım eden her eli sokan kurnaz bir akrepti. Onu ilk defa çocukken talim meydanın kenarında görmüştü. Sinan, yedi yaşını doldurduğu gün, ısrarlarına dayanamayan babasının onu ocağa göndermesinin üstünden iki yıl geçmişti. Kılıç talimi için o gün meydana çıkacaktı ve çok heyecanlıydı. Kendinden yaşça büyük çocuklarla denk olan boyuna posuna inat; yüzü, yaşını ele veriyordu. Ama büyüklerle talim yapacağı için değildi heyecanı. Babası seferden dönmüştü ve komutan paşasıyla birlikte onu izleyecekti.
            Boyu yüzünden grubundaki çocukların başını çekiyordu. Hepsi bir sıra halinde serin bahar sabahında üstlerinde ince gömlekleriyle meydana çıktılar. Sert bir yüzle durmaya çalışıyordu ama gözleriyle etraftaki küçük kalabalığı süzmeden duramadı. Babasını görünce içindeki heyecan daha da arttı. Bacakları ve kemerinde asılı tahta kılıcın sapını kavrayan eli titriyordu. Kendi kendine sakinleşmek için telkinde bulunurken komutan grubun durması için işaret verdi ve hepsi meydanın ortasında sıralandılar. Sinan, babasından yana kısa bir bakış daha attı. Yanındaki zayıf çocuğu o sırada gördü. Çatık kaşlı, kara gözlü çocuğun kibirli bir duruşu vardı. Aklına, sürekli bahsi geçen tutsak prens geldi. Prensin hoşnutsuz gözleri, onun üstüne çevrildi ve ikisinin bakışları birbirine kenetlendi. Prens kaşlarını daha da çattı. Sonra burnunu kıvırarak başını çevirdi.
            Üst sınıf askeri öğrencilerde talim alanına sıralanınca komutanları başlama komutunu verdi. İlk olarak ok atacaklardı. Hedefi kaçıran pek olmadı ama ortasını tutturan da pek olmadı. Ferhat dışında… Beş atışın, beşi de tam isabetti. Sinan dörtte kalmıştı. İkisi sürekli yarışmaya alışıktılar ve bu hırsları çoktan arkadaşlığa dönüşmüştü. İkinci talimi, kılıç ve kalkanla yaptılar. Sinan’ın rakibi, devşirmelerin en iyisi olan Yakup’tu. Onu biraz zorlasa da Yakup’u alt etmeyi başardı. Aslında daha çabuk bitirebilirdi ama bir türlü heyecanını yenememişti. Son talim için toplandılar. Çıplak elle rakiplerini pes ettirene kadar dövüşeceklerdi. Talim eğitmeni, onları eşleştirirken komutanın sesini duydu.
            ‘’Bu, en önemli talimdir!’’ dedi. ‘’Rakiplerinizin hareketlerine bakarak onun tüm zayıflıklarını anlayabilirsiniz. Bu eğitim, hiçbir savaş aletinin arkasına saklanamadığınız gerçek savaş ruhudur. Rakibinizin gözlerine bakın. Tanıyın.’’
            O sırada prens kendi dilinden bir şeyler söyledi. Komutan, ona dönünce prens başını kaldırıp sözlerine devam etti. Komutan soran gözlerle, Sinan’ın babası Serdar Bey’e doğru baktı ve Serdar Bey, prensin sözlerini tercüme etti.
            ‘’Konuğumuz talime katılmak ister.’’ dedi ve ekledi. ‘’Ancak rakibini kendisi seçmeyi diler.’’
            Komutanın olurunu alan Serdar Bey, üst sınıflara doğru seslendi. ‘’İkinci takım, öne çık!’’
            Emirle birlikte prensin yaşıtı olan ikinci grup, Sinan’ın grubunun önüne geçti. Prens iri gözlerini kısarak gruba doğru yürüdü, onları geçti ve tam Sinan’ın önünde durdu. Komutan, Serdar Bey’e bakınca; bey, prense doğru seslendi. Prens eliyle Sinan’ı gösterdi ve hırçın bir sesle konuştu. Serdar Bey içini çekerek komutana döndü.
            ‘’Paşam, yaşının ve sınıfının küçük olduğunu söyledim ama cüssesinin yeterli olduğu cevabını verdi.’’
            Prens, öfkeli gözlerle iki komutanı izlerken; Sinan, ne yapacağını bilemez halde dikiliyordu. Prensin amacını anlayamamıştı, bu aslında günlük bir talim bile değildi. Bir gösteriydi. Zayıf çocuğu süzerken çocuk ona bakmamıştı bile. Prensin, ondan büyük olduğunu biliyordu ve çocuk o kadar kişinin içinden onu seçmişti. Komutanın sesiyle, gözlerini çocuktan aldı.
            ‘’Senin oğlan değil mi o?’’
            ‘’Evet paşam.’’
            Komutan güldü. ‘’O zaman söyle ona, prensin canını fazla acıtmasın.’’
            Komutanın lafı üzerine, seyirciler rahatlayarak güldüler. Serdar bey hafifçe sırıtmakla yetinmişti. Prens, üstündeki süslü ceketini çıkartıp koşup gelen hizmetkârına fırlattı. Sıska denebilecek kadar zayıftı. Üstünden dökülen gömleğinin kollarını dirseklerine kadar sıyırdı ve hala dik vaziyette duran Sinan’a döndü. Serdar bey, talim eğitmenine başını sallayarak onayını bildirince; eğitmen, seslice hazır olmalarını söyledi. Sinan, buz kadar soğuk bakışlı prensin karşısında durdu. Komutanın dediği gibi rakibinin gözlerinin içine baktı ama gördüğü şey karanlık bir boşluktu. Dipsiz karanlık kuyuyu andıran gözlerde hiçbir duygu belirtisi yoktu.
            Talim eğitmeni, başla komutunu verir vermez prens hızla Sinan’a saldırdı. Yana kayan Sinan onun hamlesini boşa çıkardı ve saldırı yüzünden öne fırlayan prensin boğazından tuttuğu gibi yere çaldı. Rakibini küçümseyen acemi hamlesi, dengesini zaten bozmuştu; prens sırtüstü yere düştü. Sinan, düşüşün onun nefesini kestiğini görünce telaşlandı ama prens kendini toparlayıp ayağa kalktığında rahatladı. Tek hamlede yere düştüğü için prensin gözlerinle kötücül bir şeyler oynaştı. Birbirlerini süzerek adımladılar. İkisi de saldırma pozisyonundaydı ama açık bir an için bekliyorlardı. Sanki koca meydanda sadece ikisi vardı. Etraflarındaki süregelen dövüşün sesleri bile kulaklarına ulaşmıyordu. Sadece kendilerinin duyduğu bir emirle aniden birbirlerine saldırdılar. Dövüşleri gösteriden çıkmıştı, taktik yoktu, vahşi bir içgüdüyle öldüresiye saldırıyorlardı. Sinan, prensi yeniden yere düşürdüğünde ayağa kalkan çocuk avucunda tuttuğu kumu Sinan’ın yüzüne fırlattı. İncecik tozlar gözlerine girince Sinan istemsizce geriledi ve yüzüne yediği bir yumrukla yere düştü. Prens üzerine çıkıp boğazına sarıldı. Sinan gözlerini açamasa da toparlanmaya ve nefes almaya çalışırken kulağına bir fısıltı gibi prensin sesi çalındı.
            ‘’Seni öldüreceğim Türk, seni ve tüm soyunu kurutacağım!’’
            Sesin sahibi prensti ama onun Türkçe bilmediğini sanıyordu. Şaşkınlığı öfkeye dönüştü ve tüm gücünü kullanarak prensi üstünden attı. Dişlerini sıkarak prensin tepesine çıktı ve yumruklarını yüzüne gömmeye başladı. Kollarından tutmasalardı, prens son nefesini verene kadar vurmaya devam edecekti. Babasının kızgın sesiyle, kendine geldi.
            ‘’Sinan dur!’’
            Gözleri kum yüzünden acırken ve bedeni öfkeyle titrerken etrafına baktı. Herkes durmuş onları izliyordu. Yüzlerinde gördüğü şaşkın ifade ve babasının hiddetli bakışları karşısında başını eğdi. Prensin burnu kırılmıştı ve kan, bardaktan boşanırcasına yaralı yüzünü yıkıyordu. Küçük düşmüş prens, ona yardım için gelenleri neredeyse hırlayarak ittirdi. Sarsakça ayağa kalktı ve gözleri Sinan’ın üstünde olduğu halde başını doğrulttu. Sinan kaşlarının altından rakibine baktı. Vlad yüzünü boyayan kanı diliyle yaladı ve sırtını dönüp meydandan ayrıldı.
            Komutan, diğer çocuklara çekilmesi emrini verdi ama Sinan’ın kolunu tutan babası, onun gitmesine izin vermedi. Adamın bakışları yerdeki kan izine takılı kalmıştı. Meydan boşaldıktan sonra, Sinan’ı iki kolundan tutarak kendine bakmasını sağladı.
            ‘’Basit bir talimdi Sinan.’’
            ‘’Ama o başlattı.’’
            Babası kaşlarını çatınca başını eğdi. Babası sert bir sesle konuştu. ‘’İlla saldırman gerekmezdi, kaçınmayı biliyordun, yanılıyor muyum?’’ Sinan başını sallayınca adam devam etti. ‘’O çocuk bizim konuğumuz!’’
            Sinan gözlerini yerden kaldırıp babasına baktı. ‘’O, bizim esirimiz!’’
            Yanlarına gelen komutan babasının yanında durunca sustu. Onaylamaz bakışlarını Sinan’ın üstüne diken komutan yine de sakin bir sesle konuştu.
            ‘’Prens Vlad, babasının bize emanet ettiği bir konuk. Biz konuklarımızı küçük düşürmeyiz Sinan.’’
            ‘’O çocuk hakaret etti.’’
            Babası, bıkkınca derin bir nefes aldı ve elini ondan çekti. Komutan, kollarını göğsünde kavuşturup ilgili bir ifadeyle Sinan’a baktı.
            ‘’Hakaret mi? Nasıl hakaret etti?’’
            Sinan, komutana döndü. ‘’Tüm Türkleri öldüreceğini söyledi.’’
            ‘’Sinan, yalan söyleme!’’ Babasının sesiyle irkildi.
            ‘’Yalan söylemiyorum.’’
            ‘’Sen Macarca biliyor musun Sinan?’’ dedi komutan tek kaşını havaya kaldırıp.
            Sinan yerine babası cevap verdi. ‘’Hayır, Sinan, derslere daha yeni katılmaya başladı.’’ Dedi ve Sinan’ın gözlerinin içine baktı. ‘’Vlad ise Türkçe dersi hiç almadı.’’
            Komutan başını sallayıp doğruldu. ‘’Neyse, bu tatsız olayı unutalım. Vlad, şehzademizin yakın arkadaşı umalım da tepkisi çocuk kavgasından öteye gitmesin.’’
            ‘’Vlad Türkçe konuşuyor!’’ Sinan’ın sesi sert ve kızgın çıkmıştı. Fakat yanağına gelen tokat yüzünden arka üstü yere düşünce bir anda tüm duyguları siliniverdi. Yanağı cayır cayır yanıyordu ve ağzının için kan doluyordu. Dirseklerinin üzerinde doğruldu ve babasına baktı.
            Serdar Bey yumruklarını sıkmıştı. Ayağa kalkması halinde tekrar kendini yerde bulması içten değildi. Buna rağmen doğruldu ve babasının karşısına dikildi. Serdar Bey, mavi gözleri ateş saçarak konuştu.
            ‘’Ne olursa olsun yalan söyleme Sinan! Asla! Şimdi yıkıl karşımdan!’’
            Sinan ağlayacaktı ama şimdi değil, onların karşısında değil… Topuklarının üstünde dönmeden önce başıyla iki komutana selam verdi. Kalbi gümbür gümbür atarken meydanı terk etti.


Kara Akrep 1.2


O olayın üstünden uzun yıllar geçmişti. Edirne’deki o talim gününden sonra Vlad ile daha çok karşılaşmıştı. Genç adamın alçakgönüllü maskesinin altındaki kin ve zalimliği Sinan’dan başkası görememişti. Çevresindeki herkes Vlad’ı zeki, cesur ve asil olarak nitelerken altında yatan acımasız yüzünü bir tek o görebiliyordu. Zihnini eski anılardan alan Sinan, kana boyanmış topraklarda vakit kaybetmemek için Ferhat’a döndü.
‘’Lağımcıların ordudan önce gelmesini sağlamalıyız. Mümkün olduğunca çabuk ölüleri defnetmeliyiz. Bu vahşeti görmemeliler.’’
‘’Neden?’’ dedi Ferhat. ‘’Sultan Mehmet Han, Vlad’ın ne kadar insanlıktan çıktığını anlamalı.’’
‘’Sultanımız zaten bunun farkında ama o kadar yol tepmişken ordunun morali bozulmamalı.’’
Ferhat, Sinan’ın karşısına dikildi. ‘’Aç gözünü dostum.’’ dedi ve eliyle ceset tarlasını gösterdi. ‘’Bu son değil, öncülerin dediğine göre yangının içinde de cesetler var. Köylülerin cesetleri… Hepsini nasıl gizleyeceksin. Elindeki kırk kişiyle mi? Lağımcılarla mı? Yüzlerce, belki de binlerce mezarı nasıl kazdıracaksın?’’
Biraz sakinleşti ve elini Sinan’ın omzuna koydu. ‘’Bu sadece başlangıç Sinan, devamı daha korkunç olacak.’’
Sinan dostunun çizmelerine gözü ilişti. Dizlerine kadar çamurdu ama koyu kırmızı bir çamur. Kaftanının eteklerine de bulaşmıştı. Elleri ve yüzü temiz olsa da; buraya ilk ulaştıklarında kurtulan olup olmadığına bakarken tüm birlik, Keltlerin yüzlerine sürdükleri savaş boyası gibi, kan yüzünden tanınmayacak hale gelmişlerdi. Bakışları arkadaşının yüzüne yükseldiğinde kararını vermişti.
‘’Sen birliği alıp sultanımıza rapor ver, onlara ne kadar erken ulaşırsan o kadar iyi olur. Karar padişahımızın.’’
‘’Sen?’’ dedi Ferhat aklından geçeni okumuş gibi.
Gözleri kızıl şafakta vahşice parlarken Ferhat’a baktı ve dişlerinin arasından çıkan kelimeler bir yemin misali keskindi.
‘’Ben şeytanın peşine düşeceğim.’’
Ferhat umutsuz bir ifadeyle başını salladı. Onun kararlılığını ve cesaretini çok iyi biliyordu. Sinan bir şeyi aklına taktığı zaman kendi yüreğinden başkasını dinlemezdi. Vlad’ın peşine tek başına düşmekse, düpedüz intihardı. Orduyu bekleyecek olurlarsa da adamı ellerinden kaçırabilirlerdi. Bunu onun kadar Sinan’da iyi biliyordu. Ama bu takip, iblisi öldürmek için cehenneme dalmaktan farksızdı.
‘’Biz de seninle geleceğiz.’’ dedi Ferhat, onu vaz geçirmektense. ‘’Kırk tane yiğit ardında olduğu sürece bir şansın var.’’
Sinan uzun zamandır ilk defa gülümsedi. ‘’Kırk bir yiğit diyecektin herhalde.’’
Ferhat omzunu silkti. ‘’Tamam, seninle kırk iki olsun. Eksik olma.’’
Sinan önlerindeki uzun ve çetin yolda birliğin hepsini feda etmek istemiyordu. Bir kişi hem daha hızlı yol alırdı hem de kaleye fark edilmeden yaklaşabilirdi. Ayrıca orduya haber iletmek için gidecekleri yolda da tuzaklar olduğuna emindi. Sultan Mehmet Han’a haber verilmesi, görecekleri manzaraya hazırlanmaları için zaman kazandıracaktı. Ferhat’ın omzuna ellerini koydu ve gözlerine bakabilmek için başını hafifçe eğdi.
‘’O zalimin kellesini ben alacağım Ferhat ve bunun için senin kılıcına değil, inancına ihtiyacım var. Sultan Mehmet Han’a bilgi verilmesi şu an için daha önemli.’’
Ferhat’ın omuzları düştü ve başını salladı. Sinan’ın insanlar karşısındaki akıl almaz ikna gücüne her zaman hayran olmuştu. Bu yüzden genç adam, erken yaşında paşa rütbesine yükselmişti. Dövüş yetenekleri bir yana, Sinan, mükemmel bir liderdi. Ferhat, paşa olalı henüz üç ay olmuştu ama Sinan dört senedir paşaydı ve daha yirmi beş yaşındaydı.
‘’Peki, Sinan dediğini yapacağım. Mehmet Han’a bilgiyi ileteceğim ve izin alıp peşinden geleceğim. Eğlenceden geri kalmak istemem.’’
Sinan doğruldu. ‘’O zaman elini tez tut.’’
            *                     *                      *
Yol için gerekenleri atına yükledikten sonra hala dumanı tüten ormana doğru atını sürdü. Birliğin geri kalanı, Ferhat ile aynı düşüncedeydiler ama onlar da Sinan’a karşı gelememişlerdi. Ters yöne doğru yola düştüklerinde kalplerine yerleşmiş moral bozukluğuna aldırmadan; varacakları hedefe bir an önce gitmek için atlarını dörtnala sürdüler.
Alevlerin öldürdüğü kararmış ağaçların arasından geçerken duman yüzünden nefes almakta zorlanıyordu. Kaftanının ipek kuşağını çıkartıp başına sardı ve ağzını kapattı. Bu hiç değilse soluk almasını kolaylaştırdı. Duman isine bulanmış yüzünde bir tek çelik mavisi gözleri seçiliyordu, iyice kısılmış hiddetli gözler. Ferhat’ın bahsettiği cesetlere ulaştığında atını durdurup yavaşladı. Birbirlerine sarılmış halde onlarca ceset ayaklarının altında uzanıyordu. Üçlü dörtlü gruplar halinde birbirlerine yaslanmışlardı. Sinan, olanları zihninde canlandırdı. Etraf köylerden insanları toparlayıp bağlamışlar ve sonra da canlı canlı yakmışlardı. Ardına kadar açılmış ağızları, kömürleşmiş yüzlerinde çektikleri ızdırabı haykırıyordu. Acaba onlar yanarken Vlad durup izlemiş miydi? Biraz olsun tanıdıysa izlediğine bahse girerdi. Tıpkı onunla görüşmeye gelen elçileri kazığa oturttuktan sonra kanlarını kadehlere doldurup içtiği gibi… Gelen haberlere önce kimse inanamamıştı. İnsanlık dışı işkenceleri yapabileceğine, Vlad’dan nefret eden, Sinan bile inanamamıştı. Bir insanın, bu kadar kontrolden çıkmasına olanak yoktu. Düşüncesi bile günahtı.
Koku ve duman yüzünden gözleri yaşarıyor, genzi acıyordu. Göğsünün tam ortasına bir yumruk gibi oturan hırs ve öfke, ona nefes aldırmıyordu. Daha fazla duramadı içinde büyüyen kinle atına ilerlemesi için emir verdi. En az onun kadar huzursuz olan hayvan şaha kalktı ve bir ok gibi kararmış ormanının ilerisine atıldı.
Hava sıcaklığı dayanılacak gibi değildi. Havanın yanmış et kokusuyla dolu olması bir yana topraktan yükselen sıcaklık, zavallı atın acı çekmesine neden oluyordu. Sinan atından indi ve hayvanın mahvolmuş ayaklarına baktı. Toynaklarına yapışmış sıcak kül, hayvanın kendi kanıyla çamura dönmüştü. Matarasındaki suyla hayvanın toynaklarını yıkadı ve her birini temiz bir bez parçasıyla bileklerine kadar sardı. Biraz olsun rahatlayan hayvanın soluğu düzeldi. Sinan atın boynunu okşadı ve kulağına fısıldadı:
‘’Yürümeye devam etmeliyiz.’’
Diğer matarasını da susuzluktan dili dışarı sarkmış atıyla paylaştı. Vlad’a olan kini, gözünü kör etmişti, yıllardır böyleydi. Soğukkanlı kişiliği o adam karşısında çözülüveriyordu. Şimdi de zavallı atını zorlamıştı. Bu yüzden ormandan çıkana kadar hızlı adımlarla atının yanında yürüdü. Ölümün ve işkencenin dehşetinden uzaklaştığını düşünüyordu ama yanılıyordu. Ferhat’ın dediği gibi bu sadece başlangıçtı ve Sinan’ın önünde uzun bir yol vardı.
Sinan, yanmış çiftlik evlerini geçerken tanık olduğu vahşet yüzünden çıldıracak gibi oluyordu. Yol üstündeki tüm köyler yakılıp yıkılmış, insanlar ya kazığa geçirilmiş ya da boğazlanarak yollara savrulmuştu. Hareketli tek şey, uçuşan karasinek öbekleriydi. Geçtiği yol üzerinde, içecek ve yiyecek namına hiçbir şey bırakılmamıştı. Tüm kuyulara leşler atılmış ve bir zamanlar yeşil olan her şey şimdi karaydı, çürümüştü. Açlık ve susuzluk, yolculuğunun dördüncü gününde, onu perişan bırakmıştı ama atı dayanma noktasını geçmişti. Hayvan düşüp de son nefesini verene kadar, Sinan atının yanında bekledi. Sonra vefakâr atını, uçsuz bucaksız ölü topraklarda bıraktı. Canlı hiçbir şey kalmamıştı, ne toprak üzerinde yürüyen vardı ne de mavi gökyüzünde uçan.
Yorgunluk ve susuzluk yüzünden adım atmakta iyice zorlanıyordu ki; bir su sesiyle kendine geldi. Duyduğu ses, belli belirsiz bir şırıltıydı ama dünyanın en güzel sesi gibi Sinan’ın kulaklarında yankılanıyordu. Yoldan ayrılalı beri ilk defa kendini dinç hissetti. Kaleye ulaşmak için kervan yolunu kullanmasına gerek yoktu, gönlünü karartmaktan başka bir işe yaramamıştı. Ne yeni bir at bulabilecekti, ne de sağlam bir han… Su sesini duyduğunda, verdiği bu karar için sevindi. Taşlık alandan yarı emekleyerek yarı adımlayarak geçti. Taşların arasından sızan incecik suyu görünce dudakları sızladı. Su bir sızıntı halinde kayayı ikiye ayıran kırıktan çıkıyor ve bir metre sonra yine taşların içindeki yarıktan kayboluyordu. Şansına şükrederek ağzını, küçük yarığa dayadı ve buz gibi suyu yudumladı. İlk yudumu bir bıçak gibi boğazını ve göğsünü yırtarak midesine akarken nefesini kesti. Öksürerek soluklandı ve akan suyu kirli ellerine doldurup yüzüne çarptı. Ardından birkaç yudum daha içti ve başı dönerken kendinden geçti.
                             *                *                      *
‘’Ölmüş mü?’’
‘’Ne bileyim Jakab.’’
‘’Gidip baksana geri zekalı!’’
‘’O bir Türk, sen git bak!’’
‘’Seni salak adam, ölmüş birinden sırf Türk diye mi korkuyorsun?’’
Kulağına belli belirsiz çalınan sesler sanki çok gerilerden geliyordu. Bilinci yavaşça kendine gelirken Sinan hiç kıpırdamadan yüzüstü yatmaya devam etti. Adamların sayısını tahmin edemiyordu ama itişme ve seslere göre en az üç kişiydiler. Adamlardan biri, diğerlerine fısıldadı.
‘’Sessiz olun.’’ dedi. ‘’Eğer canlıysa uyanmasını istemeyiz.’’
‘’Canlı mı?’’ dedi Jakab isimli adam. ‘’Boğazını kesmeliyiz, hadi Darda.’’
‘’Ben mi?’’ dedi diğeri. ‘’Elimi bile sürmem.’’
‘’Burada bırakalım o zaman.’’ dedi alaycı bir sesle diğer adam. ‘’Yanmış köylerdeki leşleri soymaya devam edelim. Belki şansımıza altın bir diş buluruz.’’
‘’Yayına ve kılıcına bak Darda.’’ dedi Jakab. ‘’Pahalıya benziyor, bu adam kesinlikle rütbeli biri. ’’
‘’Yine de ona yaklaşmam.’’ dedi Darda. ‘’Adam çok iri!’’
‘’Ben yaparım.’’ dedi ve ayak sesleri yavaşça Sinan’a yaklaştı.
Sinan dikkatini tamamen sese vermişti. Bıçağın kınından sıyrıldığını duydu ve tüm kasları gerildi. Bir el, kaftanının başlığından tuttu ve başını geriye doğru kanırtmaya çalıştı. O anda Sinan ellerini yere dayadı, bir kedi çevikliğiyle yerinde ters döndü ve üstünde dikilen adamla yüz yüze geldi. Adam korkuyla bıçağını savurdu ama Sinan hazırlıklıydı. Adamın bileğini yakaladı ve ters çevirdi. Bıçak yere düşmeden yakaladı ve adamın kalbine sapladı. İsimsiz adamın ağzından bir hırıltı döküldü. Sinan bir tekmeyle adamı üzerinden attı ve tek hamlede doğruldu. Karşısında, iki şaşkın adam kalmıştı. Adamlar bir anda çözüldüler ve arkalarında duran atlarına atladıkları gibi kaçmaya başladılar. Geride isimsiz adamın zayıf atı kalmıştı. Sinan sırıttı ve arkalarına bile bakmadan kaçan adamlara gözlerini dikerek mırıldandı.
‘’At için teşekkürler.’’

Kaftanını üzerinden sıyırdı ve katlayarak atın terkisine astı. Yayını da bohçanın altına sakladı. Matarasını suyla doldururken adamın erzakından bulduğu kurumuş ekmeği kemirdi. En az bir haftalık yolu vardı ve bu şekilde dolaşması iyi olmazdı. Kimliği çok belirgindi ve her yerde casuslar kol geziyordu. Gözü, ölü adama ilişti. Matarasını, atın terkisine denkledikten sonra adamın üstündeki yırtık ceketi çıkarttı. Neyse ki kan olmamıştı, gerçi olsa da fark etmezdi. Bu lekeler, bugünlerde çok doğaldı. Ceketi üstüne geçirdi ve saplı duran bıçağı adamın göğsünden çekti, kemerine taktı. Kuşağını yeniden başına sardı ve gözlerini açıkta bırakacak şekilde yüzünü gizledi. Akşam, günü karanlığa teslim ederken yol için hazırlanmıştı. Atını, Vlad’ın kalesinin bulunduğu yöne çevirdi ve koşumlara asıldı.

Kara Akrep 1.3

İki gün iki gece sonra kaleye iyice yaklaşmıştı. Normal yolu biraz geniş aldığından; kaleye varmak için normalden fazla gecikeceğini düşünmüştü ama at umduğundan daha dayanıklı çıkmıştı. Çok mola vermeksizin arayı kapattı. Yolculuk boyunca, onu oyalayan bir şey de olmadı. Çünkü uğradığı köyler ya boşaltılmıştı ya da yıkılmıştı. Tüm bu insanların nereye gitmiş olabileceğini düşündü. Büyük ihtimalle katliamdan kaçmak için Macar krallığına veya Erdel beyliğine sığınmışlardı. Sinan, tüm kalbiyle böyle olmasını diliyordu. Fakat Sinan çok yakında öğrenecekti, kimse komşu beyliklere sığınmamıştı veya kimse, katliamdan kaçamamıştı. Bunu çok değil sadece bir gün sonra kendi gözleriyle görecekti. Tüm köylüleri bir arada…
Tüm gece kâh at sürmüş, kâh yürümüştü ve hem atı, hem kendisi çok yorulmuştu. Sabaha karşı küçük bir mola vermek için kayaların arasına iyice sokuldu. Çoraklaşan arazide değil ağaç, çalı bile yetişmiyordu. ‘Lanetli’ diye düşündü. Çünkü seneler önce Mehmet Han, Vlad’ı vali olarak Eflâk’a atadığında öncü kuvvet olarak gönderdiği birliğin içinde Sinan’da vardı. Ve tüm yol boyunca arazinin güzelliği karşısında soluksuz kalmıştı. Rengârenk çiçeklerin açtığı tepecikler şimdi bomboştu, kayalar ve tozlu topraktan başka bir şey kalmamıştı. Sinan, ata biraz su içirdikten sonra yuları gevşetip uzattı ve el bileğine bağladı. Yeniden atsız kalmak işine gelmiyordu. Ayrıca atın ürkmesi halinde, yanına birinin yaklaştığını anlayabilirdi. Kayaya sırtını vererek bacaklarını ileri uzattı. Kılıcını diğer elinin altına koydu. Gözlerini kapar kapamaz uykuya daldı.
Rüyasında, simsiyah büyük kuşların, uçurumdan dökülen bir şelaleye doğru uçtuğunu gördü. Her yer göz alabildiğine yeşil ve canlıydı. Şelaleye doğru adımladı. Tepede bir adam duruyordu ve kuşlar çığlıklar atarak adamın başının üstünde dönüyordu. Sinan gözlerini kısarak adama baktı. Onu tanıyor olmalıydı ama bir türlü nereden olduğunu çıkartamıyordu. Derken adamın yanında Ferhat göründü ağır adımlarla yürüdü ve şelalenin ucunda durdu. Adam belinden bir kama çekti ve Ferhat’ın arkasında durdu. Sinan uyarmak için bağırıyordu ama Ferhat duymuyordu. Adam kamayı Ferhat’ın göğsüne sapladı, şelalenin suyu birden kıpkızıl kana dönüştü. Arkadaşı şelaleden düşerken Sinan sadece haykırıyordu. Kara kuşlar sevinçli çığlıklar atarken şelalenin ucuna bu seferde Mehmet Han yanaştı. Sinan delirmiş gibi bağırıyordu, duyuramadığını fark edince; adamı etkisizleştirmek için silah arandı ama ne yayı ne kılıcı yanındaydı. Adam kamayı büyük bir hırsla Mehmet Han’ın göğsüne sapladı. Şelalenin kana dönüşmüş suları köpürdü ve Mehmet Han aşağı düşerken koca şelale kurudu kaldı. Etrafı saran güzellikler, hızla çürümeye ve ölmeye başladı. Sinan büyük bir üzüntüyle dizleri üzerine çöktü. Adam artık akmayan şelalenin ucuna doğru yürüdü ve parmağıyla Sinan’ı işaret etti. Adamın başı üstünde uçuşan kuşlar, birer cellât gibi Sinan’ın üzerine doğru uçuşa geçtiler. Sinan sadece ümitsizce kuşların ona yaklaşmasını seyretti.
Sıçrayarak uyandığında şafağın sökmekte olduğunu gördü. Beyni gördüğü rüyanın etkisinde bir an ne olduğunu anlayamadı. Tüm kasları gerilmekten iyice tutulmuştu. Eliyle yüzünü ovuşturup doğruldu. Sakalları iyice uzamıştı ve pislikten kokuyordu. Atın yularını düzeltti ve bacaklarını açmak için kayaların arasından çıkana kadar yürüdü. Daha öncede kâbus görmüştü ama hiç bu kadar elinin kolunun bağlı olduğu ve canını yakan bir rüya görmemişti. Dalgınca yürürken hala Ferhat ile Mehmet Han’ın cansızca şelaleden düştüğünü görüyordu. Beynini onları bıçaklayan adamı tanımak için zorladı ama uyanıkken bu imkânsızdı. Adamın yüzü ve cismi tamamen belirsizleşmişti.
Tamamen boşaltılmış bir köye daha geldi. Kendisi için yiyecek bir şey bulamamıştı ama at için saman bulmayı başardı. Yarısı yanmış ahırın sağlam tarafına yaslandı ve atın karnını doyurmasını bekledi. Su bulamamışlardı çünkü kuyudan tuhaf bir koku yükseliyordu ve yanında bir fare leşi vardı. Neyse ki, matarasının dibinde biraz su kalmıştı. Başını kaldırıp yükselen güneşe baktı ve ileride uçan karartılar gözüne ilişti. Doğrulup gözlerini kıstı. Bunlar kuştu ve kalenin olduğu yöndeydiler. Midesinden yükselen acı bir his boğazına dolandı ve soluğunu kesti. Yoksa rüyası…
Hemen ata atlayıp dörtnala kaleye doğru sürdü. Kalbi ilk defa korkudan bu denli hızlı atıyordu. Ordu ondan önce varmış olabilir miydi? Ya da Mehmet Han, gözü karalığı ve cesareti yüzünden, akıncılarla birlikte, ondan önce kaleye ulaşmış ve bir tuzağa düşmüş olabilir miydi? O ise tembelce uyumuştu. Çizmelerini, atın karnına vurarak hızlanmasını sağladı. Kaleyle arasında sadece bir tepe kalmıştı. Onu da aştığında kale görünecekti. Siyah kuşlar iyice çoğalmıştı ve hava da kesif bir koku vardı. İnsanın genzini yakan demir kokusu… Bu kokuyu tanıyordu.
‘’Kahretsin!’’ diye söylendi. ‘’Allah seni kahretsin Vlad!’’
Tepeye vardığında tozu dumana katarak atını durdurdu. Kaleye uzanan alana bakıyordu ama gördüğünü anlamaktan uzaktı. Burası bir orman değildi ama dikilmiş binlerce odun vardı. Burası bir mezarlık değildi ama boy vermiş tahtalardan sarkanlar, insan cesetleriydi. Onlarca köylünün nerede olduğunu artık biliyordu.
Attan indi ve gördüklerine inanamaz bir halde aşağıya indi. Siyah kuşlar korkuluk gibi dikilmiş cesetlerin üstüne konup havalanıyorlardı. Leş yiyen kuşlar o kadar çoktu ama yeterinden fazla ceset kan kokulu gagaları için hazırdı. Kandan oluşmuş batağa aldırmadan yürüdü. Kaleden gelecek bir harekete aldırmadan yürüdü. Ruhuna çöreklenen karanlık duyguya rağmen yürüdü. Katil voyvoda ne genç ne yaşlı ayırt etmeden tüm köylüleri ve askerlerini kazıklara oturtmuştu. Kalenin kapısının önünde durdu ve kılıcını çekti. Korku ve endişeyi geçmişti. Önüne geçen her şeyi parçalara ayıracaktı. Onunla Vlad arasına artık kimse giremezdi.
‘’Vlad!’’
Ne burçlardan bir baş uzandı ne de deliklerden bir ok…
‘’Vlad!’’ diye haykırdı. ‘’Seni cehennem kaçkını iblis, yüzünü göster!’’
Sessizliği sadece kuşların kanat sesleri ve çığlıkları bölüyordu. Hınçla kalenin tahta kapısına yürüdü ve tüm gücüyle tekmeleyerek açtı. Kendini kaybetmişti. Onu artık öfkesi yönetiyordu. Kan dökmek için kapıdan içeri girdi.

Görsel sonucu

  
  Şeytanın Peşinde  1.1


Sinan’ın kaleye varmasından iki gün sonra Ferhat Paşa, onu kalenin önünde duran idam taşına oturmuş halde buldu. Sinan, ellerinin arasındaki başı önde, gözleri kan çanağına dönmüş, kendinde değildi. Nefes aldığı duymasalar, taşa dönüştüğünü sanabilirlerdi. Ordu, tepenin ardında konuşlanmıştı. Akıncı birliğinden Ferhat Paşa ve Çakır Bey yanına vardığında, Sinan Paşa sadece başını kaldırdı ve doğruca Ferhat’a baktı.
‘’Gitmiş.’’
Ferhat başını salladı. ‘’Biliyorum Sinan.’’ dedi. ‘’Macar’a gitmiş.’’
Sinan’ın dudağı titredi. Macar kralı neden aklına gelmemişti? Burada aptal gibi neden beklemişti? Bu nasıl bir oyundu? Bitkinliğine rağmen hızlıca ayağa kalktı ama başı dönünce olduğu yerde sallandı. Ferhat ve Çakır hızlı davranıp onun koluna girmeseydi, yere kapaklanacaktı. Onu karargâha doğru götürürlerken Sinan mırıldanıyordu.
‘’Macar’a gitmiş. Ben burada boş otururken şeytanın dölü, Macar’a gitmiş. Neden düşünemedim?’’
‘’Merak etme Sinan.’’ dedi Ferhat. ‘’Macar, onu saraya varır varmaz esir alacak. Han’ımız izin vermedikçe zindandan dışarı salmayacak’’
Sinan anlamsızca Ferhat’ın yüzüne baktı. Adımlarını zor atıyordu. Yürümeyi yeni öğrenen bir çocuk gibi, iki adamın onu taşımasına izin verdi. Yanlarından geçen birkaç asker Sinan’a yabancı gözlerle baktığında Sinan doğrulmaya çalıştı.
‘’Bu kadar güçsüz görünmemeliyim.’’
Ferhat, onu bırakmadı. ‘’Dert etme o kadar değişmişsin ki senin paşaları olduğuna inanacaklarını sanmıyorum.’’ dedi. ‘’Ben bile tanıyamadım.’’
‘’Ne kadar oldu?’’
Zaman kavramını yitirmişti. Sanki İstanbul’dan veya Ferhat’ın yanından ayrılalı yıllar olmuştu. Ferhat, onu dirseğinden tutmaya çalışarak sorusunu cevapladı.
‘’İki hafta.’’
O kadar olmuş muydu? Ya da o kadarcık gün mü geçmişti? Başını salladı ve çatlamış dudaklarını kurumuş diliyle nemlendirmeye çalıştı. Tepeye vardıklarında askerlerin cesetleri gömmek için hazırlandıklarını gördü. Hepsinin solgun yüzüne, dehşetli bir tiksinme yerleşmişti. Sinan kadar berbat olmasalar da, onların görünüşü de kötüydü. Sinan halsizliğine rağmen dik durmaya çalıştı. Moralleri zaten bozulmuştu, bir de komutan saydıkları birini çökmüş görmeleri, umutsuzluğa düşmelerine neden olurdu.
‘’Han’ımız seni görmek ister.’’ dedi Ferhat. ‘’Biraz daha dayanabilir misin?’’
‘’Bu halde karşısına çıkamam.’’ dedi Sinan.
Ferhat iç geçirerek başını salladı. Onu otağın ötesine, yenice kurulan çadırlardan birine götürdü. Ferhat ona giyecek bir şeyler bulmak için dışarı çıkarken, bir asker yiyecek ve su getirdi. Sinan ekmeğe dokunmadı ama suyu zorlanarak da olsa içti. Saçı sakalı birbirine karışmıştı. Üstündeki ceketi ve gömleği çıkardı. Islattığı bir bezle temizlenirken Ferhat içeri girdi. Elinde, Sinan’ın geride bıraktığı kıyafetleri vardı. Sinan sakalını tıraş ederken Ferhat yol boyunca gördüklerini anlattı. Sinan’ın gördüklerinden pek farkı yoktu.
‘’Nihayet insana benzedin.’’ dedi Ferhat, o tıraşını bitirince. ‘’Çok zayıflamışsın Sinan.’’
Sinan yüzünü havluyla silmeyi bırakıp tatsız bir gülümsemeyle arkadaşına baktı. Konuşacakken birinin Macarca bağırdığını duydu. Kadın sesine benzetti ama emin olamadı. Kadının karargâhta ne işi vardı? ‘Kralınızı görmek istiyorum’ demişti çatlak bir ses. Sinan soran gözlerle Ferhat’a baktı. Adam, boş ver dercesine elini salladı.
‘’Kalede, katliamdan kurtulmuş bir kadın bulduk. Rahibe gibi bir şey… Kendisinin asillerden biri olduğunu ve Mehmet Han ile görüşmek istediğini söylüyor. Birazdan onu Mehmet Han’ın huzuruna götüreceğim.’’
‘’Kale de mi?’’ dedi Sinan
Ferhat başıyla onaylayınca Sinan doğruldu. ‘’Kale boştu.’’ dedi mırıltıyla ‘’Kimse yoktu.’’
‘’Mahzene saklanmış…’’
Sinan lafın gerisini dinlemedi. Havluyu yere attı ve dışarı çıktı. Mehmet Han’ın otağının önünde siyahlara bürünmüş yüzü kapalı biri vardı, sürekli bağırıyordu.
‘Çok önemli, kralınızı görmem gerek!’
Askerler, karşılarında bir kadın olduğu için fazla müdahale edemiyorlardı. Derken Mehmet Han çadırından çıktı ve kadını bırakmalarını söyledi. Kadın pelerinine sarılarak doğruldu ve Mehmet Han’ın karşısında durdu. Sinan’ın damarları aniden güçle doldu ve eli, belindeki bıçağa giderken koşmaya başladı. Kadın, Mehmet Han’a selam verir gibi eğildi ve böylece sultana bir adım daha yaklaştı. Sinan zamanında yetişemeyecekti. Elindeki bıçağı çevirdi ve fırlattı. Yeniçeriler, Sinan’ın deli gibi koşmasıyla hareketlenmişlerdi. Onu çıldırmış sanmışlardı. Askerler, Mehmet Han’a zarar vermesin diye Sinan’ı durdurmak için davrandılar ve iki kişi kendini bıçağın önüne attı. Bıçak, ikisini de geçip kadının kafasına, arkadan saplandı. Bir an, zaman işlemeyi bıraktı. Sinan durdu… Yeniçeriler, onu kollarından tuttular… Mehmet Han başını kaldırıp Sinan’a baktı… Ve kadın yüzüstü öne yığıldı.
Yeniçeriler, Mehmet Han’ı Sinan’dan korumak için önüne geçtiler ama Mehmet Han, onları elinin bir hareketiyle yerlerine gönderdi. Sinan’ı tutan askerlere seslendi:
‘’Paşayı bırakın!’’
Yeniçeriler isteksizce Sinan’ı bıraktılar. Mehmet Han’ın bakışlarından bir açıklama istediği belliydi. Sinan yerde hareketsizce yatan kadına doğru kalbi gümbür gümbür atarken yürüdü. Her şey yavaşlamış gibiydi. Kadının pelerini etrafına dağılmış, bıçak sapına kadar başına saplanmıştı. Sinan eğildi ve bıçağı sertçe saplandığı yerden çekti. Kadını sırtüstü çevirdi. Başlığından sadece bomboş bakan gözleri görünüyordu. Yüzünü kapatan peçeyi ve başlığını sıyırdı, pelerinin içindeki elini dışarı çıkardı. Kadın sandıkları adamın dışarı çıkan elinde, ince ağızlı bir bıçak duruyordu. Ölüm, onu öyle bir anda yakalamıştı ki, bıçağın sapını kavrayan parmakları taş kesilmişti. Ayağa kalktı ve kadın kılığına girmiş adamın alnından süzülen kana tiksintiyle baktı. Bu rüyasında gördüğü yüzü olmayan adamdı.
Omzunda bir el hissedince ayıldı ve Mehmet Han’ın yüzüne baktı.
‘’Biraz dinlen Sinan.’’ dedi yumuşak bir sesle. ‘’Sonra huzuruma gel.’’
Sinan ellerini önünde kavuşturdu ve saygıyla başını eğdi. ‘’Sultanım.’’
Mehmet Han gülümsedi. ‘’Canımı sana borçluyum Sinan Paşa, sağ olasın.’’

Sinan’ın kalbi aniden umut ve huzurla doldu. Çadırına giren padişahının ardından baktı ve dizlerinin bağı çözüldü. Kalan son gücünü de harcamıştı.

Şeytanın Peşinde 2.2

Beyni uyanmamaya gayret etse de gözlerini araladı. Midesi bulanıyordu ve boğazı bir çöl misali kuruydu. Temiz bir yatakta yattığını fark edince nerede olduğunu düşündü, başını yana çevirdi. Ötesindeki yatağın üstünde gözlerini yukarı dikmiş Ferhat uzanıyordu. Adamın tek kolu başının altındaydı ve kendi düşüncelerine iyice gömülmüştü.
‘’Hayrolsun.’’ diye yataktan doğruldu. ‘’Düşünüyor musun yoksa gözün açık mı uyuyorsun?’’
Ferhat ses karşısında irkilip doğruldu. ‘’Şükür uyandın.’’
Ferhat’tan gelen tepki karşısında Sinan’ın içi sıkıldı. ‘’Bir şey mi oldu?’’
‘’Dünden beri merak ediyorum, sen uyanmayınca öğrenemedim.’’ dedi. ‘’O adamın suikastçı olduğunu nasıl anladın? Aslında adam olduğunu nasıl anladın? Bayağı, kadına benziyordu.’’
Sinan rahatlayıp nefeslendi. Adamın dert ettiği şey bu muydu? Yatağın yanındaki ibriğe uzandı ve onun cevabını bekleyen adama aldırmadan iki kupa suyu başına devirdi. ‘’Yiyecek bir şeyler var mı?’’ dedi. ‘’Biraz daha yemek yemezsem bir daha yemem gerekmeyecek.’’
‘’Sen önce soruma cevap ver.’’
‘’Kıdemli paşana karşı mı çıkıyorsun?’’ dedi şakayla karışık.
Ferhat başını sallayarak ayağa kalktı ve çadırdan dışarı, yiyecek bir şeyler getirmeleri için seslendi. Sonra Sinan’ın karşısına oturdu. Sinan ona kısaca gördüğü rüyayı anlattı. Yeniçeri, tepsinin üstünde yarım ekmek ve bir tas çorba getirdiğinde kâbusunu anlatması bitmişti.
‘’O kadın bozması adamı rüyanda gördüğün için mi öldürdün?’’ dedi Ferhat. ‘’Bu sen değilsin.’’
Sinan acı bir gülüşle tepsiyi önüne çekti. ‘’Artık kimse, eskisi gibi değil.’’
Ferhat anlayışlı bir tavırla başını salladı. Bunca vahşetten sonra insanlık namına ne kalmıştı ki? Her bir askerin içinde bir şeylerin öldüğünü ve onun yerine kâbusların yerleştiğine emindi. Sinan birkaç lokmadan sonra arkadaşına baktı.
‘’Kaleyi baştan sona aradım, her bir deliğin içini, her taşın altını. Kimse yoktu, buna emindim.’’ Dedi. ‘’Sen o kadını kalede bulduğunuzu söyleyince kendimi kaybettim. O kadın, kalede olamazdı. Bu şekilde ve zamanda bulunmak istemişti ve bu da demek ki bir niyeti vardı.’’
‘’Bazen senin deli halin işimize yarıyor.’’ dedi. ‘’Bende onu, kendi ellerimle sultanımıza götürecektim. Ne aptallık. Peki, kadın olmadığını nasıl anladın?’’
Sinan omzunu silkti. ‘’Anlamamıştım. Sadece kim olursa olsun ölmesi gerektiğini düşündüm.’’
Ferhat başka soru sormadı, Sinan’ın çorbasını bitirmesini bekledi. Hazırlandıktan sonra Mehmet Han’ın huzuruna çıkmak için otağın kapısına vardılar. Akşam olmuştu ve askerler düne nazaran daha keyifliydiler. Cesetlerin hepsi gömülünce, o uğursuz hava ağırlığını yitirmişti. Askerlerin Sinan’a bakışları güven, gurur ve rahatlığı yansıtıyordu. Yanlarından geçerken ayağa kalkıp Sinan’ı selamladılar. ‘Sinan Paşa ölümden döndü ve ölümü yendi’ diyorlardı, ‘Padişahımızı kılık değiştirmiş azrailin elinden çekip aldı.’ Moralsiz yüzler biraz olsun moral kazanmıştı. Otağa doğru yaklaştıklarında nöbetçilerden biri çadıra girdi ve hemen ardından çıkarak çadırın örtüsünü, paşaların geçmesi için araladı.
Sultan Mehmet Han, tahtı yerine diğer köşedeki minderde oturuyordu. İki paşa, başları eğik ve elleri önde girişin önünde dikildiler.
‘’Yaklaşın.’’
Sultana yaklaşırken Sinan sanki iyi olup olmadığını anlamak istercesine Mehmet Han’ın yüzüne baktı. Birer ateş parçası gibi yanan gözleri, zekâsını ilan edercesine parlıyordu; yakışıklı yüzünü süsleyen sakalı, dudaklarını bir çember gibi sarmıştı. Başında kavuğu yoktu, saçları yüzünün akçalığına tezat simsiyahtı. Uzun gömleğinin kollarını, bileklerinden kıvırmıştı. Sinan, sultanının sağlıklı olduğunu gözleriyle tarttıktan sonra hemen bakışlarını yere indirdi.
‘’Yanıma oturun.’’ dedi yumuşak bir sesle.
Sinan ve Ferhat birbirlerine baktılar. Kendilerini bildi bileli her savaşta padişahla beraberlerdi. Sultanın, onlara güvendiğini biliyorlardı ama onun yanında oturmak saygısızlık olurdu. Mehmet Han, paşaların tereddüdünü sezdi.
‘’Bu bir emirdir.’’ dedi şakacı bir sesle ekledi. ‘’Tepemde dikilip konuşmanız daha uygunsuz olur.’’
Sinan eğildi. ‘’Saygısızlık olarak almayın sultanım ama karşınızda oturamayız.’’
‘’Karşımda değil Sinan.’’ dedi Mehmet Han. ‘’Yanımda oturacaksınız.’’
İçeri elinde bir tepsiyle yeniçeri girince Ferhat gözleriyle, Sinan’a ne yapacaklarını sordu. Sinan belli belirsiz omzunu kaldırdı. Sultanın emrine karşı gelemezlerdi. Yeniçeri şerbetleri bardaklara doldurup çadırdan çıkarken paşalar, sultanın biraz ötesine yan yana oturdular. Bu kadarına cüret edebilirlerdi. Mehmet Han onları daha fazla zorlamadı.
Sinan, Ferhat’a anlattıklarını sultana tekrar etti. Rüyayı anlatmak istememişti ama Mehmet Han suikastı nasıl çözdüğünü sorunca anlatmak zorunda kaldı. Ferhat da, Vlad’ın kaçışı ve onu bekleyen tutsaklığı hakkında aldığı haberleri anlattı. Yanında en fazla yirmi kişilik birlikle, Macar’a doğru gidiyordu. Sultan emir verdiği takdirde; Macar kralı, Vlad’ın başını gönderecekti. Mehmet Han sessizce onları dinledi ve şerbetini yudumladı. Anlattıkları bitince bir süre düşündü ve Sinan’a döndü.
‘’Ne yapılması gerek Sinan?’’
Sinan, sultana baktı. ‘’Ferman padişahımızındır.’’
Mehmet Han sakalını sıvazlayarak geriye yaslandı. ‘’Önce Eflâk’ı düzene sokmak gerek.’’ dedi. ‘’Radul Bey’i voyvoda olarak atamak en iyisi, abisi ne kadar dönekse kardeşi o kadar sadık. Halkına adil davranacaktır. Mihaloğlu akıncılarını çağır Ferhat Paşa, Eflâk’ın güvenliğini sağlasınlar. Kendilerini ortaya çıkartmasınlar, herhangi bir şey olduğunda benden emir beklesinler.’’
‘’Ferman padişahımızındır.’’ dedi Ferhat.
‘’Lağımcılar yıkılan yakılan köyleri yeni baştan kurmaya yardım etsinler.’’ dedi. ‘’İnsanların yarasını tez sarmalıyız. Bundan sonra emniyette olduklarını bilmeliler, bir daha böyle bir şey yaşanmamalı. Gerekirse sınıra bir Osmanlı karargâhı kurulsun.’’
Ferhat saygıyla başını eğdi.
‘’Şimdi Ferhat Paşa, bizi Sinan Paşa’yla yalnız bırak.’’
Ferhat ayağa kalkıp Mehmet Han’ı selamladı ve geriye doğru adımlayıp çadırdan çıktı. Sinan, sultanla yalnız kaldığında biraz gerildi. Yanlış bir şey yapıp yapmadığını düşündü. Belki izinsiz kaleyi basmaya gitmesine sinirlenmişti. Sıkıntısı, soğuk bir yel gibi bedeninin içinde gezindi.
‘’Bu Vlad itine fazla güvendik. Paşamıza güveneceğimize, ecnebi bir soysuza güvendik. Hata ettik paşa.’’
‘’Hâşâ sultanım…’’ dedi hemen. Sonra yüzüne sıcaklık hücum etti. Ani çıkışı yüzünden ne diyeceğini bilemez halde başını kaldırıp Mehmet Han’a baktı.
Anlayışlı bir ifadeyle Sinan’a bakan Mehmet Han, onun bu çıkışına aldırmadı. ‘’Arzun nedir Sinan?’’
Sinan, çatlak dudaklarını kemirerek bir süre düşündü. Mehmet Han, onun niyetini biliyordu ama ya reddetmek ya da yol göstermek için ağzından duymak istiyordu. Cesaretini topladı. Başını kaldırdı ve tok bir sesle konuştu.
‘’Macar’ın sözü değişkendir.’’ dedi. ‘’Kelleyi kendim almak isterim.’’
Mehmet Han, kara gözlerini kıstı. ‘’Ferhat’ı yanına alacak mısın?’’
Sinan başını salladı. ‘’Bizim onunla kaderimiz ayrıldı sultanım.’’ dedi kederle. Bunu kanlı tarlaları izledikleri tepede ayrıldıklarında hissetmişti. Dostu, sırdaşı, kardeşi Ferhat ile ayrı yollara savrulmuşlardı. ‘’Kısmetse, şerefli bir ölümde birleşiriz.’’
‘’Dileğini kabul ettim.’’ dedi Mehmet Han. ‘’Güvenle görevini başarman için Matthias’a bir ferman yazacağım. Vlad’dan bahsetmeyeceğim ama sana, kaldığın sürece tam yetki vermesini sağlayacağım.’’
Sinan istediğinden fazlasını almıştı. Minnet ve saygıyla dolan kalbi, ruhunu tazeledi. Sonunda ölüm de olsa bu görevi başaracaktı. Vlad’ı yolda yakalaması daha iyi olurdu. Yanındaki yirmi kişiyi kolayca halledebilirdi, Macar’a vardığı takdirde işin içine diplomasi giriyordu. Sinan’ın başa çıkamayacağı bir şey değildi ama intikam için o kadar oyalanmak istemiyordu. Mehmet Han dirseklerini dizlerine dayadı ve öne eğildi.
‘’Bir şey daha var Sinan.’’
Sinan ilgiyle sultanına çevirdi bakışlarını. Mehmet Han devam etti.
‘’Bu konuyu çok kişi bilmiyor.’’ dedi. ‘’Vlad’ın babasının da içinde olduğu bir tarikat var. Güçlü bir tarikat ama bu gücünü karanlık işlerden aldığı söyleniyor.’’
Mehmet Han anlatmak istediğinden daha fazlasını biliyordu ama Sinan’a ne kadarını açıklaması gerektiğini hesaplıyordu. Az, aklını karıştırırdı; fazlası da aklını kaybettirirdi.
‘’Vlad, sözünü ettiğim bu tarikata katılmak istiyordu, belki de katılmıştır, bilmiyorum. Eğer görevinde onlardan biriyle karşılaşırsan onlardan sakın. Onları kolayca tanıyabileceğini sanıyorum. Ama seni onlardan koruyamam’’
Mehmet Han, Sinan’ın gözlerinin içine baktı ve tek bir cümle söyledi.
‘’Ejderhadan uzak dur!’’

Şeytanın Peşinde 2.3

Çadırdan çıktığında Sinan’ın kafası karışmıştı. Koskoca Osmanlı Han’ının bile etkisi dışında kalan bu tarikat da neyin nesiydi? Gökyüzünde çoğalan yıldızlara çevirdi bakışlarını. Giriştiği bu iş, onun boyunu aşıyordu ama yapabilecek tek kişinin de kendisi olduğunu hissediyordu. Bu falcıların söylediği yalan kehanetlerin ötesinde bir kehanetti. Mehmet Han, ona şafakta yola çıkmasını salık vermişti. Ferman, o yola çıkmadan ulaştırılacaktı. Sözde, Macar kralı Matthias’ı ziyaret edecekti ama sarayda Vlad’ın izini bulup canını almak onun asıl göreviydi.
Çadırına gitmeden önce her zamanki alışkanlığıyla ordugâhı kolaçan etti. Nöbetçiler yerlerindeydiler ve askerler derin uykuda. Her şey yolundaydı.
                    *                   *                      *
Şafak vakti Sinan yol hazırlığını bitirmişken, bir yeniçeri gelip padişahın fermanını teslim etti. Ferhat, onsuz gideceği için biraz söylense de emrin padişahtan gelmesi şikâyet etmesini engelledi. Onun da uygulaması gereken emirler vardı ama şimdiye kadar çoğu göreve birlikte çıktıklarından; Sinan’ın tek başına çıktığı bu görevi kabullenmesi zor oluyordu. Yiyecek ve suyu, ata yükledikten sonra sultanın gönderdiği bir kese altını da kaftanının iç cebine attı. Bu her zaman giydiği askeri kaftanı değildi, rütbe veya görev belirten bir emare üstünde yoktu. Yine de asıl kaftanını lazım olur diye yanına almayı ihmal etmemişti.
Macar sınırına kadar her şey yolundaydı. Vlad, yanındaki az sayıda askerle yeni bir katliama girişmemişti. Düşük rütbeli kendi askerlerini bile kazığa oturtan bir yönetici… Yol üzerindeki fakir hanlarda konaklamamış olmalıydı. Çünkü köylüleri sorgulamasına rağmen; kimse, hızlı yolculuk yapan bir grup görmemişti. Gerçi yolculuk yapan biri bile oldukça göze çarpıyordu. Fakirliğin ve ilgisizliğin kol gezdiği bu beylik yine de iyi dayanmıştı. ‘Umarım Radul Bey, buraları bayındır eder’ diye içinden geçirdi. Adamın işi gerçekten zordu. İnsanların, kimseye inancı kalmamıştı.
Sınırı geçtikten bir gün sonra, konakladığı handa bir iz yakaladığını sandı. Şüphelenmesini sağlayan şey; dört kişilik bir grubun, üç gün önce handa kalması değildi, adamların zengin kıyafetlere sahip olmasıydı. Handa servis yapan kadın fark etmişti. Siyah cübbelerinin altından bir anlığına gördüğü altın sırmalı üniformalar… İlgisiz görünmeye çalışarak kadını sorguya çekti. Bu sorgulama Sinan’ın hiç çaba harcamadan yaptığı bir şeydi. Kadının anlattığına göre; adamlar sadece bir gün kalmışlar, ardından akşam vakti apar topar yola çıkmışlardı. Adamların yüzünü tarif ettirdi, hiç biri Vlad değildi ama belki Vlad handa kalmamıştı. Erzak almadıklarını ve hiçbir şey yemediklerini öğrenince, Vlad’ın dışarıda bir yerlerde, birliğin geri kalanıyla kamp kurduğunu anladı. Adamlar sadece etrafı yoklamak için gelmiş olabilirlerdi. Kadın, kimseye bulaşmadıklarını söyleyince bu fikri de çürümüş oldu. Peki, Vlad nedensiz yere neden adamlarını hana göndermişti. Bir gün olsun rahat yatak yüzü görsünler diye olmadığını adı gibi biliyordu. Sinan, adamlara yetişmek için yiyeceklerini yeniledi ve hemen yola koyuldu.
Bir gün sonra, vardığı hana da aynı adamların uğradığını öğrenince, hiç uyumadan yola koyuldu. İlginç olan şey, adamların gündüz odalarına kapanmaları ama gece boyunca bir şey bekler gibi ayakta olmalarıydı. Bu handa bir günden fazla oyalanmışlardı. Sonraki akşam yine yola çıkmışlardı. Adamlarla arasında bir buçuk günlük bir mesafe olduğunu hesap etti. Doğruca başkente gidiyorlardı. Eğer yönlerini değiştirmezlerse; Sinan, şehre varmadan onları yakalardı. Atının gemine asıldı.
Sinan, sanki Vlad bir nefes ötesindeymiş gibi yetişmek için atını zorluyordu. Belki önlerindeki handa onu veya eşlikçisi olan gizemli adamları yakalardı. Birini bile eline geçirse, Vlad’ın nerede olduğunu söyletebilirdi. İşkence yapmasına gerek kalmayacağına emindi ama işkence konusunda da, çok isteksiz değildi. Yoldan sapmadan dörtnala, bir sonraki kasabaya vardı. Bu başkente yakın olduğundan diğer kasabalardan daha büyüktü. Pazar yerine uğradı ve kalınabilecek kaç tane han olduğunu sordu. Şansına üç tane han vardı. Teker teker üçüne de uğradı ama hiç birinde gizemli yabancılardan iz yoktu. Acaba henüz varmamışlar mıydı? Sinan, ne yapacağını düşünerek kasabanın içinde dolandı. Öğle olmak üzereydi. Onlardan önce geldiyse beklemesi yerindeydi ama duraklamadan geçtilerse burada vakit kaybediyordu. Sonunda ilk gittiği hana geri döndü. Hem düşünmek hem de karnını doyurmak için biraz zamanını feda edebilirdi.
Cilası iyice yıpranmış tahta masaya oturdu. Hanın yemek salonunda, en kenarda durmaya özen göstermişti. Kaftanının başlığını, saçlarından indirmeksizin etrafa bakındı. Ondan başka üç müşteri daha vardı ve gündüz vakti demlenmeye gelmişlerdi. Hanın sahibi olan yaşlı adamdan balık ve su istedi. Buralarda balık yemek, en akıllı seçimdi, yoksa et diye getirdikleri şeylere pek güvenilmezdi. Balık pahalıydı ama Sinan, bilmediği bir şeyi yemektense kesesini eritmeyi göze aldı. Yaşlı adam masaya suyu bıraktı ve sarhoşlarla ilgilenmek için diğer masaya gitti.
Balığı yerken kararını vermişti, doğruca saraya gidecekti. Beklemenin faydasını şimdiye kadar görmediğinden bir an önce yola koyulmak için elini kesesine attı. Kavga o sırada başladı. Hancının içki götürdüğü sarhoşlardan biri, ayağa kalkıp elindeki kadehi yere fırlattı.
‘’Lanet olası, Elise’nin bulaşık suyu bile bundan iyidir. Ne içiriyorsun bize? At sidiği mi?’’
Yaşlı adam istifini bozmadan sarhoşa döndü.
‘’Cebinde para varsa oraya gitseydin Arpad, seni zorla buraya getirmedim.’’
‘’Ben, bu bok suyuna da para veriyorum seni yaşlı bunak.’’ Adam içkinin tesiriyle sallanınca, ondan farkı olmayan arkadaşı destek için koluna girdi. Şimdi ikisi birden sallanıyorlardı. ‘’Elise bu şehirde olaydı, hanına gelmem için bana yalvarırdın.’’
‘’Def ol git Arpad.’’ dedi yaşlı adam.
Sarhoş adam küfürlerini ardı ardına sallarken diğeriyle birlikte kapıdan çıkıp gitti. Sinan’ın aklı Elise dedikleri yerde kalmıştı. Bu şehirdeki hanların hiç birinin ismi Elise değildi. Yaşlı adam söylenerek onun yanına yanaştığında, Sinan masaya bıraktığı paranın üstüne elini koydu.
‘’Elise nerede?’’
Yaşlı adam, hem kavganın sebebi olan Elise’yi sorduğundan hem de parayı saklayan adamın boyutundan dolayı suratı asıldı. Sinan, adamın gözlerine gözlerini dikti.
‘’Bir han mı?’’ dedi. ‘’Yoksa…’’ lafının devamını getirmedi. Çünkü kastettiği şeyse gitmesine gerek yoktu. Vlad’ın o tarz bir yerde konaklayacağını sanmıyordu.
‘’Kuzeye doğru, yarım günlük mesafede bir kervansaray.’’ dedi adam sıkkın bir sesle. ‘’Çok pahalıdır.’’
Sinan sırıttı ve kesesinden bir altın çıkartıp masadaki paranın yanına bıraktı. Adam teşekkür ederken o çoktan kapıya varmıştı. Atına atladı ve yönünü kuzey yoluna çevirdi. Acele etmeliydi, gün batmadan hana varmalıydı. Vlad, tutsak edileceğini öğrenmiş ve yönünü değiştirmişti. Aklına başka bir şey gelmiyordu, yoksa onu, geçtiği şehirde kesinlikle yakalaması gerekirdi. Yol boyunca dikkatliydi. Vlad’ın, peşine düşüldüğünü anlaması düşük ihtimaldi. Sinan’ın canını sıkan başka bir nokta daha vardı: Vlad’ın eşlikçileri neredeydi? Yirmi bir kişinin göze çarpmadan yolculuk yapması, tuhaftı.
Küçük bir köye vardığında akşama az kalmıştı. Köylünün birine Elise’nin nerede olduğunu sordu. Adam kervansarayının geride kaldığını söyledi, anlattığına göre yol üzerinde değildi. Adam ona ağaçların arasındaki, Sinan’ın aldırmadan geçtiği, sapağı tarif etti. Sinan şansına hayıflanarak atını çevirdi ve geldiği yola geri döndü. Bu ne işti… Adam sürekli pençelerinin arasından sıyrılıyordu. Sapağı bulduğunda hava kararmaya başlamıştı ve neredeyse bir kere daha yolu geçecekti. Vlad ve birliğini o kervansarayda bulması gerekiyordu. Kervansaray hem lüks hem de…
Karşısına birden çıkan yapıya karşı hayretle baktı. Bu denli büyük bir kervansaraya, Anadolu’da bile rastlamamıştı. İki katlı kervansarayın dış bahçesi bakımlı ve yanan meşaleler sayesinde ışığa boğulmuştu. Binanın şekli, İspanyol ile Arap karşımıydı. Balkonları kemerliydi ve oda kapıları dışa bakıyordu. Birbirinde güzel egzotik çiçekler balkonlardan sarkıyordu. Fakat bu gösterişe rağmen etrafta kimseler görünmüyordu. Derken kapının biri açıldı ve bir kadın dışarı çıktı. Kahverengi saçlı, beyaz tenli kadın zarif bir yürüyüşle; ortaya, merdiven olduğunu sandığı kemere doğru ilerledi. Sinan, açığa çıkmaksızın, soluk almadan kadını izledi. Alacakaranlıkta kadının, onu görme ihtimali yoktu. Kadın merdivenden inip gözden kaybolmadan önce durakladı. Derin bir nefes aldı ve başını çevirip doğruca Sinan’ın olduğu yere baktı. Yüzünde hoş bir gülümsemeyle birkaç saniye bekledi, ardından merdivenlere dönüp iç avluya indi.
Varlığını fark ettirmişti, o yüzden güvenliği gevşetip atını girişe doğru sürdü. Girişe yaklaştığında genç bir çocuk koşarak dışarı çıktı ve Sinan’ı karşıladı. Normalde atını çocuğa teslim edip kervansaraya girmesi gerekirken Sinan durakladı. Bu kadar açık bir tuzağa bu denli pervasızca atılmalı mıydı? Başka seçeneği var mıydı? Atından inmedi ve çocuğu geçip kervansaraydan içeri girdi.
İç avlu, dışarıdan da gösterişliydi. Dış tarafı çevreleyen balkonlardan iç tarafta da vardı ve aralıklı olarak sıralanmış, renkli çiçeklerin sardığı sütunlar dikilmişti. Zemin mermerdi ve iç avlunun üstü açıktı. Yukarı katta hiç pencere olmadığı gözüne çarptı. Sadece koyu kahverengi kapılar sıralanmıştı. Süslü kale duvarlarından farkı yoktu. Avlunun ilerisindeki büyük fıskiyenin ortasında, mermer bir heykel görünüyordu. Birbirine sarılmış çıplak iki insan… Sinan, atını birkaç adım daha sürdü. Az önceki kadın nereye gitmişti?
Kadın yoktan var olmuş gibi fıskiyenin ardından ortaya çıkınca Sinan irkilerek atını durdurdu. Kadının gözleri meşalelerin ışığı altında tuhaf bir renkte parlıyordu. İri dudakları kıpkırmızıydı ve üstündeki kıyafeti de… Hiç fena değildi. Omuzlarını açıkta bırakan elbisenin etekleri yerleri süpürüyordu. Kadın, ipeklerin içinde, beyaz bir kuğu kadar zarifti.
Sinan hiçbir şey demeden kadına baktı. Genç çocuk kapının dışındaydı. Avluda kadın ve Sinan karşı karşıya kalmışlardı. Kadın, gözlerini Sinan’dan ayırmadan yürüdü.
‘’Hoş geldin.’’ dedi Macarca.
Sinan da kadına Macarca Hoş Bulduk dedi. Attan inip inmeme konusunda hala tereddüt ediyordu. Kapılar kapalıydı ama olduğu yer bayağı açıktaydı. Yani saldırmak için saklanan biri olsaydı çoktan fark etmiş olması gerekiyordu. Kadın iki metre ötesinde durdu. Çekici bir gülümsemesi vardı.
‘’Sen Elise misin?’’ dedi Sinan.
Kadın başını salladı. ‘’Ve sen de?’’ dedi soran bir sesle.
Sinan attan indi ve kadına sırıttı. ‘’Senin konuğun.’’ dedi. ‘’Burayı çok övdüler, ziyaret etmek istedim.’’
‘’Ah’’ dedi kadın. ‘’Öyle mi? Bu çok iyi olmuş. Ne şanslısın ki, bir tane boş odamız var.’’
Sinan, boş hana göz gezdirdi. ‘’Sanırım birçok boş yer var.’’ dedi ve kadına döndü. ‘’İşler iyi değil galiba.’’
Kadın elini salladı. ‘’Yanılıyorsun. Aslında doluyuz ama son kalan odaya seni alabilirim.’’
‘’Memnun olurum.’’
Elise, tek bakışıyla dışarıda bekleyen çocuğu çağırdı. Çocuk koşarak geldi ve Sinan’ın atını alıp dışarı çıktı.
‘’Çantanı getirmesini de söyleyeyim mi?’’ dedi Elise.
‘’Gerek yok.’’ dedi Sinan. ‘’İhtiyacım olan her şey yanımda.’’
Çantasının içinde sadece kaftanı vardı ve onu burada giymeyeceğine emindi. Diğer gereksinimleri zaten yanındaydı. Kılıcı, bıçağı, ferman ve bir kese altını… Elise, onu kervansarayın diğer ucundaki salona götürdü. Geniş bir salondu ve tavanı kafes şeklinde oyma kalaslarla kapalıydı. Mis kokulu sarmaşıklar tahtalara sarılmış, aşağıya sarkıyordu. Salon, sütunlarla üçe ayrılmıştı ve sütunlar en yukarı yükselip tavanı sağlamlaştırıyordu. Sinan, burasının yemek yenen bir salon olduğunu düşündü, çünkü masa ve sandalyeler vardı. Fakat yemek kokusu duyulmuyordu, özellikle sözde dolu bir han olduğu ve tam yemek saati olduğu düşünülürse. Sinan ile Elise içeri girince dolanan hizmetliler onları beklemiyormuş gibi şaşırdılar. Elise, gri üniforma giymiş adama içecek bir şeyler getirmesini söyledi ve omzunun üstünden Sinan’a baktı.
‘’Sana katılmamda bir sakınca yoktur umarım.’’
Sinan, kaftanının madeni düğmelerini çözerken kadını cevapladı:
‘’Onur duyarım.’’
Kaftanın düğmelerini çözmesi sıcak olduğundan veya çıkarmak istediğinden değildi. Nedense tüm sinirleri alarm veriyordu, bu yüzden bıçağı ve kılıcının arasına bir kumaş parçasının yanlışla girmesini istemiyordu. Elise onu masaya yönlendirirken gözü kılıca ilişti:
‘’Çok güzel bir kılıç…’’ dedi ve gözlerini Sinan’ın yüzüne yükseltti. ‘’Bir Türk askeri için şık bir Türk kılıcı.’’
Son sözlerini Türkçe söylemişti. Sinan kimliğinin ortaya çıkmasına aldırmadı. Ve Türkçe cevapladı:
‘’Zekânız, güzelliğiniz kadar keskin ve şaşırtıcı.’’
İltifat kadının hoşuna gitmişti. Göz süzerek Sinan’a gülümsedi, dişleri ne kadar beyazdı. Bakışlarını kadından alarak hareketlenen hizmetlilere baktı:
‘’Bu hanı, tek başına mı yönetiyorsun?’’
Elise masaya doğru yürürken Sinan’ı cevapladı.
‘’Evet.’’ dedi. ‘’Baba mesleği.’’
Sinan karşısındaki sandalyeye oturdu. ‘’Bir bayan için zor olmalı.’’ dedi. ‘’Eşin yardımcı oluyordur.’’
‘’Evli olup olmadığımı mı merak ediyorsun?’’
Sinan kadına bakıp gülümsedi. ‘’Onu merak etseydim direk sorardım ama yaşın dolayısıyla evli olduğunu düşündüm. Yoksa bu ıssız yerde ne işin olur?’’
Elise kızmakla kızmamak arasında bir an gidip geldi. Sonra güçlü bir kahkaha attı.
‘’Biliyor musun Türk, çok kabasın ama sana kızamıyorum.’’
Sinan, eli kılıcının kabzasında sandalyesine yaslandı. ‘’Adım Sinan.’’
Elise fısıldar gibi ismini tekrarladı. ‘’Sinan…’’
Hizmetli elinde kristal bir şişede şarap getirince Elise geriye yaslanıp adamın içkiyi servis yapmasını bekledi. Kadının hareketleri, kendinden çok emindi ve kolay kanacak birine benzemiyordu. Sinan, onun ağzından nasıl laf alacağını düşündü, direk sorsa mıydı? Konuyu işe getirmeye karar verdi.
‘’Saraya mı gidiyorsun Sinan?’’
Sinan düşüncelerinden sıyrılıp kadına baktı. Yanlış mı duymuştu? ‘’Anlamadım.’’
Elise elindeki kadehi parmakları arasında çevirerek sorusunu yeniledi. ‘’Saraya mı gidiyorsun?’’
‘’Bunu nerden çıkardın?’’
‘’Yürüyüşün ve konuşman asil biri olduğunu gösteriyor ama bir şehzade veya bey olamazsın çünkü yanında bir tane bile koruma yok. Koruman olmadığına göre seni, senden iyi koruyacak biri de yok. Bu, senin çok iyi bir savaşçı olduğunu gösterir. Geldiğinden beri etrafı süzüyorsun, buraya birini bulmak için geldin. Aslında saraya gidiyordun ama buradan bahsedildiğini duydun ve aradığının burada olabileceğini düşünerek yolunu değiştirdin. Buraya kadar tamam mı?’’
Sinan, kadının mantığı karşısında şaşırsa da belli etmedi.
‘’Tamam.’’
Elise, kadehini masaya koydu ve gülümsedi. ‘’Aradığın her kimse burada değil ama ne derler bilirsin. Misafir umduğunu değil bulduğunu yermiş.’’
Sinan kadına birkaç saniye sadece baktı. Sonra kadehi tek dikişte bitirdi ve ayağa kalktı. Cebinden bir altın para çıkarıp masaya bıraktı. Kadına kendi tarzında selam verip ‘’İyi günler’’ dedi. Kapıya dönmüştü ki kadın ardından seslendi.
‘’Sinan!’’
Sinan durup omzunun üstünden kadına baktı.
‘’İçki benden olsun.’’ dedi ve parayı Sinan’a fırlattı. ‘’Umarım yakında görüşürüz.’’
Sinan, parayı tek hamlede yakaladı. ‘’Umarım, yeniden görüşmemize gerek kalmaz.’’ dedi ve avucundaki parayı kapının dibinde bekleyen hizmetliye verdi.
Ses çıkmayan avluda yürürken balkonlarda bir hareket görmek için dikkat kesildi. Kadın yalan söylüyor olmalıydı, dolu olan bir han bu kadar boş görünemezdi. Kapının orada atını alan çocukla karşılaştı. Ahırdan atını getirmesini söyledi ve atı gelene kadar kapıda bekledi. Binmeden önce avluya baktı. Elise avlunun ortasında durmuş onu izliyordu, gidip gitmediğine baktığına göre gizlediği bir şeyler vardı. Sinan atına atlayıp karanlığa doğru sürdü.
Ana yola çıkmadan geri döndü, kervansaraya giden yoldan ayrılıp ağaçların arasına daldı. Kervansarayın arkasına gelecek şekilde yavaşça ilerledi. Atını ağaca bağladı ve çantasından kaftanının gömleğini çıkarttı. Bu siyah bir gömlekti ve karanlık bir iş için üstündeki beyaz gömlekten daha uygundu. Siyah kuşağını da saçlarına sardı ve yüzünü kapatacak şekilde bağladı. Çizmesinin içine ikinci bıçağını sakladı. Kılıcını atının eyerine astı ve doğruldu. Hazırdı.




Hiç yorum yok:

Seri Hikayelerin Düzeni

TUTSAK SERİSİ 1. Kitap    Tutsak 2. Kitap    Anahtar 3. Kitap    Dünya 4.Kitap    Cehennem Hikayelerin dizilişi bu şekildedir. Diğer ...