KAYIP (Tutsak Serisi - 5. Kitap) 4. Bölüm

 

Dea onlara haber getiren ulağı da yanına almış, Virton’u en son nerede gördüğünü ve planını öğrenmeye çalışıyordu. Aslında tahmin ediyordu, bu tarz bir saldırıda, tehdidi mümkün olduğunca halktan uzakta tutmaya çalışmalıydı. Dea onları eğitmişti ama şehre bu kadar yakın olması işleri karıştırıyordu ki, launları istedikleri yöne çekmek zordu. Yine de boşaltılan bir mahalle olduğunu ve Virton’un launları o tarafa çektiğini öğrendi. Kendilerine yardımcı silahlar almak için cephaneye uğradılar, yoldaki askere bir birlik toplamalarını ve önde beklemelerini emretti. Athena sessizce adamı takip ediyordu ve gittikçe hayran kalıyordu. Akıllıca insanları yönetmesi ve etkili emirler vermesini izlemek adama olan aşkını iyice güçlendiriyordu.

Cephanede kaliteli bir kılıç seçen Dea, zarif ceketinden kurtuldu ve kılıcı giyinmeye başladı. Kaşlarının altından ona baktı.

“Sen konağa dön, beni orada bekle.” Dedi çabucak. “Törene gitmeden önce seni oradan alırım.”

Athena yarım ağızla güldü ve kılıçlardan birini de kendisi için seçti. “Seni koruyacağımı söyledim.” Dedi ve Dea’ya baktı. “Ve sözlerimde ciddiydim.”

“Bu kılıkta seni savaşa götüremem.” Dedi Dea ona doğru bir adım atarak.

“Daha şık kılıkta da savaştım. Hem ne varmış elbisemde!”

Dea kesik bir nefes verdi. “Sana çok yakışmış.” Dedi kısık sesle, etraflarında koşan askerleri unutmuş gibiydi. “Çok güzelsin Hena.”

Gülmemek için dudağını ısırdı. “Ne sersemsin!”

Bir adam koşarak yanlarına gelip her şeyin hazır olduğunu söyleyince, aralarındaki büyülü an insafsızca kesildi. Dea, onu ikna edemeyince pes etti ve onları bekleyen birliğe katılmak için yürüdüler. Hazırlanan govasklara bindiler ve son hızla doğuya sürdüler.

Askerler tarafından boşaltılan mahallelere ulaştılar, insanlar korku içinde kaçışıyorlardı. Dea’nın birliği sayesinde, panik kontrol altındaydı ama durumun çok kötü olduğu daha varmadan belli olmuştu. Kıdemli askerlerinden biri Dea’ya hızlı bir rapor verdi. Launların alışık olduklarından farklı olduğunu ve bir amaç doğrultusunda hareket ettiklerini anlattı. Sanki birini arıyorlardı, kontrol etmeden kimsenin canını almıyorlardı. Birinin vakit doluyor diye homurdandığını duymuşlardı. Dea, Virton’un yerini sordu ve o yöne doğru bineğini çevirdi. Hançerlerine ulaşması hayati bir önem taşıyordu.

Cesetlere rastlamaya başlamışlardı ki, Dea yanlarındaki askerlerine etrafa dağılma emri verdi. Launlara asla bulaşmayacaklardı ve sağ kalanları uzaklaştıracaklardı. Govaksları yükselen seslere doğru çevirdiler ve sonunda üç iblisin tehdidi altındaki bir grup askere rastladılar, askerler ağır yaralı Virton’u korumaya çalışıyorlardı. Dea, govaksı durdurup kılıcını çekti ve iblislerin ilgisini kendine çekmek için haykırarak saldırdı. Athena da hiç duraksamadan saldırıya geçmişti ama önceliğin hançerlere ulaşmak olduğunu biliyordu.

“Virton’a git!” dedi Dea’ya ve önüne gelen ilk iblise saldırdı. “Ben bunları oyalarım.”

Dea hemen savunmaya geçti, seri ve usta hareketlerle iblislerin ataklarından sıyrıldı. Virton’u koruyan askerler de liderlerini görünce cesaretlendiler ve genç adama alan açmak için iblislere karşı saldırıya geçtiler. Dea, kanlar içindeki adamın yanına çöktü. Ağır yaralı adam gözlerini zor açık tutuyordu. Onu görünce sırıttı ve acı içinde kasıldı.

“Nihayet…” dedi ama devam edemedi. Elini sırtına doğru uzattı. Dea, ne demek istediğini anlayarak elini adamın sırtına uzattı ve kadife kumaşa sarılı hançerleri aldı. Kanla ıslanmış kumaş hançerlere yapışmıştı.

“İyi olacaksın Virton, sakın pes etme.”

Adam başını salladı, ses çıkaramadı. Dea hançerleri kumaştan çıkarırken ayağa kalktı ve hemen Athena’ya doğru baktı. Dans edercesine zarif ve becerikli hamlelerle savaşan kadını izlemek başlı başına bir göz ziyafetiydi ama oyalanacak zaman değildi. Üç iblise karşı koyan sadece iki kişi kalmışlardı ve Athena ikisiyle baş ediyordu. Gerilerden gelen iki laun da işi kolaylaştırmayacaktı. Dea çevik bir hamleyle ilk launun kalbine hançeri sapladı ve çevirdi, diğer hançeri de boğazına sapladı. Laun ölümcül darbe sonrasında küle dönüşürken diğer launa doğru atıldı. Bir yandan da Athena’ya seslendi.

“Hena!”

Kadın, elindeki kılıcı ustaca sallayarak launun darbesinden sakındı ve ona doğru kısa bir an baktı. “Hançerin birini bana at!” dedi Athena, onun elindeki hançerleri görünce. “Onlar bana bir şey yapamaz, güven bana!”

Dea, launa karşı durmaya çalışıyordu, çabuk olmalıydı çünkü diğer launlar yaklaşmıştı. Kararını verdi, güçlü bir tekmeyle launu kendinden uzaklaştırdı, çevik bir dönüşle elindeki hançerlerden birini fırlattı. Hançer hızla uçarak Athena’nın savaştığı launun alnına saplandı. Athena aniden boşa çıkınca şaşaladı ve omzunun üstünden Dea’ya baktı. Genç adam tatlı bir gülümsemeyle onu mest ettikten sonra yaklaşan iblislere döndü. Athena başını salladı.

“Bu adamı seviyorum.” Diye mırıldandı ve küllerin içindeki hançere uzandı. Tereddüt etmeden parmaklarını hançere sardı ve doğruldu. Sadece iki iblis kalmıştı. Onlar da saldırmak yerine ikisini izliyordu. Athena yan gözle Dea’nın hançeri karşısındaki iblise saplamak için fırsat kolladığını gördü ve hemen diğer iki iblise döndü. Herhangi bir insandan farklı değillerdi sadece biraz daha iriydiler. Yarım akıllı iblislerden olmadıkları belliydi.

“Sizi kim gönderdi?” diye bağırdı.

İblisler, siyah çukurları andıran gözlerini kıstılar. Ondan tarafta olan iblis hırıltılı bir sesle yanıtladı. “Kimsin?”

Athena, Dea’ya doğru yürürken genç adam iblisi öldürmüş, doğruluyordu. Son iki iblise saldırmak için gerilirken Athena’yı fark edip bekledi. Athena onun yanında durdu.

“Sizi Ares mi gönderdi?”

İki iblisin gözleri alevlendi. “O kral… Bizi yanına almaz… Sen Olimpos’un kanından mısın?”

“Kimi arıyorsunuz?”

İblis sırttı ve ikisi de kararlaştırmış gibi aynı anda uzun kılıçlarını çektiler. “Bu o…” dedi iğrenç bir sesle fısıldayarak. “Sen yanındakini öldür.”

“Onu da alalım.” Dedi diğeri. “İstenen bir kişi değildi, bu arananlardan biri olabilir.”

Kim emir verdiyse, Olimposlularla bir derdi vardı anlaşılan ve amacını bilmeden teslim olma niyeti yoktu. Özellikle Dea’yı yanında sürükleyemezdi. Yanında çoktan savunmaya geçmiş adama fısıldadı.

“Biri sağlam kalsın.”

“Neden?”

“Bizi eve götürmesi için ikna edebilirim, keşke Dünya’yı da getirseydim.”

Başı dönen Dea tokat yemiş gibi dondu kaldı ve Athena’ya baktı. Gitmekten bahsediyordu. Onu geride bırakıp hiçbir şey yaşanmamış gibi gidecekti. Athena onun donukluğunu fark edip kısa bir bakış attı.

“Ne oldu?”

Dea acıyan kalbini görmezden gelip başını salladı ve launlara döndü. “Hiç!”

Şimdi launları daha da çok öldürmek istiyordu ama Athena’nın şansını elinden almak da istemiyordu. Gerilen omuzlarını gevşetti ve elindeki hançeri çevirdi. Kendini toplamalıydı ama göğsü acı içindeyken odaklanmak zordu. Athena meydan okuyan sakin bir sesle launlara seslendi.

“Anlaşmaya niyeti olanın canını bağışlayacağım.”

“Kiminle uğraştığını bilmiyorsun.” Dedi iblis ve dişlerini sergileyen bir sırıtmanın ardından hızla hareket etti.

Athena hazırlıklıydı, hemen kılıcı ve hançerini kullanarak iblisin kılıcına karşı bir kalkan oluşturdu. İblisin karnına güçlü bir tekme attı. Dea nedense bu saldırıya tepki verememişti, kafası karışıktı. Athena genç adama seslendi.

“Dea! Kendine gel!”

Dea uykudan uyanır gibi gözlerini kırpıştırdı, fakat geç kalmıştı. Diğer iblis çevik bir atakla onun hançer tutan koluna bir tekme attı, duraksamadan yeniden döndü ve bu kez de yüzüne rast gele bir yumruk attı. Dea darbenin etkisiyle hem hançerini düşürdü hem de dengesini kaybetti. Athena panikle davrandı ve onu oyalayan iblisle uğraşmamak için iki hareketle hançeri iblisin boğazına sapladı. Sert bir çekişle iblisin boğazını parçaladı ve beklemeden Dea’ya saldırmaya çalışan iblise tüm öfkesiyle döndü. Fakat iblis kurnazlık yapmıştı, aklınca silahsız kalan Dea’yı tehlikesiz bularak Athena’yı hedefe koymuştu. İblis uzun parmaklarıyla Athena’yı boğazından yakaladı. Hançer tutan kolunu kıvırdı ve bedenini kendine siper alarak ona döndüğünde, Dea kararsız kaldı. Hançerine ulaşması yeterli değildi, şimdi vereceği karar çok sıkıntılıydı. Athena’ya zarar vermeden iblisi öldürebilirdi, hızlıydı, yakındı… Fakat küçük de olsa, Athena eve dönme şansını kaybederdi. Onun gitmesini istemiyordu.

“Akıllı insan!” diye hırladı laun. “Senin için sonra geleceğim.”

Dea iyice gerildi, çünkü bir şeyler olmak üzereydi, hissediyordu. Laun sırıtırken Athena boğazını sıkan parmaklardan kurtulmaya çalışıyordu ama laun onu çok sıkı tutuyordu. Dea hançer tutan elinin terlediğini fark etti, biraz gevşetti. Çünkü sabrı tükenmişti ve zaten gitmesini istemediği kadının hayatı daha önemliydi. Derken launun az ötesindeki hava titreşti, bir bıçak gibi yırtılırken Athena daha çok çırpınmaya başladı. Dea daha fazla düşünmeden elindeki hançeri launa fırlattı ve Athena’yı tutmak için atıldı. Hançer launun alnına saplandı ve küle dönüşürken beraberinde Athena ve ona sarılmış Dea’yı da geçitten geçirdi.

Athena hiç tanımadığı bir boyuta geçtiklerini anlayınca, riske girmedi. Dea’yı çektiği gibi kapanmaya başlayan geçide atladı. Son anda geçmişlerdi. Soluk soluğa ve birbirlerine sarılmış bir halde yere düştüler, birkaç dakika nefeslerinin düzelmesini beklediler. Dea altta kalmıştı ve ona sıkıca sarılmıştı. Athena hoş ten kokusuyla sarmalanmış halde başını Dea’nın boynundan çekti ve derin nefesler alan genç adamın yüzüne baktı. Dudağı yarılmıştı ve yanakları yaşanan heyecan sonrası pembeleşmişti. Dudakları aralandı ve nefes nefese kalmış bir sesle sordu.

“İyi misin?”

Athena huşu içindeydi, genç adamın yüzünden bakışlarını alamıyordu, hareket etmeye de hiç istekli değildi. Öpme arzusuyla dudakları karıncalanırken kendini tuttu. Duruşları çok uygunsuzdu, fark edince hemen doğrulmak için davrandı. Dea’nın kolları, bir an onu bırakmamak için kasılsa da, sonra bıraktı ve uzanmaya devam etti. Athena az önceki dövüşte bu kadar heyecanlanmamıştı. Dea’nın kaslı ve güçlü bedenine bu kadar yakın olmak… Ve hiçbir şey yapamamak…

“Lanet olsun!” dedi ve kendini toparlamaya çalışarak tepkisi için başka bahane buldu. “Biz neredeyiz?”

Dea da dirseklerinin üzerinde doğrulup etrafa bakındı. Karanlıktı, kayalık bir araziydi, tek tük ağaçlar dışında topraktan çıkan başka bitki görünmüyordu. Başka canlı da yoktu. Dea geri yerine yattı.

“Hiçbir fikrim yok.”

                                                        *    *    *    *    *

Vakit geç olmuştu ve başında iki nöbetçi kurul üyesi kadınla tek başına bir odada oturuyordu. Gerginliği elle tutulacak kadar yoğunlaşmıştı. Kapı açılınca endişeyle doğruldu. Yaşlı Ruh ve Ganor ağır adımlarla odaya girdiler. Yüz ifadeleri çok katıydı.

“Döndüler mi?” dedi Dünya heyecanla.

Ganor ona cevap vermektense yanında duran kadınlara baktı. “Onu taş için hazırlayın.”

Kadınlar ona doğru atıldılar. Dünya, onu yakalamaya çalışan kadınları basit birkaç dövüş hareketiyle kolayca saf dışı bıraktıktan sonra Ganor’a bağırdı.

“Ne oluyor? Ne yapıyorsunuz?”

Yaşlı Ruh cevapladı. “Asıl siz ne yapıyorsunuz?” dedi ve sakin suratı öfkeyle kasıldı. “Deacas’ı nereye götürdünüz?”

“Ne?” dedi Dünya ve hemen ekledi. “Athena nerede?”

“Bilmiyor gibi davranıyor.” Dedi Ganor. “Acele edelim, taş kan istiyor. Deacas’ın yokluğunda, gelecek tek laun bile bizi mahveder.”

Yaşlı Ruh girişten çekildiğinde, içeri giren askerler Dünya’ya saldırdı. Dünya’nın baş edemeyeceği kadar kalabalıktı, yine de iyi dayanmıştı ama başına gelen bir darbe sonrası bilinci kapandı. Kulağına belli belirsiz gelen sesleri kimin söylediğini anlayamadı, gözlerini açamadı ve bedenini kontrol edemedi. Sadece hızla taşındığını fark etti.

Kendine geldiğinde gözleri kapalıydı, elleri önde bağlanmıştı ve onu iki yanından tutan kadınların desteği ile ayaktaydı.

“Uyandı.” Dedi bir ses.

“Son kez soralım.” Dedi başka bir ses. “Deacas’ı bulmak daha önemli, her zaman kurban bulanabilir.”

Gözlerini kapatan kumaş indirildi. Dünya gözlerini kırpıştırarak etrafa bakındı. Tuhaf bir alandaydı, karşısında siyah bir mermer duruyordu ve damarları canlı gibi belli belirsiz ışıldıyordu. Yüce Kurul üyeleri etrafını sarmıştı ve tam karşısında elinde boynuz veya hilale benzeyen çift uçlu bir bıçakla duran Yaşlı Ruh ile Ganor vardı. Yaşlı Ruh ona hitaben konuştu.

“Bize bilgi ver, biz de canını bağışlayalım.”

“Nerede olduklarını bilmiyorum!” dedi gıcırtılı bir sesle. Darbeler yüzünden vücudu sızlıyordu, başının arkası da ritmik bir zonklamayla canını yakıyordu. “Beni bırakın, yoksa çok pişman olursunuz!”

“Konuşmazsan sen pişman olursun!” dedi Ganor.

“Yargısız infaz etmeye hakkınız yok. Bize söz vermiştiniz!”

“Kes sesini!” dedi Ganor ama Yaşlı Ruh elini kaldırdı.

“Bekle Ganor.” Dedi düşünerek. Sonra feri kaçmış gözlerini ona çevirdi, kısık sesle konuştu. “Deacas’ı nereye götürdüğünüzü itiraf edersen, biz de sana iyi niyetli davranabiliriz.”

“Anlamıyor musun? Bilmiyorum! Ben zaten elinizdeydim.”

“Sana inanmıyorum.” Dedi Ganor ve Yaşlı Ruh’a doğru eğildi, fısıldayarak bir şeyler söyledi. Yaşlı Ruh başıyla onaylayıp taşın etrafında dizilen üyelere seslendi.

“Hepiniz çekilin, mabede gidip taşı durdurmak için duaya başlayın.” Dedi ve Dünya’yı tutan kadınları da girmeleri için işaret etti.

Dünya dudağından akan kanı omzuna silerek ayağa kalktı. İki kadının ne yapmaya çalıştığını anlamak için dikkatini topladı. Herkes ayrılınca, Yaşlı Ruh elindeki iblis öldüren silahı Ganor’a verdi, gerektiğinde kullanması için Ganor’a güveniyordu. Yaşlı Ruh, ona bakarak konuştu.

“Şu anda yalnızız Dünya, bize anlatırsan sana elimden gelen yardımı yaparım. Hatta Athena’nın canını dahi bağışlarız.”

Dünya sabırsız bir panikle lafını kesti. “Ne olduğunu anlatın ki, ben de bir şeyler anlayıp açıklama yapabileyim.”

Ganor sinirle araya girdi.  “Tuzağınız işe yaramadı, geriye bir tanık bırakmışsınız.”

Dünya elleri bağlı olmasına rağmen bu kadını dövebileceğini biliyordu ve kendini zor tutuyordu. Ganor elindeki bıçağı parmaklarıyla sıkarak karşısına dikilince Yaşlı Ruh onu uyardı.

“Öfkeni kontrol edemezsen, yeterince yükselemezsin Ganor. Gerile!”

Ganor hiç istifini bozmadı, tehdit edici tavrını geri çekmedi. Yaşlı Ruh bıkkın bir tavırla konuştu.

“Athena, saldırı alanında launla anlaşmış ve Deacas’ı kaçırıp hep birlikte ortadan kaybolmuş. Yaver Virton bu kendi gözleriyle görmüş. Size yardım edenler laun muydu? Deacas’ı nereye götürdünüz?”

Dünya aklına gelen fikirle sırıtmamak için kendini zor tuttu. Ve denemek için bakışlarını az ötede titreşen mermer taşa çevirdi. Athena ile Deacas iblis geçidi kullanabilmişlerdi, demek ki, boyut geçitlerinde bir sızıntı vardı. Zihninde kapıyı aradı ve zayıf bir aralık hissetti. Ona doğru eğilmiş ağzından çıkacak bir lafı dikkatle bekleyen Ganor’a döndü ve kadına gülümsedi. Kadın bir şeylerden kuşkulanırken Dünya tüm gücüyle alnını, kadının burnuna yapıştırdı. Ardından ortadan kayboldu.

Ganor çığlık çığlığa elindeki bıçağı sağa sola salladı. Görüşü acıyla kapanmıştı ve burnu patlamış gibi hissediyordu. Eline kan boşanırken hedefinde kimse olmadığını fark etti. Deli bakan gözlerini afallamış Yaşlı Ruh’a çevirdi.

“Nerede o?” diye boğuk bir sesle bağırdı.

“Aniden kayboldu.” Yaşlı kadın uykudaymış gibi konuştu. “Yok oldu! Şimdi ne yapacağız?” dedi korkuyla taşa döndü. “Hemen bir kurban bulmalıyız, taş parçalanacak!”

Ganor öfkesinden kuduruyordu. Muhteşem geleceği ellerinden kayıp gidiyordu. Tenq’i parmaklarında oynatan Deacas ortada yoktu ve ölüm yatağındaki Virton’un itirafına göre; sersem çocuk, Athena’ya ilgi duyuyordu. Bu itirafı Tenq’in önünde yapacak kadar kendinden geçmiş yaver yüzünden, Tenq çok öfkelenmişti ve Ganor’u tehdit etmişti. Deacas bir an önce dönmezse ilk idam edilecek kişi Ganor olacaktı, sonra da sırasıyla diğer aile üyeleri. Neyse ki, Tenq oğluna aşırı düşkündü, yasaları hiçe sayan oğlunu bağışlamaya hazırdı. Sadece Virton’un susturulması gerekecekti, tek tanık oydu. Baş Orun olmasını umut ettiği Ukain’in parmakları kemiğine dek erimişti ve yarı delirmiş bir halde zavallı babasının şefkatine sığınmıştı. Deacas her şeyi mahvetmişti.

“Aklını başına topla Ganor!” dedi Yaşlı Ruh, bastonunu onun gözleri önünde sallayarak. “Kurbana ihtiyacımız var diyorum!”

Ganor başını hafifçe çevirdi ve gözlerini kırpmadan elindeki bıçağı, yaşlı kadının kırışık boğazına sertçe sürdü. Kadın donmuş halde gözlerini kırpıştırdı ve tek elini, boğazına götürdü. Boynundan boşanan kanı tutamayan kadın sendeledi. Ganor deli bir sırıtmayla elini kadının saçlarına doladı ve bedenini taşa doğru çevirdi. Kadının başını geriye attı ve elindeki bıçağı daha derin bir kesik için tekrar kadının boğazına sürttü. Kadın hırıltılarla can çekişirken kadının güçsüz bedenini taşın oluğuna doğru itti. Kan yavaşça taşa doğru süzülürken Ganor sadece izledi. Karanlıkta koyu kırmızı görünen kan mermere ulaştığında, mermer aç kalmış bir hayvan gibi kanı emdi ve damarlarını canlandıran ışıltı yavaşça soldu. Ganor yere düşen bastonu aldı ve bakışlarını ileriye döndürdü. Geleceklerini kendisinden başkası kurtaramayacaktı, kimse onu suçlayamazdı. Yaşlı Ruh’un bedenini ayağıyla dürttü, hiç hareket yoktu, öldüğüne kanaat getirip mabede doğru koşar adım yürümeye başladı. Dünya’nın onun burnuna vurması iyi olmuştu, saldırı iddiasını güçlendiriyordu. Bundan sonra, ne Dünya ne de Athena serbestçe gezinemeyeceklerdi, yakalandıkları an idam edileceklerine emindi. Sonuçta suçları büyüktü, mahkemeye dahi gerek yoktu. Launlarla işbirliği yapan casuslar, kraliçenin eşini rehin almışlar, Yaşlı Ruh’u öldürmüşler ve ona saldırıp kaçmışlardı. Deacas sağ salim döndüğünde her şey yoluna girecekti, şimdi gidip sevgili kraliçesine olanları anlatıp tavsiye verecekti. O kadar…

Dünya tüm bedenini mengenede ezen yönelmeden sonra Olimpos’taki yatak odalarında belirdi. Geri döndüğüne inanamıyordu, kan içinde ve nefes nefese birkaç dakika sadece yerde uzandı. Ayağa kalacak gücü kendinde bulamıyordu. Tonlarca ağırlığın altında ezilmiş gibiydi. Durumunun kötü olduğunun farkındaydı gücünü zorlukla topladı ve özlediğini dillendirdi.

“Ares…”

İkinci defa düşünmesine bile gerek kalmadı, hava müthiş bir güçle dolarken Ares hemen yanında belirdi. Endişeli ve şaşkın bir haldeydi, onun adını seslenerek kollarını ona doladı. Dünya nihayet biraz olsun huzur bulduğunu hissetti. Güçsüz kollarını ölümsüzün boynuna doladı ve gözlerini araladı. Bakmaya doyamadığı altın gözler nemlenmişti, inanamayan bir şaşkınlıkla ona bakıyordu.

“Yönlenmeye dayanabilir misin?” dedi Ares yumuşak bir sesle.

“Evet.” Diye fısıldadı ve başını mis kokulu boyna yasladı. Ares’in ten kokusunu derin bir nefesle içine çekerken Sirona’nın katına yönlendiklerini hissetti. Solan’ı çağıran Ares’in sesini duydu hayal meyal. Yumuşak bir yatağa yatırıldı ve bilinci karanlığa evrilirken etrafının kalabalıklaştığını fark etti. Kendini kaybetmeden önce son hissettiği kuru dudakların alnına dokunmasıydı.

                                            *    *    *    *    *

“Aklım hala almıyor.” Dedi Dea yanında yürüyen Athena’ya bakarak. “O geçit dediğin şeyden başka bir yere geçtiğimizi, sonra kapanmak üzereyken yeniden geçtiğimizi ama nerede olduğumuzu bilmediğini mi söylüyorsun? Neden aynı geçidi kullanmamıza rağmen başka bir yere geldik? Hancar’da neden değiliz.”

Athena sözlerinin ne denli tuhaf olduğunu biliyordu. “Gerçek bazen kafa karıştırıcı olabilir. İblis geçitlerini ben kontrol edemem Dea, onun kimyası farklıdır.” dedi ve onu izleyen genç adama baktı. “Törene yetişemeyeceksin.”

Dea sıkıntıyla ileriye baktı ve başını salladı. “Yetişemeyeceğiz.”

Törene yetişmesi zor ihtimaldi, nerede olduklarını bilmiyorlardı. Hançerlerden birini kaybetmişlerdi. Ailesi ve Dünya, rehindi ve hepsinin hayatı, Yüce Kurul ile Tenq’in ağzından çıkan kelimelere bağlıydı. Omuz omuza savaştığı askerleri belki de yaşamıyordu, yaveri ve arkadaşı Virton da ağır yaralıydı, çoktan ölmüş olabilirdi. Sevdiği kadını, kendi kötü kaderinden korumayı dahi başaramıyordu.

Athena önüne geçince duraklayıp ona baktı. Dağınık haline rağmen güzelliği ile başını döndüren kadın, elini kaldırdı ve dudağının kenarında kurumuş kanı başparmağı ile sildi. Parmaklarını usulca çene hattında sürükledi, şakağına dek nazikçe okşadı. Dea tepki veremiyordu, anın verdiği zevkle gözlerini kırpamıyordu. Kalbi ve verilmiş sözler arasında sıkışmış kalmıştı. Athena’nın varlığı ise karanlığını ışıltıya boğan bir güneş gibi ruhuna umut veriyordu. Athena elini aşağıya doğru indirdi, boynundan göğsüne dek. Gömleğin yırtık yakasından inerek kas hatlarını takip etti ve avcunu delice atan kalbinin üzerine koydu. Güzel gözlerini yeniden onun gözlerine çevirdi.

“Törene dönmek istemiyorum, Dea. Seni başkasıyla görmeye dayanamam.” Dedi üzüntüyle kırılan bir sesle.

Dea yoğun duygularla nefes alamaz halde ellerini, Athena’nın elinin üstüne koydu, kalp atışları kendi kulaklarını sağır ediyordu. “Ben de sensizliğe dayanamam, Hena. Launla gitmek istediğini söylediğinde, aklımı kaçırıyordum. Hayatımda bu kadar korktuğum bir an olmamıştı. Tenq ile evlenmemin herkesi güvende tutacağını sanıyordum ama anladım ki, senden uzak kalmak benim için güvenli değil. Bencil olmayı hiç bu kadar istememiştim. Sen benim inandığım her kurala karşısın ve ben seni sevmekten kendimi alamıyorum. Bir gün büyün bozulup beni unutmaya karar verirsen… Beni arkanda sağ bırakma.”

Athena dehşetle karşı çıkarak “Dea!” deyince, elini uzatıp dudaklarına koydu. Boğuk bir sesle devam etti.

“Bu evliliğe katlanamam Hena. Büyü yüzünden sana da acı veriyorum. Bana bir iyilik yap ve sevmekten vaz geçtiğinde beni de kurtar, çünkü ben seni sevmekten vaz geçmeyeceğim. Gittiğini görmek…”

“Sus!” dedi Athena ve adama sıkıca sarıldı. Düşüncesi bile çıldırmasına yetmişti. Gözlerinden akan yaşı bastırmaya çalışmadan yüzünü genç adamın boynuna yasladı. Dea bir an duraksadıktan sonra kararsız kollarını onun beline doladı ve kendine sıkıca bastırdı. “Sana seni sevdiğimi söyledim ve bu lanetten kurtulmamak için elimden geleni yapacağım. Ömrümüzün sonuna dek aşk büyüsüyle bağlı olacağız.”

Dea başını ona yasladı. “Ama duyguların sahte… Bu gerçek beni mahvediyor.”

Athena başını onun boynundan çekti, genç adamın kusursuz hatlarını bakışlarıyla tararken fısıldadı. “O zaman beni kendine aşık et Baş Orun Deacas Tai-Darin.” Dedi titreyen bir sesle. “Yaşamak için kalbimin sahibi ol. Ben başardım, şimdi seni görelim.”

Dea üzüntüsüne rağmen gülümsedi, eğilip Athena’nın mükemmel burnuna bir öpücük kondurdu. Neden yaptığını bilmiyordu, fakat Athena ile yapmayı istediklerinin gün geçtikçe arttığını biliyordu. Burun köprüsüne dudaklarını dokundurduğunda Athena’nın verdiği tepki hoşuna gitmişti. Boğuk bir sesle mırıldandı.

“Yaşamak istiyorum…” tuzlu yaşlarla ıslanmış gözlere ufak öpücükler bıraktı. “Seninle birlikte…” Kollarını incecik belden çözdü ve genç kadının yüzünü elleri arasına aldı. Dudaklarını, Athena’nın ılık pürüzsüz yanağında sürükledi ve onun dudaklarına indi. “Son nefesime kadar…”

Athena heyecanını artık bastıramıyordu, uyuşmuş bedeni güçlü kolların arasında erimişti. Yüzünü öpücüklerle okşayan Dea, onun dudaklarına doğru indikçe başı dönmeye başladı. Sözleri de doğrudan kalbini hedeflemişti. Bu adam bu denli etkileyici lafları nereden buluyordu? Onu başka bir evrene sürükleyen ellerini ve dudaklarını nasıl bu kadar ustalıkla kullanabiliyordu? Bir iblis olsaydı kesinlikle incubus olurdu diye düşünmeden edemedi. Çekiciliği ile ağına düşüremeyeceği kimse olmazdı. Şimdi o da tuzağındaydı. Fısıltısını dudaklarının üzerinde hissedince nefes almadan genç adamın dudaklarını kavradı ve kollarını sırtına sardı. Dea, öpücüğün kontrolünü ona bırakmadan aşk ve şefkatle yoğurduğu tutkusunu yumuşak dokunuşlarla ona sundu.

Etraflarını saran yüksek kayaların koruması altında tüm her şeyden soyutlanmışlardı. Sorun ve sorumluluklardan kaçmıyorlardı ama gereken gücü de birbirlerinde buluyorlardı. Athena, yüzyıllarca kendine yasakladığı ve umursamadığı birçok duygu ve zevki Dea’dan almak istiyordu. Hiçbir şeyi düşünmeden birini sevebileceğini hayal dahi etmemişti. Genç adamın sırtına sarılmış parmakları öpücüğün heyecanıyla kasıldı ve tırnaklarını ince kumaşın altındaki tene bastırdı. Dea’nın hafifçe inlediğini işitti, acı yüzünden olmadığını tahmin etti. Dea öpücüğü derinleştirdi ve onu iterek arkadaki kayaya yasladı. Athena daha fazlasını istiyordu, bu vahşi dansı teşvik edercesine Dea’nın sırtını okşadı. Dokunuşlarından aldığı zevki hiç saklamayan Dea, boğuk bir sesle dudaklarına fısıldadı.

“Seni seviyorum Hena.”

Güçlü bir kavramayla dudaklarına yeniden saldırdı ama bu kez uzatmadı. Sözünü tutkulu bir öpücükle mühürleyen Dea, heyecanını bastırmak adına, biraz geriledi ve kendine gelmek için bir elini kayaya yerleştirdi, diğer eliyle de onun beline sarılmıştı. Derin nefeslerle birbirlerine bakıyorlardı. En küçük bir kıvılcım yetecekti, ikisi de farkındaydı. Dea’nın muhteşem dudakları aralıktı, bakışlarını öpücüklerin güzelleştirdiği yüzden çekemiyordu. Athena, genç adamın onu bırakmaktaki isteksizliği izlerken ruhu mutlulukla doldu. Dea ona dokunmaktan çok hoşlanıyordu, aynı kendisi gibi. Gülümsedi.

“Dudağındaki yarayı açtım.”

Doğrulan Dea çabucak elini dudağına silerek kanı temizledi. “Özür dilerim.” Dedi utangaç bir bakışla. “Ben fark etmemişim, umarım tiksinmemişsindir.”

Tiksinmek aklına bile gelmemişti. Uzandı ve Dea’nın irkilmesine aldırmadan, parmağıyla küçük bir damla haline gelen kanı temizledi. “Biraz daha hoşuma gidersen tehlikeli olacağım Dea. Sonra uyarmadı deme!”

Karşısındaki tehlikenin heyecanıyla kasılan Dea güçlü bir yutkunmayla başını salladı. “Uğraşmaya devam edeyim o halde.”

Athena şakacı bir yumrukla Dea’nın omzuna vurdu, gerileyen adamın yanından geçip gitti. Yatağı olan bir odada yalnız kalmadıkları için şansına küfrediyordu. Nişanlanmak üzere olan bir adamı baştan çıkarmanın uygunsuz bir davranış olduğunun farkındaydı ama Dea’nın ilgisinden vaz geçmek istemiyordu. Hissettiği aşk, çok övündüğü mantığının önüne geçmişti ve onu hiç rahatsız etmiyordu. Aşkı için savaşmanın bu kadar mutluluk vereceğini hiç tahmin etmezdi.

Tanımadıkları araziye dağılmış iri kayaların arasında geçtiler, kayalar giderek küçüldü ve toprak bir yola rast geldiler. Acıkmışlardı ve yorulmuşlardı, sabahın ilk ışıklarında küçük bir çiftlik evine vardılar. Genç bir kız hayvanlarla ilgilenmek için dışarı çıktığı sırada onları gördü ve geri eve girdi. Dea kısık sesle fısıldadı.

“Ben konuşayım.”

Kapı yeniden açıldı ve iki orta yaşlı insan dışarı çıktı. Dea çit kapısının yanına gelip durunca, çift de onlara doğru yürüdüler. Kadın öndeydi ve kıstığı gözleriyle ikisini süzüyordu. Dea resmi bir selam verdi ve gelenlere seslendi.

“Aydınlık günler üstünüze!”

Çift aralarında mesafe bırakarak durdu, anlaşılan saldırıdan çıkmış kıyafetleri yüzünden tedbirli olmaya çalışıyorlardı. Silah olarak kadının elinde iri bir kasap bıçağı vardı, adamda da küçük bir orak. Kadın cevapladı.

“Sizin de üstünüze! Buraya nasıl geldiniz?”

Sorunun garipliği ilgisini çekse de, ifadesini bozmadı. Ciddi bir tavırla soruyu cevapladı. “Bineklerimiz yüzünden bir kazaya uğradık ve yolumuzu kaybettik. Nerede olduğumuzu bilmiyoruz. Yardımınızı rica ederiz ama şimdilik ödeyecek durumumuz yok.”

Kadının bakışları, Athena’ya ilişti. “Hangi diyardan geliyorsunuz?”

Dea yeniden konuştu. “Başka bir diyardan geldiğimizi neden düşündünüz?”

“Nerede olduğunu bilmiyorsun genç adam.” Dedi kadın. “Bu kadar kaybolmuş olamayacak kadar akıllı görünüyorsun. Tedbirli konuşman hoşuma gitti. Ve yanındaki kadın insan olamayacak kadar güzel ama sucubbus değil. Taş mı çağırdı sizi?”

“Taş mı?” dedi Athena tüm dikkatiyle kadına bakarak.

Kadın yan gözle Dea’ya baktı, sonra bıkkın bir tavırla elini salladı. “İçeri gelin, ayakta konuşulamayacak kadar uzun bir mesele!”

“Sizi rahatsız etmeyelim.” Dedi Dea son derece soğuk bir sesle. “En yakın kasaba ne tarafta?”

Kadın eğlenen bakışlarını yeniden onlara çevirdi. “Hiç rahatsız olmam. Adın ne?”

Athena sohbetin gidişatından hiç hoşlanmamıştı, üstelik bu kadında ve çiftlikte onu rahatsız eden bir şey vardı. “Önce sen söyle!” dedi meydan okuyan bir duruşla.

Geride sessiz duran adam, heykel gibiydi, sakinliğini koruyordu. Konuşulanlar hiç umurunda değildi. Kadın çitin dibine kadar geldi. Tüm dikkatiyle Dea’nın gözlerine baktı. Başını hafifçe eğerek yeniden Dea’ya doğru konuştu. Sesinde gergin bir merak seziliyordu.

“Tanrı Baal’ın sembolünü taşıyorsun. Göster bana.”

“Neden bahsettiğinizi bilmiyorum.”

“Hilali andıran geniş bir boynuz sembolü, hissediyorum, sende Baal’ın kutsaması var.”

Dea birkaç saniye kararsız kaldı, sonra eli beline gitti ve hançeri çıkarttı. Ucundan tutup kabzasını kadına çevirdi. Hançerin kabzasında gömülü bir sembol vardı, geniş aralığıyla hilal ve boynuz karışımı bir mücevher işlenmişti. Hançeri yavaşça çekti ve hançerin üstüne çizili sembolü de kadına gösterdi. Kadın sembole bakarken değişmeye başladı, zayıfladı, gençleşti ve saçları iri dalgalar halinde beline salındı. İri güzel gözlerini, Dea’ya kenetledi.

“Bu neden sende?”

Athena tehlikeyi iliklerine dek hissediyordu, Dea adına korkuyordu. Genç adamın gösterilenden daha önemli biri olduğunu tahmin ediyordu ve bu düşünce endişesini arttırıyordu. Gözlerinin önünde basit bir köylü kadından kraliçeye dönüşen kadın da bu fikri destekliyordu.

“Sorularımızı cevaplamadan çok fazla soru soruyorsun. Asıl sen kimsin?”

“Dürüst olalım, değil mi?” dedi ve elinin küçük bir hareketiyle çiftlik evi değişmeye başladı. “Uzun zamandır konuk ağırlamamıştım, sabırsızlığımı mazur görün.”

Çiftlik evi; berrak suların aktığı, küçük doğal havuzlarda nilüferlerin açtığı, içinde renkli balıkların yüzdüğü kanallarla çevrilmiş bir araziye dönüştü. Küçük ağaçlar yemyeşil yapraklarıyla yumuşak çimenlerin üzerine gölgelerini yayıyordu. Ağır hava yavaşça hafifledi ve mis kokular etrafı sardı. Kadın araziyi bölen derenin üstündeki zarif köprüye doğru döndü.

“Gelin, hadi, sizi hapsetmeyeceğim. Baal ile tartışmak özlediğim bir eğlence değil.”

Athena sıkılmış bir ifadeyle adımlayacakken Dea uzandı ve onun elini tuttu. Parmaklarını onun parmaklarının arasına geçirirken konuştu.

“Böyle daha rahat hissedeceğim.”

Athena kanatları olmadığı için sevindi çünkü bu adam yüzünden havalanması içten değildi. Şimdiden bulutların üzerindeydi… Genç adamın liderliği ve sahiplenici tavırlarından çok hoşlanıyordu. Normalde gereksiz bulduğu bu sahiplenme tavırları, Dea’dan geldiğinde hiç rahatsız etmiyordu. O kadar doğal davranıyordu ki, onun varlığını küçültmek yerine yükseltiyordu. Dea için önemli ve değerli olduğunu iliklerine dek hissediyordu. Dea’ya gülümsedi. “Güzel hamleler komutan, beğendim.”

Dea da karşılık olarak gülümsedi ve bakışlarını kadının gittiği yöne çevirerek takip etmeye başladı. Kadın onları zarif bir gölgeliğin kapattığı, konforlu kısa bacaklı divanların olduğu bir açıklığa davet etti. Kendisi minderlerle kaplı arkalıklı bir divana rahatça kuruldu. Onlar oturana dek konuşmadan bekledi.

“Kendimizi tanıtalım. Önce, konuklar!”

“Ben Athena, Olimpos evinden.”

“Olimpos’tan Athena… Demek o sensin, çok ilginç. Hakkında çok söylenti duydum. Bana çok benzediğini söylemişlerdi ama sende herhangi bir güç sezemiyorum. Beni seninle kıyaslamaları saçmalık! Yoksa Baal’ın gölgesinde mi kaldın?”

“Baal unutulmayı seçen bir ölümsüz, evini dağıttı ve yokluğa karıştı. Çağrıları duymuyor. Aslı ortalarda değil ki, gölgesi olsun. Benim güç kaybımın nedeni başka, anlatacak kadar da sana güvenmiyorum.”

Kadın onun güvensizliğini şahsi almadan rahat bir tavırla konuştu.

“Sen bu konular için çok gençsin Athena. Anlaşılan, Zeus, gözdesi olmana rağmen paylaşım konusunda sana da cimri davranmış. Ares bu konuda biraz daha kurnaz ve kural konusunda daha esnek olduğundan bilgiye erişmek onun için kolay, belki bu yüzden Ares lider. Sen bilgece düşünmene rağmen fazla katısın. Yani düşündüğünün tersine, yetenek kaybın hakkında da senden daha fazla bilgim var.” Dedi ve onun şaşkınlığı karşısında keyiflendi. “Bana öyle bakma! İnzivada olmam kulaklarım olmadığı anlamına gelmez. Burası bir ara alan, fark etmemen ilginç… Sanırım yeteneklerin uykuda olduğundan sezemedin. Konuşmayı seven ve hilelerim konusunda sizin kadar uyanık olmayan misafirlerim oldu, sıkılmamı engelleyen ve bilgiye ulaşmamı sağlayan misafirler.”

Ara alanlar çok değişken ve yüksek risk taşıyan alanlardı. Tartaros girişi gibi, enerjinin yoğun biriktiği yerlerde oluşurdu ve güvenliği güçlü büyülerle ve kırılması zor mühürlerle sağlanırdı. Karşısındaki kadın bu ara alanı kontrol edebiliyorsa, asla hafife alınmaması gerekiyordu çünkü tek başına bir ara alana hükmedebilen birinin gücü, kadim titanlara eşit olmalıydı. Athena temelli gerilmişti, Dea başparmağıyla onun elini okşayınca tepkilerine hâkim olarak sakin bir sesle konuştu. “Sanırım bu bilgilerle bize yardım etmen, senin daha çok eğlenmeni sağlar.”

“Başımı derde sokar.” Dedi kadın duraksamadan. Sonra Dea’ya döndü. “Sıra sende.”

“Baş Orun Deacas Tai-Darin, Zenwar diyarından.” Dedi Dea tekdüze bir sesle.

“Zenwar demek. Oradan geldiniz ve dönmek istiyorsunuz. Ne oldu da buraya yönlendiniz? Boyut taşlarına kurban sunmadılar mı?” Onların şaşkınlığı karşısında güldü. “Gizli yapıyorlar, ilginç. Demek Baal’ın varlığı ile kutsadığı boyut Zenwar idi. Fakat sen onun gücüne nasıl bağışık olabiliyorsun. İlk önce senin de incubus olduğunu sanmıştım ama değilsin. Soyunda iblis veya ölümsüz kanı olmalı, diğer türlü bu sembol seni öldürür.”

İtiraz etmedi çünkü söyledikleri kafasını karıştırmıştı, Athena ise soğukkanlılığını geri kazanmıştı. Anlaşılan anlatılanlar onun için mantıklıydı.

“Boyut taşını kullanmadık.” Dedi Athena. “Ve soruların da çok kişisel olmaya başladı.”

“Belki kişisel bir sıkıntım vardır.” Dedi kadın kaşlarının altından Athena’ya bakarak. “İlgim seni rahatsız mı etti, Olimposlu?”

“Evet, kim olduğunu bilmediğim birinin bu kadar derin sorular sormasından hoşlanmam.”

Onu daha dikkatli süzen kadın biraz doğruldu ve bir bacağını altına alıp diğerini kırarak kolunu dizine dayadı. Kendine güvenli bakışlarla konuştu.

“Haklısın, merakıma engel olmam gerekiyordu. Benim adım Tanit ve burası da benim cezamı çektiğim cennetim. Biricik sevgilim Baal’ın iblis ordularını zapt etmesini sağlayan kıymetli taşlarını gözetiyorum. Onları besleyen gücü yönetiyorum. Arada gönderildikleri boyutlarda kalmakta ısrar eden iblisler oluyor elbette ve ben memnuniyetle icabına bakıyorum. Zenwar’ın bu konuda taşı yeterince doyurduğunu, bu nedenle iblis geçişlerini engellediğini sanıyordum ama demek ki bu mükemmelliğin sebebi senmişsin.” Dedi bakışlarını Dea’ya çevirip. “Özellikle son senelerde Zenwar’daki geçide müdahale etmeme hiç gerek kalmamıştı.”

Athena duyduklarından sonra neden etkisiz kaldıklarını anlamaya başladı. Baal ve Tanit kadim ve çok güçlü ölümsüzlerden idi. Onlar hakkında bildikleri destan söylentileriydi, çünkü çok önceden kaybolmuşlardı. Yine de Fenike evinin o dönemin en güçlü evi olduğunu ve herkes tarafından kabul gördüğünü biliyordu. Baal’ın kontrolünde olan herhangi bir boyutta, başka bir ölümsüzün esemesi okunmazdı. Zenwar, Baal’ı etkisindeyse, doğal olarak onların yetenekleri ve güçleri de etkisizleşirdi. Fark ettiği kadarıyla, Dea bu yasağın dışındaydı, onun yetenekleri Zenwar sınırlarında bile etkiliydi. Belki Baal’ın sembolüne sahip olduğu için olabilirdi ama bu işte başka bir şeyler olduğunu hissediyordu.

Tanit inceleyici bakışlarını Dea’dan çekmiyordu, kuşkulandığı her neyse kadın için önemliydi. Sadece kuşkusunu nasıl gidereceği hakkında ipucu bulmaya çalışıyordu. Dikkatli bir bakışla sordu.

“Hançer, babandan gelen bir hediye mi?”

Dea soğuk ifadesini koruyarak cevapladı. “Hançerle neden bu kadar ilgilendiğini anlamadım ama hançer, Yüce Kurul’un bana teslim ettiği bir emanettir. Askeri unvanım sayesinde verilen sembolik bir silahtır.”

Cevap kadını pek tatmin etmemişti, düşündüğü her neyse ona uyumlu değildi. Athena, Dea’nın keskin zekasını içinden takdir etti, hançerleri kendi soyuna bağlamayarak kadının hesabını boşa çıkarmıştı. Kendi önemini basitleştirmişti. Athena’nın konuyu acilen değiştirmesi gerekiyordu.

“Seninle tanışmak bizim için büyük bir onur Tanit. Bilgilendirici sohbet için de çok teşekkür ederiz. Fakat Zenwar’daki engelleme yüzünden sıkıntı çekiyorum, bu konuda yardımcı olabilir misin?”

“Hayır!” dedi katı bir sesle Tanit. “Durumunuz hakkında parmağımı kımıldatmam. Gerçi yapabilsem de yapmazdım, Baal’a çok öfkeliyim ama onun sözünden çıkacak kadar değil.”

“Bizi yeniden Zenwar’a gönderemezsin!” dedi Athena sinirli bir sesle. “Orada çok güçsüzüm, Zenwar benim için işkenceden farksız! Yeteneklerimi kullanabileceğim bir boyuta gitmeme yardım edeceksin!”

Dea’nın bozulmuş ifadesine aldırmadan devam etti. “Zenwar’da sıkılmaktan başka bir şey yapamıyorum, benim gibi güçlü bir ölümsüz için çok aşağılayıcı! Zavallı duruma düşecek biri değilim ben, yeteneklerimi kullanamadığım aptal bir boyutta kapalı kalmaktan nefret ediyorum.” dedi ve kadına sırıttı. “Gerçi bu duyguyu sen daha iyi bilirsin.”

Tanit’in gözlerinde resmen kasırga koptu, dudakları ince bir çizgiye dönüşürken korkunç bir sesle bağırdı.

“Seni saygısız pislik!” dedi tiz bir tonda. “Zenwar’da birkaç yüzyıl geçir, bakalım bu kadar kibirli olabilecek misin? Çekil huzurumdan!”

O anda hava çatırdayarak yırtıldı ve engel olamadan ikisini içine çekti. Bir saniye sonrasında siyah mermer taşın yanındaydılar. Dea alışık olmadığından dengesini bir an sağlayamadı, Athena elini ona uzatıp kolundan tutunca düşmekten kurtuldu. Buna sevindi çünkü düşeceği yer korkunçtu. Taze kanın suladığı toprak cıvık cıvıktı. Kokusu da ölümün nefesi gibi keskin ve iğrençti, insanın midesini bulandırıyordu. Hava aydınlanmıştı, vahşetin tüm detaylarını görmek kolaydı. Taşa doğru akan oluk, taşa aktarılan kan yüzünden kızıl çamurdu. Taş ise uğursuz bir anıt gibi kan çemberinin ortasında dikiliyordu.

Dea çevik bir hareketle Athena’yı kucağına alınca, Athena neredeyse çığlık atacaktı. Bu kibarlık beklenmedikti. Dikkatli adımlarla onu berbat çamur alandan uzaklaştırdı ve temiz toprağa gelince rahat bir nefes aldı. Athena kalbi aşkta ağırlaşmış bir halde; bu kadar zarif, düşünceli, yakışıklı, kibar, güçlü, anlayışlı ve mükemmel bir erkeğin nasıl var olabileceğini düşünüyordu. Bir erkeğin ilgisinden hoşlanacağını bile hayal etmemişti. Şimdi ise Dea’nın kollarında gayet rahattı. Onu bırakmak için Dea’nın da acelesi yoktu, muhteşem gözlerini onun yüzüne çevirdi, gülümsedi.

“Onu kızdırarak yardım etmesini sağlaman çok zekice bir taktikti. Hayran kaldım.”

Dea’nın takdiri tabi ki hoşuna gitmişti ama aklındaki şeyi yapmadan konuşmak içinden gelmiyordu. Dea’nın yüzüne uzandı ve ten kokusunu içine çekerek yanağına bir öpücük kondurdu. Ve donmuş kalmış adamın kulağına doğru kısık sesle fısıldadı.

“Beni kucağından indirdikten sonra hayran kalmaya devam etsen daha iyi olacak.” Dedi ve başını geriletip ışıldayan gözlere baktı. “Sana aşık birine bu kadar yakın olman çok riskli! Bir daha tekrar etmeyeceğim, doğrudan göstereceğim.”

Dea’nın gülümsemesi daha da genişledi, yine de ona itiraz etmeden yavaşça yere indirdi. “Riske girmeyi severim.” Dedi iç geçirerek. “Fakat seni riske atamam.” Dea onu bıraktıktan sonra etrafına bakarken huzuru bozulmuştu, can sıkıntısıyla ilan etti. “Çünkü Hancar’a yakınız.”

Athena etrafa bakındı. “Burası neresi?”

Dea dudaklarını ısırarak bir süre alanı inceledikten sonra gergin bir sesle konuştu. “Laun Taşı! Ben sadece dua edildiğini sanıyordum…” Dedi dökülen kanlar yüzünden iğrenç bir çamura dönüşmüş toprağa bakarak. “Bu alana girmek yasaktır.”

Öfkesi tüm bedenini sararken saflığına inanamıyordu. Kutsal saydığı her şey birer birer yıkılırken hayal kırıklığı ile baş etmekte zorlanıyordu. Yasak denen yasaların insanları koruduğunu düşünüyordu, vahşeti gizlemek için kullanıldığını öğrenmek inandığı her şeyi parçalıyordu. Yutkundu, Athena’ya bakmadan konuştu.

“Tüm bunları gördüğün için üzgünüm Hena.” Dedi bakışlarını taşa çevirerek. “Sana yaşattıklarım için özür dilerim. Keşke başına gelenleri ve tüm bunları engelleyecek gücüm olsaydı.”

Athena onun önüne geçti ve taşa olan bakışlarını kendine çevirdi. “Herkes kendi yaptığından sorumludur Dea. Sen kötü hiçbir şey yapmadın. Onların hırsı için kendini kurban etme, lütfen.”

Hala gergin duran Dea düşünceli bir tavırla başını sallayıp onayladı. Athena adamın hala sorumluluk hissettiğini ve bu vahşeti daha önce ortaya çıkarmadığı için kendine kızdığını görebiliyordu. Yine de sözlerinin onu teskin etmesini umuyordu. Dea başını saray tarafına çevirdi.

“Gidelim.”

Alandan uzaklaşıp saraya giderken Tanit’in kibir tuzağına düşmesini konuştular. Kadının Dea’ya olan ilgisi yüzünden kolay kurtulamayacaklarını anlayan Athena, kadının gururuna küçük bir saldırı yapmıştı. Athena eskiden Tanit’e benzetildiğini hatırlamıştı, kadın da bunu duyduğunu ima etmişti. Kıyaslanmasından duyduğu kıskançlığını saklamayı başaramamıştı. Athena da kadını bu zayıflığından vurmuştu, yine de bu kadar hızlı çileden çıkmasını beklememişti, kadının duygu durumunun bu denli dengesiz olması onların şansınaydı.

                                                    *    *    *    *    *

Yoldayken ilk karşılaştıkları askerler koşarak onlara doğru geldiler. Resmi bir selamdan sonra acil bir durum olduğunu ve saraydan beklenildiğini söylediler. Dea, kıdemli askerden rapor isteyince, adam kararsız kaldı, Athena’ya kısa bir bakış atıp yeniden ona döndü.

“Efendim, sarayda size açıklama yapılacaktır.”

Dea adamın tepkisine şaşırdı. “Şimdi anlat!”

“Üzgünüm efendim, size açıklayacak kadar bilgim yok.” Dedi asker ve çekinerek ekledi. “Ayrıca konuğa eşlik etmemiz de emredildi.”

“Eşlik mi? Ne için?”

“Yüce Kurulun emriyle gözetim altına alınacak!”

“Bu ne saçmalık! Zaten bizi bekliyorlar!”

Askerler, Dea’nın öfkesi karşısında gerildiler ama ısrarlarından vaz geçmediler. Athena işlerin karışacağını anlayınca Dea’ya yaklaştı.

“Bu tepkiyi bekliyordum. Sözümüzü tutamadık, geç kaldık. Fakat kendini açıklamak için geç değil. Uyumsuz olmak bir şey kazandırmaz. Git ve kurulla görüş.”

Dea kaşlarını çatarak bir an düşündü, sonra askere döndü. “Nereye götüreceksiniz?” adam başını yere indirince, cevap alamayacağını anlayan Dea sinirle saraya giden yola döndü. “Kahretsin!”

Athena, genç adamın uzaklaşmasını bir süre izledikten sonra askerlere döndü. “Nereye gidiyoruz?”

Dünya’nın tutulduğu yer olmasını umut ederken asker isteksiz bir tavırla soruyu yanıtladı.

“Zindana!”

                                                    *    *    *

Dea uzun adımlarla koridorları geçerken ortamdaki huzursuz bakışlardan endişelenmeye başlamıştı. Doğruca Yüce Kurulun salonuna gitti, kapıdaki nöbetçiler onun gelişiyle kapıları açtılar. Duraksamadan içeri girdi ve iki adım sonrasında kalakaldı. Ne düşüneceğini bilemeden önündeki manzaraya baktı kaldı.

Salonun ortasında yükseltilmiş bir lahitte ince kumaşlarla sarılmış bir beden yatıyordu, yüzünün göz kısmı dışında tamamen kefenlenmişti. Gözlerinin üstünde de yas örtüsü örtülmüştü. Cesedin başında dört Yüce Kurul üyesi bekliyordu. Kadınlar yas kıyafetleri içindeydi ve saygıyla nöbet tutuyordu. Lahidin üstünde yatanın kim olduğunu bilmiyordu ama göğsünün sıkışmasına engel olamadı. Annesi olamazdı, değil mi? Yumruklarını sıktı ve iki adım daha atabildi. Kısık bir sesle sordu.

“Ne oldu?”

Üyelerden Enyonas bakışlarını ona çevirdi. “Yaşlı Ruh katledildi.”

Tokat atılmış gibi irkildi. Sargılar içindeki bedenin annesi olmamasına sevinmişti ama Yaşlı Ruh… Onu kim katletmişti ve neden? Enyonas’a doğru döndü.

“Üye Ganor nerede?”

“Prenses Tenq’in yanında, son dua için hazırlık yapıyorlardı. Kül salonunda olmalılar.”

Lafın sonun beklemeden geri döndü ve açılan kapıdan hızla geçti. Yokluklarında neler olmuştu ve sonuçları ne olacaktı? Hissettiği endişe kalbini acıtırken kül salonuna giden koridora yürüdü. Üstüne başına çekidüzen vermeliydi ama şu anda kıyafetinin uygunsuzluğu umurunda değildi. Athena gözetim altındaydı ve olaylara bakılırsa, tehlike büyüktü. Acaba nişan töreninde mi bir şey olmuştu? Başka laun varlığı hissetmemişti ama yanılmış mıydı? Kül salonuna inen merdivenleri koşar adım indi ve açıklık alana vardığında, annesi ve yanında Tenq ile birkaç kişinin konuştuğu grubu gördü. Yaşlı Ruh için yapılacak son görev hakkındaki hazırlıkları inceliyorlardı. Burası kutsal bir alandı, sadece kraliyet ve Yüce Kurul üyeleri için kullanılıyordu. Yaşlı Ruh’un üstüne konacağı odun yığını, uğursuz bir işaret gibi salonun ortasında yerleştirilmişti.

Onun varlığını ilk önce annesi fark etti. Annesinin burnu hafifçe şişmiş ve çevresi renklenmişti. Sanki saldırıya uğramıştı. Yüzü her zamankinden daha asıktı ve onu görmek de rahatlamasını sağlamamıştı. Elinin bir işaretiyle yanındakilerin uzaklaşmasını emretti. Tenq o sırada ona doğru döndü. Hepsi yas kıyafetleri içindeydi, hatta Tenq’in süsü ve makyajı her zamankinden sadeydi. Diğerleri ona kısa bir selam vererek uzaklaşırken Dea da son kalan ikiliye doğru adımlamaya başladı. Tenq, annesinin aksine onu görünce mutluluğunu gizlemedi. Nerede olduklarını umursamadan Dea’ya doğru yürüdü ve kollarını açarak ona sarıldı. Dea kaba olmamak adına kadının sarılmasına dayanırken sorularla dolu bakışları, annesinin üzerindeydi.

“Nihayet geldin Deacas!” dedi Tenq hissettiği endişeyi sesine yansıtarak. “Sana da bir şey olmasından o kadar korktum ki!”

Dea, kadını teselli eden bir tavırla elini sırtına koydu ve hafifçe sıvazladı. Çabuk okşamanın ardından kendini Tenq’in kollarından sıyırdı. “Burada neler oldu?” dedi doğruca annesine seslenerek.

“Nereye gittin?” dedi Ganor sert bir sesle ve yüzünü buruşturarak onu süzdü. “Ve bu halin ne?”

Dea hırpalanmış gömleği ve dağılmış halinin şu durumda sorgulanmasına sinir olsa da, duruşunu düzeltti ve annesine cevap verdi.

“Launun bir hilesi yüzünden tuzağa düştük, üzgünüm.”

“Geri döndün.” Dedi Tenq araya girerek. Sonra kadına döndü, otoriter bir sesle konuştu. “Başka bir şey önemli değil Ganor. Sen yakılma töreninin hazırlıkları ile ilgilen, bizim konuşmamız gerek.”

Dea sabrını kaybetmeye başlamıştı, Tenq’e döndü. “Majeste, öncelikle neler olduğunu üye Ganor’dan duymak isterim.”

Ganor gergin bir sesle konuştu. “Kraliçenin sözünü dinle Deacas. Beni sorgulamaya yetkin yok. Sen önce af edilmen için kraliçeye yalvar, henüz canın bağışlanmadı.”

Annesinin elindeki bastona gözü ilişti, Yaşlı Ruh sembolü şimdi annesinin elindeydi. Gözlerindeki ısrarcı bakıştan anladığı kadarıyla, kazanmak üzere olduğu unvana sahip olmasının, onun boyun eğmesine bağlı olduğunu anladı. Tenq uzanıp eliyle onun elini kavradı ve hafifçe çekiştirdi.

“Ben sana her şeyi anlatacağım Deacas, benimle gel.”

Annesinden yardım alamayacağını görüyordu. Hayatları bıçak sırtındaydı, Tenq’in hoş görüsünü sağlamak onun tavırlarına bağlıydı. Ganor’un duruşundan anladığı tek ipucu buydu. Başını salladı ve kapıya döndü, Tenq elini ondan çekti mecburen ama uzaklaşmadı. Dea, Tenq’in bir adım arkasında yürürken düşüncelerinin içinde kaybolmuştu, şimdi daha çok endişeliydi çünkü olaylar iyice kontrolden çıkmıştı. Tenq, onu kendi yatak odasına götürdü. Nerede olduğunu kapı kapanınca fark eden Dea, soran bakışlarını Tenq’e çevirdi. Kadın cilveli bir tavırla ona yaklaştı.

“Merak etme kralım, ben her şeyi ayarladım. Kaybın düşündüğünün aksine eş unvanını tehlikeye sokmadı. Hala seçilmiş eşim olduğun için odamızda bulunman uygunsuz karşılanmaz.”

Dea gerildi. “Bu kurallara aykırı, tören…”

“Tören kimsenin umurunda değil ve korkma, düşmüş olduğunuz tuzaktan kimsenin haberi yok. Tören tamamlanmış sayılıyor çünkü o gece ortalık bayağı karıştı.” Dedi ve karşısında durdu. Beğeni akan gözleriyle onu süzerek kısık sesle konuştu. “Ben her şeyi hallettim, sevgili eşim.”

Olaylar aniden bir kabus gibi üstüne çöktü. Dönen başını sabitlemek için gözlerini kapattı, aldığı nefes ciğerlerine yetmiyordu. Yokluğu bir şekilde gizlenmiş ve karışıklık yüzünden tören tamamlanmış sayılmıştı. Tenq düşündüğünden daha kurnazdı, yasa ve kuralları kendine göre çevirmişti. Yutkundu.

“Majeste… Sorgulanıp yargılanmam gerek, temize çıkmadan eş unvanını koruyamam.”

“Seni benden başka kimse yargılayamaz.” Dedi Tenq kesin bir sesle. Dea gözlerini açıp kadına baktığında, onun sırıtan yüzüyle karşılaştı. “Ölüm riski olan bir sorguya seni teslim etmeyeceğimi bilmen gerekiyordu Deacas. Bana döndüğüne göre, hiçbir sorun kalmadı. Yokluğun fark edilmedi. O kadın… O kadının yanında kaybolduğunu bilen biri de yok.”

“Yok mu?” dedi ve devamında Virton diyemedi.

Tenq onun ne düşündüğünü anlamış gibi önce sırıttı, sonra sahte bir üzüntüyle dudaklarını büzdü. “Tüm birliğin laun saldırısında helak oldu ve zavallı Virton’un külleri ailesine teslim edildi. Güzel bir törendi.”

Yüzü bembeyaz olan Dea’nın sarsılmasını ve tutunacak bir şey aramasını izleyen Tenq, olayların onun isteğine göre evirilmesinden hissettiği mutluluğu saklamayı başaramıyordu. Genç adamın en yakın bulduğu koltuğa düşercesine oturmasını izleyen Tenq, Virton hakkında verdiği karardan memnundu. Ne de olsa, eşinin o kadınla ortadan kaybolmasına tanıklık eden tek kişi artık yaşamıyordu. Kimse Deacas’ı sadakatsizlik ile suçlayamazdı. Söyleyecekleri her yalanı kabul etmek zorundaydılar ki zaten onu sıkıştırabilecek kişi de Ganor’dan başkası değildi. Henüz Yaşlı Ruh olmamıştı ama sözleri ve davranışlarıyla onu desteklediğini defalarca göstermişti. Virton’un canını aldığını anlamasına rağmen Ganor onun kararına uyumlu davranmıştı. İlk defa birini öldürmüştü ve basitliği karşısında şaşırmıştı. Zaten adam can çekişiyordu, onun için hiç önemi olmayan birini gözden çıkarmak kolaydı. Fakat Deacas’ın bu kadar üzülmesini beklememişti.

Genç adam üzüntüyle ellerini saçlarının arasına geçirdi ve başını eğdi. Sürekli duygusuz ve sert görmeye alışkın olduğu adamı bu denli dağılmış görmek kafasını karıştırdı. Ona ihanet eden Virton’un ardından yas tutmasını hiç beklememişti. İçini kavuran kıskançlık ve öfkeye rağmen genç adama bir şey yansıtmamaya çalışıyordu ama onu böyle görmek de istememişti. Deacas’ın Athena’ya olan ilgisini ifşa eden Virton’u öldürmek bile hiddetini bastıramamıştı. Tek çaresi, kadının kanının kurban taşına sunulması olacaktı fakat Deacas’ın tepkisinden çekinmeye başlamıştı. Athena’nın kurban seçildiğini öğrenmemesi belki daha hayırlıydı. Kadının da aynı arkadaşı gibi ortadan kaybolduğunu söyleyebilirlerdi, Ganor bu konuda ona arka çıkardı. Ha ortadan kaybolmuş, ha kurban edilmiş, onun için önemli değildi. Her iki halde de o uğursuz kadın, sevgili eşine uzak olacaktı.

Saçlarını okşayan eli hissedince kendine gelen Dea, göğsündeki yangına rağmen soğukkanlılığını geri kazandı. Dağılmanın zamanı değildi. Başını kaldırdı ve çöktüğü sandalyeden ayağa kalktı. Tenq ona nasıl yaklaşacağını bilemez bir haldeydi ve kadını rahatlatmak içinden gelmedi. Şu an tek düşündüğü Athena’nın durumuydu ama sormak çok uygunsuz olacaktı.

“Özür dilerim majeste, ben bir an kendimi kaybettim.”

Tenq uzandı ve parmağını usulca yanağında gezdirdi. “Özür dileme Deacas, ayrıca baş başa iken resmi davranmanı istemiyorum. Benim yanımda rahat olman hoşuma gider.” Elini ondan çekti ve gülümsedi. “Sen üstünü değiştir, sakinleş, biraz dinlen. Benim ilgilenmem gereken işler var, yemekte bana katılırsın. Seni çağırtırım.”

Tenq’in isteksiz adımlarla odadan çıkmasını izledi. Kapı kapandığında koca odaya çabucak bakındı. Gösterişli yatak canının sıkıntısını iyice artırdı. Burada yaşamaktansa hayatının sonuna kadar laun kovalamayı tercih ederdi. Üstündeki hırpalanmış gömleği başından sıyırdı ve banyo olduğunu tahmin ettiği odaya yürüdü. Zenwar kraliçesine uygun konforlu banyoda çabucak temizlendikten sonra ona özel hazırlanmış kıyafetlerin olduğu dolaptan sade bir giysi seçti. Eski kıyafetlerini şimdiden özlemişti. Kaliteli giysilerin içinde rahat hissetmiyordu, yine de yapacağı bir şey yoktu. Tek kalan hançeri, kemerine sıkıştırıp uzun ceketi üzerine giydi.

Odadan çıkıp kül salonuna doğru yürürken Ganor’un orada olmadığını öğrendi. Kadın şifa evine gitmişti. Duraksamadan şifa evine döndü ve annesini bir odadan çıkarken yakaladı. Kadın, onu görünce doğruldu ve kısa bir bakış atarak peşinden gelmesini istedi. Ganor önde, o hemen arkasında, şifa evinden çıkıp Yüce Kurulun ana mabedine gittiler. Mabette dua eden üyeleri geçip eskiden Yaşlı Ruh’a ait olan odaya girdiler. Ganor odanın ortasında duraklayıp ona döndü.

“Az daha her şeyi berbat ediyordun! Doğduğun güne lanet olsun, başıma bela açmaktan başka bir şeye yaramıyorsun!” dedi dişlerinin arasından tıslayarak. Burnundaki hasar yüzünden sesi boğuk çıkıyordu ama tehditkar tınısı yerindeydi. “Sürekli senin arkanı toplamaktan sıkıldım artık Deacas! Bu günden sonra aklını başına almazsan, kral olman da, seni benden koruyamaz!”

“Yüzüne ne oldu?” dedi annesinin öfkesine alışkın bir tavırla. “Canını kim yaktı?”

“Seni ilgilendirmez!” diye tersledi annesi. “Ukain’in yanında benim canım acımış umurunda mı?”

“Elbette umurumda anne, siz benim ailemsiniz. Ukain’i…”

“Onun adını ağzına alma! Senin yüzünden ellerinden oldu ve baş orun unvanını alamadan kaybetti. Aptal hançerlerin ona zarar vereceğini nasıl söylemezsin!”

“Bilmiyordum.” Dedi ama annesini teselli edecek bir cevap olmadığını biliyordu. Daha sakin konuşmaya çalıştı. “Bana neler olduğunu anlatır mısın?”

“Ne olacak? Ağabeyin hançerleri eline alır almaz parmakları mum gibi erimeye başlamış. Neyse ki, zamanında bırakmış yoksa tek gurur kaynağımı kaybedecektim. Sen gelip alana dek, yaverin Virton hançerlere sahip çıkmış. Nasıl yaptın da, launlara karşı tek savunmamız olmayı başardın Deacas? Nasıl bir hile bu!”

“Hançerleri bana veren sendin anne, şimdi de bana mı soruyorsun?”

Ganor eliyle kavradığı bastonu öyle sıktı ki, eklemlerinin beyazladığı gözle görülebiliyordu. Seçilmiş eşe zarar vermeme yasası olmasaydı, bastonu kullanmaktan çekinmeyeceği yüzünden belliydi. Öfkesi yüzünden hafifçe ürperen kadın zoraki kendini toparladı ve kelimeleri ezerek konuştu.

“Tenq’e dua et, onun akılcı yönetimi sayesinde hepimiz hayattayız ve eş statünü kaybetmedin. Hain kadınla kaybolduğun için seni sadakatsizlikle suçlayabilirdi ama yapmadı. Üstüne üstlük bu aptallığını örttü. Elbette yaverinin ölmesi de işimizi kolaylaştırdı, böylece senin sorumsuzluğunu bilen kimse kalmadı. Hainleri saraya soktuğunu kimse ispat edemeyecek.”

“Onlar hain değil!”

“Bir daha o kadınları koruduğunu duymayacağım, Deacas! Onları düşünmeni bile yasaklıyorum!” Dedi ve hırsla ona doğru yürüdü. Alevlenmiş gözlerini onun gözlerine doğrultarak tısladı. “O kadınlardan biri Yaşlı Ruh’u öldürdü, gözümün önünde!”

Buz gibi bir his tenine yayıldı. Sesini sakin tutmaya çalışarak sordu. “Dünya nerede?”

Ganor doğruldu ve hoşnutsuz bir tavırla dudağını büktü. Tiksindiğini belli ederek konuştu. “Yaşlı Ruh’u öldürdükten sonra beni de yaralayıp kaçtı, engel olamadık.”

“Hiç sebep yokken Yaşlı Ruh’u öldürdüğünü sonra da onca askerin arasından ve arkasında Athena’yı bırakarak kaçtığını mı söylüyorsun?” Annesi umursamaz bir ifadeyle başını yana çevirince Dea tepkisine dikkat ederek sordu. “Siz ona ne yapmaya çalışıyordunuz?”

Kadın sinirle ona döndü. “Ne demek istiyorsun?”

Annesine bir adım daha attı ve tam karşısında durdu. “Laun taşını gördüm anne, etrafındaki kan gölünü de… Orada nasıl bir ayin yapıldığını da biliyorum.” Annesinin gözleri açıldı. Tahminini doğrulayan bu tepkiyi görmek midesini bulandırdı. “Dünya nerede?”

Tereddütle gerileyen annesinin kolunu tuttu ve kendine çekti. Yüzüne eğildi. “Ona ne yaptınız?”

“Hiçbir şey…”

“Anne!”

Kadın öfkeyle kolunu çekti ve sertçe göğsüne vurarak onu geriletti. “Ona bir şey yapmadık! Beni duymadın mı? Bize zarar verip kaçan o kadındı, biz ona bir şey yapmadık! Fakat diğerinin kaçmasına asla izin vermeyeceğiz.”

“Athena’yı hapsetmenize izin vermiyorum.”

Ganor sinirden titrer halde ona baktı, sözlerindeki kesinliği hissetmişti ve aniden oğlunun üstüne fazla gitmesinin sorun yaratacağını fark etti. Sınırını fazla zorlamıştı ve biliyordu ki,  Deacas’ın sakin bakışı çok yanıltıcıydı. İtiraf etmese de, kucağına aldığı günden beri ondan korkuyordu ve bu korkusunu genç adama baskı olarak yansıtmıştı. Deacas’ın gönüllü boyun eğişini gördükçe cesaretlenmişti. Fakat ne olduysa, son zamanlarda zincirlediğini sandığı canavar ona karşı çıkmaya başlamıştı. Göz bebeklerinden yayılan ışıltı, Ganor’un sınırını belirtiyordu, çünkü şimdiye kadar emrine hiç karşı gelmeyen Deacas gücünü ona da göstermeye başlamıştı.

Duruşunu düzelterek doğruldu. “Henüz karar verilmiş bir şey yok Deacas.” Dedi yalan söyleyerek. Tenq’in aklındakini ifşa etmek istemedi. “Taştan nasıl haberin oldu?”

“Gördük.” Dedi kısaca. “Amacını anlamak için görmek yeterliydi.”

Ganor nefeslendi. “Sana her şeyi anlatacağım. Madem gördün, önemini de anlamalısın.”

                                                *    *    *    *    *

Küçük hücrenin taş zemininde otururken hayatı boyunca hiç bu kadar hapsedildiği bir boyuta gitmediğini düşünüyordu. Zenwar’a geldiğinden beri sürekli hapisti. Onu buraya getiren askerleri tepelemek zor değildi ama yapmadı. Dünya’nın nerede olduğunu merak ediyordu, karşılaşacağını düşünmüştü ama anlaşılan onu başka yerde tutuyorlardı. Derken kısık bir kükreme duydu ve loş ışığın aydınlattığı kısa koridorda tembel adımlarla ona doğru yürüyen Tamon’u gördü. Görünüşe göre, kimse hayvanı engellemeye cesaret edememişti. Hayvan, parlak gözleri onun üzerinde olduğu halde, parmaklıkların sınırına dek geldi ve ona bakarak koca ağzını açarak esnedi. Athena şaşırarak doğruldu ve hayvanın yanına gitti. Eğilip gözlerine baktı.

“Seni Dea mı gönderdi?”

Hayvan yelelerini dağıtarak başını salladı ve hücrenin önüne kıvrılıp uzandı. Genç adam onun yanına gelemeyince Tamon’u göndermişti. İçini kaplayan mutlulukla gülümsedi. Parmaklıkların dibine oturdu. Dea yanında değildi ama Tamon’u koruma olarak yine ona göndermişti. Kalbi aşkla sızladı. Hissettiği sevgiyi kelimelerle anlatamıyordu, o yüzden elini yumuşak yelelere uzattı ve okşarken fısıldadı.

“Teşekkür ederim.”

Hayvanın varlığı zindandaki nöbetçileri geriletmişti, hücreden uzak duruyorlardı. Athena parmaklıkların dibine uzanmış Tamon’un yanına oturup zamanın geçmesini bekledi. Hayvanın sıcaklığı ona güven veriyordu, Dea’nın onu düşündüğünü hissettiriyordu. Rahatladı ve gözlerinin kapanmasına engel olamadı. Uyuşukluk üstüne çökerken Tamon’un derinden gelen hırıltısını belli belirsiz duydu ama uykusuna teslim oldu. Gözlerini araladığında hücresinde değildi. Bıkkın bir soluk alarak doğruldu ve karşısında onu bekleyen Morpheus’a baktı. Yakışıklı ölümsüz saten minderlerin üzerine rahatça oturmuş onu izliyordu. Hoş ve egzotik bir odadaydılar; etrafları minderler, şamdanlar ve ipek perdelerle sarılıydı. Perdelerdeki elmaslar loş ışıkta bile göz alıcı bir ışıltıyla parlıyordu. Zenginliğin ve refahın hüküm sürdüğü salon pek yabancı gelmedi. Daha önce de buraya gelmişti.

“Buluşmak için Nyx’in evini mi seçtin?”

Morpheus yumuşak bir sesle konuştu. “Ziyarete gelmiştim. Ayrıca seni burada görmek hep hoşuma gitmiştir.” Dedi ve ilgili bir sesle ekledi. “Nasılsın?”

“Berbat.”

Morpheus keyfini kaçıran bu cevap sonrasında doğruldu. “Seni kurtarmak için uğraşıyorum.”

“Bizi kurtarmak için mi annenin evine sığındın?” dedi ve soğuk öfkesinin yansıtan gözlerini adama doğrulttu. “Annen seni Ares’in hışmından koruyamaz. Sana tavsiyem, bir an önce bildiklerini Ares’e anlatman! Belki sana acır da, çukura sürülmekten kurtulabilirsin.”

Morpheus donuk bakışlarla bir süre ona baktı, sonra yarım ağızla güldü. Açığa çıkmaktan pek rahatsız olmamıştı, belki yalanlardan sıkılmıştı. “Bravo Athena, ne zaman çözdün?”

“Aslına bakarsan, planını ben değil Dünya anladı. Hatırlarsan, ben delice aşık olmakla meşgulüm, çocukça oyunun hakkında düşünmeye zamanım yok.”

“Çocukça değildi, gayet kusursuz bir plandı. Bunu sen de takdir edersin. Fakat anahtar her şeyi berbat etti.” Dedi ve eğlenen bir gülümsemeyle ona doğru eğildi. “Bu arada aşk hayatın nasıl gidiyor? Bıkmaya başladın mı?”

“Aşk hayatım senin kulakların için fazla değerli, Morpheus. Beni bıktıran tek şey senin bu gereksiz ziyaretlerin!”

“Hala aşık olman imkansız!” dedi Morpheus kaşlarını çatarak. “Beni kızdırmak için yalan söylüyorsun.”

“Seni kızdırmak zerre umurumda değil ama gerçeklikte karşıma çıkman için sabırsızlanıyorum.”

Rüya dalgalandı, Morpheus’un kuşkusu yüz ifadesine yansırken. Ölümsüzün bu tepkisi de, Athena’yı kuşkulandırdı, yine bir şeyler çeviriyordu. Çabucak etrafa bakındı, herhangi bir büyü izi aradı veya garip şekilli vever çizgilerini. Yoktu. Üzerinde şık bir elbise vardı, büyü rünü göremedi. Aniden adamın sözleri anlam kazandı, başını ölümsüze çevirdi.

“Vever! O vever bana ne yapıyor?”

Morpheus kaşlarının altından ona baktı, öfkeli dudakları sıkılmaktan çizgiye dönüşmüştü. Oturduğu yerden kalktı, sinirine hakim olmak adına birkaç adım attı. Rüyanın doğası da, ölümsüzün ruh hali gibi değişmişti. Perdeler uçuşuyor, nereden geldiği belli olmayan bir rüzgar salonda güçleniyordu. Athena da ayağa kalktı.

“Cevap ver, Morpheus!”

Morpheus yürümeyi bırakıp ona döndüğü anda hemen karşısında bitti. Güçlü rüzgarın sesini bastırmaya çalışır gibi öfkeyle söylendi.

“Senin başkasına aşık olmanı izleyemeye devam edeceğimi mi sandın! Sen bana aşık olmalıydın! Anahtar işe karışmasaydı, şimdi ikimiz de çok mutlu olacaktık. Seni çok mutlu edecektim Athena, hala da edebilirim. Büyün ortadan kalktığına göre benim de şansım olmalı.”

Kelimesiz kalmıştı. Aşk büyüsü bozulmuş muydu? Yani günlerdir büyü altında değil miydi? Buna rağmen Dea’ya olan aşkı günden güne nasıl oluyor da güçleniyordu? Öfkeli Morpheus’a bakarken düşündüğü tek şey Dea idi.

“Şans mı?” dedi gayet sakin bir ifadeyle.

“Senin uğruna yapamayacağım şey yok Athena!”

Rüyanın ölümsüzün kontrolünde olduğunu biliyordu ama şu an adamı yumruklamayı çok istiyordu. Sağ eli istemsizce hareketlendi, yumruğa dönüşen parmakları hedefine doğru uçmadan başka bir güç belirdi ve Morpheus’u boğazından yakaladı. Athena şaşkınlıkla irkildi ve yanlarında beliren Ares’e baktı kaldı. Saçları esen rüzgarda dalgalanırken ve gözleri alevlenmiş bir parlaklıkla ışıldarken çok korkunç görünüyordu.

“Seni aşağılık hain!” dedi tek eliyle yakaladığı Morpheus’u kendi yüzüne doğru çevirirken. “Benim sana yapacaklarımdan hoşlanmayacaksın!”

Morpheus dehşet içindeydi, şaşkındı. Ellerini boğazını sıkan elin bileğine kenetledi, kurtulamayacağını bilse de, debelendi. Ares gözlerini kıstı.

“Nyx’e söyle! Seni teslim etmezse, Olimpos evinin hiddetiyle yüzleşmek zorunda kalır.” Dedi ve doğruldu. “Bir daha kardeşimin etrafında dolandığını görürsem ilk hadım ölümsüz olmanı sağlarım Morpheus!”

Adamı iterek bırakınca Morpheus dengesizce geriledi ve düşerken ortadan kayboldu. Ares vakit kaybetmeden ona döndü ve sıkıca sarıldı.

“Üzgünüm Hena, başına bunun gelmesini engelleyemediğim için çok üzgünüm.”

Athena duygulanmasına sinirlendiyse de kendini kontrol etmeyi başardı, ağlamadı. Karşılık olarak Ares’e sarıldı. “Ares, Dünya iyi, onu merak etme…”

Ares doğruldu. “Biliyorum, şu anda çocukların yanında. Sen neden yönlenmedin?”

“Dünya seninle mi?” dedi gerileyerek. “Ama nasıl olur? Kapı yok. Nasıl yönlenmiş olabilir?”

“Başka güçler söz konusu Hena.” Dedi telaşla ve ekledi. “Fazla vaktimiz yok. Hypnos sayesinde Morpheus’un güçlerine müdahale edebildim ama zaman sınırlı. Az daha sabret, seni oradan alacağım.”

Rüya dağılmaya başlamıştı, sadece Ares’in iradesi sayesinde tutunuyordu. Ares onun yüzünü sıcak avuçları arasına aldı. “Dünya bana her şeyi anlattı, sakın endişe etme. Büyün bozulduğunda, bağlılığından da kurtulacaksın, dert etme.”

Athena güldü. “Kurtulmak mı?” Dedi ve ekledi. “Sanırım bunun için çok geç kaldım.”

Ares’in şaşkınlığını izlerken rüya tamamen dağıldı ve Athena hücresinde doğruldu. Tamon’un dikkatle onu izleyen gözlerinin parıltısı altında rahatlayarak gerindi. Dünya eve dönmüştü, Ares her şeyi çözmek üzereydi ve büyüsü de yapan tarafından bozulmuştu. Sırıttı. Acaba büyü çarpması kimi vuracaktı? Ghede olmasını diledi çünkü Morpheus’un cezasını bizzat kendisi vermek istiyordu.

Tamon’un doğrulup hırıldadığını duyunca, düşüncelerinden sıyrıldı. Ellerinde mızraklarla onlara yaklaşan yarım düzine asker koridorda belirmişti. Ayağa kalktı, anlaşılan bir şeylerin vakti gelmişti. Tamon da onunla birlikte doğruldu ve gelenlere doğru tehditkar bir kükreme saldı. Askerler hayvanı oradan uzaklaştırmak için korkutmaya çalışıyorlardı. Fakat Tamon’un vaz geçmeye niyeti yoktu. En yakındaki mızraklı askerleri birkaç pençe darbesiyle geriletti ve mızraklarını güçlü vuruşlarla kırdı. Askerlerin cesareti pamuk ipliğine bağlıydı, Athena’ya seslendiler.

“Sizi oradan çıkaracağız, lütfen, onu sakinleştirin.”

Athena kollarını göğsünde kenetledi. “Sizi izlemeyi tercih ederim.”

Lafı biterken Tamon kulakları yırtan bir kükremeyle koridoru inletti. Askerler neredeyse titriyorlardı, Dea’nın hayvanının gücüne defalarca şahit olduklarından korkmaları normaldi. Sadece Dea’nın emrini dinleyen hayvanı öldüremezlerdi de, Dea’nın hışmından daha çok çekiniyorlardı. Birkaç asker daha koşarak geldi ve bağırarak atak yaptılar. Tamon için zor değildi, birkaç çevik sıçrayış ve darbeyle askerleri yaralama pahasına geriletmeyi başardı. Yaralı askerleri çeken askerler kararsız kalmışlardı. Tedirgin bir duruşla arkada kalan sorumlu askere baktılar, ne yapacaklarını bilemiyorlardı. Kıdemli asker çaresizce gerileme emrini verdikten sonra diğerlerini koridor başına dek çekti ve oradan uzaklaştı. Tamon ise hala tetikteydi.

                                                *    *    *    *    *

Ona sunulan yemeklerin hiçbirine dokunmamıştı. Öğrendiklerinden sonra hizmet ettiği kraliyet soyundan ve Yüce Kurul adı verilen acımasız topluluktan iğrenmişti. Çocukluğundan beri korumaya çalıştığı yapı bu muydu? Aptal bir taşa verilen kurbanları düşündükçe içi öfkeyle doluyordu. Onca kurbana rağmen launları engelleyemiyorlardı ama yine de insanları ölüme göndermekten vaz geçmiyorlardı. Kraliçeler ise sadece kendi zevkleri için kurallar koyup yasalar icat etmekten geri kalmamışlardı. Kadın üstünlüğü düzeni sağlıyordu ama eşitsizlik insanları baskı altında tutuyordu. Şansın varsa gerçekten mutlu olabiliyordun. Sevgi bile yasalara tabiydi.

“Neden konuşmuyorsun Deacas?”

Başını kaldırıp ona seslenen krala baktı, adam yine sarhoştu. Gerçi babası kraldan önce sarhoş olmuştu, hatta sızmak üzereydi. Annesinin uyaran bakışları olmasaydı çoktan devrilmişti. Onun yerine Tenq cevap verdi.

“Dinlenmeye fırsatı olmadı, değil mi eşim?”

Onaylarcasına başını salladı. “Kusura bakmayın.”

Tenq anlayışlı bir tavırla uzanıp masada duran elini tuttu. Dea dokunuşun etkisiyle kasıldı, başını kadına çevirdiğinde Tenq gülümsedi. “İstersen dinlenmeye geçebiliriz.”

“Gerek yok.” Dedi çabucak ve doğrulup elini, Tenq’in elinden çekti. Kadehine uzandı. “O kadar yorgun değilim.”

“O zaman bir şeyler ye!” dedi Ganor gergin bir tonda.

Aksi cevap vermedi ama yemeğe de uzanmadı. İçkisinden küçük bir yudum alıp kadehi masaya bıraktı. Tenq’in yakınlaşma girişimleri iyice canını sıkıyordu, sert bir tepki vermemek için konuyu değiştirmeye karar verdi.

“Baş Orun olarak kim seçilecek, karar verildi mi?”

Ganor hoşnutsuz bir tavırla başını çevirirken Tenq, onu cevapladı. “En iyi aday büyük kuzenim ama liderlik tecrübesi fazla yok.”

“Liderlik yapmasına gerek yok.” Dedi kral, gülerek ekledi. “Kimseden Deacas olması beklenmiyor.”

Ganor ve onun dışındaki herkes bu lafın üstüne kıkırdadı, tek keyifsiz olan ikisiydi. Tenq fırsattan istifade ederek elini onun bacağının üstüne koyunca, boş bulunan Dea irkildi. Masadakilerin fark etmediği bu dokunuşun ardından Tenq yumuşak bir sesle konuştu.

“Kimse eşim gibi olamaz zaten.”

Yüksek masa ve gizleyici açı yüzünden cesaret alan Tenq elini onun bacağında ilerletirken Dea kadının elini son anda tuttu ve ters bir bakışla kadına baktı. Tenq hiç aldırmadan elini onun elinden çekti ve sırıttı. Dea gecenin devamı konusunda korkmaya başlamıştı. Henüz kraliçe seremonisi tamamlanmamıştı ama yıldızlar tarafından seçilen eş olduğu için tamamen Tenq’in kontrolündeydi. Beden diline göre de, Tenq sabırlı durmak niyetinde değildi.

“Bu arada…” diye ilgiyi kendi üstüne çekti Tenq. “Ganor’un Yaşlı Ruh ilanı için beklemeye gerek olmadığını düşünüyorum. Kül töreninden sonra duyuru yapılsın. Sonuçta bu beklenmeyen bir durumdu ve onaylamak için kraliçeliğimin tasdik edilmesini beklemem gereksiz. Zaten bu tahta çıkışın uzun sürmesinin anlamı yok. Neden günlerce süren bir süreç yapılmış ki!”

Kral sarhoş ağızla açıklamaya çalıştı. “Tarihimiz boyunca tek aday olmadığı dönemlerde oldu. Kimin daha…”

“Soru sorduğumu sanmıyorum.” Dedi Tenq adamın lafını keserek. “Şimdi tek aday benim ve kraliçeliğim sorgulanamaz.” Sonra Ganor’a döndü. “Haksız mıyım Ganor? Acaba Yaşlı Ruh olunca bu konuda bir şeyler yapamaz mısın? Rakibimin olmadığı bir süreci uzatmanın anlamı yok. Evliliği tamamlamak için de beklemek istemiyorum.”

Ganor bu gece ilk defa hoşnut bir şekilde başını salladı. “Çok iyi bir fikir kraliçem! Yasayı bozmayız ama uygulanışı duruma göre hızlandırılabiliriz.”

“Böylece herkes mutlu olur.”

Dea birbirlerine sırıtan kadınlara bir şey dememek için yanağını çiğniyordu, son laf üzerine kadehine uzandı ve tek dikişte hepsini içti. İçki boğazını yakarken kadehi sertçe masaya vurdu. Ayrılmayı düşünürken salonun ana kapısı açıldı ve Enyonas kapıda belirdi. İzin ister gibi Ganor’a bakıyordu. Ganor, kadına yaklaşmasını işaret edince; Enyonas, onlara doğru yürüdü. Ganor’un kulağına eğildi ve eliyle ağzını siper ederek fısıldamaya başladı. Ganor kadını dinlerken bakışlarını Dea’ya çevirdi ve ifadesi sertleşti. Enyonas doğrulmadan Ganor dönüp kadının kulağına bir şeyler fısıldadı, sonrasında onun cevabını dinledi. Tenq ise bu gizemden rahatsız olmuştu, yine de beklemeyi seçti.

Enyonas doğrulduğunda, Ganor bakışlarının hedefindeki Dea’ya daha da kinlenmişti. Bu kini sesine de yansıdı. “Hayvanını geri çek Deacas.”

“Ne demek istediğini anlamadım.”

“Bana numara yapma! Neyi kast ettiğimi biliyorsun!”

“Ona emir verebildiğimi nereden çıkardın?”

Ganor öfkeyle elini masaya vurunca uyuklayan babası ve sızmak üzere olan kralın gözleri açıldı. Ganor ikisine de bakmadan bağırdı. “Odalarınıza gidin!”

İki adam sarsakça ayaklanırken onlara yardım etmek için askerler koşarak geldi. Enyonas’a da kapı dışında beklemesini söyleyince, salonda sadece üçü kalmıştı. Ganor daha sakin bir tonda konuştu.

“Hayvanını geri çek!”

Tenq araya girdi. “Bahsettiğin hayvan, Tamon mu?” Ganor onu onaylayınca gergin bir sesle sordu. “Burada neler olduğunu bana açıklayın!”

“Deacas, aptal hayvanı zindana göndermiş, kadının yanına kimseyi yaklaştırmıyor.”

“Neden?” dedi Ganor yeniden Dea’ya dönerek. “Onu neden koruyorsun?”

“Ben Tamon’a emir vermedim, kendi başına karar vermiş olmalı.”

Onun rahatlığı karşısında çileden çıkan Ganor öfkesini bastıramadı. “Onun senin sözünden çıkmadığını biliyorum Deacas, beni kandıramazsın! Kimi kimden koruyorsun?”

Dea rol yapmayı bıraktı, gözlerini annesi doğrulttu. “Benim dışımda kimse ona yaklaşamaz.”

Ganor çıldırmış gibi elindeki bastonu masanın üstündeki eşyalara savurdu, yere saçılan kristal kadeh ve tabaklar parçalanırken kadın ayağa kalktı.

“Son kez uyarıyorum Deacas! O lanet olası hayvanı geri çek!”

“Hayır.”

Ganor’un yüzü kıpkırmızı olmuştu. Sözünün dinlenmemesine hiç alışık değildi. Tenq de ayağa kalktı ve Dea’nın hemen dibine dikildi.

“Tüm bunlar ne anlama geliyor?”

Dea gözlerini kapatıp derin bir nefes aldı ve o da ayağa kalktı. Tenq’e doğru döndü.

“Anlamı şu, üzgünüm kraliçem ama zindana attığınız Athena benim için çok değerli. Sebepsiz yere onu hapsettiğinize göre aklınızda bir plan var ve bu beni kaygılandırıyor. Onu incitmenize asla izin vermem.”

Tenq bir an donup kaldı, sonra yavaşça konuştu. “Yaverin doğru söylüyormuş. Bu davranışının beni ne duruma düşürdüğünü anlamıyor musun? Sadakatsizliğini gizlemek için onca uğraştıktan sonra, hayvanını o kadını korumak için nasıl gönderirsin? Bu ihaneti nasıl örtmemi bekliyorsun?”

“Athena ile uğraşmayı bırakın, ben de rolüme devam edeyim ama başka bir şey beklemeyin benden.”

“Rol mü?” dedi Tenq iğrenç bir şey tatmış gibi yüzünü buruşturarak. “Ben senin rol yapmanı istemiyorum, her şeyinle bana ait olmanı istiyorum. Başkasını düşündüğünü anlamadığımı mı sanıyorsun Deacas? Gözümün önünde başka bir kadına ilgi göstermeni izleyecek değilim.”

“Hepimizi öldüreceksin Deacas!” dedi Ganor bir kez daha şansını deneyerek. “Yasalar katıdır ve ceza tüm aileyi kapsar.”

Dea kararında ısrar etti. “Tamon bir hayvan ve benim emrimi dinlediğini kimse kanıtlayamaz. Hayvanın içgüdüleri de beni bağlamaz, size ihanet etmiş sayılmam kraliçem. İstediğiniz zaman oldukça ikna edici olabiliyorsunuz, benim bu olayda ilgim olmadığını söylerseniz kimse karşı çıkamaz. Size söz veriyorum, Athena güvende olduğu sürece hiçbir emrinize karşı çıkmayacağım.”

Tenq, konuşmak üzere olan Ganor’u elini kaldırarak susturdu ve Dea’ya geri döndü. Genç adamın kusursuz yüz hatlarını gözleriyle süzerken elini uzattı ve parmağını onun dudağına hafifçe bastırdı. Gözlerinde özlem dolu bakışlarla, taş kesilmiş adamın dudağını okşadı ve gözlerini onun gözlerine kaldırdı.

“Bana ihanet ettin mi?”

Konuşmasına izin verdiğini göstermek için parmaklarını biçimli dudaklardan çekti fakat Dea kararsızdı. Kalbine ve öpücüklerine sahip olan kişi Athena’ydı, Tenq ise gelecek vaatlerine sahipti, her ne kadar kendi kararı olmasa da… Bu durumda kime ihanet ediyordu? Yutkundu ama cevap veremedi. Tenq anlayacağını anlamıştı, derin bir nefes alıp bir adım geriledi. Kararını vererek Ganor’a döndü.

“Athena ölecek.”

Dea panikleyerek Tenq’in kolunu tutunca, kadın hırsla kolunu ondan çekti ve itti. “Öyle ya da böyle, o kadının bu gece ölmesini istiyorum.”

“Tenq! Bunu yapma!”

Tenq tokatlama niyetiyle elini kaldırdı ama kıyamayıp indirdi. “Seni benim elimden almasını izleyecek değilim. Askerler!”

“Eğer ona zarar verirsen, bu evlilik asla gerçekleşmez.”

Koşup gelen askerlere aldırmadan kahkaha atan Tenq çıldırmış gibi konuştu. “Bu evlilik gerçekleşecek sevgili eşim, sen ne yaparsan yap.” Sonra aklına gelmiş gibi Ganor’a döndü. “Şu hayvanı ne yapacağız.”

Ganor rahatça cevapladı. “Birini öldürmek için illa yaklaşmak gerekmiyor. Okçuları gönderdim, emrini bekliyorlar.”

Tenq daha da keyiflendi ve askerlere Dea’yı yakalamalarını ama zarar vermemelerini söyledi. Dea onu tutan kalabalığa karşı fazla direnemedi, üzüntüsünden yıkılmıştı. Çaresizce ikna etmeye çalışması da boşunaydı. Onu zorlukla tutan askerlerin ellerinden kurtulmak için debelenirken Tenq yaklaştı ve yüzüne doğru fısıldadı.

“Değerlini kurban olarak sunarken izlemeni sağlayacağım sevgili eşim. Böylece yerini hatırlamış olursun ve sorumluluklarını bilirsin.” Sonra doğruldu ve askerlere emir verdi. “Eşimi odamıza götürün ve çenenizi kapalı tutun.”

“Anne! Onlara zarar vermesine izin verirsen, hiçbirinize acımam.”

Ganor onu sürükleyen askerlere seslendi. “Bekleyin!”

Askerler duraksayınca, masadan bir peçete aldı ve üzgün bakışlarla ona yaklaştı. Peçeteyle genç adamın açılan dudağından sızan kanı sildi ve oğluna gülümsedi. Sonra çevik bir hareketle Dea’nın kemerine uzandı, elindeki peçeteyi hançerin kabzasına sarıp çekti aldı. Elinde hançer doğruldu ve gülümsemesi soldu.

“Kralınızı odasına şimdi götürebilirsiniz.”

Dea öfkeyle atıldı ama kollarını tutan adamlardan kurtulamadı. Güç bela onu dışarı çıkardılar ve kraliçenin odasına taşıyıp onu sıkıca sandalyeye bağladılar. Kapıyı kapattıklarında Dea tüm hiddetiyle bağırdı, tüm bedeni yanıyordu sanki. Çaresizliği saf öfkeye dönüşmüştü, kendine zarar verme pahasına bağlarını zorladı ama nafile. Aklını kaybetmek üzereyken korkunç bir çare zihnine sızdı. Derin nefesler alarak odaklanmaya çalıştı. Öğrendiği bilgileri ve herkesten sakladığı güçlerini kullanabileceği bir plan oluşurken düşüncelerini Tamon’a yönlendirdi. Sevdiği kadın uğruna riske girecek ve sonuna kadar gidecekti. Gerekirse tüm diyarı ateşe verecek kadar gözünü karartmıştı.

                                                *    *    *    *    *

Tüm boyutlara açılan taş odada adımlayan Ares iyice sabırsızlanmaya başlamıştı. Yanında sadece Dünya vardı, diğerleri hazırlıkları yapmış bekliyorlardı. Dünya gözleriyle onu takip ederken bıkkınca söylendi.

“Otur artık Ares, başım döndü.”

“Neden hala gelmedi? Beklemek sinirimi bozuyor.”

“Onu ikna ettiğini söylememiş miydin?”

Ares ona döndü. “Anlaşmayı onayladım ama isteğinden vaz geçerse, onu zorlayacak gücüm yok.”

Dünya ayağa kalktı ve altın gözlüye yaklaştı. Ares hiç nazlanmadan kollarını açarak karısını kucakladı. Dünya yakışıklı ölümsüzün gözlerine bakarak konuştu. “Her şey yoluna girecek, merak etme. Hena’yı oradan alacağız, ona hiçbir şey olmaz.”

“Buna nasıl emin oluyorsun? O boyutlar çok değişken ve kapıyı araladığımızda, kimseye zarar vermeden iblis ordularını kontrolünü sağlamak da zor olacak. O boyutların dengesi çok kararsız. Karmaşada Hena’nın zarar görmesinden korkuyorum.”

“Karamsar olma sevgilim. Sen en güçlü iblis efendisisin, ayrıca herkes savaş için hazır. Diğer evlerden de yardıma gelen var. Hena yeteneklerini kaybetmiş olabilir ama yanında onu her zaman koruyacak biri var.”

Ares’in yüzü asıldı. “O herif de benim canımı sıkıyor. Umarım büyü bozulduğunda, Hena adam için üzülmez.”

“Neden üzülsün ki?”

“Çünkü kardeşime aşık olduğu için o herifi bir güzel benzeteceğim. Büyü altında olduğunu bilerek Hena’nın duygularını kullanıyor.”

Dünya umutsuzca başını salladı. “Sen iflah olmazsın Ares!”

“Ne?” dedi kollarını biraz daha sıkarak Dünya’yı kendine çekti. “Yüzyıllar sonra bir sürü kardeşim oldu ve şimdi de sırayla eş edinmeye başladılar. Beni mi beklemişler!”

Dünya durumun tuhaflığına rağmen güldü ve Ares’in dudaklarına uzandı. Ares düşünmeden eğildi ve ona can veren dudakları aşkla kavradı. Masum başlayan öpücük, ikisinin katkısıyla güç kazanınca, Dünya isteksizce kendini geri çekti.

“Hey, burada duralım yoksa kötü yakalanacağız.”

Ares eğilip kısa bir öpücük daha çaldı ve doğruldu. “Haklısın papatyam. Elimde değil seni çok özledim.”

“Seni seviyorum.”

Ares boğuk bir sesle fısıldadı. “Seni seviyorum.” Ve eğilip alnına küçük bir öpücük bıraktı.

Taş odanın havasındaki küçük değişiklik Ares’i uyarırken; Ares, kollarını çözdü ve beklentiyle, oluşan yırtığa baktı. Hava gelen gücün etkisiyle çatırdarken yırtık genişledi ve içinden Baal tüm görkemiyle çıktı. Bakışları ikilinin üstünde hızlıca dolandıktan sonra Ares’e döndü.

“Yerinde olsam, eşime bu kadar güvenmem. En büyük darbeler en yakınlarından gelir.”

Ares, elini tuttuğu Dünya’ya kısa bir bakış atıp Baal’a döndü. “Sana hak verecek kadar tecrübe edindim.”

Dünya onun parmaklarını sıktı ama Ares’in canını acıtmak için değil. Uyarıyı alan Ares boğazını temizledi ve konuştu.

“Biz hazırız. Tedbirimizi aldık, işimiz bitene dek iblis ordularını püskürteceğiz. Aklıma takılan bir soru var, aradığın kişinin Zenwar’da olduğuna nasıl emin olabiliyorsun?”

“Athena’yı araştırmak için gönderdiğim iblislerin çoğu geri döndü, sadece Zenwar’a gönderdiklerim dönmedi. Benim boyutlarımda kimse iblislerime karşı koyamaz, Athena da bu etkiden muaf değil. Sadece işaretime sahip olan kişi, iblis komutanlarımı öldürebilirdi. O, Zenwar’da! Onu bul ve anlaşmamıza uy.”

“Zenwar’a gönderdiklerin, Athena’ya zarar verebilecek kadar güçlü müydü?”

Baal başını salladı. “Boyutlarımda benim gücüne kimse karşı koyamaz. İblis komutanlarım süre bitmeden Athena ile karşılaşsalardı ve kim olduğunu anlayamasalardı, seninle anlaşma yapma olasılığım olmayacaktı.”

Ares gözlerini kısarak Baal’a doğru adımlayınca, Dünya onu çekti. “Ares…”

Uyarı üzerine tepkisini azaltan Ares, Baal’a doğru konuştu. “Bu olasılık için şanslısın.”

Baal, tehdit karşısında kayıtsızlığını korudu. Dünya konuya geri dönmek için araya girdi.

“Şu aradığın kişi her kimse, Ares onu nasıl tanıyacak?” derken zihninde bir şimşek çaktı. Ve tereddüt ederek sordu. “O kişiyi neden arıyorsun?”

“Anlaşmayı Ares ile yaptım anahtar, seninle değil. O kişiye ne yapacağımı sana anlatacak değilim. Fakat bir şey biliyorsan, bizimle paylaşsan iyi olur.”

Dünya düşüncesini açıklayıp açıklamama konusunda kararsızdı. Zenwar’da iblislere karşı koyabilen bir kişi tanıyordu, ona da zarar gelmesini istemiyordu. Keşke Ares’i anlaşmanın içeriği hakkında biraz daha zorlamış olsaydı, belki ağzından laf alabilirdi. Acaba Baal’ın Dea ile ne derdi vardı da aslında hiç umursamayacağı bu işe girişmişti. Yanıt bekleyen adama başını salladı.

“Ne bileceğim? Bana bir şey anlatan mı var?”

Ares şaşkın bir ifadeyle ona bakınca, o da ters bir bakışla adamı susturdu. Adamın bu huyunu bir türlü düzeltememişti, planlarının ayrıntılarını hep kendine saklayıp riske kendi giriyordu. Dünya yeniden Baal’a döndü.

“Aslında ben de Ares’e katılmalıyım, tek başına olmasından daha iyidir.”

“Hayır.” Dedi Ares. “Bir kere daha oraya gitmeni istemiyorum, yirmi gün bana yetti.”

Baal onun geçiştirip bir şey bilmediğini iddia etmesine pek ikna olmamıştı ama Ares’in görevi başaracağına inandığından ses çıkarmadı. En büyük sırrını, Olimpos’un liderine açıklamaya karar vermişti, eğer görev başarılı olursa… Yani Ares’e o kadar güvenmek istiyordu. İşlerini kolaylaştıran ve düşüncelerinden emin olmasını sağlayan ipucunu Ares’e vermek için Dünya’nın da odadan çıkmasını istedi. Ares’e elbette güveniyordu ama eşler konusunda riske girmeyecekti. Dünya odadan çıktığında, Ares’e doğru yürüdü ve hiç beklemediği bir anda kucağına düşen ipucunu ortaya çıkarmadan önce bir kez daha uyarmayı ihmal etmedi.

“Sana söyleyeceklerimi başkası öğrenmemeli, özellikle Tanit.” Dedi hançeri kemerinden çekti ve sadece Ares’in duyabileceği bir tonda konuşmaya devam etti. Son bilgiler de değiş tokuş yapıldıktan sonra, kurulan plan işlemeye başladı.

                                                    *    *    *

Ne kadar zaman geçtiğini bilmiyordu, tüm enerjisi tükenmişti sanki. Bedeni güçsüzce bağlandığı sandalyeden sarkıyordu, başını kaldırmak bile zor geliyordu. Kapının açıldığını duydu, yumuşak adımlar ona yaklaştı. Bir el saçlarını okşayarak dağınık saç tutamlarını yüzünden çekti, çenesine nazikçe dokunarak başını yukarı yükseltti. Dea kurumuş dudağını diliyle ıslatarak gözlerini araladı. Tenq üzgün bir ifadeyle ona bakıyordu. Onun başını elleri arasına aldı ve karşısına diz çöktü.

“Bu kadar yaralandığını fark etmemiştim Deacas, üzgünüm.” Dedi ve parmaklarıyla yüz hatlarını okşadı. Şefkatli bir sesle konuştu. “Sana dokunan askerlerin hepsini öldürteceğim.”

Dea konuşmak için yutkundu. “Ellerini üstümden çek!”

Ondan böyle bir kabalık beklemeyen Tenq bir an irkildi. Yine de ellerini çekmedi. “Seni bu halde görmek kalbimi parçalıyor. Tek isteğim beni kabullenmen ve yanımda olmandı. Tüm bunlara hiç gerek yoktu, beni sevseydin, bunları yapmak zorunda kalmayacaktım.”

“Beni sürekli hapsedemezsin Tenq.” Dedi başını gerileterek, fakat kaçınacak yeri pek yoktu.

“Yapabilirim sevgili eşim.” Dedi kadın, okşayışları daha ısrarcı olmaya başlamıştı. Köprücük kemiklerinin üstünde dolanan parmaklardan kurtulmak için debelenecek gücü henüz toplayamamıştı. Kolları sırtına doğru büküldüğü için de hareketleri çok kısıtlıydı. Tenq onun bu durumundan faydalanmaktan hiç çekinmiyordu. Her bir kasını özenle okşayarak göğsüne kadar indi. İnce kumaş gömleği de onu koruyamıyordu.

“Midemi bulandırıyorsun.”

Tenq bakışlarını onun gözlerine kaldırdı, sinirlenmişti. Tokatlayacakmış gibi bir an ona baktı, sonra aniden onun dudaklarına uzandı. Dea son anda başını çevirmişti. Kadın amacına ulaşamayınca, öfkeyle saçlarını kavradı ve onun başını kendine çevirdi. Boştaki eliyle onun çenesini sıkıca tuttu.

“Ben mideni bulandırıyorum ha! O kadınları saraya adım attıklarında idam ettirseydim, çoktan yatağıma girmiş olurdun! Benim olmuştun! Şimdi mideni bulandırıyorum demek!”

Yutkunan Dea konuşmaya denedi. “Geç değil.”

“Geç değil, haklısın, hiç değilse birini idam ettireceğim.”

Onu serbest bıraktı, doğruldu. Dea’nın çenesi ve saç dipleri tutuşun etkisiyle sızlıyordu. Tenq ona bir süre baktıktan sonra yüksek ayaklı masaya gidip kendine bir içki doldurdu. Dea, kadının gergin olduğunu fark etti ve kendi gücünün de yavaş yavaş yerine geldiğini. Damarlarında akan kan yavaşça ısınmaya başlamıştı. İkinci kadehini dolduran kadını izlerken konuştu.

“Hata yapıyorsun.” Tenq başını ona çevirdiğinde devam etti. “Onu kurban edersen, launlara karşı korumanız kalmayacak. Zenwar’ı kendi ellerinle yok edeceksin!”

Tenq tüm bedenini ona çevirdi. “Ne demek bu?”

Sandalyesinde olabildiğince doğrulan Dea sırıttı, cevap vermedi. O sırada kapı çalındı. Tenq gözlerini ondan ayırmadan kapıdakine izin verdiğinde, Yüce Kurul üyelerinden biri içeri girdi. İvedi adımlarla Tenq’in yanına geldi ve kulağına fısıldadı. Dea, Enyonas’ın ne dediğini duymadı ama biliyordu. Tüm olanları Tenq odaya gelmeden önce Tamon’un gözlerinden izlemişti.

                                                    *    *    *

Athena sürüklenerek getirildiği kurban alanında olanlara inanamayan bir ifadeyle donmuş kalmıştı. Olaylar çok hızlı gelişmişti. Hücresinde otururken Tamon kımıldandı ve gözleri derinlerinden gelen bir ışıkla parıldadı. Hafif bir kükremeyle doğruldu, geldiği gibi koridor boyunca yürüyüp ortadan kayboldu. Dea bir nedenle hayvanı geri çekmişti. O an terk edildiğini hissetti, ağır bir üzüntüyle kalbi kasıldı. Dea, ondan vaz geçmişti. Hayvan onun seslenmesine bile aldırmamıştı. Derken koridor asker doldu, onu hücresinden zorla çıkardılar. Bir grup asker, onu sıkıca bağlayıp taşın az ötesinde bıraktıklarında, içinden ölümsüzlüğünün etkili olması için dua etmeye başlamıştı. Yüce Kurul üyeleri gururlu adımlarla yaklaşırken, askerler geriye çekildi, geldikleri yöne dönerek uzaklaştılar. En önde Ganor vardı. Kadının bakışları çok acımasızdı, elinde boynuz şeklinde mat metalden bir bıçak tutuyordu.

Yüce Kurul taşın yanında dizildi ve Ganor dizlerinin üstünde duran Athena’nın karşısına geldi. Sıkıca bağlı duran Athena’yı kibirli bir tavırla süzdü, eğilip ağzını kapatan kumaşı sıyırdı.

“Çok sıkıntı çıkardın Olimposlu Athena.” Dedi kadın kısık sesle. “Nihayet sonuna geldin.”

Athena çabucak etrafa bakındı, Dea’yı görmek istiyordu. Fakat genç adam ortalarda değildi, sadece çok ileride karanlıkta parıldayan bir çift göz fark etti. Tamon idi. Onları izliyordu. İri gözlerinin parıltısı, ona Dea’nın gözlerini anımsattı. Acaba bağlantıda mıydı? Onun başına gelecekleri mi izliyordu? Neden? Ganor ilgisini çekmek için eliyle çenesini tutup sertçe kendine çevirince Tamon ile olan göz teması kesildi.

“Boşuna yardım arama.” Dedi ve parmaklarıyla onun çenesini sıkarken eğildi, kulağına fısıldadı. “Sen burada kanını dökmeye hazırlanırken Deacas yataklarında kraliçeyi memnun ediyor.”

Kadına inanmıyordu ama olasılığı dahi göğsünü yakıp geçmişti. Tamon’un gözlerinden onu izlediğine göre Dea, kraliçeyle birlikte olamazdı, değil mi? Kıskançlık ve üzüntünün bir insanın canını bu denli acıtması anlamsızdı. Gözlerinin önünde genç adamın çekici gülümsemesi belirirken gözlerine dolan yaşları zorlukla kontrol etti.

“Sen ne biçim bir annesin.” Dedi kısılmış sesiyle. “Senden daha şefkatli iblisler tanıdım. Kendi oğluna hiç mi acımıyorsun?”

Ganor gözlerini kıstı. “Deacas lanetli!” diye tısladı, kimsenin duyamayacağı bir sesle ekledi. “Onun var olmaması gerekiyordu, iğrenç laun soyuna adımı verdiğim için şanslı. Borcunu ödemektense, bana ihanet etmeyi seçti, piç! Laun babası gibi beni ortada bırakacaktı.”

Athena şaşaladı. “Laun mu?”

Ganor fazla konuştuğunu fark edip doğruldu ve onları dinleyen biri var mı diye bakındı. Tüm üyeler odaklanmış dua ediyorlardı. Athena tekrar sordu.

“Ne dediğini açıkla!”

“Kapa çeneni!” dedi kadın sertçe. “Ölmek üzeresin, soru soracağına duanı et.”

Athena ayağa kalkmaya çalıştı ama bacaklarındaki bağlar yüzünden kımıldayamadı, düşmemek için dengesini zor korudu. Dea’nın tuhaflığının nedenini anlamaya başlamıştı, o sıradan bir insan değildi. Annesinin itirafına göre, babası iblis idi ama nasıl olurda, Ganor gibi bir kadın bir iblisle birlikte olurdu. Ayrıca iblislere özgü belirtiler göstermeyen Dea melezlere de benzemiyordu.

“Cevap ver Ganor!” dediğinde kadın panikle ona sert bir tokat attı.

Athena geriye doğru savrulduğunda, uzaktan öfkeli bir kükreme duydu. Ganor ve diğer üyeler, dehşet içinde sesin kaynağına bakarken Athena da kendini geriletti. Tamon korkunç bir kükreme daha saldı, onlara yaklaşmıştı ve saldırmamak için kendini zor tutuyordu. Ganor hayvanın varlığı yüzünden bir an kararsız kaldı, yanlarında güvenebilecekleri askerler yoktu. Üyeler de bu kadar güçlü bir hayvanı durduramazlardı, yanlarındaki tek silah da ayin bıçağı idi. Tamon durakladı ve dişlerini göstererek pozisyonunu aldı. Gözleri alevle dövülmüş elmaslar gibiydi, muhteşem renkteki güzellikleri kan dondurucuydu.

Derken hava ağırlaştı ve insanın nefesini kesen bir güç etrafa yayıldı. Aynı anda havayı saran yırtılma sesleri birkaç üyenin korkuyla çığlık atmasına neden oldu, kaçmamak için kendilerini zor tutuyorlardı. Ganor bile ne yapacağını bilememişti. Kısacık bir zamanda olan bu kontrol kaybı kadını felç etmişti. Oluşan iblis geçitlerinden geçen devasa altı iblis zemine adım attığında, taş korkunç bir ses çıkardı. Hissedilen basınç çok fazlaydı, güç resmen somut bir hale dönüşmüştü. Ellerinde silahlarıyla Athena’nın çevresini saran iblislerin gözleri alev alevdi. Son derece disiplinli tavırlarla onu koruma çemberine alan iblisler köze dönüşmüş bakışlarını doğrudan Ganor’a diktiler. İçlerinden biri Athena’nın yanında diz çöktü.

Genizden gelen kalın bir sesle konuştu. “Seni taşımak için çağrıldık, geçidi güvenle kullanabilirsin.”

“Kim çağırdı?” dedi Athena cevabını tahmin etse se, duymak istiyordu.

“Komutan Deacas, yolu açmamızı emretti. Fazla zamanımız yok, taş uzun süre dayanmaz.”

Athena olanlara inanamıyordu. Dea, onu kurtarmak için her şeyini riske atmıştı. Gözleri ona kinle bakan Ganor’a döndü. İblislerin ardından gittiğinde, bu kadının Dea’nın hayatını cehenneme çevireceğine emindi. Öte yandan bir daha buraya dönemeyecekti, Dea’yı bir daha göremeyecekti. İblis yeniden homurdandı.

“Geçmek için hazırlan!”

Havada dolanan gücün zayıfladığını hisseden Athena bakışlarını, iblisin alevli gözlerine çevirdi. Ona bakarken iblisin gözleri parıltısını kaybetti ve simsiyah birer boşluğa döndü. Diğer iblislerle birlikte Tamon’un da bağlantısı kopmuştu. Yine de değişen bir şey yoktu, iblisler ona yardım edecekti, Tamon ise korumacı bir tavırla üyeler ile arasında duruyordu. İçi titreyerek nefeslendi. Arkasındaki taştan yükselen çatırtı ve iniltiler iyice artmıştı. İblis ona uzandığında, kendini geri çekti ve çevik bir zıplamayla ayağa kalktı. İblise bağlarını kesmesini söyledikten sonra Ganor’a döndü.

“Deacas’ı kraliçenin yatağından alıp buraya getirin yoksa launları şehre salarım.” Dedi ve sırıttı. “Sanırım onları elindeki aptal bıçakla durduramayacağının farkındasındır.”

“Seni lanet olası…”

“Hey, kaba olmaya gerek yok. Deacas’ı getirmek için fazla zamanınız kalmadı, taşa bir göz at istersen.”

İblisler onun ardında heykel misali dikilirken Ganor tehdidin gerçekliğinin farkındaydı. Enyonas’a işaret etti, kadın ardına bakmadan koşarken Ganor tüm kiniyle ona döndü. Athena ise gururla başını doğrultup Dea’yı beklemeye başladı. Bir yandan da genç adamı onunla gelmesi için nasıl ikna edeceğini düşünüyordu. Ailesine ve sorumluluklarına düşkün olan Dea’nın isteğini ret etmesinden çekiniyordu. Sevdiği adamın bir kez olsun bencil davranmasını tüm kalbiyle diliyordu fakat umudu yoktu.

Yüce Kurul üyeleri mümkün olduğunca onlardan uzakta yere çökmüş korkuyla duaya devam ederken, yoldan gelen askerler de saldırı emri için yığılmaya başlamışlardı. Az sonra bu yığılmanın sebebi de teşrif etti. Tenq yanında Dea olduğu halde göründüğünde Athena’nın kalbi göğsünün içinde zıpladı. Dea normalin ötesinde solgun görünüyordu ve düzgün yürümekte zorlandığı belliydi. Genç adamın yaklaşmasıyla, iblisler tek ellerini göğüslerine atıp pençe misali tırnaklarıyla derilerini yoldular ve selam olarak hırladılar. Athena bu selamı biliyordu ama diğerleri bilmediğinden hepsinin yüzü sarardı, hatta üyeler ve bazı askerler başlarını çevirdiler. Bu iblisler gerçekten de Dea’nın hükmündeydiler.

Hiç yorum yok:

Seri Hikayelerin Düzeni

TUTSAK SERİSİ 1. Kitap    Tutsak 2. Kitap    Anahtar 3. Kitap    Dünya 4.Kitap    Cehennem Hikayelerin dizilişi bu şekildedir. Diğer ...