Sarayda Ferhat Paşa odasında masasına doğru eğilmiş, önündeki evrakları inceliyordu. Akşam olduğunu geç fark etmiş olacak, gözleri görmemeye başlayınca şaşkınca etrafına bakındı. İyice loşlaşmış odada gözlerini gezdirdikten sonra dışarıda bekleyen hizmetliye mi seslense yoksa kendi yaşlı dizlerine kuvvet ayağa mı kalksa diye bir an düşündü. Yapacağı şey; odanın ortasından sarkan küçük, kristal avizeyi açacak düzeneğe kadar yürümekti.
"Gözünde büyütme Ferhat" dedi kendi kendine yerinden doğrulurken. "Hazır yürüyebiliyorken kalk bakalım."
Ferhat Paşa ihtiyarlığını olduğundan daha fazla hissetmek istercesine ellerini dizlerine koydu ve söylenerek kalktı. Avize düzeneğini açmak için düğmenin yanına varırken aklı birkaç oda ötede, bir çeşit suskunluğa bürünen Selim'e kaydı. Vahşi ve acımasız ruhu insanı ürperten bir dinginliğe geçmişti ve Ferhat bu halinden daha endişeleniyordu. Murat durdurmasaydı sarayın yarısını katledeceği kati olan bu gencin, küçük tatlı Selim olduğuna inanmak çok zordu. Başına neler geldiğini bir yere kadar biliyordu ama devamında yaşadığı hayat berbat bir yaşam olmalıydı ki, genç adamın o muhteşem kişiliği tamamen tersine dönmüştü.
İçinden valide sultan ve kadını kandıran gözdeye bir kez daha rahmet okuyarak avizeyi açtı. Oda birden aydınlanınca gözlerini hafifçe kıstı ve avizenin aydınlık ayarını biraz azalttı. Yaşlı gözleri için bu kadar aydınlık kâfiydi, zaten okuduğu rapor da az kalmıştı. Masasına doğru dönmüşken kapı hiç çalınmadan sertçe açıldı. Ferhat Paşa bu baskını yapan densize doğru kaşlarını çatarak döndü ve kim olduğunu görünce kaşları havalandı.
"Bir sorun mu vardı Nejat Bahri Bey?"
Nejat Bahri yanında iki izbandut ile odaya girdi ve küçümser bir bakışla Ferhat Paşa'yı süzdü. Ferhat Paşa saygısız girişin sebebini merak ederek adamın yanındaki açık kumral, sert bakışlı adamlara göz attı. Türk'e benzemediklerini fark edince huzursuzca Nejat Bahri'ye döndü.
"Sualime cevap isterim beyefendi, bu hareketinizin sebebi nedir?"
"Asıl soru sormaya gelen benim Ferhat!" diye sert bir sesle söylendi. "Ne işler çeviriyorsun?"
Gayri resmi hitap tarzı ve konuşma şekli Nejat'tan beklenmeyecek kadar sıradışıydı. Ferhat Paşa rahatsızlığını gizlemeden sinirle konuştu.
"Odamdan çıkın! Ne makamınız, ne kişiliğiniz benimle bu şekilde konuşmanıza yeterli değil!"
"Öyle mi!" dedi alaycı bir sırıtışla Ferhat Paşa'ya doğru bir adım atan Nejat. "Sizinle kim bu şekilde konuşabilir? Koruduğun ve serbestçe gezinmesine müsaade ettiğin adam mı?"
Huzursuzluğu iyice artan Ferhat Paşa ifadesini hiç değiştirmedi. Bu nifak sokucu, çıkarcı adamın bunca yıllık sırrı öğrenmesine ihtimal yoktu. Şehzade Murat'ın ismini bile çok ender zikrederdi ki, genç adamın bu konudaki dikkati müthişti. Zihninde bir ışık yandı. Selim'in katlettiği nöbetçilerin yerine dört asker daha alınmıştı ve Ferhat bu adamları yeterince sorgulayamamıştı. Göğsü sıkıntıyla daraldı, ya onlardan biri Nejat'ın casusuysa...
Nejat Bahri, adama eğlenir bir suratla baktıktan sonra sahte bir iç geçirdi.
"Ya işte gün olur devran döner azizim. Padişahımızın ve değerli sadrazamımızın burnunun dibinde ne işler çevirdiğinden haberim var. Şuraya otur da, konuşmaya başla Ferhat. Benimle işbirliği yapman her bakımdan daha hayırlıdır."
Nejat gösterdiği koltuklardan birine doğru yöneldi ama Ferhat Paşa hala olduğu yerde sakin bakışlarla adamı süzüyordu. Sadrazam yaveri olarak sadrazamdan daha gösterişli olmayı seven bu adam Murat'ın sırrını öğrense de ne yapabilirdi ki? Bu bilgi, onun ne işine yarardı? Ellerini sırtında kenetleyip hoş görmeyen bakışlarını adamın kibirli ifadesine dikti.
"Haddini pek aştın Nejat Bahri!" dedi uysal bir sesle. "Sen söyle bakalım, ne işler çeviriyorsun?"
"Şu durumda hesap vermesi gereken suçlu sensin." dedi bacak bacak üstüne atarak. Kapının dibinde bekleyenleri belli belirsiz işaret ederek ekledi. "Onlar dilimizden anlamazlar o yüzden rahat ol."
"Rahat olup olmayacağımı sana soracak değilim yaver" dedi sesi bir parça sertleşerek.
Nejat Bahri keyifle güldü. "Hala kibir, hala efendicilik oynama merakı, aklını başına ne vakit alacaksın Ferhat. Her neyse, diyeceğim o ki, sakladığın adamı biliyorum. Ve ne amaçla sakladığını da..."
Adamın blöfünü gören Ferhat Paşa istifini hiç bozmadı. Ağzından laf almak için casusunun verdiği bölük pörçük bilgilerle kendince bir varsayım hazırlamış şimdi de ona doğrulatmaya çalışıyordu. Nejat tilki ise Ferhat kurttu, bu tarz oyunlara pabuç bırakacak değildi. Kendinden emin bakışlarını Nejat Bahri'ye doğrultunca adamın küçümser ifadesi sarsıldı ve huzursuzca koltuğunda kıpırdadı.
"Ben senin düşmanın değilim hatta hedefimizin aynı olduğunu söylemekte sakınca görmüyorum. Tek öğrenmek istediğim kimden emir aldığın ve sakladığın adamı ne için kullanacağındır? Sana yardım edeceğimi düşünüyorum."
Ferhat Paşa gözlerini hafifçe kısıp ellerini çözdü ve ilgilenir görünmek için Nejat'ın karşısındaki koltuğa geçip oturdu. Bu herif nedense onu kendi planlarına yakın hissetmişti. Bir şekilde çıkarlarının aynı olduğunu düşünmesinin sebebinin Osman kılığındaki Murat olduğunu tahmin etti. Casus her kimse Murat'ı tanımış olabilirdi ama Osman olarak.
"Şu Osman denen herifle aranda nasıl bir ilişki var önce ondan bahset." dedi Nejat Bahri, aklınca Ferhat Paşa'yı yola getirdiğini düşünerek. Neden düşünmesin ki, onun karşısında çözülmeyen ağız yoktu. "Senin yanına girip çıkarmış, ha bir de onun getirdiği serseri var sırada."
"Her şeyi bilirsin, bana neden sorarsın Nejat? Adamı bulmuş gelmiş, delinin teki, zapt edemeyince benden yardım dilendi."
Nejat gözlerini kıstı. "Benimle oyun oynama, niyetin bir suikast hazırlamaksa bana açıklasan iyi olur. Yoksa bu odadan dışarı çıkamazsın. Osman denen herif her yerde karşıma çıkıyor ama onu iyi tanıyan yok. Herkes ile anlaşıp kimseyi takmamasının sebebi sen misin? O herifi neden koruyorsun?"
"Kimseyi koruduğum yok. O adam arada benim için iş yapıyordu. Bilirsin bu işleri... Sonuçta senin de elin bulaşmıştır."
Nejat Bahri inanmakla inanmamak arasında gidip geliyordu. Adam o kadar sakindi ki... Fakat casusunun dediğine göre karşısında soğukkanlılıkla oturan bu adam, o iki deli divaneye oldukça saygı gösterir davranıyordu. Ayrıca Edip Nuri ile az önce görüşmüş, tarif edilen ve itinayla gözlerden saklanan adamın ona yardım eden kimsesiz katil olduğunu öğrenmişti. Edip'in bu bilgiye karşı gösterdiği endişeli ve korkak tavrı da onun keskin bakışlarından kaçmamıştı. Osman yarar sağlamaktansa başka işler peşinde olduğunu ispat ediyordu. Paranın peşinde olduğu bu kabadayının bir an önce ortadan kaldırılması zaruret halini almıştı. Konuşurken soğuk terler döken Edip'i korkutan başka sırlarda vardı ama önceliği bu adamların ne iş karıştırdığını öğrenmekti, belki sandıkları gibi taş koymaktansa onlara yardımcı olurlardı.
"Benim elim temiz" dedi ellerini iki yana açarak. "Temiz ve çok cömert. Bu cömertlikten yararlanmak istemez misin? Niyetin ne Ferhat?"
Adama doğru eğildi ve devam etti. "Benim ne kadar güçlü olduğumu tahmin bile edemezsin. Öyle ki, Osmanlı padişahından bile daha kudretliyim. Tek emrimle senin ipini çeker veya zenginlik içinde yaşatırım. Şimdi söyle bakalım nasıl bir kumpas planlıyorsun ve kime karşı?"
Ferhat Paşa suskunluğunu koruyunca Nejat Bahri çileden çıktı. Kendi gücüyle o kadar gurur duyan bir insanın övgü yerine küçümsenmesi pek tabidir ki, Nejat gibi bir adamı kolayca dengesizleştirebiliyordu.
"Anlatsana Ferhat!" diye köpürdü. "O çok güvendiğin Osman delisini elimizde, şu adamlar benim emrimi bekliyor. Lafımla boğazlanacak sen hala gerim gerim geriniyorsun karşımda!"
Ferhat Paşa'yı afallatan laf bu olmuştu. Genç adamın habersizce kaybolmasına alışkındı ama bu kesin söz, onu kuşkuya düşürmüştü. Ya gerçekten de şehzadesi yakalanmışsa... Sonra kendisini sakinleştirdi, Murat gibi akıllı ve kurnaz bir adamı yakalamak bu salaklara kalmazdı. Nejat'ın son cümlesi ise sakinleşme emeklerini boşa çıkardı.
"Diğer deliyi de yanımda götüreceğim, kal sen dımdızlak!"
"Yapamazsın!" diye kükredi Ferhat Paşa. "Hangi yetkiyle soysuz köpek! Değil senin, yedi sülalen bir araya gelse onu saraydan çıkarmaya gücü yetmez!"
Nejat Bahri bu ani ve küfürlü çıkış karşısında irkildi ama çabuk toparlandı. Hakaret karşısında mosmor kesilerek homurdandı.
"Sabrımı çok taşırdın!" diye ayaklandı. "Senin de canını almak şart oldu!"
Nejat Bahri adamı öldürmeleri için kapının yanında duran nöbetçilere doğru dönerken hiç beklemediği ve tahmin etmediği bir şey oldu. Ve korku ve dehşetle buz kesti. Ölümün soğuk nefesini yüzünde hissetmek bu olsa gerekti ve gördüğü manzaraya bakılırsa da mucizeden öte bir ele ihtiyacı vardı. Kapının önündeki adamlar, ne olduğunu anlayamadan iki darbe ile yere yıkılırken Nejat Bahri korkuyla geriye adımladı. Edip Nuri bu herifi anlatırken biraz kısa mı geçmişti ne?
Nejat'ı korkudan öldürecek bu gelişmenin birkaç saniye öncesinde konforlu odasının en konforsuz köşesinde oturan Selim yavaşça içinde bulunduğu buhrandan sıyrıldı. Kaç gündür duygusuz ve düşüncesiz bir vaziyette sadece hayatta kalıyordu. Onu uyandıran ve güdülerini harekete geçirenin ne olduğunu bilemeyeceğiz, hatta iyi mi olacak kötü mü olacak onu da tahmin edemeyeceğiz ama o, yeniden uyanıyordu, bu barizdi. İri beden, sertleşen kaslarını gererek ayağa kalktığında yüzündeki anlamsız ifade yerine bambaşka bir hale terk ediyordu. Beynindeki sessizlik derinlerden gelen bir zırıltıyla kesilirken Selim bu değişimden hem memnun hem de rahatsızdı.
Kollarını geriye attı, belini esnetti ve boynunu çatırdatarak bir tur döndürdü. Kapıya doğru baktığında, gözlerindeki eski alev daha bir tutuşmuştu. Çünkü az ötesinde kendinden daha şeytani bir varlık geziniyordu ve kendi canavarı bu dişli rakipten hiç hoşlanmamıştı. Zihninin içinde usulca ve tehditkâr bir homurdanmayla kükrüyordu. Kan kokusunu istiyordu, kırılan kemiklerin uhrevi sesini işitmeliydi, yırtılan deri ve kasların kemiklerden sıyrıldığını görmeliydi. Yatağına doğru gitti ve herkesten sakladığı ganimetini yumuşak şiltenin altından çıkardı. Ağırlığını eliyle tartarak diliyle kuru dudaklarını ıslattı ve sırıttı. Temizlemesine rağmen hafif bir koku eski keseden dışarı sızıyordu. Bu ölümün kokusuydu ve katil bu kokuya bağımlıydı.
Başını omzunun üstünden kapıya doğru çevirdi. Hırıltılı bir sesle mırıldandı. "Kana kan, karındaşım!"
Parmaklarının arasında kendi müziğiyle şıkırdayan keseyi cebine attı, kararlı adımlarla kapıya doğru yürüdü. Kaderin bir oyunu olacak akıllı casusunda içinde bulunduğu nöbetçi grubu, Selim'in komasının kalıcı olduğunu düşünerek kapıyı kilitleme zahmetinde bulunmamışlardı. Deli adam temelli aklını kaçırdı diye alay ederek görevlerini pek dikkate almıyorlardı. Şimdi dahi, Nejat Bahri'yi Ferhat Paşa'nın odasına uğurladıktan sonra ikisi uzanmak için diğer odaya geçmişti. Casus nöbetçi ve onun bu adiliğine göz yuman arkadaşı kapının karşısındaki duvara dayanmış laflıyorlardı.
Selim bir fırtına misali odadan çıkıp bu iki nöbetçinin gırtlağına çöktüğünde adamlar şaşırmaya bile fırsat bulamadılar. Bir nefeslik zaman diliminde, ikisi de camlaşmış gözleri sarayın işlemeli tavanına bakar halde yerde yatıyorlardı. Boyunlarının açısı bakan insanın kanını dondurmaya yeterdi çünkü yüzleri tavana bakarken sırtları da o yöne dönüktü. Selim eğilerek kısa kılıçlarını çekti, artık işlerine yaramayacak silahları onlarla bırakmak istemedi. Sakin atan kalbini dinleyerek gözlerini kapattı. Onu rahatsız eden varlık çok yakınındaydı. Gözlerini açıp iki kapı öteye doğru adımlamışken hemen arkasındaki odadan çıkan iki nöbetçiyi fark etti.
Cellatlarıyla karşılaşacaklarını tahmin edemeyen iki adam gayet lakayt bir tavırla odadan çıkarken ilk önce sessizlik dikkatlerini çekti ve iki kafadar başlarını üstünde bir gömlek ve pantolondan başka bir kıyafet giymemiş katile doğru çevirdiler. Boğazlarını kesen kılıçları dahi hissetmeden gözleri kocaman açıldı. Kopan başları ve yere düşen bedenleri izleyen Selim üzerine sıçrayan kanın kokusuyla mest olarak derin bir nefes aldı. İhtiyacını temin etmiş bir bağımlı misali zihnindeki bulutlar aralandı. Ellerindeki kılıçları gevşekçe sallayarak şeytanla yüzleşmeye ve belki de son nefesini tüketmeye doğru yürüdü.
Kapı açılıp uzun boylu bir dehşet odaya girince Ferhat Paşa'yı öldürme emri almak üzere olan iki gavur ellerini bıçaklarına uzatıyorlardı. Bu ileri görüşlü hareketleri onları kurtarmadı. Elleri bıçaklarının üzerinde göğüslerine girip ikiye yaran kılıçların tek darbesiyle yere yığıldılar. Kaşlarının altında kızılımsı bir alevle yanan bakışlarını Nejat Bahri'ye çeviren katil, anlamsız bir keyifle adama sırıttı. Düzgün hatlara sahip olsa da bu gülüş, kan bürümüş yüzüne korkunç bir ifade vermişti.
Gücü konusunda laf götürmez bu derece acımasız bir katille ilk defa karşılaşan Nejat Bahri bir an ne yapacağını bilemedi.Edip Nuri bu adamla nasıl başa çıkmıştı, hayret! Katilin yüzüne bakılırsa koridorda onu kurtaracak bir âdemoğlu yoktu, artık odada da yoktu. Tedirgince Ferhat Paşa'ya baktı. Adam da en az onun kadar şaşkındı, ondan tek farkı korkmaktansa ne yapması gerektiğini düşünüyordu. Nejat Bahri, onu alıcı gözle süzen katile doğru döndü.
"Sana yardım etmeye geldim" dedi yutkunarak. "Efendine götüreceğim, hapsinden kurtaracağım."
Selim koluyla saçlarından süzülüp gözünü perdeleyen kan sızıntısını sildi. Efendiymiş! Bir sıçandan farkı olmayan adamı şimdiye kadar öldürmemesinin tek sebebi vardı, Edip'in canını alacak kişinin kendisi olmadığını hissediyordu. Bakışları sessiz ve yalvaran gözlerle ona bakan Ferhat Paşa'ya döndü. Ferhat Paşa hafifçe başını sağa sola salladı. 'Yapma' der gibiydi, 'Her ne düşünüyorsan sakın yapma!'
Nejat ikisinin bakışmasından rahatsız bir cesaret öne doğru adımladı. "Bu adam seni serbest bırakmak istemiyor ama ben sana yardım edeceğim. Ondan çekinmene gerek yok. Bu adamları öldürdüğün gibi kolayca onu da ortadan kaldırabilirsin. Öldür onu!"
Katil gözlerini kıstı. Başındaki ağrı adam konuştukça daha da artıyordu. Bir an önce susturması gerekiyordu. Huzursuzca yüzünü buruşturdu.
"Kes sesini!" diye hırıldadı.
"Onu öldürürsen seni kurtarabilirim, aksi halde..."
Nejat lafını tamamlayamadı. Ağzından giren kılıç başını arkasından çıkarken Nejat hırıltılı bir solukla kan püskürttü ve bir heykel misali arkası üstüne düştü. Ağzını parçalayan kılıç bu sert düşüşle yerinden gevşedi, yana doğru yattı. Ferhat Paşa şok içinde olanlara bakakaldı. Selim ona saldırsa kıpırdayacak hali kalmamıştı ki, adamın bunu yapacağı kesin gibiydi.
Selim umursamaz bir tavırla Nejat'ın cesedine doğru yürüdü, gevşemiş kılıcı çekti. Kabzasıyla kan içindeki ağzına sert bir darbe vurdu ve parçalanan dişleri toplamak için kesesini çıkardı. Daha sağlam dişleri itinayla seçerken Ferhat Paşa gürültülü bir soluk aldı.
"Selim?" dedi. "Ne yapıyorsun?"
Selim işine ara vermeden Ferhat'ın sorusunu yanıtladı. "Geçmişin bedelini tahsil ediyorum." Kesenin ağzını kapattı ve ayağa kalktı. Nejat'ın cansız başına şiddetli bir tekme attı. "Bu şeytanı yıllar önce görmüştüm. Bizi o iki adam ve kadına teslim eden asker buydu. Bakıcılarımızı bulan adam buydu."
Selim başını Ferhat Paşa'ya çevirdi. "Murat'ı öldüresiye döven de bu adamdı. Kokla, bak!" dedi burnunu öne doğru çıkarttı. "Geldiği ve şimdi de döndüğü cehennemin kokusunu alabilirsin."
"Her şeyi hatırlıyor musun?" dedi Ferhat Paşa.
Selim yanı başında duran yaşlı adamı süzdü ve yarım bir sırıtışla başını salladı. "Hatırlıyorum."
Ona acı veren pençeler beynini yeniden parçalamaya çalışınca sessiz bir çığlıkla ağzını açtı ve ellerini yumruk halinde şakaklarına bastırdı. Hatırlamak, o işkenceleri çekmekten daha zordu. Kendi ruhuyla yıllardır savaşmaktan yorulmuş, zalimliği birkaç parça kalmış masumluğunu siyah bir zift tabakası gibi kapatmaya başlamıştı. Bilinci, aynı masumiyeti gibi, ondan giderek uzaklaşıyordu. Bu acıya dayanmaktan bıkmıştı, artık uğraşmak istemiyordu.
"Çık dışarı!" diye soğuk bir sesle emir verdi.
"Selim..."
"Def ol git dedim lan!"
Ferhat Paşa genç şehzadeyi bu halde bırakmaya gönlü razı değildi ama kalması halinde ona yardım etme olasılığı temelli yok olacaktı. Büyük ihtimalle onu saran bu delilik halindeyken onun da canını alıverecekti. Murat burada olsaydı, keşke...
Bacakları kıpırdamakta zorlandı ama yine de kapıya doğru hareketlenmeyi başardı. Selim başka bir şey yapmadan yardım getirebilirdi, belki Murat'ı da bulabilirdi. İçinden dualar ederek insan cesetlerinin arasından koridora çıktı. Dışarının manzarasının içeriden farkı yoktu. Penceresiz koridorda koşar adım ilerlerken kalbi yaşadığı heyecana dayanmaya çalışıyordu. Tek elini sol göğsüne koydu ve son gücünü ayaklarına gönderdi. Lambayı açmak için üşenen bacakları Selim'i çılgınlığından kurtarma umuduyla hareketlenmişti.
Bacakları kıpırdamakta zorlandı ama yine de kapıya doğru hareketlenmeyi başardı. Selim başka bir şey yapmadan yardım getirebilirdi, belki Murat'ı da bulabilirdi. İçinden dualar ederek insan cesetlerinin arasından koridora çıktı. Dışarının manzarasının içeriden farkı yoktu. Penceresiz koridorda koşar adım ilerlerken kalbi yaşadığı heyecana dayanmaya çalışıyordu. Tek elini sol göğsüne koydu ve son gücünü ayaklarına gönderdi. Lambayı açmak için üşenen bacakları Selim'i çılgınlığından kurtarma umuduyla hareketlenmişti.
Şehzade Murat, Salih'i çiftlik evinde bıraktıktan sonra kısa bir süreliğine başka bir yere uğramış, sonra da saraya dönmüştü. Uğradığı yer zorunluydu ama Selim'in vukuatını tahmin edebilseydi, bu zaruriyeti gözü görmeyecekti. Buna eminiz. Sarayın ona ayrılmış tarafına geçerken tuhaf bir hisle irkildi ve yaklaşan adım seslerini duyunca bir eli sırtındaki bıçağa uzandı.
Kan ter içindeki Ferhat Paşa köşeden dönüp karşısında Murat'ı görünce rahatlamaktan mı yorgunluktan mı bilemeyiz kendini yere bırakıverdi. Nefes almaya çalışırken genç adama eliyle işaret etti.
"Koş, benim odamda!"
Murat mosmor bir suratla yere çöken adamın sözlerini sual etmeksizin adamın geldiği yöne doğru topukladı. İçinden de Selim'e bir şey olmaması için dua ediyordu. Yoluna çıkan cesetleri hiç önemsemeden üstlerinden atladı ve Ferhat Paşa'nın odasına daldı. Gördüğü manzara nefesini kesti.
Selim kimliği belirsiz bir cesedin başına dikilmişti, üstü başı kan içindeydi ve ayakta durmakta zorlanıyordu. Kardeşinin kolundan oluk oluk akan kan dikkatini çekti. Dehşet içinde ona doğru adımlayınca Selim elindeki uzun bıçağı kendi boynuna dayadı.
"Yaklaşma Murat!"
"Sakın yapma!" dedi tek elini ona doğru uzattı. "Yalvarırım dur!"
"Ayrılma vaktidir." dedi Selim gözlerini Murat'tan ayırmadan. "Şimdiye kadar hep senin emrinle durdum ama artık duramayacağım bir noktadayım. Çok geç ağabey..."
"Geç değil lan, ne geçi? Bırak elinden o bıçağı!"
Selim güldü ve kendi eliyle parçaladığı kolunu zorlanarak Murat'a doğru kaldırdı. "Bu kolumla katil oldum" dedi ve bıçaklı elini bir anlığına uzatıp geri boğazına dayadı. "Bu elimle de cezamı vereceğim. Hem katil hem yargıç olacağım."
Selim'in kolundan akan kan yerde birikiyordu, bu kan kaybıyla hayatta kalması gittikçe zorlaşıyordu. Murat dehşet halinde düşünmeye çalıştı ama endişesi beynini felç etmişti. Yutkunarak fısıldadı.
"Ne olursun Selim, seni yıllar sonra bulmuşken kaybedemem. Bana bunu yapma!"
Can acısını duymuyordu, beynini parçalayan pençeler durulmuştu, kan dolu odada burnuna gelen hafif çiçek kokusu bedenini uyuşturuyordu. Selim yıllar sonra ilk defa huzuru hissediyordu. Damarları boşalırken ruhu arınıyordu, yeniden ağabeyinin dibinden ayrılmayan küçük çocuğa dönüşüyordu. Yapışkan sıvıya bulanmış yüzünü yıkayan iki damla yaş, yanaklarından kaydı. Çektiği onca eziyetin ardından son bir intikamı kalmıştı, kendini öldürerek onu esir alan son şeytanı da ortadan kaldıracaktı. Kimseye zarar vermek istemiyordu, yaşaması halinde kendini durduramayacağının da farkındaydı.
Murat kardeşinin yanaklarından süzülen yaşları görünce aklı uçtu. Sanki vedalaşıyordu...
"Sana yalvarırım, beni yeniden bir başıma bırakma!"
"Yaklaşma!" dedi bıçağı boğazına bastırarak. Murat yerinde durunca, mesafe bırakmak için bir adım geriledi. Onu durdurmasına müsaade etmeyecekti. "Bu işkenceye dayanacak gücüm kalmadı. Beni içten içe kemiren bir canavar var içimde... Beynimde... Rahat bırakmıyor. Böyle yaşanmaz..."
"Başlarım afili sözlerine! O bıçağı boynundan çekmezsen ben sana yapacağımı biliyorum!"
Murat'ın yalvarırcasına söylediği tehditlere karşılık sadece gülümsedi. Aralarında bir yaş olmasına rağmen Murat, ayrıldıkları o güne kadar mükemmel bir sadakatle ona ağabeylik yapmıştı. İnsanlığını tamamen kaybetmemesini sağlayan tek bağ, bu kan bağıydı. Kana kan... Ağabeyine son bir iyilik yapmak için kendini toparladı.
"Beni iyi dinle. Seni takip ettim, saklandığın evden haberleri var. Köşkteki odada, masanın ayağında bir kasa var."
"Kasadan bana ne Selim, saçmalamayı bırak artık."
"Dinle dedim!" diye yerinde sallandı. Gücü bedenini terk ediyordu, bu kadar çabuk mu? Gözlerini Murat'tan ayırmadan devam etti. "Şifresi 7-19-10-12-9... 6" Son rakamı anımsamakta zorlanmıştı. "Ezberledin mi?"
Murat'ın aklı onu nasıl durduracağındaydı ama dediklerini beynine not etmişti. Başını olumsuzca salladı, zaman kazanmak adına. Onun hilesini anlayan Selim sırıttı ama bu sırıtış özlem dolu, hatta bir parça sevgi doluydu.
"Bana numara yapma Murat, ezberlemişsindir sen." dedi neredeyse keyifle. "Hakkım varsa helal olsun, sen de hakkını helal et ağabey..."
Selim elini hareketlendirdiği anda Murat atıldı ama geç kalmıştı. Keskin bıçak kardeşinin boğazını yararken yapabildiği tek şey beyhude yere elini durdurmaya çalışmaktı. Boğazına takılan haykırışla kardeşine sarıldı ve ikisi birden yere çöktüler. Murat kardeşinin boğazından akan kanı boşuna zapt etmeye çalışıyordu. Selim ise son nefesine dek bakışlarını Murat'tan ayırmadı.
"Helal olsun!" diye mırıldandı ona bakan gözlere doğru. "Helal olsun kardeşim."
Selim'in gözleri dondu ve bedeni boşaldı. Murat cansız kardeşine sarıldı ve başını ona gömerek kendini bıraktı. Gözyaşlarını durduramadığı birkaç dakikanın ardından kapının yanında bir ses duyunca omzunun üstünden kapıya doğru baktı. Ferhat Paşa üzgün bakışlarla onları izliyordu.
"Başın sağ olsun" diye mırıldandı.
Murat kaybının acısıyla başa çıkmaya çalışırken ahşap çiftlik evinde bıraktığı Salih yorgunluktan gözlerini açamaz hale gelmişti. Başı bir kez daha serdiği kağıtlara düşünce irkilerek doğruldu. Eliyle yüzünü ovuşturup odaya bakındı.Yanı başına koyduğu mum bitmek üzereydi, yere akan damlalara göre vakit oldukçageçti. Ayağa kalkıp kadını kontrol etmek için diğer odaya yürüdü.
Tahta kapıyı hiç gıcırdatmadan açmayı başardı ve yer döşeğinde uyuklayan kadına bir bakış attı. Geldiğinden beri uyuyordu. Kapıyı yeniden kapatıp yeni bir mum almak için duvardaki rafa yürüdüğünde dışarda bir ses duydu. Sanki bir adam kısık sesle konuşmuştu. Birkaç saniye kıpırdamadan duran Salih kulaklarını dört açıp yeni bir ses duymak için dikkat kesildi. Ödülünü de aldı.
Murat'ın güvenli olarak bildiği bu ev, Selim onu izlediği sıralarda açığa çıkmıştı. Ağabeyini tanımadığı o günlerde Selim evi Edip'e anlatmış ama daha sonralarda Edip evi kontrol ettirmesine rağmen Murat'a rast gelmemişti. Çünkü o sıralarda Murat saraydaydı ve bu bilgi Edip'in aklından bile geçmeyecek, bir hayalden de olanaksız bir bilgiydi.
Tüm her şey Salih'i gönderip Nejat Bahri'nin öfkeyle köşke geldiği birkaç saat içinde olup bitti. Sarayda sınırlı kimselerin girebildiği bir kısımda, malum sebepten dolayı, acil bir asker isteği olmuştu ve şans eseri asayişten sorumlu beyefendi bu isteği hemencecik yerine getirmişti. Edip Nuri'nin yandaşı olan bu adam casus olarak yerleştirdiği nöbetçilerden aldığı bölük pörçük bilgileri bütünleyip Nejat Bahri'ye iletmişti. Osman'ın o gizli kısımda efendi gibi karşılandığını ve Edip'in aradığı adama benzeyen bir adamın da hapis olduğunu söylemişti.
Nejat Bahri aldığı haberlerle bir hışım köşke uçtu. Edip Nuri'nin bulduğu adamın ne işler karıştırdığını ve ondan habersiz nerelerde gezindiğinin hesabını sordu. Elbette sorunun cevabı hakkında zerre fikri olmayan Edip eşekten düşmüş karpuzdan beter oldu. Osman'ın her ortama rahatça girip çıkmasının sebebi sırtını saraya dayamış olmasından mı ileri geliyordu? Yaşlı Ferhat Paşa'nın elinin bu kadar uzun olduğunu ve kurnaz olacağını tahmin edemezlerdi fakat adamın amacı neydi? Nejat Bahri en çok işin içine Ferhat Paşa'nın karışmasına sinirlenmişti. Kendi halinde neredeyse emekli durumunda olan bu adam çoktandır her şeyden elini eteğini çekmişti, yani çekmiş görünmüştü. Adamın bu sessiz ve uyumlu halinin rol olduğunu nasıl olur da onun gibi zeki bir adam fark edemezdi?
Nejat bağırıp azarladıkça Edip iyice endişelendi. Osman'a verdiği son görevden hiç bahsetmese iyi olacaktı. Ne olduğu belirsiz bu adama kendi hakkında müthiş bir koz vermişti, keza kendi açığa çıkarsa Nejat'ın ipinin de çekilmesi an meselesiydi. Edip Nuri'nin kimseye minnet borcu yoktu ki, olsa da korumazdı ya neyse, tüm suçu üstüne kesinlikle almazdı. Adam söylendikçe o ne yapacağını düşündü. Eleni'nin evinden kadının alındığını biliyordu. Osman kadını alıp saraya götürecek değildi ya... Tabi ya, boş olan çiftlik evi tam bu saklanma için biçilmiş kaftandı. Hele Osman da oradaysa, iki hatasını kolayca bertaraf edebilirdi.
Kükreyen adamı sakinleştirmeye çalıştı, bu gelişmelerin görevleriyle ilgisi olmadığını ve Osman'ın daha çok para için uğraştığını söyledi. Sapkın adamın tek derdinin Ferhat Paşa ile başka planlar peşinde olduğunu ve onların amaçları hakkında en ufak bilgiye sahip olmadığı konusunda teminat verdi. Asayiş sorumlusunun sözünü ettiği adamın da onun yarım akıllı hizmetlisi olduğunu söyleyerek Nejat Bahri'yi az da olsa yatıştırdı. Engel olacak bir şey yoktu ki, telaş etmesine gerek yoktu. Sadece o deli adamın Ferhat Paşa'dan alınması icap ediyordu.
Sadrazamın yaverini usta sözlerle gönderdikten sonra asıl korkusuyla yüzleşti. Osman ne yapmaya çalışıyordu? Önce Ruhi Necip Bey'i huzuruna çağırdı ve ondan en etkili zehirlerinden birini hazır etmesini buyurdu. Ne olur ne olmaz... Ortadan kalkması gereken insanlar çoğalıyordu. Adamı gönderdikten sonra Rusya'dan yeni dönmüş Yelena'yı çağırdı. Kadının ağzını iyice yokladı, daha evvel Osman hakkında söylediklerinden başka bir bilgi edinemedi. Anlaşılan kadın sadece adamın altına yatmaktan başka bir işe yaramamıştı.
Kadını gönderdikten sonra Almanların şef olarak gördükleri adamı odasına aldı. Almanca bilmediğinden ve iki tarafın İngilizcesi de yeterli olmadığından adama sadece Halid'in götüreceği eve gitmesini güç bela anlattı. Yapması gereken tek görev de evde bulduğu kadını öldürmekti ve eğer bir adam daha var ise onu da bir zahmet halletmesiydi. Osman ile baş etmek zordu ama bu iri adamların belki başarmasını umut etmekten başka şansı yoktu. Artık ipler kopmuştu.
Alman küçümseyerek dinlediği bu adamın öldür emrini anladı, gerisine itibar etmeyerek elinde kalan üç adamını alıp arap uşağın liderliğinde köşkten ayrıldı. İşte, Salih'in duyduğu konuşma sesleri bu gruba aitti. Adamlar zayıf bir ışık sızan evin dar penceresinden baktılar ve kadının döşekte uyuduğunu gördüler. Osman'ın diğer odada olduğu hükmederek Halid'e geride durup elindeki meşaleyi saklamasını işaretlerle anlattılar. Ani baskınla ilk önce Osman'ı öldüreceklerdi. Şef elindeki tabancayı önde tutarak ahşap kapıya sert bir tekme salladı ve hedef aranarak içeri daldı. Hedef hemen kapını yanındaydı.
Salih kapıyı kırıp içeri giren adamın yüzüne, bulduğu ocak demirini isabet ettirmeyi başarmıştı. Silah ateş aldı ama karşı duvarın sıvasını dökmekten başka bir işe yaramadı. Salih duraksamadan elindeki demiri can acısıyla bağıran adamın kollarına vurdu. Silah elinden düştü. İki el silah sesi daha duyuldu, Salih kendini sakınmak için geriledi ama ahşaptan geçen bir kurşun omzuna saplanınca keskin bir acıyla kasıldı. Elindeki demir onun tek savunma aracıydı, acısına rağmen dişini sıktı ve demire sıkıca sarıldı.
Yere düşen şeflerinin üstünden atlayarak içeri giren iki adam, tabancalarını doldurmak için zamanları olmamıştı. Salih'in onları yıkması zor olmadı. Odanın ortasında yatan üç adama bakarken takatsizce yerinde sallandı. Uykusuzluk, yorgunluk ve yaptığı dövüş onu iyice yormuştu. Gözleri kararırken arkasında bir tıkırtı duydu ama hareket edecek zamanı olmadı. Kafasına gelen sert bir darbeyle kendinden geçti.
Yere düşen şeflerinin üstünden atlayarak içeri giren iki adam, tabancalarını doldurmak için zamanları olmamıştı. Salih'in onları yıkması zor olmadı. Odanın ortasında yatan üç adama bakarken takatsizce yerinde sallandı. Uykusuzluk, yorgunluk ve yaptığı dövüş onu iyice yormuştu. Gözleri kararırken arkasında bir tıkırtı duydu ama hareket edecek zamanı olmadı. Kafasına gelen sert bir darbeyle kendinden geçti.
Üçüncü adam içeri giren arkadaşlarının çıkmadığı görünce Halid'in başını beklemeyi boş verip tabanca elinde eve girdi. Osman olarak tahmin ettiği adamın arkadaşlarının tepesinde durduğunu görünce öfkeyle adamın başına tabancanın kabzasını vurdu. Adam yaralı olmasına rağmen şefleri de dahil olmak üzere üç adamı tepelemeyi başarmıştı. Halid'i çağırmak için döndüğünde karşısındaki kapı açıldı ve kadın göründü. Adam hiç düşünmeden tabancasını doğrulttu ve kadını alnından vurdu. Kadın uyku sersemliğini atamadan öbür dünyaya havale edildi.
Halid'in yardımıyla baygın arkadaşlarını arabaya taşıdılar. Son olarak Halid'in elindeki meşaleyi alıp eve döndü. Osman hala yerde yatıyordu. Elindeki meşaleyi kolayca tutuşması için yandaki kağıtların üstüne attı ve ayakta kalan tek savaşçı olarak evden ayrıldı.
***
Bazen geride kalmak işe yarıyordu. Bazen yaramıyordu.
Ayakta kalan adam, Halid'in ileriye çektiği arabaya doğru yürürken arkasındaki evden alevler görünmeye başlamıştı. Yaptığı işten memnun ilerlerken, yoldan kara bir gölge misali bir atlının geldiğini gördü. Atlıyı gören Halid arabayı hareket ettirince adam geride kaldı, koşması işe yaramadı çünkü atlı müthiş bir hızla üstüne çöktü. Atlı, belinden çektiği bıçağı uzaklaşmaya çalışan Halid'e fırlattı. Halid şakağından giren bıçağı hissetmedi bile, başı öne düştü. Sürücüsüz kalan at arabasının yolda hızlanırken ne içindeki baygın yolcuları bunu umursadı, ne de ölü sürücüsü. Tepeden yeryüzüne çöken bir kasırga misali, atından tek hamlede atladı ve korkunç bir nara atarak kılıcıyla, kaçmaya çalışan adamın başını boynundan ayırdı.
Hızla etrafında bakınırken bir yandan da alevlerin yükseldiği eve doğru koşuyordu. Canlı bir saldırgan kalmadığını tahmin eden Murat kapıya yaklaşmışken, tutuşmaması için üstündeki ceketi ve gömleği çıkardı. Alevleri umursamadan eve girdi. Dumanların arasında Salih'in hareketsizce yerde yattığını görünce hemen adamın yanına çöktü. Başının arkasında kan vardı, yaşayıp yaşamadığına bakmaksızın kolunu omzundan geçirdi ve sürükleyerek dışarı çıkardı. Salih'in inlediğini duyunca saatlerdir ilk defa sevindi.
"Dayan paşazade." dedi rahat nefes alması için evden uzaklaştırırken. "Sakın ölme, bir kayba daha tahammülüm yok bilesin."
Evden tam zamanında uzaklaşmışlardı. Yangın ahşap evi sardı ve ev içe çökerken garip bir iniltiyle sessiz geceyi çınlattı. Murat gözünün isini koluyla silerek Salih'i inleten yarayı kontrol etti. Omzunu sıyıran mermi yarası ve başının arkasındaki yaradan başka zararı yoktu.
"Ulan iyi ki saçın gür, kafan kalın. Kız kılıklı olman bir işe yaradı." diye söylenerek rahatladı. Başını yanan eve doğru çevirdi. Bianca'nın alnında gördüğü kan lekesiyle hayatta kalabileceğini sanmıyordu, gerçi onu kurtarmak için zamanı da kalmamıştı. İçini çekerek mırıldandı. "Küller küllere..."
***
Salih müthiş bir baş ağrısıyla gözlerini açtı, boğazı ve omzu da aynı şiddette yanıyordu. Öksürerek boğazında kalmış isi dışarı atarken bir el doğrulmasına müsaade etmedi.
"Yat aşağı süt çocuğu."
Acıyan gözlerini aralayıp sesin sahibine baktı. Murat çatık kaşlarının altında soğuk bakışlarla onu seyrediyordu. Etrafına bakınarak kendini yatağa geri bıraktı.
"Neredeyim?" dedi çıkmayan sesiyle homurdanarak.
"Meyhanenin mahzenindesin, nerede olacaksın? Evi yakmış olan şeyi berbat etmişsin. Üstüne üstlük neredeyse ölecekmişsin. Sana verdiğim onca eğitime yazıklar olsun."
Azarın azar gibi çıkmadığını fark eden Salih yeniden Murat'a baktı. Baskının hatırası parçalar halinde zihninde belirirken can sıkıntısıyla nefeslendi. Murat konuşmaya devam etti.
"Emanet ettiğim karıyı da koruyamamışsın. Ne işe yararsın bilemedim."
"Özür dilerim." diye mırıldandı.
"Cezanı kestim zaten." dedi Murat, onun saçını işaret ederek. "Pansuman yaparken saçını kısaltmak zorunda kaldık."
Salih kendini kontrol etti, çünkü genç şehzadenin yüzüne bakamayacak kadar utanmıştı. Üzerindeki gömleğin omzu kurumuş kan iziyle kaplıydı. Başında bir sargıyla rafların sıralandığı odada, derme çatma bir şiltenin üzerinde yatıyordu. Duvarda sıralanmış raflarda bir iki sıra içki şişeleri sıralanmıştı. Küçük odada başka da bir şey yoktu. Sessiz duran Murat'a döndüğünde genç adamı ilk defa bu kadar yorgun ve bitmiş bir halde gördü. Kaşlarını çatan Murat hüzünlü bir sesle konuştu.
"Özür dileme, hayatta olduğun için sevindim Salih."
"Nasıl buldular bizi? Onlar kimdi?"
Murat oturduğu tahta sandalyeyi gıcırdatarak geriye yaslandı. Göğsü hala kardeşinin kaybıyla yanarken bildiklerini kısaca Salih'e anlattı. Selim'in öldüğünü söyleyemedi ve padişaha bu haberi verirken neler hissettiğini. Padişah ilk defa ona sarılmış ve oğlum diye hitap etmişti. Murat ise tepki bile veremeden adamın onu saran kollarını kabul etmekle yetinmişti. Metin durmak ne zordu. Birkaç dakikasına mal olan bu an yüzünden az daha Salih'e yetişemeyecekti. Selim son sözleriyle şimdiden bir hayatı kurtarmıştı.
"Kâğıtları kurtarabildin mi?" dedi Salih, cevabı tahmin ettiği halde. Murat başını olumsuz anlamda salladı. "Kahretsin! Ne desen hak ediyorum, beceriksiz bir adam olduğumu ispat ettim. Bitirmek üzereydim."
O konuda yorum yapmayan Murat sadece anlayışlı bir tavırla gülümsedi. Sonra ayağa kalktı. "Burada beni bekle, meyhaneci arkadaşım olur. Sana yiyecek içecek getirmesini söyleyeceğim."
"Sen nereye gidiyorsun?"
"Küçük bir işim var." dedi kapıya doğru giderken ceketini giydi. "Küçücük bir iş."
Kapıdan çıkmadan önce doğrulan Salih'e uyaran bir bakış attı. "Yat beni bekle dedim lan. Anlamadın mı? Beni takip etme niyetindeysen bacaklarını kırarım."
Salih yatağa geri yatarken dişlerini sıkarak söylendi. "Emredersiniz efendim"
Murat yarım ağızla sırıttı ve içini daraltan hüzün dalgasını geriye atarak kapıdan çıktı. Bu gece öz kardeşini kaybetmişti ama kardeşinin hayalini yüzünde gördüğü genç adamı onun sayesinde kurtarmayı başarmıştı. Avunduğu iki şeyden biri buydu, diğeri de Selim'in yüzünde gördüğü huzurlu ifadeydi.
***
Bütün bu olanlardan habersiz Edip Nuri beyaz köşkte sabırsızca bekliyordu. Sabah olmuştu ama ne Nejat Bahri'den bir haber gelmişti, ne de gönderdiği Alman ekibinden dönen olmuştu. Erkenden uyanmış, gelen olmuş mu diye Almanların kaldığı odaları gezmişti. Boş odalar onu temelli sıkıntıya sokunca en güvenli hissettiği odasına dönmüştü. Odasının duvarları ona dar gelmeye başlamışken kapı çalındı. Homurdanarak verdiği izinden sonra Ruhi Bey, başını kapının arasından uzattı.
"Beyefendi talep ettiğiniz tertibatı hazırladım."
"İçeri gelin efendi, ne öyle kapı önünde. Tövbe tövbe"
Ruhi Bey adamın söylenmesinden hiç gocunmadan odaya girdi. "Pek sinirlisiniz Edip Nuri Bey, ister misiniz size de sakinleştirici bir..."
"Yapmayın Ruhi Bey, bir zehir ustasından iksir mi istenirmiş. Aklımı peynir ekmekle yemedim ben. Ayrıca sinirli değilim ben oldukça sakinim. Anlatın bakalım o meret nasıl kullanılacak?"
Ruhi Bey yüzüne olan sahte gülümsemelerinden birini takarak elindeki şişeyi Edip'e doğru kaldırdı. "Bir dakika içinde insanın tüm sinir dolaşımını felç eden bir karışım. Dokunması yeter."
Edip şişenin içindeki renksiz sıvıya doğru eğildi, dikkatlice baktı. "O kadar kuvvetli demek" diye mırıldandı. Sonra sanki sıvı şişeden ona atlayacakmış gibi hemen doğruldu. "Peki nasıl kullanacağız?"
Ruhi yüzünde astığı gülümsemeyi hiç bozmadan yeniden tekrar etti. "Dokunması yeter."
Edip adamın cevabı karşısında hoşnutsuz suratını buruşturdu ama yorum yapmadı. Aptal adama soru sorma gafletinde bulunduğu için kendine şaştı. Adamın anladığı tek şey karşımlardı, başka bir halttan anladığı yoktu.
"Dostlarınız döndü mü, haberiniz var mı?"
"Almanları mı kast ediyorsunuz Edip Bey?"
Edip gözlerini devirmemek için kendini zor tuttu. "Onları kast ediyorum efendim, başka kim olabilir?"
"Bilemedim ki?" dedi adam ağzını bükerek. "Onları görmedim. Sizin uşak da ortalarda değil, benden duymuş olmayın ama işi kaytarıyor sanırım. Onun yüzünden Yelena Hanım kahvaltıyı hazırlamak zorunda kaldı. Aşağıya yemek odasına buyurmaz mısınız?"
Yemenin içmenin zamanı mıydı? Tam söylenecekken kendisinin de dün öğleden beri bir şey yemediği aklına geldi. Bunu onaylayan midesi kasılırken başını salladı.
"Az sonra size katılırım beyefendi." dedi.
Ruhi gözlerini kısan bir gülümsemeye selam verip dışarı çıkacakken Edip Nuri, kendisinin de şaştığı bir atılganlıkla adamın elindeki şişeye uzandı.
"Bunu ben alayım Ruhi Bey. Siz taşıyın diye yapın demedim."
"Ah, pardon, unutmuşum." dedi küçük şişeyi onun eldivenli eline bırakan adam, başıyla selam verdi. "Masada buluşmak üzere beyefendi."
Ruhi Bey'in selamını almaya tenezzül etmeyen Edip şişeyi patlayacak bir bomba gibi dikkatlice tutarak mendile sardı. Tabanca bıçak kullanmayı beceremezdi ama bu sıvıyı da kullanamayacak kadar yeteneksiz değildi. Tıkacından sızan bir şey var mı diye iyice kontrol etti. Sağlam olduğuna kanaat getirerek mendille birlikte cebine attı. Kahvaltı haberiyle guruldamaya başlayan midesinin çağrısına uyarak alt kattaki yemek odasına indi. Onu bekleyen sürprizden haberi olsaydı aşağı inmektense ardına bakmadan uzaklaşırdı.
***
Edip'in bilmediği bir başka konu daha vardı. Ruhi'nin gece çalışması Yelena'nın dikkatini çekmiş, adamın ne yaptığına bakmak için yanına gitmişti. Yelena yılların verdiği bir alışkanlıkla adamın ağzından laf almayı başarmıştı, gerçi Ruhi konuşmak için yer arıyor gibiydi. Yaşlı adam aldığı görevi umursamazca Yelena'ya anlatmış, Edip'in kuvvetli bir zehir istediğini söylemişti. Genç kadın duyduğunu gördüğünü hemen zihnine not ederek insanları belli etmeden kontrol etmeye devam ediyordu.
Soğuk Rus güzelini ısıtmayı başaran adam sabahın erken vaktinde köşke teşrif etmişti. Edip Nuri'yi kapı önünde donduran, kahvaltı masasının şeref konuğu olan Murat nam-ı diğer Osman sürpriziydi. Genç adamı kanlı canlı karşısında gören Edip Nuri ürperdi, ağzı balık misali açıldı kapandı. Bayılması içten değildi ama Osman denen herif oldukça rahat bir tavırla masaya kurulmuştu.
"Hazırolda bekleme Edip, gel içeri. Benden izin sana!"
Adamın saygısız konuşmasına dahi kızacak hali yoktu. Masada oturan Agop ve Ruhi'ye bir bakış attı ve ocak başındaki Yelena'nın ona seslenmesiyle kendine geldi.
"Çay mı kahve mi istersiniz Edip Bey?"
Soğuk su! Şu anda istediği tek sıvı soğuk bir bardak suydu. Osman yaşıyorsa... Gelmeyenlerden umudunu keserek Yelena'ya cevap verdi.
"Çay alayım hanımefendi, size zahmet"
Masaya doğru yürüdü, boş sandalyelerden birine ilişirken Osman'ın keskin bakışlarını üstünde hissetmek onu rahatsız ediyordu. Bir gün içinde, hayır, bir gecede neler değişmişti öyle. Güvenmek istediği adamdan şimdi ölesiye korkuyordu. Ne yapmalıydı da bu herifin elinden sağ salim kurtulmalıydı? Adam kedi gibi dokuz canlıydı, yolundaki tüm kumpasların üzerinden kolayca atlayıveriyordu.
Kekeleyerek konuştu.
"Eee, Osman... Hangi rüzgar attı seni?"
Osman'ın yüzünde gördüğü soğuk ve alaycı ifade karşısında yutkundu. Sanki sen iyi bilirsin der gibiydi ki, sonunda sakin bir sesle cevap verdi.
"Ne rüzgarı be! Dediğin işi yaptım, bilmezmiş gibi konuşma. Anlatayım istersen."
"Kahvaltıdan sonra" diye cevap verdi hemen. Osman ile Ruhi'nin arasına oturup onları sessizce dinleyen Yelena, elindeki kağıda saçma şekiller çizen Agop ve şişman göbeğine yiyecek tıkmaya çalışan Ruhi'ye göz atarak ekledi. "Odamda konuşuruz."
Osman sahte olduğu çok belli bir sırıtmayla başını eğdi.
Edip önüne konan çay fincanından bir yudum içerken titrediği belli olmasın diye hızlı davranmıştı ama birkaç damlanın tabağa dökülmesine mani olmadı. Neyse ki kimse görmemişti. Kendini bir an önce toparlamalı, amirin kim olduğunu göstermeliydi. Osman'ın derdi her neyse kendinden tarafa çeviremeyeceği belli olmuştu. Adamın bakışları çok rahatsız ediciydi. Onunla yalnız kalmak istemediğini fark etti, işini bu sofradan kalkmadan bitirmeliydi ama nasıl?
Edip düşünceler içindeyken Murat adamın tedirginliğinden tiksinerek başını çevirdi. Yelena yan bakışla ona bakarak ondan beklenmeyecek bir nazlı ifadeyle sırıttı. Kadın hala sabahki görüşmelerinin tesiri altındaydı. Murat kadına gülümseyerek başını salladı. Karşısına çıkan kadınlardan aldığı tek şey zevkti. Duygularından arınmış olduğundan mıdır nedir, hiçbir kadın gönlünü hoş edemiyor ve onu kendine bağlayamıyordu. Kaderim de buymuş diyerek sandalyesine yayıldı. Onu hayatta tutan ipliği de dün gece yitirdiğinden yaşamak iyice tatsızlaşmıştı, belki de Edip'e verilen zehri kabul etmeliydi.
Sözsüz düşünceler zihinlerde gezinirken dalgınca elindeki kağıda bakan Agop birden kalktı. Kimseye bir laf etmeden kalemini kağıdını toparlayıp hızlı adımlarla odadan çıktı. Onun bu telaşıyla oturduğu yerden irkilen Ruhi Bey, şaşkın bir ifadeyle en az onun kadar tedirgin duran Edip'e baktı.
"Hazret" diye kısık sesle konuştu. "Bu adamın bu tavırları beni ürkütüyor. Gaipten ses duyar gibi..."
Edip yüzünü buruştururken Osman kahkahayı bıraktı. "Duyuyordur belki nereden bileceksin Ruhi. Sen de amma tırsak çıktın ihtiyar."
"Ah, ihtiyar mı? Aşk olsun Osman Beyciğim, rengi erken atmış saçıma sakalıma bakarak mı söylüyorsunuz?"
"Daha nerene bakacaktım lan?" diye daha da keyiflendi. Sonra doğrularak Edip'e gözlerini dikti. "Bu herifleri nereden buldun sen yahu? Hepsi birbirinden manyak!"
"Beyefendi bu halimiz irsîdir, bizim sülale..." diye açıklama yapmaya çalışan Ruhi'nin lafını kesen Osman:
"Sülalene başlatma be!" diye homurdandı.
Edip boğazını temizledi. Ruhi'nin moraran yüzüne kısa bir bakış atarak Osman'a gülümsedi. "Şurada ilk defa ekipçe toplanıp kahvaltı yapıyoruz, ağız tadımızı bozmayalım."
Kaşlarını çatan Osman yanağını kemirerek masadakilere bakındı. "Ekip dedin de, aklıma geldi. Gerçi aklımdan çıkmıyor ya neyse, Salih nerede?" Başını yeniden Edip'e çevirdi. "Odasında yoktu sabah? Başka yere mi gönderdin?"
Edip sinirden, korkudan, kararsızlıktan perişan gergin bir sesle söylendi. "Adam yeni evli, bu durumda onu alıkoyacak değildim ya."
"Dün hapsetmekte kararlıydın ama."
"Bazı... Bazı değişiklikler yapmam gerekti." diye mırıldandı. "Sana açık konuşmam gerek sanırım. O genci rahat bırakmanı rica edeceğim Osman."
"Sen edersin de ben yapar mıyım bilemem." Diyerek sandalyesine geri yaslandı.
Başını yana çevirip küskünce duran Ruhi'ye alaycı bir bakış attı. "Suratını sallandırma hemen, şahtın şahbaz oldun bu suratla. Valla çekilecek manzara değil."
Yelena kendini tutamayıp ağzını kapatıp gülünce Ruhi'nin yüzü temelli karardı. Osman adıyla bilinen şehzade, adamın damarına basmaktan haz duyar bir tavırla bacağını diğerinin üstüne attı ve eliyle yeni çıkan sakallarını sıvazladı. Yelena gülüşünü bastırmak için konuyu değiştirme maksadıyla Ruhi'ye doğru eğildi.
"Rusya'dan çok kaliteli votka getirdim Ruhi Bey, siz seversiniz. İster misiniz bir duble?"
Ruhi'nin bu tarz zevklere hayır diyemediğini bildiğinden ortamı yumuşatmaya çalışmıştı. İştahı kaçan Ruhi bu teklife balıklama atladı.
"İkram edersiniz de ben hayır mı derim Yelena Hanımcığım?"
"Bu saatte mi?" diye söylenen Edip kaşlarını çattı.
Osman küçümser bir bakışla ona baktı. "Saatle mi içilirmiş? Fırsat geçti mi zevklerden haz almaya bakmalısın Edip, daha kaç nefes alacağın belli değil. Cartı çekmeden ye, iç, seviş..." Sonra yarım bir sırıtışla adamı süzdü. "Son dediğimi zor yapacak gibi duruyorsun, sen o maddeyi atla en iyisi."
Yelena ile Ruhi kahkahayı patlatınca Edip sinirle nefeslendi. Bu kadar yeterdi. "Felsefeniz hiç bana uygun değil ama zevkinize yandaş olamasam da, hanımefendiye servisinde yardımcı olmak hazzıyla yetinebilirim."
İçki dolabının üstündeki şişe paketine yürüyen Yelena'ya katılmak için ayağa kalktı. Osman'ın alaycı bakışları altında kasılmış bedeniyle yürümek zor olsa da öfkesi yardım etti. Tehdit ve alay edilmekten bezmişti, şu anki korkusunu yok etmekten başka bir amacı yoktu. Yelena'nın yanına gittiğinde önce omzunun üstünden masadakilere baktı. Osman'ın sırtı dönüktü. Rahatlayarak Yelena'nın doldurduğu içki kadehlerinden birini önüne çekti. Kadına doğru dönüp işaret parmağıyla kendi dudağına dokunarak sessiz olmasını söyledi. Cebinden çıkardığı mendile sarılmış küçük şişeyi dikkatlice açarak birkaç damlayı bardağın içine damlattı.
Yelena sakince adamı izliyordu. Ne yapacağını anlamıştı, kadehleri koymak için çektiği küçük tepsiyi ileri itti. Kadehler tepside karışabilirdi ama ellerinde götürürlerse karışmazdı. İçkiye uzanırken Edip'in kulağına fısıldadı.
"Siz benim kadehimi alın beyefendi, yoksa kuşkulanır."
Edip kadının zeka kıvraklığından hoşnut başını salladı. Tüm ekibi fos değildi anlaşılan, onun işine yarayan biri hala mevcuttu. Masaya doğru döndüler. Edip Nuri tedirginliğin son safhasındaydı, birkaç dakika içinde ya Osman ya o son nefesini verecekti.
Yelena küçük kadehleri iki adamın önüne bıraktı ve Edip Nuri'nin uzattığı kadehi eline aldı. "Keşke siz de bir tadına baksaydınız Edip Nuri Bey. Küçük bir yudum istemediğinize emin misiniz? Yediklerinizi hazmetmenizi sağlardı."
"Ne yedi ki?" dedi Osman. "Daha yiyeceklerinin yanında bu lokmalar hiçbir şey"
Edip Nuri kızgın bir bakışla Osman'a baktı ama hiçbir laf etmedi. Adamın elini attığı kadehe bakmamaya çalışarak başını çevirdi. Ruhi Osman'ın ibresinin kendisine dönmesinden çekinerek hemen doğruldu.
"Efendim, şerefe kadeh kaldırmamıza ne dersiniz?"
"Kimin sağlığına içeceğiz?" dedi Yelena.
Ruhi gözlerini kısan sırıtmasıyla kadına baktı. "Sizin güzelliğiniz için içsek nasıl olur? Hepimiz sağlıklıyız Tanrı'ya şükür!"
"Bak buna içerim." dedi Osman kadehiyle doğrularak. "Sağlık da güzellik gibi ansızın elden gidiverir. Göz okşayan her mutluluk kaynağının vaktinde kıymetini bilmek gerek. Güzelliğinize Yelena!"
Kadın kaşlarının altından Osman'a baktı ve sonra da Edip'e doğru dönerek gülümsedi. Ruhi'nin de katılımcı nidasından sonra üçü de kadehleri aynı anda kaldırıp koca bir yudumda içtiler. Osman kadehini kırarcasına masaya çarptı ve geriye yaslandı. Edip dikkat kesilmişti, iksir her an etki edebilirdi. Dokunması yeter dememiş miydi bu adam?
"Güzel deyince bana baktın kaldın Edip! Yoksa beni mi beğenirsin köftehor?"
Edip titredi. "Senin aşağılamalarından da, işgüzar hareketlerinden de bıktım Osman!" diye tükürürcesine söylendi. "Adam olacaksın diye sabrettim ama sen bunca güvenimi boşa çıkarıp beni sırtımdan bıçaklamaya kalktın! Yaptıklarından haberim olmaz mı sandın? Suçunun cezasını veremem mi sandın?"
Edip yavaşça ayağa kalktı ve ona sakince bakan adama doğru eğildi. "Benim kudretime karşı gelebileceğini mi düşündün? Sana mecbur değilim aşağılık herif!" yumruğunu sıkıp havaya kaldırdı. "Sen benim kuklamdın, şimdi iplerini kestim!"
Onun lafı biter bitmez; Ruhi Bey, sandalyesinde kasıldı ve tepe üstü arkaya düştü. Edip şaşkınlıkla kasılan adama doğru döndü. Adamın kanlı yaşlar dökülen gözleri yuvalarından fırlamış, ağzından köpükler saçılıyordu. Tüm kasları taşa dönüşmüş gibi gergin bir hareketsizlikle yerde uzanıyordu. Onun da ağzı açıldı, havadaki yumruğu yavaşça aşağıya indi, yüzü bembeyaz olana kadar kanı tüm damarlarından çekildi. Osman'ın sesiyle kendine geldi.
"Vay canına! Valla senden bu sert çıkışı beklemiyordum ibne herif!"
Edip Nuri neler olduğunu zor kavramıştı, inanmak istemiyordu, olamazdı! Osman'ın ölmesi gerekiyordu ama şu an da yerde camlaşmış gözler ve köpüklü ağızla yatan Ruhi idi. Ne yapacağını, ne düşüneceğini bilemedi. Yelena da mı ona ihanet etmişti? Dehşete düşmüş bir halde sandalyesine çöktü. Kaçacak ne hali, ne de gücü kalmıştı.
"İpi kesilen sensin Edip Nuri." diye konuştu Yelena. "Baş efendi beceriksiz icraatlarından hiç memnun değil. Görev değişikliği yapılacak..."
Osman kadına doğru dönerken lafını kesti. "Baş efendi dedin de Yelena..." dedi soğuk bir sakinlikle. "Teklifini düşündüm."
Kadın gülümseyerek ona döndüğünde Osman yıldırımdan farksız bir hızla belindeki hançeri çekip kadının kalbine sapladı. Şaşırma sırası Yelena'ya gelmişti. Hayatta kaldığı birkaç saniye de gerçekten de şaşırdı.
"Osman..." diye fısıldadı.
Genç adam hançeri kadının göğsünden söküp çıkartırken konuşmaya devam etti. "Kabul etmiyorum."
Kadının başı masaya gürültüyle çarptı. Edip yerinden sıçrarken Osman hançere bulaşmış kanı kadının elbisesine sürterek temizledi. "Bu arada hayatımı kurtardığın için teşekkür ederim güzelim."
Edip Nuri kendini tutamadan hala sandalyedeyken telaşla ayağa kalkıp uzaklaşmaya yeltendi ama itaatsiz bacakları ona uymadı ve yere devrildi. Tepesine kara bir fırtına misali çöken Osman'dan kaçınamadı. Osman hoyrat bir hareketle onu ensesinden tuttu. Ayağa kalkmasını beklemeksizin sürüklemeye başladı.
"Seninle daha işim bitmedi Edip. Sohbet yeni başladı."
Ellerinde solucan misali kıvranan adamı yakaladığı gibi çalışma odasına sürüklerken boştaki eliyle adamın ceket ceplerini karıştırıyordu. Küçük şişe parmaklarının arasında olduğu halde dışarı çıkardı. Şişeyi kendi cebine atarken tüm umutları tükenmiş olan Edip inledi, daha bir takatsiz sürünmeye başladı. Sona yaklaşmıştı ama bu herif neden onu bir yere götürmeye çalışıyordu.
Yelena onu uyarmakla kalmamış, bir de üstüne yardım etmişti. Kadın bunu yataktaki hünerleri için yapmamıştı elbette, başka çıkarları vardı. Sabah ona bir teklifle gelmişti. Edip'in gönderdiği gibi Rusya'ya gitmemiş, onun yerine ana teşkilattan gelen bir elçi ile görüşmüştü. Teşkilatın sorumlusunu değiştirmek istiyorlardı. Edip gibi güç meraklısı aptal bir adam yerine zeki ve karar verebilen birini istiyorlardı. Bu kişi de gizemli ama akıllı bir adam olan Osman idi.
Murat onların derdini anlamıştı. Onun işin içine ne derecede sızdığını öğrenmiş olacaklar, kendi taraflarına çekerek işi layıkıyla tamamlamak gayretindeydiler. Bitince, o da bitecekti. Elbette yem olarak para teklif etmişlerdi, bol para. Yelena'nın ağzını yokladı. Kadın bu dalaverede sadece laf kuryesiydi laf taşımaktan başka bir işi yoktu, bilgisi de anca o kadardı. Fakat iş bu raddeye geldikten sonra kadının varlığı onun için de tehlike arz ediyordu. Karşı tarafa fazla sadıktı.
Kadına düşüneceğini ama paraya ihtiyacı olduğundan pazarlık dışında bir sorun olmadığını söylediğinde kadın da kurnazlığına rağmen onun yalanını yaladı yuttu. Neden inanmasın, akıllı birinin ret edemeyeceği bir teklifti. Özellikle Osman karakteri kadar açgözlü bir serserinin...
Edip'in çalışma odasına yaklaşmışken Murat sert bir sesle bağırdı.
"Agop!"
Kapıyı tekmeleyerek açtı ve yeniden bağırdı. "Agop! Neredesin lan?"
Yarı ölü Edip'i odanın ortasına fırlattı ve üstüne çeki düzen vererek doğruldu. Edip'in titreyecek hali kalmamıştı, bıraksa korkudan kendi kendine ölecekmiş gibi duruyordu. Murat yeniden kükreyince cenin pozisyonuna gelerek içine çekildi. Agop üçüncü bağırışla başını kapıdan içeri uzattı, gözlüklerini düzelterek önce yerdeki Edip'e sonra da tepesinde dikilen Murat'a baktı.
"Ne oloor burada?"
"Elinin körü oloor." diye homurdandı Murat. "Toparlandın mı?"
"Her bir şeyi paketledim." dedi soran bakışlarla.
"Aferin." diye mırıldandı Murat çalışma masasına doğru yürüdü. "Az sonra yardımcı gelecek, birlikte taşırız."
Duydukları karşısında merakı üstün gelen Edip Nuri başını kollarının arasından çıkardı ve adamlara doğru baktı. Agop kapının ağzında durmuş, çekingen duruşuyla her zamanki Agop idi. Osman ise nereden bildiğini anlayamamıştı ama masanın ayağındaki kasayı açmaya çalışıyordu. Rüzgar ne ara ters esmeye başlamıştı?
***
Murat kasayı Selim'in söylediği şekilde açtı. İçindeki bir kese dolusu ziynet eşyasını görünce öfkeyle yumruklarını sıktı. Edip'i şu anda dilim dilim kesmek isterdi ama adamın ağzından alacakları bilgi kıymetliydi. Kasanın dibindeki küçük defteri aldı, ceketinin iç cebine sokuşturdu. Elindeki bir kese mücevherle doğruldu. Kime ait olduğunu bildiği mücevherleri delil olarak kullanabilirdi. Edip ile göz göze geldi. Adam yalvaran sulu gözlerle ona bakıyordu. Keseyi masaya fırlattı, tiksinen bir sesle söylendi.
"Adi pezevenk! Ülkeyi sattığın yetmedi, birbirinden kıymetli adamları da bu yola kurban ettin! Ellerinde kaç kişinin kanı var bilmiyorum ama son nefesine dek, onların çektiği acıları sana yaşatacağıma and içerim. Soysuz köpek!"
"Osman, anlaşabiliriz..." diye mırıldandı Edip Nuri.
"Ne anlaşacağım lan seninle. Domuzdan dost olur muymuş? Konuşacak soluğunu sonraya sakla, seninle bol bol sohbet edeceğiz pislik!" Sonra Agop'a döndü. "Yelena ile dertleşmedin değil mi son günlerde?"
"O benim yüzüme dahi bakmoor, ne konuşayım onla."
"İyi, iyi, daha da bakacak hali yok zaten." dedi. "Git bana ip mip bir şeyler bul. Şu domuzu bağlamak gerek."
"İstediğin kadar para veririm..." diye sızlanan Edip, telaşla yerde süründü. Dermanı kalmamıştı, koltuğa sırtı çarpınca inledi. "Çok para veririm."
Agop odadan çıkınca Murat ölümcül bakışlarını titremeye başlamış Edip'e çevirdi.
"Para için yaptığımı sanıyorsun?" dedi gözlerini kısarak. "Hala kafan çalışmıyor senin. O çok güvendiğin teşkilat, senin ölüm fermanını boşuna vermemiş. Aptallığınla onları da bıktırmışsın."
"Ölüm fermanı mı?" dedi Edip fısıltıyla. "Neden?"
Hayattaki tek amaçları güç ve zenginlik olan bu adamların bencilce düşüncelerinin onu anlayamayacağını bilen Murat adamı cevaplamadı. Başka mihrakların oyuncağı olduklarının bile farkında olmayan yarım akıllı hainler, ağızlarına sürülen bir parça balla mutlu olabiliyorlardı. Kendi sefil karakterleri bu ödülle tatmin olurken, asil milletlerini hezimete sürükleme pahasına hiçbir şeyi gözleri görmüyordu.
Murat küçükken işkence çektiği o av köşkünde, Salih'i beklerken Agop ile anlaşmıştı. Adam saf ayağına yatarak teşkilatın ona sunduğu tüm teknoloji olanaklarını öğrenmiş ve her birinden numune almayı başarmıştı. Murat'ın gerçek kimliğini tanımıyordu, Osman olarak bilmeye devam ediyordu. Tehdit ve zorlama ile katıldığı bu sözde teşkilatın amaçlarından o da rahatsızdı. Onun gibi öksüz yetim bir çocuğu yetiştiren bu millete karşı minnet hissediyordu. Osman ona şüphelerini açıklayınca rahatlamış ve emirlerine uymayı seçmişti.
Agop elinde uzunca bir urganla geldiğinde Edip Nuri'yi sıkıca bağladılar. Ferhat Paşa'nın göndereceği adamlar gelmek üzere olmalıydı ama onlardan önce köşkün kapısına bir kağnı yanaştı. Gelen Mustafa ile birlikte Agop'un eşyalarını taşıdılar. Sonra iki adamı gönderen Murat, Edip'i almaya gelecekleri beklemek için köşke geri döndü. Adamı teslim etmeden Salih'in başına dönmeye niyeti yoktu. Onun usluca meyhanede beklemesini umuyordu. Keşke başına bir nöbetçi tutabilseydi...
***
Salih başındaki ve omzundaki acıyı yok saymaya çalışarak yalıya ulaşmayı güç bela başarmıştı. Meyhaneden çıkmak zor olmamıştı, ona yemek getiren uykulu adamın gidişini umursayacak kadar uyanık kalacağını düşünmemişti zaten. Tahmin ettiği gibi sabahın erken vaktinde meyhane çok ıssızdı. Ona getirilen giysi de temizlikten pek nasibini almamış, kötü kokan bir gömlek ceketti. Bu haliyle iyice dilenciye dönmüştü. Derbeder hali de yaralıdan çok sarhoşa benzediğinden sokak bekçilerinin dikkatini çekmemişti. Murat'ın kızacağını biliyordu ama o köhne meyhanede kalamayacaktı.
Yalıdaki tamirat bittiği için iki bakıcı dışında kimsenin olacağını sanmıyordu. Kendini toparlayana dek konağa gidemezdi, onun bu halini görmelerini istemiyordu. Sessizce arka kapıdan mutfağa süzüldü. Mutfağın bıraktığından daha eşyalı olduğunu fark etmeksizin yukarıdaki odalardan birine ulaşmak için kapıya doğru adımladı. Tam koridora çıkacakken esneyen Münevver ile yüz yüze kaldı.
Kadın esnemeye devam ederken durakladı ve ona baktı. Sonra zaten açık olan ağzından bir haykırış kopardı.
"Hırsız var! Koşun ahali!"
Salih hemen atılıp kadına yanaştı. "Sus, Münevver dadı benim Salih."
Kadın kendini savunacak bir eşya aranmayı bırakıp ona döndü. Tanımaması normaldi, o kadar berbat görünüyordu ki, aynada kendisini görse tanıyamazdı. Münevver de gözlerini kocaman açarak onu süzdü.
"Aman damat bey ne olmuş size?"
"Uzun hikaye." dedi ayakta durmakta zorlanarak. Bayılmak istemediğinden aniden dönen başını eliyle ovaladı. "Siz ne yapıyorsunuz burada?"
"Oturun şöyle Salih Bey." dedi kadın kolundan tutup alçak bir divana götürerek. Burnunu kırıştırdı. "Bu koku da neyin nesi? Turşu suyunda mı yıkandınız?"
"O kadar mı kötü kokuyorum?" diye hayıflandı.
"Valla burnumun direği sızladı." Dedi Münevver. "Hamamı hazırlayayım ben, çok yorgun değilseniz."
Salih soruyu cevaplayamadan elinde kalınca bir sopayla mutfağa dalan Seyfi Efendi etrafa bakındı. "Hani hırsız?"
Münevver içini çekerek başında kukuletası, üzerinde uzun uyku entarisi, ayağında tek terliğiyle odaya dalan adama döndü.
"Ne hızlısınız Seyfi Efendi, gözlerim yaşardı valla."
Adam kadının karşısına bu şekilde çıkmaktan mahcup Salih'e doğru başını eğdi. "Hoş geldiniz efendim. Kusuruma bakmayın."
"Önemli değil." dedi Salih gülmesini saklamayarak. "Hoş bulduk."
Adamın ardından kardeşi de mutfağa geldi ama Salih'in izniyle kardeşini iterek odadan dışarı çıkaran Seyfi Efendi üstünü değiştirmek için ayrıldı. Salih elini acıyan omzuna götürdü. Nasıl da sızlıyordu meret, yangın yeri gibi. Başının arkasındaki yaradan beter acıyordu.
"İyi misiniz siz Salih Bey?"
"Olacağım inşallah." dedi elini çekerek. "Hamam teklifiniz işe yarar diye düşünüyorum ama önce yanlış anlamazsanız sabahın erken vaktinde neden geldiğinizi sormak isterim. Yanıma oturun lütfen."
Münevver gülümseyerek divana ilişti. "Ne yanlış anlayacağım, sizin eviniz nihayetinde. Dünden beri burada kalıyoruz da, kahvaltı hazırlamaya inmiştim. Sizi bu kılıkta karşımda görmeyi hiç beklemiyordum doğrusu."
"Ben de beklemiyordum." dedi o da gülümseyerek. "Kalıyoruz dediniz, kim ile?"
"Kim olacak Yasemin ile." dedi kadın. "Yalıya taşınacağınızı söylemişsiniz, kuzum da siz dönmeden yalıyı tamam etmeye gelmişti. Ben de ona yoldaşlık ediyordum, Hüma Hanım da bizimle."
Hüma'nın da orada olduğunu öğrenen Salih'in heyecanı köpük misali patladı, dudağını sallandırdı. Yasemin kendine kalkan olarak Hüma'yı almaya devam edecekti anlaşılan. Hak vermemek de elinde değildi, nede olsa ilk başta bilmeden yargılayan kendisiydi. Yine de bu gerçeklik canının sıkılmasını engellemedi.
Genç adamın bu tepkisi Münevver'in kurnaz bakışlarından kaçmadı. Yasemin ile baş başa olmadığını öğrenmek beyefendinin hiç hoşuna gitmemişti. Tahminin de yanılmamış olduğuna bir kez daha kanaat getirdi. Salih de Yasemin'e vurgundu, bu hoşnutsuzluğunun başka bir açıklaması olamazdı.
Bakımsız haliyle bile hoşluğundan pek bir şey kaybetmemiş Salih'e doğru eğildi. "Yasemin'i çağırayım mı damat bey? Döndüğünüzü bilmek isterdi."
Salih hemen başını kaldırdı. Teklife balıklama atlayacaktı ama üstü başı aklına gelince kaşlarını çattı.
"Hanımefendiyi rahatsız etmeyelim şimdi. Önce bir temizlenip toparlanayım da." Dedi ve daha kısık bir sesle homurdandı. "Dönüşümü iple çektiğini sanmıyorum, zaten."
Münevver bıyık altından güldü ama dışa vurmadı. Ayağa kalktı. "Öyleyse ben hamamı yakayım, siz temizlenirken de kahvaltıyı hazırlarım." Kapıya doğru yürürken duraklayıp dudağını kemiren Salih'e baktı. "Size ikinci kattaki büyük odayı hazırlamıştık, kahvaltıyı oraya getireyim mi?"
Salih dudağını kemirmeyi bırakıp doğruldu. "Bana ayrı bir oda hazırlamak da nereden çıktı?"
Münevver saf numarasıyla omzunu kaldırdı. "Valla ben de anlamadım. Yasemin özel bir oda isteyebileceğinizi düşündü, büyük odayı size..."
"Tamam, anladım." diye kadının lafını keserek homurdandı. "Öyle olsun bakalım. Eşyalarım da orada mı?"
"Evet, ne yapayım, kahvaltıyı oraya getireyim mi?"
"İştahım yok." dedi ve gereksiz sert bir tonda konuştuğunu fark edince sesini yumuşattı. "Teşekkür ederim Münevver dadı, hamam beni ziyadesiyle memnun eder."
Kadın gülümseyip dışarı çıktığında kendini divana bıraktı. Yasemin gerçekten de gemileri yakmış mıydı? Özel oda olarak belirledikleri odanın, sadece ona tahsis edilmiş gibi düzenlenmesine pek bozulmuştu. Son bir haftadır gergin olan bağı giderken bir parça olsun sağlamlaştırdığını düşünmüştü ama anlaşılan Yasemin aynı fikirde değildi. Aynı evde olduklarını bilmek dahi onu bu denli heyecanlandırırken Yasemin'in direkt ilgisizliğine dayanamazdı. Behzat'ın sözlerinden sonra acaba işin aslını öğrenmeden çok mu fazla umutlanmıştı?
Morali bozuk Salih'i hamama yollayan Münevver nefes almaksızın Yasemin'in odasına koştu. Büyük oda hakkında söylediği yalanın açığa çıkmaması için kızları uyarmalıydı. Çünkü yatak odalarını Salih gelene kadar kullanmayı ret eden Yasemin, Hüma ile birlikte misafir odasında kalmayı tercih etmişti. Münevver'in söylediği gibi odasından vaz geçmiş değildi.
***
"Abla, valla ben bir ses duydum."
Hüma'dan kaçınmak için başımı yastığın altına soktum. "Rüyadır o Hümacığım. Biraz daha uyuyalım ne olur, zaten az sonra Münevver başımıza dikilir."
Hüma omzumdan sarstı. "Hırsız diye bağırıyorlardı ama abla!"
"Apaydınlık hava." dedim artık benden oldukça uzaklaşmış uykumun yasını tutarak başımı kaldırdım. "Bu vakitte gezen hırsız beceriksiz olmalı, ya da şaşkın. Dert etme evdekiler başa çıkar. Ayrıca burada hırsız olan sensin olan uykumu çaldın yahu."
Dün gece geç vakte kadar temizlenmiş evi yerleştirmekle uğraşmıştık ve yorgunluğumu hala üstümden atamamıştım. Sema anne, yardımcı göndermeyi teklif etmişti ama ben başa çıkarız diye ret etme aptallığını gösterdim. Neymiş efendim, kendi yuvamı kendi ellerimle hazırlayacaktım. Peh, şimdi onca işkenceyi çeken bedenim sızım sızım sızlıyordu. Fakat içimdeki sıkıntıyı başka türlü atamayacaktım. Aklım sürekli suratsızdaydı ve lafları bir türlü mantığıma oturmuyordu. Tek bildiğim şey, iki günde onu deli gibi özlemiştim. Bana yüz vermese de etrafta olduğunu bilmek meğerse ne kıymetli bir duyguymuş. Şartımdan vaz geçtiğime bu kadar pişman olacağımı bilemezdim.
Münü'yü bana destek olması için yanıma çağırmıştım. Hüma'nın olmadığı bir vakitte o gün olanları bir çırpıda anlattım. Bir iki olayı es geçmiştim çünkü düşündükçe utanıyordum ve Salih'e karşı özlemim depreşiyordu. Dadımın birbirimize kaza eseri sarıldığımızı veya anlamadığım bir nedenle onun benim saçımı okşadığını bilmesine gerek yoktu. Anlattıklarıma karşılık Münevver sadece gülümseyip 'Kuş tuzağa takılmış Yasemin, hadi iyisin' demişti. Nasıl bir tuzaksa artık, kuş ortalarda yoktu.
"Abla, ne olur bakalım. Dinle, bak, aşağıdan ses gelmiyor. Biraz evvel birinin bağırdığına eminim."
"Kızım deli misin? Madem hırsız var diye korkuyorsun, neden peşine düşelim. Gelsin buraya karşılarız, ayağına gitmek de ne oluyor."
"Şakanın sırası değil Yasemin abla, valla bir ses duydum diyorum."
Sabırla nefeslendim. Tam doğrulacaktım ki, kapı aniden açılınca hem Hüma hem de ben korkuyla yerimizden zıplayıp çığlığı bastık. Kapıdan girenin Münevver olduğunu zor fark etmiştim, gerçi o da bağırmasaydı biraz daha geç anlayabilirdim. Bizim çığlığımızdan korkan kadıncağız da yaygarayı koyuverdi. Elini göğsüne götürdü.
"Kalbime indireceksiniz sabah sabah! Nedir sizden çektiğim? Bir cadı yetmezmiş gibi ikincisi de başıma musallat oldu. O da yetmezmiş demek ki, üstüne bir de badem gözlüsünü de eklediler. Tövbe yahu, valla çekip gideceğim o olacak."
"Ne tuhafsın dadı." dedim sakinleşerek. "Bizi korkutup üzerine azarlıyorsun. Asıl bizim söylenmemiz icap ederdi."
Münevver aldırmaz bir tavırla yüzünü bükerek yanımıza geldi ama o anda ayılarak laflarının arasındaki bir kelime dikkatimi çekti.
"İki cadının kim olduğunu bildim de şu badem gözlü kim ola ki?"
Tahmin ediyordum ama neden söylediğini anlayamamıştım. Kalbimin heyecanı giderek yükselirken Münevver beni daha da soluksuz bırakan hain sırıtmalarından birini gönderdi. Hüma geceliğinin eteklerini toplayıp masaya giderken herkesin bildiği soruyu gayri ihtiyari cevapladı.
"Benim bildiğim tek badem gözlü, ağabeyim ama başına dert olacak ne yaptı anlayamadım Münevver Teyze. Yani aşk olsun..." Elinde sürahi şaşkınca bize döndü. Yüzünde oluşan gülümseme büyürken heyecanla sordu. "A... Ağabeyim mi geldi yoksa?"
"Az önceki bağırışları duymadınız mı siz ayol. Yalıyı yıktık."
Hüma elinden sürahiyi bıraktı ve sevinçle ellerini çırptı. "Demiştim değil mi abla?"
Umut dolu bakışlarla Münevver'e baktığımda kadın başını onaylarcasına salladı. Hırsız geldiği demek ki doğruydu. Eşya hırsızı yerine benim zavallı kalbimin hırsızı teşrif etmişti ama kalbim bu heyecana dayanacak mıydı orası şüpheli. Ağzım kilitlenmiş gibi öylece baktım kaldım.
"Aşağıda mı ağabeyim?" dedi Hüma, dadımın yanına giderek.
"Hamama girdi güzel kızım, biraz yorgun. Dinlenmeye çekilecekmiş banyodan sonra"
İşte, çözüldüğüm an buydu. "Dinlensin bakalım." diye hırladım. "Bekleyenim mi var diye düşünen yok. Anca kendi keyfine baksın beyefendi. İnsan selam vermek adına birazcık uykusuzluğa katlanır ama değil mi?"
Münevver içini çekti. "Erkek kısmı ne yaparsın."
"Kahvaltıya kesin gelir ablacığım. Yumurtalı ekmek yapalım mı, çok sever."
Sıkkın bir bakışla Hüma'ya baktım, beni önemsemeyen biri için rahatımı bozacak değildim. Tam söylenecekken dadım araya girdi.
"Kahvaltı istemedi damat bey, iştahı yokmuş."
Beyefendiyi keyfi yerine gelene kadar göremeyecektik anlaşılan. Çok da meraklısıydım o suratsızın asık yüzünü görmeye. Sinirli bir nefes alıp heyecanımı bastırmaya çalıştım. Yataktan kavgaya gider gibi kalkıp doğruldum.
"Salih Bey başka ne sever?" dedim o kızgınlıkla. "Bari öğle yemeğine hazır edelim de, insaf eder yatağıyla erken vedalaşır."
Az önce bir karar vermiştim değil mi? Salih'in sevdiği yemeği yapmaya üşenmiştim, onun için rahatımı bozmayacaktım. O kararım kahvaltıda göreceğimi düşündüğümdendi, keyfi gelene dek göremeyeceğimi anlayınca onu yatağından kaldıracak başka yöntemler düşünmek zaruret olmuştu. Bu adamı özleyip durmaktan sıkılmaya başlamıştım. Bana uzak durması gün geçtikçe canımı acıtır olmuştu.
Hızlı yaptığımız kahvaltıdan sonraki üç saatimizi beyefendinin sevdiği yemekleri hazırlayarak geçirdik. Sözde kızgın duracaktım ve Salih uyanınca da hıncımı ondan alacaktım. Nerede... Surat asacak gibi değildim, bunca sırıtma isteğiyle. Zeytinyağlı barbunyayı, et kavurmasını, beğendili tavuk kebabını yaparken gülmekten yerlere yatmıştık. Kaç gündür ilk defa bu kadar neşem yerindeydi. Hüma sürekli bahçeye bakması gerektiğini söyleyerek işten kaytarmaya çalıştıkça dadım da onu yanımızda tutmak için türlü laf oyunları yapıyordu. Seyfi Efendi ziyaretçim olduğunu söyleyene dek vaktin nasıl geçtiğini anlamadık.
Arada gelen bu tür ziyaretçilere alışmıştım. Tanıdıklar evlilik hediyesiyle gelip biraz lafladıktan sonra tebrik edip gidiyorlardı. Evet, sıkıcı bir işti ama bu ziyaretlere bir süre katlanmak zorundaydım. Hüma haberi getiren Seyfi Efendi'nin laf kalabalığı sırasında dadımın itiraz etmesine rağmen benden önce mutfaktan sıvıştı. Onun derdini biliyordum. Yeni aşıladığı güllerine günde kırk defa bakmazsa içi rahat etmiyordu.
Seyfi Efendiyi gönderdikten sonra Hüma'nın ardından bağıran dadıma döndüm.
"Münü, kızı rahat bırak yahu. Yemekleri ocağa koyduk, az bir iş kaldı. Ben şu ziyaretçiyi ağırlarken sen de bir zahmet iç pilav yapıver, olur mu?"
"Zahmet hep bana zaten." diye homurdandı dadım.
Kadının yanaklarını avuçlarımla sıkıştırdım. "Aman da benim eli tatlı, dili ballı dadıcığım. Şu zamansız misafiri hemen göndereyim ben yaparım pilavı." Dadımın nazlı kıkırdamasına gülümsedim. Sonra içimi çekip doğruldum. "Gerçi Salih Bey akşama anca ayaklanacak sanırım. Baksana asık suratını hala odadan dışarı çıkarmadı."
Dadım bir an durakladı, sonra nefeslenip dudağını büktü. "Genç adam gerçekten yorgundu Yasemin, yaptığı keyif sürmek değil."
Kaşlarımı çattım, sözlerindeki bir tını canımı sıkmıştı ve Salih'i görme arzumu kamçılamıştı. Hasta filan mıydı acep? Yanına gitse miydim? Dudağımı kemirerek bir an düşündüm ama hayır, onu son gördüğümde kafamı çok karıştırmıştı. Nazlanmaya hakkı yoktu. Onun yarattığı üzüntü, heyecan ve meraktan tüm gün sarhoş gibi ortalıkta gezinmiştim. Üstüne bir de Perran'ın meselesi tuz biber olmuştu. Beyefendinin özlemi de çekilecek gibi değildi.
"Tamam, dadıcığım." dedim yelkenleri suya indirerek. Sevdiğim insanlara karşı hep zayıf olmuşumdur, bunların içine Salih de katılmıştı, maalesef. Kıyamıyordum suratsıza. "İnandım."
Dadımı bırakıp misafiri ağırlamak için sofanın yanındaki misafir odasına yürürken dalgınlığım had safhadaydı. Salih'in duyguları hakkındaki gizem beni endişe ve kararsızlığa itiyordu. Özellikle arada ortadan kaybolduğu bu işini kıskanmaktan kendimi alamıyordum. Aklım Salih'te olunca sofada beni bekleyen Seyfi Efendi'nin bana seslendiğini önüme geçmeden anlayamadım. Gerçi bu fark edilmemenin bir sebebi de kendisiydi. Adam gizli bir iş çevirir gibi fısıltıyla seslenip beni odaya girmeden yakalamaya çalışıyordu. İş bilmeyen hafiye gibi beceriksizce tıslıyordu. Yetmiş yaşına merdiven dayamış bu kara kuru adamın ne tuhaf göründüğünü tahmin edin.
"Hanımım, hanımım..." dedi adamcağız kapının önünde beni yakalayarak.
Şaşkınca yüzüne baktım. "Ne oldu Seyfi Efendi?"
"Ben kapının önünde bekliyorum." dedi kısık sesle. "Yaramaz bir durum olursa sesleniverin yeter. Tam buradayım."
Ciddi durmaya çalışarak başımı salladım. "Tamam, Seyfi Efendi. Siz yine de hakkınızı helal edin."
Adam başını salladı. "Helal olsun küçük hanım, siz de helal edin."
"Helal olsun." dedim gayet ciddi.
Sabahki heyecan yaşlı adamda kalıntı bırakmış olacak, gelen misafirden de kuşkulanır olmuştu. İçerideki yaşlı kadının bana vereceği tek zarar kapanmayan çenesi olabilirdi ki, son bir haftadır Sema annem sayesinde, konuşkan tiplerle nasıl başa çıkacağım konusunda uzmanlaşmıştım. Kısa yanıtlar ve ardından sevimli bir gülümseme işe yarıyordu. Karşıdaki kim olursa olsun bir süre sonra bu hareketten sıkılıp kalkmaya davranıyordu. Odaya girmeden derin bir nefes alıp giysimi öylesine düzelttim. Bakalım hangi yaşlı akrabamızla tanışma şerefine nail olacaktım.
Seyfi Efendi kapının ağzında konuşlandıktan sonra gönül rahatlığıyla odaya girdim ve adamın konuk hakkında neden tereddüt ettiğini anladım. Misafirimiz yaşlı bir kadın değildi, genç bir kadın da değildi. Zarif giyimli, uzun boylu, hafif buğday tenli genç bir beyzadeydi. Temiz tıraşlı yüzü, parlak kahverengi gözleri, sert ama hoş yüz hatlarına sahip beyefendi ben odaya girince oturduğu divandan kalkıp başını eğdi. Bir an ne yapacağımı bilemedim, üstüne üstlük ev kılığımlaydım ve saçlarımda bir tül bile yoktu.
"Sizi rahatsız ettiğim için özür dilerim Yasemin Hanım." dedi ve kahverenginin canlı tonlarına sahip bakışlarını bana çevirdi. "Salih Bey'in dinlenmeye çekildiğini söylediler. Ben de hem sizinle tanışmak hem de kendimi tanıtmak için bu şanssızlığı şansa döndürmek istedim."
"Rica ederim beyefendi." dedim şaşkınlığımı üstümden atarak. "Kim ile müşerref oluyorum?"
Genç adam sırtında birleştirdiği ellerini çözerek selamlaşmak için sağ elini bana uzattı. "Benim ismim Osman." dedi güçlü ve resmi bir el sıkışla elimi kavradı ve bırakırken gülümsedi. "Eşinizin iş ortağıyım."
"Memnun oldum." dedim. Adamın kibarlığı doğaldı, zoraki bir abartma yoktu. Bu devirde yapmacık davranmayan ve zarif hareket edeceğim derken komediye dönüşmeyen başka bir insan görmek beni şaşırttı. Bir tek Salih böyle sanıyordum. "Buyurun, oturun."
Osman Bey başını nazikçe eğdi ama hemen oturmadı. Benim karşısındaki tekli kadife koltuğa oturmamı bekledikten sonra o da şifonyerin diğer tarafındaki koltuğa oturdu. Ne yalan söyleyeyim, Salih'in işi hakkında bir şey bildiğim yoktu ama böyle bir iş ortağı olduğunu hayatta tahmin edemezdim. Daha çok para babası ve biraz da kaba bir adam bekliyordum. Çalışma koşulları tuhaf olunca, ortağının genç ve kibar bir bey olması; çamurlu suya bir avuç taş atmış gibi aklımı bulandırdı. İkisinin hayırlı bir iş çevirmedikleri barizdi. Sakinliğimi koruyarak ifademi düzgün tutmaya çalıştım, çünkü şu anda adama kinlenmeye başlamıştım.
"Sizi bu saatte neden rahatsız ettiğimi merak ediyorsunuzdur."
"Benden ziyade Salih Bey'i bu saatte neden görmek istediğinizi merak ediyorum doğrusu. Sonuçta beni görmeye gelmediniz."
"Çok açık sözlüsünüz." dedi. "Salih Bey kendine çok esaslı bir hayat arkadaşı bulmuş. Onunla başa çıkmanıza şaşmamak gerek."
"Kendisiyle çok mu yakınsınız?"
Yarım bir sırıtışla bakışlarını eğdi. "Affınıza sığınarak söyleyeyim. Beni çok sık delirttiğini hesap edersek yakınlığımız ruh sağlığımı tehdit eder boyutta" Kaşlarının altından bana baktı ve sahte bir üzüntüyle ekledi. "Allah size sabır versin."
Dayanamayıp ben de güldüm. Salih'i tanıdığına kanaat getirmiştim. "Sizden bahsettiğini hiç duymadım."
Osman Bey hafifçe gülümsedi.İtiraf etmeliyim, bu adam, insanda merak uyandırıyordu. Zeka fışkıran gözleri bir yana, bastırmaya çalıştığı karizması oldukça etkileyiciydi.
"Eminim ne iş ile uğraştığımızı da söylememiştir." dedi emin bir tavırla. Cevap vermedim, zaten o da yanıt beklemeksizin devam etti. "Aracılık yapan bir ticarethane olarak açıklasam yerinde olur diye düşünüyorum. Alım-satım işleri de diyebiliriz."
"Bu iş tanımı çalışma saatlerinizdeki esnekliği açıklamıyor."
Osman Bey nedense bu sitemimi keyifle karşıladı. Adamın hareketlerinde anlayamadığım bir samimiyet, kibar bir üstünlük, şakacı bir ciddiyet seziyordum. Bu nasıl olur demeyin, karşımdaki adamı görseniz siz de aynı düşüncelere sahip olurdunuz. Tanımadığım halde sanki tanıyormuşum gibi hissediyordum.
"Salih Bey de aynı dertten mustarip, kendisiyle çok kereler tartıştık. İnanın beyefendinin becerisine ihtiyacımız olmasa işinde bu kadar uzun saatler çalışması konusunda zorlamam." dedi hafifçe doğrularak. "Lafı gelmişken sorabilir miyim? Kendisiyle görüşme imkânım var mıdır?"
"Sabaha kadar beraber değil miydiniz?"
Osman Bey içini çekerek konuştu. "Aslında kendisini merak ettiğim için gelmiştim. İşyerinden ayrılırken bir parça hasta gibiydi, durumunu öğrenirsem aklım kalmaz."
Münevver'den sonra bu garip adam da Salih'in rahatsız olduğunu söylüyordu ve bu benim için bardağı taşıran son damla olmuştu. İçim sıkılıverdi, aklıma gelen tek bahaneye sarıldım.
"Bir şey ikram edelim size." dedim ayağa kalkarak. Osman Bey de ayaklandı. "Ne içersiniz?"
"Zahmet olmasın, kısa bir sohbetten sonra gitmeyi tasarlıyordum."
Dur daha öğreneceklerim var, demedim onun yerine sakin bir ifadeyle adama baktım. "Zahmet olmaz, asıl ev sahibi olarak içecek ikram etmezsem kendimi kötü hissederim. Kahve alır mısınız?"
"Çok sevinirim." dedi kahverengi gözlerinde çakan kızılımsı bir ışıltıyla. "Orta şekerli lütfen."
"Sizi biraz bekleteceğim." dedim. "Yeni taşındığımızdan henüz çalışan ayarlamadık. Mutfağa gidip aşçıya benim söylemem icap ediyor."
Bir yandan da kapıya doğru gidiyordum. Kapıyı açmamla kulağını kapıya dayamış Seyfi Efendinin sendeleyerek içeri düşmesi bir oldu. Kulaklarıma kadar kızardığımı hissettim. Bir an öylece toparlanmaya çalışan adamcağıza baktım sonra kendime gelerek eğilirken Osman Bey'in de yardıma geldiğini fark edince daha da kızardım. Seyfi efendiyi doğrulttuk. Adamın sırtından hafifçe iterek dışarı çıkarırken Osman Bey'e gülümsedim.
"Bu, aşçı değildi." Dedim şaşkın Seyfi Efendiyi işaret ederek. "İşin aslı ne iş yaptığını dahi bilmiyorum."
Osman Bey bıyık altından sırıttı. Hem beni hem de Salih'i rezil eden adamı odadan çıkartıp hala sırıtan adamın yüzüne kapıyı kapattım. Bizi dinlediği için yaşlı adama kızamadım, sonuçta aklınca beni korumaya çalışıyordu. Yine de Osman Bey'i gönderdikten sonra kısa bir konuşma yapmayı aklıma yazarak onu mutfağa gönderdim. Dadımdan bize kahve yapmasını istemesi için.
Salih'in durumuna olan merakım yüzünden neredeyse koşarak yukarıya çıktım. Nefes nefese odanın kapısında durdum. Kalbim nasıl da hızlı atıyordu. Sakinleşmek için kapının önünde bir iki saniye bekledim, yok işe yaramadı. Bu heyecanımı koşturmama bağlamayı seçerek kapıyı yavaşça araladım. Perdeleri kapalı oda ilk başta gözüme çok loş geldi. Kapıyı kapatmadan yatağa doğru baktım. Yatakta yatan kimsenin olmadığını görünce şaşkınlıkla içeri girdim. Salih kalkmış mıydı?
Odadan çıkmaya davranırken gözlerim cumbanın yanındaki divana ve diğer yandaki oturma grubuna ilişti. Uzun kanepede uyuyan Salih'i görünce olduğum yerde kalakaldım. Hafif karanlıkta kalmış kanepeye zar zor sığmış, bayılmış gibi sessizce uyuyordu. Yatağa neden yatmamıştı ki? Bir adım yaklaştım, üzerinde sadece pantolon olduğunu yenice fark ettim ve hemen kapıya döndüm. Tamam, çıplak değildi ve benim kocamdı ama utanmamı engellemiyordu. Dudağımı ısırarak omzumun üstünden bir bakış attım. Derin uyuduğuna kanaat getirerek yeniden ona döndüm.
Loşluğa alışan gözlerim kanepede uzanan bedeni daha ayrıntılı görmemi sağlamıştı. Kuruyan boğazıma rağmen yutkundum. Bir kere yarım yamalak gördüğüm bedeni süzerken utancımın yerine beğeninin geldiğini fark etmem heyecanımı ikiye katladı. Dalgalı gür saçlarını biraz kısaltılmıştı ama asi saçlarının alnına ve yüzüne dökülmesine mani olamamıştı. Uyku yumuşaklığına terk ettiği yüz hatları ile çok... Ah, neler düşünüyordum. İstemsizce ona doğru adımladım, sanki beni yönetene karşı koyamayan bir kuklaydım.
Omzundaki sargıyı bakışlarımı yüzünden çekmeyi başardığımda gördüm. Bir kolu kanepeden aşağı sarkmıştı, sargılı omzu diğer tarafta olduğundan ilk başta görememiştim. Neden sarmıştı acaba? Eğilip sargıya baktım, temiz bir sargıydı ama acemice bandajlanmıştı. Onu uyandırıp sebebini sormayı çok istememe karşılık hoş yüzüne bakınca fikrimi değiştirdim. Allah'ım, bu suratsız gerçekten de çok güzeldi ve gün geçtikçe gözüme daha hoş gelir olmuştu.
Zarif kaslarla bezenmiş bedenindeki bir iki morartı dikkatimi çekti. Geçirdiği kazanın üstünden oldukça zaman geçmişti ve bu bereler yeni gibiydi. Kaşlarımı çatıp doğruldum. Bereleri ve tenindeki alışıldık solgunluk dışında sağlıklı duruyordu. Ben ona bakarken kesik bir nefesle başını diğer tarafa çevirecekken canı acımış gibi inleyerek önceki yerine geri döndü. Yastık olarak kullandığı küçük minderde koyu bir renk gördüm. Islaklık mı yoksa başka bir şey miydi anlayamadan başıyla örterek görüşümden kayboldu. Bir an için kan olduğunu düşündüm ama ne burnundan ne de kulağından kan sızmıyordu. Olsa olsa, ıslak yattığı için saçlarından süzülen suyun rengidir diye kendimi rahatlatmaya çalıştım.
Onu yalnız bırakmayı gönlüm istemese de odadan çıkmak için geri döndüm. Şu tuhaf Osman Bey'i uğurladıktan sonra yaralı kalp hırsızımla daha detaylı ilgilenebilirdim. Kaçacak veya ortadan kaybolacağa hiç benzemiyordu. Öyle derin uyuyordu ki... Bir insanoğlu uyurken nasıl bu denli melek masumluğunda olup uyanınca ukala bir megolamana dönüşürdü? Onu ilk defa uyurken seyretmiştim ve şimdi yanından ayrılmak da zorlanıyordum. Beni temelli bırakacağını ise düşünmek bile istemiyordum.
***
Rahat yatak dururken Salih'in neden daha az konforlu kanepede uyuduğu hakkında fikri olan var mı? Sandığınız gibi yorgunluktan sızıp kalmamıştı, isteyerek kanepeye uzanmıştı. Hüma gelip onu uyandırana dek de uyanacağı yoktu. Perdeleri çekili oda neyse ki serinceydi, yoksa kadife kanepe genç adamı bu sıcakta adamakıllı terletirdi. Israrla kapının vurulması ve isminin seslenilmesi Salih'i derin uykusundan uyandırmayı başardı. At tepmişçesine sızılar içinde yattığı yerden doğruldu. Kendine gelmesi için önce nerede olduğunu anlaması gerekiyordu.
"Uyandım Hüma!" dedi gözlerini ovuşturarak doğruldu. Kanepenin başlığına astığı ama şimdi yere kaymış gömleğine uzandı ve üstüne geçirirken yeniden seslendi. "Gir içeri, kapıyı kırmadan önce!"
Sol omzu, hareketiyle aldığı yarayı hatırlatınca kasıldı. Mermi iyi ki sıyırmıştı, saplanıp kalsaydı işi zordu. Hüma odaya girer girmez doğruca yanına seğirtti.
"Bu ne uykusu ağabey? Bıraksak günü devireceksin."
"Sen buradayken dediğin kadar özgür olacağımı sanmıyorum." diye homurdandı. Boynuna sarılan genç kız, omzunu acıtsa da sesini çıkarmadan kardeşine sarıldı. "Nasılsın tatlı kardeşim?"
Hüma biraz ayrıldı ve loş odaya rağmen parıldayan gözlerle ona baktı. "Ben çok iyiyim ağabey ama seni merak ettim. Sabah bize görünmeden dinlenmeye geçmişsin, valla alındım."
"İki günde beni özledin mi?"
"Hiç de özlemedim." dedi burnunu kibirle havaya dikerek. Sonra nazlı bir edayla yanına oturdu. "Sen özlemedin mi?"
"Baş belamı niye özleyeyim?" diye sırıtınca Hüma bıkkınca omuzlarını düşürdü.
"Aşk olsun ağabey, baş belan mıyım ben senin?"
Salih kardeşinin uzun dalgalı saçlarını okşadı. "Tatlı belam diyelim de anlaşalım olur mu? Saat kaç oldu?"
"İkindiye yaklaştı. Öğle yemeğini de kaçırdın." Ani bir heyecanla doğruldu. "Yemekte kim vardı tahmin et!"
Salih iç geçirerek gömleğinin kalan iki düğmesini ilikledi. "Beynim hala uyanmayı ret ediyor Hüma. Tahmin konusunda isabetli olacağımı sanmıyorum."
"Osman Bey buradaydı."
Salih aniden başını kaldırınca gözü karardı ama belli etmedi. "Kim dedin?"
"Osman Bey var ya, senin iş ortağın. O buradaydı, birlikte öğle yemeği yedik az önce de gitti. Çok beyefendi bir adammış ağabey. Nazik ve hoş sohbet..."
Şehzade Murat'ın yalıya gelmesine hala inanamayan Salih taş kesilmiş gibi Hüma'nın yüzüne baktı kaldı. Kız konuşmaya devam ederken şaşkınlığı giderek arttı.
"Bizi çok güldürdü, çok eğlenceli biriymiş. Hiç sıkılmadık. Keşke daha önce tanıştırsaydın bizi."
"Osman, eğlenceli mi? Öyle mi düşünüyorsun?"
"Sadece ben değil, Yasemin abla ile Münevver teyze de aynı şeyi dedi."
Şehzade Murat ile karşılaşanlar genelde tedirgin ve çoğunlukla da korkmuş olurlardı. İlk defa onu nazik, eğlenceli olarak tanımlayan Hüma'ya inanamadı. Sonra aklına geldi, şehzadenin çapkınlığı da su götürmez derecede etkiliydi. Hüma ve Münevver neyse de; Yasemin'in, şehzadeyi eğlenceli ve hoş sohbet bulmasına bozulmuştu. Onun hakkında bir gün olsun beğeni kelimesi söylemeyen Yasemin, yeni tanıştığı bir adamı beğenir gözükmesi sinirlerini oynattı.
"Perdeleri açar mısın?" dedi can sıkıntısıyla. Birden oda havasız ve boğucu gelmişti. "Ne zaman geldi? Neden gelmiş?"
Hüma perdeleri açmak için ayaklandığında Salih'in gözü başını koyduğu mindere kaydı. Kan lekesini fark edince Hüma görmesin diye hemen ters çevirdi. Hüma perdeleri açıp pencere camını yukarı kaldırırken sorusunu cevaplıyordu.
"Öğleye doğru geldi. Neden geldiğini bilmiyorum, ben yanlarına gittiğimde Yasemin abla ile muhabbetteydiler."
"Hanımefendi nerede şimdi?" dedi. Murat ile sohbet ediyordu ama bir kez olsun yanına gelip ona bakmamıştı demek. Yasemin'in gözünden temelli düşmüş müydü?
"Ben seni uyandırmaya gelirken o da mutfağa gidiyordu." Dedi ve cumbanın önündeki dar divana ilişti. "Sen nerelerdeydin iki gündür?"
"Çalışıyordum." dedi bozuk bir sesle. "Sen aşağıya in Hüma, ben giyinip geliyorum."
Hüma neşesini saçarak odadan çıkarken Salih ağrıyan başına rağmen ellerini saçlarını götürerek çekiştirdi. Genç kızın ona olan sevgisinin belirsizliği yüzünden onun konuştuğu herkesi kıskanır olmuştu ve bu rakipler grubunun en çetin üyesi de şehzade Murat idi. Behzat'tan bile tehlikeliydi. Kendi kendine öfkelendi. Yasemin'i boş bırakan oydu, kızın ilgisini çekenlere ne kızıyordu ki?
"Osman Bey'i biraz olsun kıskandı galiba." diye kıkırdadı Hüma.
Üç kurnaz, mutfağın yanındaki yemek odasında oturmuş, planlarının ortasına düşüveren Osman şansının, Salih üzerindeki etkisini çekiştiriyorlardı. Münevver lafa girdi.
"Ballandırarak anlatsaydın keşke."
"Aman Münevver Teyze, ağabeyim kıskanç değildir ama kızdırmaya da gelmez. Ben usulünce laf dokundurdum."
"İyi etmişsin." dedi Yasemin. Aklına Salih'in kıskançlık hakkındaki söylevi gelince dudaklarının yayılmasına mani olamadı. Esen rüzgardan kıskanan bir erkek, Osman gibi bir beyden hayli hayli kıskanırdı. Bu düşüncesini elbette dillendirmedi. İçi titreyerek ekledi. "Nihayetinde karısıyım."
"Biz de onun bunu fark etmesini sağlamaya çalışıyoruz ya." dedi Münevver.
Yasemin dudağını çiğneyerek nefeslendi. Osman yemekten sonra asıl baklayı ağzından çıkarmıştı. Salih'in iş yerinde küçük bir kaza geçirdiğini ve o yüzden eve döndüğünü anlatmıştı. 'Birkaç gün dinlensin bence' demişti adam. 'Siz ikna edersiniz kanaatindeyim. İlla işi bitireceğim derse evrak dosyasını yanımda getirdim, evde çalışsın diye. Ben onu yine yoklarım ama evden çıkarmayın.'
Sessizliği bozan Hüma iç geçirdi. "Aslında Osman Bey'in sana iltifat etmesine ben biraz kızdım. Ağabeyimin iş arkadaşı olabilir ama senin gözünden kaşından ona ne? Ayrıca vedalaşırken ecnebiler gibi elini öpmesine ne buyurulur."
Münevver güldü. "Adamcağız benim de elimi öptü deli kız, neden bozuluyorsun?"
"Yasemin ablanın elini alnına koymadı ama." diye diklendi Hüma.
Sohbetin sonuna yetişen Salih sinirli bir sesle öksürünce üç kafadar yerlerinden sıçradılar. Kapının ağzına geldiğinde Osman lakaplı Murat'ın, karısına iltifat ettiğini duymak ve üstüne üstlük onun binbir kalp çarpıntısıyla iki kere dokunabildiği elini öptüğünü işitmek çileden çıkmasına yetmişti. Suratını asarak içeri girdi.
"Hayırlı günler hanımlar."
Hüma tedirgince Yasemin'e baktı ama Yasemin duyulandan ziyade odaya giren şahsiyetin etkisinde gözlerini ayırmadan mırıldandı.
"Hoş geldiniz Salih Bey."
Salih'in çenesi kasıldı. Hoş bulmamıştı ve hanımefendi kibarlığı seviyor diye lafları sineye çekip rol oynayamazdı. Başını kısa bir selamla salladı. Münevver de bu gerginlikten nasibini almıştı. Acaba Salih ne zamandır oradaydı? En iyisi odadan sıvışmaktı.
"Açsınızdır siz damat bey, ben hemen bir şeyler hazırlayayım."
Hüma yutkunarak Münevver'in ardından ayaklandı. "Yardım edeyim ben de, değil mi?"
İki gençten tepki alamayınca Hüma ve Münevver art arda odadan çıktılar. Yasemin, Salih'ten yayılan hafif ilaç kokusunu almıştı. İçi eriyerek genç adama doğru fısıldar gibi sordu.
"Nasılsınız?"
Sandalyeye oturan Salih kaşlarının altından delice özlediği yüze baktı. Aşkından kavrulurken, kıskançlığın sert rüzgarında savrulurken, onun tarafından sevilmeyi bu derece arzularken; Yasemin'in gözünde hep geri planda kaldıkça, nasıl olabilirdi? Konuşamadı.
"Arkadaşınız Osman Bey buradaydı." dedi ilgisini yanıtsız bırakan sevdasının verdiği ağırlıkla nefessiz kalan Yasemin. "Sizin için endişelenmiş."
"Rahatsızlığımın ne olduğunu da söyledi mi?" dedi sertçe. "O kadar sohbet etmişsiniz, laf arasında bahsim geçmiştir."
Yasemin gelir gelmez aksileşen Salih'e gözlerini hafifçe kısarak baktı. "Taş kalbinizin bünyenize ağır geldiğini ve kafa üstü kibir kazanına düştüğünüzü söyledi. Gerçi bu kazaya ne hacet, siz yeter derecede kendini beğenmiş ve duygusuz birisiniz."
"İltifatlara bak!" diye homurdandı. "Bana duygusuz diyorsunuz ama sizin beni eleştirmeye hakkınız yok."
"Eleştirmedim ki, rahatsızlığınızı dile getirdim. Eleştirmeye kalksam lafımın sonunu bulamam. Hem söyleyiniz, sizi neden eleştiremeyecekmişim?"
"Siz de bu çene varken lafın sonunu hiçbir sohbette bulamazsınız."
Yasemin sinirli derin bir nefes aldı. Salih ile o kadar laf dalaşı yapmışlardı, Hüma o sözlerin şaka olduğunu düşündüğünü söylemişti. Fakat bu sefer Salih'in yüz ifadesi oldukça ciddiydi. Şaka yapmıyor, onunla alay etmiyordu. Kızmıştı ve öfkesini kusmadan doğru yola giremeyeceklerdi. Yatıştırmaya çalışmadı veya geri çekilmeye... Tam tersi genç adamın üstüne gidecekti.
"Sizinle yaptığım sohbetlerde bulamadığım doğru beyefendi. Susmasam ömür bitene dek laf üstüne laf söyleyeceksiniz, sanki bir marifetmiş gibi. Şimdiye kadar son lafı söylediniz de ne değişti?"
Salih kararsızca kaşlarını çatınca Yasemin daha ılımlı bir sesle ekledi. "Ne kazandınız?"
Salih'in simsiyah uzun kirpikleri eğildi, güzel gözlerini yarı yarıya kapattı. Masaya bakan Salih kesik bir nefes aldı, dudakları biraz aralanmıştı ki... Hüma ile Münevver ellerinde tepsilerle içeri girdiler. Ve Yasemin alışkanlık haline gelmiş bir ayıpla, içinden talihine küfretti. Ne zaman Salih bir itirafta bulunacakken veya bir konu açıklayacakken evde kim varsa çıkıp geliyordu.
"En sevdiğin yemekleri yaptık ağabey." dedi Hüma. "Ayran da hazırladık."
"Teşekkür ederim." dedi Salih neşeli olmaya çalışarak ama çalkantılar içindeki gönlü, neşeyi anca dudağının kıyısına kadar taşıdı, gözlerine yükseltmedi.
Ne kazanmıştı?
Münevver göz ucuyla iki gencin konuşmaya ihtiyaçları olduğunu görünce Hüma'yı uzaklaştırmak için bir çare düşündü. Fazla zorlanmadı.
"Ah, canım Yasemin'im. Bak aklıma ne geldi? Konaktaki Dilbade'yi buraya alsak nasıl olur? Orada tembellik yapacağına gelsin burayı çekip çevirsin."
"Bilmem ki." dedi Yasemin aklı başka yerde.
Münevver bu sefer de Salih'e döndü. "Siz ne dersiniz damat bey?"
Çorba kasesine daldırdığı kaşıktan bakışlarını alan Salih nefeslendi. "Yasemin Hanım kararı versin."
Münevver yan gözle Hüma'ya baktığında genç kız kaşlarını kaldırıp dudağını büktü. Dadı Münevver sandalyeden doğrularak başıyla kapıyı işaret etti.
"Gel Hümacığım, iş ikimize kaldı galiba. Konağa gidelim de Afife Hanım ile konuşalım. Bu arada sen de lale soğanlarını seçersin. Bahçe işini dışarıdaki iki kart adama bırakmamak gerek."
"Çok iyi olur!" diye sevinen Hüma, Münevver'e hak verdi. Seyfi Efendi ile bir yaş büyüğü Seyfettin Efendi anca kapı nöbetçiliği yapmayı biliyorlardı. Gerçi o yaşta adamlardan bir iş bekledikleri de yoktu.
Münevver ile Hüma, gergin duran çifte kısa bir veda ederek odadan dışarı çıktılar. Salih aç midesine birkaç kaşık çorba göndermeyi başarmıştı. Yasemin ile yalnız kalmasına rağmen başını kaldırıp kızın yüzüne bakamıyordu. Gönlü öyle ağırlaşmıştı ki, konuşmazsa sevgisini paylaşamadığından taşa dönüşüp kalacaktı.
Yasemin'in de Salih'ten farkı yoktu. Kaç gündür türlü endişe, umut, korku ve heyecanla beklediği buluşma kalp ağrısına çevrilmişti. Aşkın hemen solmayacağını söyleyen Münevver onu teselli etmek için mi öyle konuşmuştu? Keşke Salih onu, esmer kadını sevdiğinden çok sevseydi. Böylece aşkı hemen tükenmezdi. Salih, ona bakmayınca başı döndü, göğsü sıkıştı. Genç adamın yanında kalamayacaktı, savaşmadan teslim bayrağını yine çekmişti. Ayağa kalkacağı sırada Salih, kaşığı bıraktı ve başını kaldırdı.
"Ne kazandığımı sordunuz." diye hüzünlü bakışlarıyla onun gözlerine baktı. "Benimle meşgul olduğunuz birkaç dakikayı kazandım. Bana bakan kızgın gözlerinizin yeşil cennetinde nefeslendim, huzur buldum. Siz bana öfkelenirken; ben, aklınızın o anda bende olduğunu düşünerek mutlu oldum. Son lafı söylerken sizin susup kaçmanızı değil, benimle konuşmaya devam etmenizi umdum. Ben son lafı söylemeyi hiçbir zaman istemedim. Sizinle alay etmek değildi niyetim veya üstün gelmeye çalışmadım, sadece benimle ilgilenmeye devam etmenizi istedim. Sevginizi hissetmeyi ve ömrümün sonuna dek kalpten öte ruhunuzda bir yer edinmeyi diledim."
Salih karşısında kıpırdamadan duran genç kızın onu ayıpladığını düşündü. Sesi titredi, canı sıkıldı. Neden Yasemin ile konuşurken saçmalıyordu? Duygularını dile getiremiyordu? Elini saçının arasına sokarak ayağa kalktı. Kapıya doğru görmez gözlerle adımlarken kulakları uğulduyordu. Kendi sesini duymaksızın mırıldandı.
"Özür dilerim, ben..."
Odadan kaçarcasına çıkan Salih'in ardından bakakalan Yasemin için, duydukları yüzünden mayışmış desek daha doğru olur. Genç adamın yokluğu soğuk bir boşluk misali onu titretti ve ayılarak doğruldu. Salih'e seslenmesi boşunaydı, çoktan odadan çıkmıştı. Bu sözlerin kaynağı ancak seven bir yürek olabilirdi, kalpten öte seven bir adamın sözleri. Bacaklarına güç geldi ve sevdasının peşinden fırladı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder