Askerlerin
yanında duran Tenq, onların grubuyla aralarında uzak bir mesafe bıraktı ve
uzanıp Dea’yı durdurdu. Genç adam duygusuz bir ifadeyle kadına döndüğünde, Tenq
onun yüzüne doğru bir şeyler fısıldadı. Dea tepki vermeden kadını dinledi,
sonra kolunu yavaşça çekerek onlara doğru yürümeye devam etti. Ganor’un yanında
durdu. Athena hayatı boyunca cesaretini hiç kaybetmemişti ama şimdi konuşmayı
başlatacak cesareti dahi toplayamıyordu. Dea’nın ne düşündüğünü anlamak için
tüm dikkati genç adamdaydı.
“Neden
gitmedin?”
Sesi de yüz
ifadesi gibi soğuktu. Athena’nın içi buz gibi oldu, koşarak adama sarılma
güdüsünü bastırmak için tüm bedeni kasıldı. Büyü altında olmadığı halde,
hissettiği aşk, Athena’yı iyice çaresiz bırakıyordu.
“Benimle gel.”
Dedi sesini düzgün tutmaya çalışarak ama neredeyse yalvaracaktı. Kendine kızması
gerekiyordu ama o kadar çaresizdi ki, yalvarması gerekirse tereddüt
etmeyeceğinin farkındaydı. Geçmişte alay ettiği aşk hikayeleri şimdi
intikamlarını alıyorlardı.
“Neden?” dedi
Dea, acımasızca. “Ailemi ve geleceğimi ne uğruna terk edeyim? Günün birinde
yüzüme dahi bakmayacak bir kadından aşk dilenmek için mi? Geride kalanları
ölüme terk ederken kendimi neden karşılıksız olması muhtemel bir sevgiye
adayayım? Ne kadar uğraşırsam uğraşayım, senin yanına yakışmayacağım Athena!
İleride seni de mutsuz edeceğim belki benden nefret edeceksin. Benden
bıktığında…”
“Hayır!” diye
lafını kesti. Buna inanamıyordu, karşısına geçmiş bir zamanlar Dünya’ya
söylediği onun laflarını ona tekrarlıyordu. Artemis’in aşkını umursamayan kalbi
şimdi azap içindeydi ve gerçek aşkın değerini tüm hücrelerinde hissediyordu. “Benimle
gel Dea! Sana değer vermeyen ailene bağlılığın sadece sana zarar veriyor. Ailen
güç için seni harcamaktan çekinmiyor. Tenq seni sevseydi, sana sahip olmaya
çalışmazdı, seni zorlayarak elde etmeye çalışmazdı.”
“Seninle
gelmek istemiyorum, Athena! Şansını kullan ve git!”
Bakışlarındaki
keskinlik bir türlü kırılmıyordu. Onu tanımasa, sözlerine inanırdı ama anıları
ona umut vermeye devam ediyordu.
“Burada
kalamazsın Dea…”
“Burası benim
diyarım ve ben bu diyarın kralıyım! Başka bir yerde olamam.” Dedi Dea ve
gözlerini iblislere çevirdi. “Onu buradan götürün!”
Athena panikle,
ona uzanan iblisten kaçındı. “Sakın!” diye teması engelledi ve bir kez daha
genç adam döndü. “Dea, seni seviyorum, benimle gel!”
Dea’nın yüzündeki
kayıtsızlık maskesi çatlarken genç adam olduğu yerde sallandı. Bir eli zor
nefes alıyor gibi göğsüne giderken sendeledi. Ganor onu tutmasaydı düşecekti.
Kadın sinirle Athena’ya bağırdı.
“Def olup
gitmen için daha ne demesi lazım!”
Athena, onu
açılan geçide sürükleyen iblisten yumruk ve tekmelerle kurtulup Dea’ya doğru
atılmıştı ki, başka bir iblis belinden tuttuğu gibi onu engelledi. “Dea!” diye
bağırdı Athena. “Deacas, seni seviyorum.”
Dea güçlükle
başını kaldırıp ona baktı, gözleri dolu doluydu. “Ben de seni seviyorum Hena, bu
yüzden lütfen git!”
Ne ara
ağlamaya başladığını bilmiyordu, akan yaşları gözlerini kavururken öfkesinden
bağırdı. “Hayır! Gitmeyeceğim!”
O anda, taştan
gelen çatırtılar somut akımlara dönüştü ve etrafa kıvılcım gibi sıçramaya başladı.
Kıvılcımların dokunduğu yerlerden geçitler açıldı, onlarca melez geçitlerden
alana adımladılar ve delirmiş gibi insanlara saldırmaya başladılar. Askerler ve
üyeler birden karıştı, o karışıklığın başladığı ilk birkaç saniyede toprak kan
içinde kalmıştı. Melezler uluyarak dağılıp kurbanlarını ararken şaşkınlıklarını
üstünden atan Dea ve Athena hemen harekete geçtiler. Dea hala güçsüzdü ama
iblislere komuta edebiliyordu. Melezlere saldırı emri verince, iblisler hiç
düşünmeden saldırdılar. Dea, annesinden hançeri ve bıçağı alıp kadını, Tenq’i
koruyan askerlere teslim etti ve güvenli bir uzaklığa çekilmelerini söyledi. Athena
da genç adamın yanına gelmişti, hançeri ona uzatınca düşünmeden aldı ve doğruca
yaklaşan melezlere doğru atıldı.
Bu baskının
nedeni ise birkaç dakika sonra açılan geçitten belirdi. Ares ve Solan savaş
alanına dalarken Athena sevinçten bayılacak kadar mutlu olmuştu. Ortalık
birbirine girmişken Athena, Dea’nın yanından ayrılıp kardeşinin yanına
gidemiyordu. Dea çok iyi savaşıyordu ama garip bir şekilde aşırı güçsüzdü. Her
an yıkılmasından korktuğu için genç adamı bırakamadı. Tamon bile genç adamı
korumak için yanına gelmiş, yardım ediyordu.
Dea boynuz
şeklindeki iki uçlu bıçağı ustalıkla kullanıyordu, iki melezle aynı anda
savaşırken göz ucuyla alanın diğer tarafındaki iki adamı gördü. İkisi de uzun
boyluydu, biri daha ince yapılıydı ve adamın parmaklarından çıkan yeşil ışıklar
önüne çıkan melezleri yakıp kül ediyordu. Uzun kırmızı saçları, olmayan
rüzgarda savaşın şiddeti yüzünden dağılıyordu. Diğeri ise kumral saçlarını
garip bir şekilde toplamıştı ve ilginç kıyafeti, görkemli kaslarını hiç
gizlemiyordu. Adam oldukça yakışıklıydı ve gözleri ilginç bir ışıltıya sahipti
ki, bu kadar uzaktan bile seçiliyordu. Güçlü kılıcını her salladığında
karşısındakini kolayca biçiyordu.
“Bunlar kim?”
dedi yanında savaşan Athena’ya.
Athena
hançerini sapladığı göğse bir tekme atıp hançer kurtulurken ona döndü. “Onlar
bizden.” Dedi mutlu bir ifadeyle.
Dea gözlerini
kısıp savaşan adamları izlerken sıkıntıyla söylendi. “Fazla yakışıklılar!
Dönmek için bu kadar istekli olmana şaşırmadım.”
Dea, hıncını
karşısındaki melezden çıkarırken Athena duraklayıp genç adama baktı. Ne yani,
bu ortamda ve bu durumda Dea onu kıskanmış mıydı? Hem de kardeşi ile
eniştesinden! Gülmemek için dudağını ısırdı ve Dea’nın uğraştığı iri meleze
yardıma gelen meleze doğru atıldı. Sonunda savaş durulduğunda, Dea askerleri
şehre doğru kaçan birkaç melezin peşinden gönderdi ve bakışlarını, kumral adama
sıkıca sarılmış Athena’ya çevirdi. Yorgunluktan bitmişti ama ikisinin birbirine
sarılmasını izlemek savaşma isteğini körüklüyordu. Acaba Athena’nın yanında
bekleyen Tamon’a ikisini ayırmasını mı emretmeliydi? Kan ve ceset denizinin
ortasında, yumruklarını sıkmış, sevdiği kadının ilgisini bekliyordu ama o ilgi
başkasından geldi.
“Hala
yaşadığımıza inanamıyorum Deacas!” dedi Tenq onun boynuna sarılarak. “Çok
korktum!”
Dea ise
dikkatini Athena’dan çekemiyordu, sanki her an geçit açılıp ortadan
kaybolacaktı. Athena launlarla gitmek istememişti ama bu yeni gelenlere çok
değer verdiği belliydi. Savaş sırasında dahi genç kadının bakışları sürekli
onların tarafına kayıyordu. Keşke şu büyüyü daha güçlendirebilseydi, Athena’nın
aşkını hissetmeye çok ihtiyacı vardı. Fakat öyle bir gücü yoktu. Gerçi, bugün
yaptıklarını yapabilmesi de rüya gibiydi. Launları çağırabilecek kadar
hükmetmeyi beklemiyordu ama denedi ve oldu. O anda aklına geldi, launlar
neredeydi?
Ona sarılan
Tenq’i de o sırada fark etti, laun ararken. Tenq kollarını ona dolamış, sürekli
bir şeyler söylüyordu. Kaşlarını çatarak kadının kollarını sertçe çözdü ve
kendinden uzaklaştırdı.
“Ne
yapıyorsun?”
Gözleri
ağlamaktan kıpkırmızıydı. “Öleceğimizi sandım Deacas ama sen muhteşem bir
savaşçıymışsın. Beni kurtardın sevgili eşim.”
“Eş olayını
sürekli hatırlatma!” dedi sinirle ve bakışlarını yeniden üçlüye çevirdiğinde,
onlara doğru geldiklerini fark etti. Tamon hala Athena’nın arkasındaydı. Tenq’in
yüzüne döndü. “Sana söz verdim değil mi? Zenwar’ı korumak için elimden geleni
yapacağımı söyledim. Ve yaptım da! Eşlerin sorumluluklarını biraz olsun
genişletemez misin? Ben sadece senin yatağında olmak istemiyorum.”
Tenq
kıpkırmızı olurken yanlarına gelen Ganor, araya girdi. “Yasalar senin için
değişmez!”
Annesine
döndüğünde, kadın konuşmaya devam etti. “Haddini bilmiyorsun Deacas. Kapa
çeneni ve sadece emirleri uygula!”
“Emirler
konusunda bazı sıkıntılar var!” dedi kumral adam ve üçünün karşısında durdu.
Bal rengi gözlerini geride duran askerlerden alıp Ganor’a çevirdi. “Sizi
saygıyla selamlarım, hanımlar. Sanırım bir konuşma yapmamız gerekiyor ama özel
olarak.”
“Konuşun ama
önce kendinizi tanıtın.” Dedi Ganor.
“Fazladan
kulak varken olmaz.” Dedi kumral adam. “Askerler uzaklaşsın. Bu sizin
hayrınıza, bizim değil.”
“Tehdit mi
ediyorsun?” dedi Ganor aksi bir tonda.
Bıkkınca
soluklanan adam Ganor’a döndü. “Tehdit etmek hiç tarzım değil, ben doğrudan işe
girişirim. Fazla vaktim yok, emrimi uygulayın.”
Ganor da Tenq
kadar kızardı ama öfkesinden. Askerlere doğru elini sallayarak uzaklaşmalarını
emretti. Adamlar gidince, kibirli bakışlarını üçlüye çevirdi. Kumral adam, bir
an Dea’ya baktıktan sonra ilgisini Tenq’e çevirdi ve konuşmaya başladı.
“Athena ve
Dünya’ya gösterdiğiniz misafirperverlik için teşekkür ederim. Zor durumda
yardımınıza gelerek, borcumu da ödedim. Hatta alacaklı duruma düştüğümü
düşünüyorum.” Dedi ve yanında duran Athena’nın omzuna elini atıp kendine çekti.
“Olimposlular olarak, bu konuda çok hassasızdır. Sanırım, siz de sorumluluklara
fazlasıyla sadıksınız.”
Kumralın
Athena’ya sarılmasına iyice sinir olan Dea bakışlarını kaçırdı. Neden bu kadar
samimiydiler? Athena neden izin veriyordu? Yoksa büyünün etkisi kaybolmaya mı
başlamıştı… İkisini birbirinden ayırma isteğiyle kasıldı, fakat müdahalesinin
işleri daha karıştıracağını tahmin edebiliyordu.
“Zenwar
kraliçesi Tenq Baur-Enwar olarak, yardımınız için teşekkür ederiz
Olimposlular.” Dedi Tenq diplomatik bir ifadeyle. Dea’nın aksine ikilinin
samimiyetinden hoşlanmıştı. “Eşim ve ben, her zaman…”
“Daha lafımı
bitirmedim kraliçe!” dedi kumral ve yüz ifadesi ciddileşerek kolunu, Athena’dan
çekti. “Sizin ve kurulunuzun marifetleri yüzünden birçok kişi zor durumda
kaldı. Daha düşünceli ve anlayışlı bir tavırla yönetmenizi beklerdim ama ben
kimim ki, size karışacağım! Ben sadece kendi boyutumdan sorumluyum ve evime
bağlı olanlardan. Bu yüzden zararımın giderilmesini talep ediyorum.”
“Zarar mı?”
dedi Ganor, kafası karışarak.
“Ben
kraliçeyle konuşuyorum.” Dedi kumral adam oldukça keskin bir sesle. “Bir şeye
karar vermek için yardımına ihtiyaç duyarsa kraliçen seninle konuşur, ben
değil.”
“Ukala…”
Tenq öne
çıktı. “Ganor, dinleyelim.”
Neler olduğunu
kavramaya çalışan Dea, Athena’ya doğru bakmaya cesaret etti. Athena, az önce
savaştan çıkmıştı ve saatlerdir hücrede kalmasına rağmen güzelliği ile hala
nefes kesiyordu. Kan lekeli elbisesi ve gururlu duruşuyla tam bir savaş
kraliçesiydi. Elinde hala onun hançerini tutuyordu, diğer eliyle de Tamon’un
yelelerini okşuyordu. Bu kadına aşık olmamak zordu. O bakarken Athena da
bakışlarını ona çevirdi, Dea bir süre fark etmedi. Sonra ayılır gibi gözlerini
yeniden kaçırdı, kendine gelmeliydi. Giderek gerilen bir tartışmanın ortasında
aptal bir aşık gibi görünmek istemiyordu. Athena’nın duygularından emin
olamamak yeterince acı vericiydi.
“Dediğim gibi
fazla vaktim yok, o yüzden konuya giriyorum. İblislerin çağırılması dengeyi
bozdu ve bu yüzden birçok boyut saldırıya uğradı. Hala püskürtmeye
çalıştıklarını biliyorum. Buna neden olan kişiyi cezalandırmaya hakkım var ve
bunu talep ediyorum. İblisleri kim çağırdı?”
Dea irkildi ve
hemen Athena’ya baktı. Genç kadın meydan okuyan bir tavırla ona bakıyordu,
neredeyse zevk alıyor gibiydi. Onu ele vermesine şaşırdı. Tenq kararsız kalarak
Ganor’a bakınca, kadın kaşlarını çattı. Ondan yardım alamayacağını anlayan Tenq,
konuşan kumrala döndü.
“İblis
dediklerin laun ise, bizden biri olmadığını size söyleyebilirim. Bir hata
olmalı.”
“Hata yok.”
Dedi kumral adam ve elini Athena’ya uzattı. Athena hançeri adama verdiğinde,
adam kemerinden diğer hançeri çıkardı. İkisini de öne uzattı. “Bunlar kime
ait?”
Tenq panikle
Dea’ya bakarken Ganor öfkeyle bağırdı. “Siz ne yapmaya çalışıyorsunuz? Bu ne
biçim bir oyun!”
“Oyun yok!”
dedi kumral adam ve ondan yayılan güç hepsinin nefesini kesti. Öfkesi sıcak bir
rüzgar gibi havaya dağılırken kumral konuştu. “Her şeyi karıştıran bu
hançerleri kullanan kişidir. Zarar gören taraf olarak da onu cezalandırmaya
hakkımız var.”
Dea öne çıktı.
“Onlar bana ait.”
Tenq uzanıp
onu bileğinden yakaladı ve kendine çekti. “Seni onlara verecek değilim Deacas!”
dedi ve kumrala doğru döndü. “O hançerler eşim Deacas’a aitti ama artık değil.
Kimse benim eşimi cezalandıramaz!”
Kumral yüzünü
buruşturarak Athena’ya döndü. “Eşi mi? Gerçekten mi, Hena? Başkasını bulamadın
mı?”
Athena
ensesini kaşırken utangaç bir tavırla mırıldandı. “Burada işler biraz karışık,
sonra anlatırım.”
Kumral
nefeslenip yeniden ciddileşti. “Zenwar kraliçesi olarak, eş konusunda biraz
daha dikkatli olmanızı tavsiye ederim. Eş olarak aldığınız adam, size pek uygun
değil.” Dedi ve Ganor’a döndü. “Anne rolünü oynayan biri olarak, sen ne
dersin?”
Ganor renkten
renge girdi, hırsından dudakları titriyordu. Tükürür gibi konuştu. “Rol mü?”
“Daha da
açayım mı?”
“Hayır!” dedi Ganor
çabucak ve doğruldu. Birkaç saniye suskun kaldıktan sonra Tenq’e döndü. “Deacas
eş olarak uygun değil. Bu adam nereden biliyor anlamadım ama doğruyu söylüyor. Deacas,
Zenwar’ın asil kanına karışmaması gereken biri.”
“Buna kimse
karar veremez!” dedi Tenq ısrarını koruyarak. “Yasalara göre; Deacas benim yıldızlar
tarafından seçilmiş eşim.”
“Yalanlarını
bana tekrarlama Tenq! İkimiz de biliyoruz ki, Yıldız Okuyucu senin baskın
yüzünden Deacas’ı eş olarak ilan etti. O yüzden bu gereksiz saplantından vaz
geç!” dedi ve diğerlerine döndü. “Ona ne ceza vereceksiniz?”
“Olimposta
yargılanacak, o yüzden onu almamız gerekiyor.”
“Geri gelecek
ama değil mi?” dedi Tenq yalvaran bir sesle.
Dudağını büken
kumral adam umursamaz bir tavırla cevapladı. “Bence şu okuyucuya bir rüşvet
daha verin de, size uygun birini bulsun çünkü işlenen suçun cezası biraz uzun
sürebilir. Boşuna kralsız kalmayın.”
Tenq
duyduklarından sonra donup kalmıştı. Kumral adam kırmızı saçlı adama döndü ve
geçidi açmasını isterken ayıldı ve Dea’nın eline tutundu. “Gidemez!” dedi engel
olarak ve çılgına dönmüş bir sesle bağırdı. “Laun saldırılarından bizi kim
koruyacak? Taş eskisi kadar koruyucu değil, Deacas’a ihtiyacımız var.”
Kumral aklına
yeni gelmiş gibi onlara döndü. “Nerdeyse unutuyordum. Haklısın kraliçe, bu
konuda sorumluluğunu hatırlamana sevindim. Size başka birini bulduk, Deacas
kadar iyi savaşacağına sizi temin ederim.”
Lafı biterken
geçitten başka biri atılır gibi geçti. Kumral adam yeni savaşçıyı onlara
tanıttı. “Bu Morpheus, bundan sonra sizi korumak için o savaşacak!”
Morpheus onu
sıkça saran siyah dumanların arasında debelenirken kumral adam elini Dea’ya
uzattı. “Elindeki silahı ona teslim et Deacas ve sonra bizi takip et.”
Elini Tenq’in
tutuşundan kurtaran Dea, elindeki boynuz bıçağı gelen adamın önüne fırlattı ve
duraksamadan Tamon’u takip ederek Athena’nın peşinden geçide adımladı. Alacağı
ceza umurunda değildi, evlilik bağından kurtulmuştu ve sevdiği kadına yakın
olmaya devam edecekti. Hapis bile gözünde değildi.
* * * * *
Devasa taş
duvarları olan yüksek bir salonda buldu kendini, duvarlar boyunca garip şekilli
girişler vardı. Şaşkınlıkla etrafa bakınırken kumral adam karşısına geçti,
yanında Athena ile Tamon duruyordu. Kırmızı saçlı adam ortada yoktu.
“Evine hoş
geldin Deacas!” dedi kumral adam ve zoraki bir gülümsemeyle kendini tanıttı.
“Benim adım Ares, Olimpos evinin lideriyim.”
Athena hoşnut
bir tavırla ekledi. “Yani benim küçük kardeşim.”
“Kardeş mi?”
dedi Dea soluksuzca, kıskandığı adamın Athena’nın kardeşi çıkması onu inanılmaz
rahatlatmıştı. “Yani, ben… Özür dilerim. Sizi saygıyla selamlarım.” Dedi resmi
bir selamla.
Ares, onu
inceleyen bakışlarla süzerken Athena’nın dirseğiyle doğruldu. “Her neyse, benim
yapmam gereken işler var. Sizin yüzünüzden ortalığı karıştırdım.” Dedi ve
Athena’ya döndü, kemerindeki hançerleri ona uzattı. “Sen her şeyi ona
tanıtırsın bebek ama diplomatik olarak, samimi değil. Tekrar ediyorum,
samimiyet yok!”
“Git Ares!” dedi
Athena gözlerini kısarak.
Ares oflayarak
ortadan kaybolunca Dea irkildi, geçit filan açmadan öylece yok olmuştu. Ne
olduğunu sormak için Athena’ya dönmüşken onun ürkütücü bakışlarıyla karşılaştı.
Tedirgin bir sesle konuştu.
“Yardım etmeme
izin vermez mi?”
“Sen asıl
kendine yardım et, Baş Orun! Sana çok kızgınım!” dedi Athena ve Tamon’a onları
beklemesini söyledikten sonra ona uzanıp yakasından tuttuğu gibi başka bir yere
taşıdı.
Uzun bir
koridordalardı ve koridor boyunca kapılar vardı, Athena onu bir kapının önüne
getirmişti. Athena ona doğru döndü ve gözlerine bakarak konuştu.
“Odama girmeye
izinlisin Deacas.”
Sonra kapıya
doğru döndüğünde, kapı ardına dek açıldı. Dea’nın şaşkınlığı karşısında oflayan
Athena kolundan çekiştirerek onu içeri çekti.
“Sürekli
peşinden koşmama çok alıştın sen!”
Dea kapının
ardında bu kadar büyük bir oda beklemiyordu. Duvarı boylu boyunca kaplayan
pencere tüm odayı ışığa boğmuştu, zarif heykeller odanın dört bir yanını
süslüyordu, bir kenarda asılı duran mızrak ve kalkan dışında silah yoktu.
Pencereye doğru dönmüş büyük bir yatak vardı, üzerinde incecik tülden perdeler
asılıydı. Dea bakışlarını odadan alıp onu izleyen Athena’ya çevirdi. Hala
Athena ile olduğuna inanamıyordu, acaba savaşırken yaralanmış mıydı? Can
çekişirken insanların garip sayıklamalarını çok dinlemişti, belki onların
yaşadığı an da buna benziyordu.
“Rüya mı
görüyorum?” diye fısıldadı.
Kollarını
kenetleyen Athena başını doğrulttu. “Kabus olabilir, anlatacaklarına göre…”
dedi ve gözlerini kıstı. “Kraliçenin yatağından kalkman zor oldu galiba!”
“Yatağı mı?”
dedi afallayarak. “Sana ne söylendi bilmiyorum ama onunla aramda hiçbir şey
olmadı. Asıl senin yaptığın neydi? Ben o kadar uğraşıp seni kurtarmaları için
laun çağırayım, sen kapris yap. Az daha her şey mahvoluyordu.”
“Benden
kurtulmak için laun çağırmanı hoş görecek değilim!” dedi sinirle. “Sana seni
sevdiğimi söyledim sersem herif! Buna rağmen seni orada bırakıp gitmemi benden
nasıl beklersin?”
“Bana beni
sevdiğini söyleyip durma dikkatimi dağıtıyorsun, ne söyleyeceğimi unutuyorum.”
“Bak sen ne
zor bir durum! Madem alışmanı sağlayayım. Seni seviyorum, seni seviyorum,
seni…”
Lafını
bitiremedi, Dea atılıp yüzün avuçları arasına aldı ve dudaklarını dudaklarına
bastırdı. Tutku dolu yumuşak bir kavrayışla öpücüğü derinleştirdi, hissettiği
aşkı ve özlemi sevdiği kadının dudaklarına mühürledi. Athena ellerini onun
belinin iki yanına koyarak biraz daha yaklaştı ve dudaklarını aralayarak
aldıkları zevki arttırdı. Dea dolgun dudaklara doyamayacağını biliyordu ama
konuşmaları gerektiğini hissediyordu. Cezasıyla yüzleşmeden geçirecekleri zaman
kısıtlıydı. İsteksizce kendini çekti ve gözlerini açtı. Güzelliğiyle bir kez
daha aklını başından almıştı, her bakışında kalbini ısıtan Athena mücevhere
dönüşmüş gözlerini araladığında, Dea mest oldu, boğuk bir sesle fısıldadı.
“Dikkatimi
dağıt Hena, hiç değilse büyün etkisini kaybeden dek beni çıldırtmaya devam et.”
Athena
gülümsediğinde, Dea derin bir nefes alma ihtiyacı hissetti. Bir zamanlar Athena
ona meydan okumuştu, onu kendisine aşık etmek için çabalamasını söylemişti.
Acaba bunu yapmasına izin verecek miydi? Avuçları arasındaki güzel yüze eğildi
ve dudaklarını alnına bastırdı, derin bir nefes alarak saçlarının mis kokusunu
içine çekti. Bundan nasıl uzak kalacaktı? Düşünceleri dudaklarından çıkarken
biraz geriledi.
“Üstündeki
büyüden bu kadar rahatsız mısın? Bana aşık olmak seni hala sinirlendiriyor mu?”
Athena
bakışlarını onun gözlerine doğrulttu. “Sana kötü bir haberim var. Uzun süredir
büyü altında değilim ve nedense seni daha çok seviyorum. Yani Baş Orun Deacas
Tai-Darin, sanırım cezan çok ağır geçecek!”
Dudakları
kendiliğinden yayıldı, tutamadı. “Büyü yok ve hala…” Derin bir nefes aldı ve
Athena’yı kendine çekti, kollarını sıkıca ona doladı. “Böyle cezayı ömrüm
boyunca çekmeye razıyım, Hena. Seni seviyorum.”
İkisinin de
kalp atışları kolayca duyuluyordu, Dea kollarının arasındaki kadını hiç
bırakmak istemiyordu ama kapıdaki bir ses onların bu anını böldü.
“Hey! Hena!
Gelir gelmez odana kapanmak da ne oluyor!”
Athena bedeni
gevşerken bıkkınca nefeslendi. “Senden hiçbir boyutta kurtulamayacak mıyım
ben?”
Dea kollarını
açarken Athena ona çabucak bir öpücük verdi ve kapıya doğru yürüdü. Kapı
yaklaşmasıyla açılınca, karşında Apollon’un dev gülümsemesini gördü. Apollon
ona sıkıca sarıldı ve yanağına kocaman bir öpücük bıraktı.
“Nihayet
döndün!” dedi ayrılırken ve bakışlarını onları izleyen Dea’ya çevirdi. “Meşhur iblis
savaşçısını hemen odana mı attın? Çok ayıp!”
Athena, adamın
karnına dirseğini geçirdiğinde, oflayarak gerileyen adamı ona tanıttı. “Bu
zevzek adam da Apollon, diğer baş belası kardeşim.”
“Kaç tane
kardeşin var?” dedi Dea kendini tutamadan.
Apollon onun
yerine cevap verdi. “Hiç sorma! Zeus’un yediği naneleri anlatmak günler sürer.”
Dedi ve Athena’ya döndü. “Çok acıktım, gelin de yemeğe geçelim. Dünya siz
gelmeden kimseyi masaya oturtmuyor. Senin yerine göz koydu anlaşılan, annelik
hiç yaramıyor bu kadına!”
“Tamam,
birazdan geliriz.” Dedi ve onu iterek uzaklaştırdı. “Daha elimi bile
yıkamadım.”
“Ben de bu
koku nereden…” derken kapı Apollon’un yüzüne kapandı.
Athena evine
dönmenin mutluluğu ve Dea’nın varlığı ile mest olmuş bir halde hazırlanmaları
için genç adamı banyoya gönderdi. Dea için kıyafet yoktu ama genç adam zaten
yeterince hoş görünüyordu. Onun tersine temiz savaşmıştı. Hemen üstüne düzgün
bir şeyler giydi ve Dea’nın banyodan çıkmasını bekledi. Dea temizlenmiş bir
şekilde banyodan çıkarken şaşkındı.
“Ne kadar
büyük…” Bakışları onu bulduğunda sesi azaldı. “Bir banyo…”
Gözlerindeki
beğeni onu inanılmaz mutlu etmişti. Sade bir gömlek ve kot pantolon giymesine
rağmen genç adamın bakışları hayranlıkla ışıldıyordu. “Pantolonun bir kadına
yakışacağını hiç tahmin etmezdim. Bu sizin resmi kıyafetiniz mi?”
Athena
sırıttı. “Öğreneceğin o kadar çok şey var ki, aklın hayalin almaz.”
Genç adamı
yemek salonuna götürürken anlattığı her şeyi çocuksu bir merakla dinleyen
Dea’yı izlemekten çok hoşlanmıştı. Yönlenmek yerine yürümeyi de bu yüzden
tercih etmişti, böylece etrafı tanıtırken bilgilendirmek istemişti. Yine de
anlatacağı çok şey vardı. Hayatı boyunca Zenwar’dan başka bir yer görmeyen Dea
için her şey çok yabancıydı. Onların ilk geçtikleri zaman yaşadıklarını, şimdi
Dea yaşıyordu. Yine de gayet çabuk kavrıyordu, zekasını burada da ispat
etmesine hiç şaşırmadı.
Yemek salonu
kalabalıktı, iblis saldırısını püskürtüp görevlerini tamamlayan herkes
buradaydı. Gerçi Artemis, Solan, Ares ve Hermes henüz dönmemişlerdi ama
diğerlerini Dea ile tanıştırırken onların da yemeğe yetişeceklerini tahmin
ediyordu. Dünya çocukları önceden yedirmiş vakit geçirmeleri için Sirona’nın
yanına bırakmıştı, o yüzden serbestliğin tadını çıkarıyordu. Ona sarıldıktan
sonra Dea’ya doğru gülümsedi.
“Seni en iyi
anlayan benim Dea, o yüzden hiç kasılmamanı tavsiye ederim. Rahat ol. Eminim
çok çabuk alışacaksın, yani tecrübeyle sabittir. Zaten en aksi Olimposluyu dize
getirdikten sonra, diğerlerini etkilemen hiç zor olmaz.”
“Aksi diyene
bak!” diye homurdandı Athena.
Dea’nın
gülümsediğini göz ucuyla görünce içini saran sıcaklıkla yumuşadı. Gerginliğini
yavaşça üzerinden atmasına sevinmişti. Artemis salona girdiğini belli etmişti,
yanındaki Solan’ı çekiştirerek onların yanına geldi.
“Bensiz
maceraya atılmanı nasıl af ettireceksin acaba?”
“Denemeyeceğim
bile!” dedi Athena ve ona sarılan kardeşine karşılık sarıldı. Sonra Dea’ya
döndü ve Artemis’i tanıştırdı. “Artemis, o da benim kardeşim.”
Artemis uzun
kızıl saçlarını savurarak ekledi. “Yani en güzel kardeşi!”
“Çünkü diğerleri
erkek…” diye homurdandı Dünya. “Gerçi Ares senden güzel ama tabi konumuz bu
değil.”
“Yemin ederim
çok sinir bozucusun Dünya!” dedi Artemis ve Dea’ya gülümsedi. “Hoş geldin
aramıza!”
Ares’in
gelmesiyle yemeğe oturdular. Athena bir gün içinde her şeyin nasıl değiştiğini
düşünürken Dea’nın parmaklarının masada duran elini kavradığını hissetti ve
düşüncelerinden sıyrılarak başını genç adama çevirdi. Her ikisi için de zor bir
gün olmuştu ama o Dea’nın tersine, yuvasına dönmüştü, Dea ise her şeyi bırakıp
onun peşinden gelmişti. Dea ona güç vermek istercesine elini okşayarak
gülümsedi. Athena gördüğü her şeyin Dea’ya dönüşmesini huşu içinde izlerken
genç adamın dudaklarına atılmamak için kendini zor tuttu. Giderek Afroditleşmeye mi başlamıştı ne?
Yemekten sonra
nektar servisi için geniş salona geçince herkes rahatlayıp sohbete geçtiler,
konu elbette o günkü iblis ataklarıydı. Athena sadece Zenwar’dakini biliyordu
ama anlaşılan farklı yerlerde daha küçük saldırılar olmuştu. Ares’in idaresi
sayesinde, boyutlar çok zarar görmeden planı uygulamışlardı ama hala tüm
detayları bilmiyordu. Öğrenmek için de beklemek sinir bozucuydu. Ares yine her
zamanki gibi açıklama yapmaktansa yönetmeyi tercih etmişti, bu nedenle bilgi
sahibi olan tek kişi oydu.
“Adonis ile
Nelai nerede?” dedi onları görmediğini fark edince.
Artemis
kayıtsızca cevapladı. “Karışıklığı düzeltmek için Kaos’un güçlerini kullanıyor,
o yüzden geç kalacaklarmış. Artık ne karışıklığıysa, bu kaç saattir
çözemediler.” Dedi ve ilerde Hades ile konuşan Solan’ı işaret etti. “Kızılın
sorunu da bu, yanında ben olsam dahi görevlerinde hiç oyalanmayı sevmiyor.
İblis kafası, romantik olmaktan çok, sorun çözmeye odaklı!”
“İblis mi?”
diye araya girdi Dea.
“Ah! Sen
bilmiyorsun tabi…” diye lafa giren Artemis, Solan’ın karmaşık soy ağacını
anlatmaya başladı. Dea’nın zaten zor tutunan aklını da oracıkta iyice çorbaya
çevirdi.
Athena’nın
müdahale etmesi bile işe yaramadı. Artemis lafını bitirip yanlarından
ayrıldığında Dea ona döndü.
“Başım
ağrıyor.”
“Biliyorum,
onun böyle bir etkisi vardır.” Dedi Athena ve genç adamı kalabalıktan
uzaklaştırmak için terasa doğru çekti. “Biraz hava alalım.”
Bahçeye açılan
terasa geçtiler. Dea korkuluklara yaslanarak Athena’yı kendine çekti. Hiç
nazlanmadan genç adamın kollarının arasına sığınan Athena derin bir nefes aldı.
“Sıkıldın mı?”
“Hayır.” Dedi
Dea ve yanağını onun saçlarına yasladı. “Sen yanımdayken hissettiğim tek duygu
mutluluk Hena.”
“Böyle
konuştuğunda başımın dönmesi normal mi acaba?”
Dea’nın
gülümsediğini görmese de hissediyordu. Başını geriletip güzel gülümsemeyi
yakalamak istedi ve amacına ulaştı. Dea’nın bakışları derinleşti ve ona sarılan
kolları gerildi. Dudaklarındaki muhteşem gülümseme solup yerini başka bir
ihtiyaca bırakırken ona doğru eğildi. Fakat dudakları birleşemeden terasa
girenler yüzünden birbirlerinden uzaklaştılar.
Ares’i geri
çekmeye çalışan Dünya kısık sesle söylendi. “Biraz yalnız kalmaya ihtiyaçları
yok mu sence?”
“Kesinlikle
yok.” Diyen Ares, Dünya’yı da dışarı çekerek terasa adımladı. “Yalnız kalıp ne
yapacaklar?”
“Sence?” dedi
Dünya.
“Demek ki
bence yalnız kalmamalılar! Athena…” diye seslenirken onları fark etti. “Burada
mıydınız?”
Dünya adamı
taklit etti. “Burada mıydınız? Ne saçma bir giriş!”
Ares tatlı bir
gülüşle uzanıp eşinin elini tuttu ve yürümesi için çekiştirdi. “Sana deli
olduğumu söylemiş miydim, papatyam!”
“Tekrar
etmenin zararı yok.” Diye mırıldanan Dünya, nazı bırakıp Ares’in peşinden
onlara doğru yürüdü. “Kusura bakma Hena, Ares’in açıklama yapası gelmiş, hiç
huyu olmamasına rağmen.”
Athena bu
isteğin sebebini tahmin etse de, konuşmanın zamanını ertelemenin de gereği
olmadığını biliyordu. “Sorun değil. Biz de sabırsızlıkla bekliyorduk.”
Karanlık bahçe
ay ışığıyla aydınlanıyordu, kuru dalların altında sıralanan kırık oturaklara
geçtiler. Dea’nın bu bakımsızlığı garip bulduğunu bakışlarından anlayabiliyordu
ama anlatılacak daha önemli konular vardı. Ares devrik bir kütüğün üstüne
oturdu ve onların yerleşmesini bekledikten sonra konuşmaya başladı.
“Size şimdi
anlatacaklarım, aslında anlatmam gerekenlerin küçük bir kısmı fakat açıklamaya
iznim olan diğer kısımlar, başka birine ait bir hikaye olduğundan, bu kadarıyla
yetinmenizi rica ediyorum.” Dedi ve bakışlarını, Dea’ya çevirdi. “Sanırım
aklında bazı şeyler oluşmuştur. Yani Zenwarlı sıradan bir insan olmadığını
anlamışsındır. Sen de bizler gibi ölümsüzlerden birisin ve anlaşılan oldukça
yeteneklisin. Yani, hayatında hiç nektar içmeden yeteneklerini bu denli
kusursuz sergilemen etkileyiciydi. Özellikle iblislere hükmetmek pek görülen
bir yetenek değil, güçlü iblisleri kast ediyorum tabi.”
“Pek
etkileyici değildi, az daha ölüyordum.” Dedi Dea aklına o hali gelince.
Ares
dirseklerini dizlerine koyup eğildi. “Kendini zorlanmış hissetmen normal.
Koruma altında değildin ve o güçleri ilk defa kullanıyordun. Öte yandan, hükmettiğin
iblisler, çok güçlü bir efendiye bağlıydı. Altı iblisi, bağlarına rağmen,
tamamen mühürlü bir boyuta çağırmayı başardın, efendilerinin iradesini hiçe
sayarak. Gerçi bizi biraz telaşlandırdın ama neyse ki, hazırlıkları yapmıştık. İblis
efendisi de bu küstahlığını hoş karşıladı, sadece işleri hızlandırmak zorunda
kaldık. Kendi adıma, zamanlaman için sana çok teşekkür ederim. Athena’ya daha
çabuk ulaşmamızı sağladın.”
Dünya araya
girdi. “O boyutta yeteneklerimizi kullanamazken Dea nasıl kullanabiliyordu?
Orada doğduğu için mi?”
Ares kaşlarını
çattı, söyleyip söylememe konusunda bir an kararsız kaldıktan sonra kısaca
cevapladı. “Zenwar’da doğmadı, oraya bırakıldı. Ailesi sandığı kişiler onun öz
ailesi değil.”
Savaştan önce,
Ganor’un ağzından kaçırdığı kelimeler ve Dea’ya karşı tavrı şimdi anlam
kazanmıştı. Dea’nın gerildiğini fark eden Athena, onun adına üzüldü. Genç adam
birden bire kimsesiz kalmıştı, kısacık bir zamanda tüm dünyası değişmişti. Bir
şeyden emindi; Dea, Ganor’un iddia ettiği gibi iblis soyundan biri değildi.
Ares’in hesaplayarak anlatmasına bakılırsa; kimliğinin ortaya çıkması Dea’yı
tehlikeye sokacaktı, diğer türlü onu terk eden ailesi için Ares kılını
kıpırdatmazdı. O yüzden olayı deşmeden dinlemeye odaklandı, soru sormayacaktı.
Çünkü Dea verilecek cevaplardan gerçeği çıkarabilecek kadar zekiydi. O yüzden
soru sormaması için Dünya’ya küçük bir işaret gönderdi, ne demek istediğini
anlayan Dünya başını sallayıp dinlemeye devam etti.
“Asıl ailem
laun… Yani iblis olabilir mi? Fakat ben hançerlere dokunabiliyorum.
Etkilenmeyen bir iblis soyundan gelmiş olabilir miyim?”
Ares sadece
başını sallayarak tahminini ret etti. “Sana tavsiyem geçmişini fazla
kurcalama!”
“Tavsiyen için
teşekkür ederim ama buna karar verecek olan kişi benim.” Dedi Dea soğuk bir
sesle. “Olimpos evine borcumu bir şekilde ödeyeceğim ve uygun gördüğünüz cezaya
katlanacağım. Fakat soyu belli olmayan biri olarak yaşamayı ret ediyorum.”
“Soyunu
öğrenmek insanı her zaman mutlu etmeyebilir.” Dedi Ares. “Ben öğrenmeden önce
daha huzurluydum.”
“Huzur
umurumda değil. Kim olduğumu bilmeden sevdiğim kadının elini nasıl talep
ederim.” Dedi ve yan tarafında oturan Athena’ya baktı. “Ona layık olmayan bir
soya aitsem, nasıl gururla yanında dolaşabilirim.”
“Ailenin kim
olduğunu umursayan biriyle de beraber olma bir zahmet!” diye söylendi Dünya
sonra parmağını dudağına koydu. “Üzgünüm, konuşmayacaktım.”
Athena
bakışlarını ondan ayırmadan elini uzattı, Dea kaşlarını çatarak birkaç saniye
sadece ona uzatılan ele baktı. Sonra bakışları yeniden Athena’nın gözlerine
dönerken fısıldadı.
“Bunu yapma…”
Athena elini
uzatmaya devam ederek konuştu. “Dünya haklı, Dea. Ailenin kim olduğunu değil,
senin kalbini umursayan biriyle beraber ol bir zahmet.” Dedi ve elini salladı.
“Sen daha talep etmeden benim ellerim sana uzandı, hatırlatırım.”
“Dea, Hena’nın
elini çabuk tut ve daha çabuk bırak da bu işkence bitsin!” diye homurdandı
Ares. “Bir zamanlar bize kızana bak, her fırsatta…”
“Ares!” diyen
Dünya’nın sesi yüzünden Ares cümlenin geri kalanını yuttu.
Dea, ona
uzatılan eli, iki eliyle kavradı ve başını eğerek dudaklarını kısacık
dokundurdu. Ufak dokunuş sonrası isteksizce Athena’nın elini salıverdi,
kardeşinin gözü önünde daha fazlasına cesaret edememişti. Gözleriyle genç
kadının gözlerinin onayını aldıktan sonra doğrulduğunda, içini kavuran yangının
söndüğünü hissetti. Hayatı boyunca bir şeylere layık olmaya çalışmıştı, burada
ise sadece Dea olarak değer gördüğünü hissediyordu. Bu his ona çok yabancıydı.
Athena’nın rahatlayarak gülümsemesi bile onu sevindirdi, rahatlattı. Yeniden
Ares’e döndüğünde, adamın hoşnutsuz bakışlarıyla karşılaştı. Boğazını
temizleyerek bakışlarını kaçırdı, yanaklarının ısındığını hissediyordu.
“Konumuza
dönelim.” Dedi Ares bozuk bir sesle. “Sana bir teklifim olacak, umarım kabul
edersin. Seni Olimpos evine davet ediyorum, nektarımızı iç ve bize katıl. Olimpos’un
koruması altında olman hepimizi mutlu eder.”
“Diğer evler
sıkıntı çıkarır mı?” dedi Athena.
“Onlarla
ilgilenmeyi bana bırak Hena.” Dedi ve yeniden ona döndü. “Kararın nedir?”
“Kabul
ediyorum.” Dedi Dea, tereddüt etmeden.
“O halde diğer
konuya geçelim. Yeteneklerin bazıları için aşırı gelecektir, o yüzden herkesin
gözü önünde kullanmamalısın. Bir süre yanında birileri olmadan tek başına
dolaşma. Öğrenmen gereken her şeyi sana anlatacağız, özellikle Adonis, Solan,
Apollon ve Athena’nın sözünden asla çıkmamalısın. Tekrar ediyorum, asla ve asla
yeteneklerini kullanma. Eminim gelişmeye devam edeceksin çünkü sen daha çok
gençsin. Lafımı yanlış anlama, bir ölümsüz olarak bebek sayılırsın. Gelişimine
bakılırsa potansiyelin çok yüksek o yüzden kendini sakın ve belli etme.”
“İhtiyaç
halinde kullanmamam saçma değil mi?”
“İnan bana,
kullanmamam daha iyi.”
“Abarttın yine
Ares, sen yeteneklerini sakladın da ne oldu?” dedi Athena. “Herkes gücünün
farkındaydı.”
“Bunun da bir
çaresini düşündüm. Dea’nın tüm yeteneklerini mühürlemek istiyorum. Böylece
istemsiz ifşa olmasını engelleriz. Hekate ile Solan bu konuda yardımcı
olacaklar.”
Athena
kaşlarını çattı. Bu kadar çabalamanın sebebi neydi? Ares yıllarca yeteneklerini
gizlemişti ve bunun zorluğunu da çekmişti. Şimdi de aynı şeyi Dea’dan istiyordu
ve bu konuda da fazla ısrarlıydı. Tüm planını da yapmıştı ki, detaylarını bile
hesaplamıştı. Ares ile iyi bir konuşma yapması gerektiğini aklına yazarak
konuşan Dea’ya baktı.
“Gizleme
konusunda tecrübeliyim, mühür her neyse ona gerek yok. Yıllardır beni yakalayan
tek kişi Athena oldu.”
“Zenwar’daki
son karmaşayı merak edenler çıkarsa, nasıl açıklayacaksın? Suçu bana atabilirsin
ama altı iblisi açıklamak biraz can sıkıcı olabilir. Merak etme, yeteneklerini
kullanmadan da idare edeceğine eminim. Seni savaş alanında gördüm, çoğu evin
savaşçılarının toplamından daha iyiydin. O kadar kusursuz savaşan birinin
yeteneğe ihtiyacı yoktur.”
Dea nefeslendi
ve kararını açıkladı. “Davetini kabul ettiğime ve kendimi Olimpos evine
adadığıma göre, kurallarına da uymam gerekir. İstediğini yapacağım.”
Ares sadece
başını salladı. “Nektar servisi başlamak üzere, siz geçin, ben de az sonra
katılırım.”
Athena ayağa
kalktı. “Yönlenmeyi de ben öğreteyim sana.” Dedi ve Dea’ya elini uzattı, elini
tutan Dea ile birlikte yönlendiler.
Onlar gidince,
Dünya ayağa kalktı ve Ares’in yanına geldi. Ares düşünceli bir ifadeyle
karısına uzandı, belinden tutarak kucağına çekti. Dünya çok sevdiği kolların
arasına girerken yumuşak bir sesle sordu.
“Koruduğun kim
veya ne?”
Ares
bakışlarını onun yüzüne çevirdi ve dudaklarına küçücük bir öpücük bırakıp
doğruldu. “Mümkünse herkesi korumaya çalışıyorum papatyam.”
“Yeteneklerini
ondan alamazsan ne olacak? Zeus da senin yeteneklerini aldığını sanmıştı ama
alamamıştı.”
“Bu yüzden
yardım istedim, Olimpos lideri olarak bu ufaklık üzerinde etkim yok. Evimize
katılsa da onu durdurma gücümün olduğunu sanmıyorum.”
“Ufaklık demen
komik oldu.” Diye güldü Dünya. “Sonuçta senin enişten olacak.”
Ares
duyduğundan hoşnut olmadığını belli eden bir tavırla ona baktı. Dünya, altın
gözlünün tepkisi karşısında daha da güldü. “Ablasını mı kıskanıyormuş, bak sen!
Beni bu kadar kıskanmadın yahu!”
“Sen öyle
san!” diye homurdanan Ares, Dünya’nın kalçasına hafif bir şaplak attı. “Hadi,
nektardan önce kısa bir işim daha var. Sen de bu arada çocukları kontrol etsen
iyi olur. Geçen sefer Sirona’nın nadir bitkilerini talan etmişlerdi. Kadını
çıldırtmayalım.”
“Sirona onları
seviyor, kızmadı bile.”
“Kadının
gözünde yaş gördüm, ilk defa!”
“Abart, yani
hiç durmadan abart.” Dedi ve kucağından kalkmak için davranınca, Ares izin
vermedi. Onu kendine çekerek dudaklarını esir aldı, onu eriten bir tutkuyla
öptükten sonra bir nefes ötesinde fısıldadı.
“İkizler üç
yaşına geldiler, belki kardeş istiyorlardır, ha, ne dersin?”
Dünya başını
geriletti ve gözlerini kıstı. “Babanı geçmeye mi çalışıyorsun?”
Ares omzunu
silkti. “Hiç değilse talebim tek kadından!”
“Bu iyi bir
nokta, tek kadın! Başkası olamaz, yoksa…”
Ares çabucak
tekrar uzandı ve tehdide başlayan dudakları kendi dudaklarına hapsetti. Dünya,
onu inleten öpücük sonrasında ne konuştuğunu unutmuştu. Ares’in elleri ve
dudaklarının okşayışlarıyla kendinden geçmişti. Nerede olduklarını güç bela
anımsayınca, kendini geri çekti ve Ares’in kollarından sıyrıldı.
“Bir bahçede
yapmadığımız kalmıştı.” Diye söylenerek üstüne başına çeki düzen verdi.
Ares gülen
gözlerle onu izliyordu, yakışıklı ölümsüzün gömleği karnına dek açılmıştı ve
saçları dağılmıştı. Köprücük kemiğinin hemen altındaki kızarıklık da tam
zamanında durduğunu ispat edercesine belirgindi.
“Bence salona
kadar yürüyelim. Anca nefesimi toparlarım.” Dedi ve yaşanan anın etkisiyle
kısılmış sesiyle ekledi. “Sen de toparlansan iyi olur.”
Ares
gülümsemeye devam ederek doğruldu ve gömleğinin kopmuş düğmelerini gösterdi.
“Sanırım odaya uğramam gerek.”
Dünya başını
sallarken utanmayı da başarmıştı. “Öyle görünüyor.”
* * *
Dünya’yı
salona gönderdikten sonra odası yerine taş solana yönlendi. Geçidi açtı,
duraklamadan geçti. Baal onu bekliyordu. Ares etrafa bakınarak adama yaklaştı.
Küçük bir kara parçasındaydılar ve göz alabildiğinse suyun ötesinde hiçbir şey
görünmüyordu. Yağmur öncesi gibi boğuk ve gri bir havası vardı. Daha önce hiç
böyle bir yere gelmemişti.
“Değişik bir
zevkin var.” Dedi adamın karşında durarak.
Baal’ın
üzerinde kenarları işlemeli kolsuz bir kaftan vardı, göğsünün ortasına dek
uzanan ince zincirlerle eski zamanları hatırlatıyordu. “Burası evimden daha
güvenlidir.” Dedi. “Hallettin mi?”
“Lejyonların
uyanmadan işi tamamladık ama seninki az daha hepsini salacaktı.”
“Fark ettim,
neyse ki sadece liderleri çağırmış. Lejyonların zincirlerine göz kulak olmak
bana kaldı. Onu evine katılması için ikna ettin mi?”
“O konuda
zorluk çıkarmadı ama Deacas çok gururlu ve biraz dediğim dedik biri, onu zapt
etmek zor olacak.”
“Ona sadece
sen örnek olabilirsin Ares ve koruyabilirsin. Bu konuda sana inancım tam.” Dedi
Baal ve bir an düşündükten sonra ekledi. “Yeteneklerini mühürlemene bir şey
dedi mi?”
“Gönülsüzdü
ama kabul etti. Nasıl yapacağımızı araştırıyoruz çünkü ben onun yeteneklerini
alamam. Diğer evleri huzursuz etmemek için onun baskılanması gerekiyor, denge
konusunda evler sıkıntı çıkarır.”
“Evlerin ne
düşündüğü benim umurumda değil. Kimliğinin gizli kalmasını istiyorum, başka bir
dileğim yok. Dikkat çekmemek için şimdiye kadar ben bile araştırmadım.
Seninkiler sayesinde onu oradan alabildim, bahanem oldu.”
Ares kaşlarını
çattı, çünkü soracağı soru onu da rahatsız ediyordu. “Deacas’ı oğlun olarak
neden ilan etmiyorsun? Çekindiğin şey ne?”
“Seni
ilgilendirmez!” dedi Baal gerilerek. “Oğlum olduğunu bir daha tekrar etme.”
“İstenmeyen
biri mi yoksa tehlikeli mi? Bunu bilmek de benim hakkım!” dedi Ares sertçe.
“Onu evime aldım, hatta canım kadar sevdiğim biriyle birlikte olmasını
seyrediyorum. Korkun veya tereddüdün varsa bilmeliyim. Sebebi bunlardan biri
değilse de, korumam altındaki birinin babası tarafından terk edilmesini hoş
karşılamayacağımı da sen bil. Yeteneklerini alarak onu güçsüz bırakmam senin
işine mi yarayacak yoksa onu mu koruyacak?”
“Beni Zeus ile
karıştırma!” dedi öfkeyle, adamın gözleri buz mavisine dönerken. “Ben oğlumu
seviyorum, ona zarar gelmemesi için uğraşıyorum. Fakat benim de elimi bağlayan
güçler var ve eğer o ortaya çıkarsa, yok etmeye veya kullanmaya
çalışacaklardır.”
“Kimler?” dedi
Ares. “Onu kimden koruyorsun?”
Bakışlarını
ileriye çeviren Baal’ın hiddeti duruldu ama hala gergindi. “Yalan söylemeyeceğim.
Çocuk sahibi olmak hiç ilgimi çekmiyordu. Rahatım yerindeydi, emrim altında
mükemmel bir ordu vardı, hükmüm altındaki topraklar verimliydi. İnsanlar bana
gönüllü tapıyorlardı. Fakat hırsıma yenik düştüm, daha fazlasını istedim. İblis
büyücülerin yardımıyla, gücümü iblis soylarına kabul ettirdim ve insanların
yanında iblis ordularının da kralı oldum. Her şeye sahip olduğumu
düşünüyordum.” Dedi ve bakışlarını ona çevirdi. “Sonra bir gün Metis benden
yardım istedi, seni korumamı istedi. O an hiç sahip olmadığım bir şey olduğunu
fark ettim, bir varis. Duygusal bir anıma denk gelmişti, sanırım. Eşim Tanit de
uzun zamandır çocuk istiyordu, ben kayıtsız kalıyordum. Bu nedenle isteğimi
öğrendiğinde sevindi ama bir türlü çocuk sahibi olamadık. Görünüşte sorun yoktu,
bir sebepten dolayı çocuklar onun rahminde canlanmıyordu. Bunun onu
etkilediğini de anlayamamıştım. Tanit güçlü bir ölümsüzdü ve önceleri çok
sevecendi, halkımız tarafından çok seviyordu. Ruh halinin değiştiğini çok geç
fark ettim, daha doğrusu yaptıklarını öğrendiğimde…”
Baal kaşlarını
çattı ve derin bir nefes aldıktan sonra devam etti. “Sorunun kendinde olduğunu
sanıyordu ve çareler arıyordu. Sanırım ona sadık olmadığımı öğrenseydi,
karanlık yollara girmek yerine benden acısını çıkartırdı. Fakat lanetlenen
bendim, benim çocuğum olmuyordu. Tanit de bilmediği için kendini suçluyordu ve
çaresizlik onu delirtti. Çocuk sahibi olmak için adaklar adamaya başlamış,
bebekler, çocuklar… Kanlarını kurban olarak sunmuş. Sırf rahmindeki bebeklerden
biri hayata tutsun diye… Yüzlerce çocuk öldürtmüş. Müdahale etmek için geç
kalmıştım. Onca acı ve ölüm de iyi bir şey doğurmaz. Bilmeden bir lanet zinciri
başlatmıştık, kadim güçleri uyandırmıştık. Bu güç, titanlardan bile eskiydi. O
gücü boyutlarıma yönlendirdim ve uykuya gönderdiğim iblis ordularımı beslemek
için kullandım. Kontrol altında tutabilmek için de boyutlarımdaki taşları
yarattım, kadim gücün kan büyüsüyle. Onu öyle oyalayacağımı ve açlığını
doyurabileceğimi düşündüm. Fakat kötülüğü bir kez salınca kimleri vuracağını
tahmin etmek zor oluyor. Tanit hamile kalmıştı, haberi bile yoktu. İblis
büyücülerinin yardımıyla bu hamileliğin ilerlemesini çok uzun süre durdurdum
çünkü Tanit’in uyandırdığı karanlık, çocuğumuzu kendine almak istiyordu.
Kendimi temelli geri çektim hatta Tanit’i ceza bahanesiyle ara boyuta
gönderdim. Sadece çocuğumu korumak istiyordum, doğmasa da. Unutulmak istedim, o
laneti sadece iblis ordularıyla oyalayabileceğimi sandım. Fakat bebek,
varlığını benim bile saklayamayacağım kadar güçlüydü ve büyücülerim gelişmeye
başladığını söyleyince, başka çarem kalmamıştı. Hamile olduğunun farkında
olmaması için Tanit’i gebeliği boyunca büyüyle uyuttum, o hala
cezalandırıldığını sanıyordu. Çünkü deliliği ruhuna kadar sızmıştı, o gücün
kuklası haline dönüşmüştü. Bebek doğunca, onu saklamak adına egemenliğim
altındaki boyutlardan birine gönderdim ki, ben bile nerede olduğunu
bilmiyordum. Ona sadece bana ait olan hançerleri verebildim.”
“O lanetli güç
hala Deacas’ın peşinde mi?” dedi Ares, Baal’ın birkaç saniyelik suskunluğunu
değerlendirerek.
Baal başını
salladı. “Varlığını gizlemek için her şeyi yaptım. Hatta bana yardım eden
büyücüleri ve Tanit’in lanet büyücülerini bile öldürdüm. Sahip olduğum her
şeyden vaz geçtim, kendimi sadece görevime adadım. Tanit’ten uzak durdum, bir çocuğumuz
olduğundan haberi yok.” Bakışlarını onun gözlerine çevirdi. “Aslında düşmanın
kim olduğunu bilmiyorum. Herkes olabilir. O lanetli gücün kimi etkisi altına
alacağını bilmiyorum. Şimdiye kadar güvendiğim tek kişi sen oldun Ares, sana
anlattım. Bana geldiğinde bu talebini fırsat olarak değerlendirmek istedim.
Bencil olmalıydım. Deacas’ın yeteneğinin sınırı yok ve o karanlık ruh her yerde
onu arıyor çünkü o kanlı ayinler yüzünden oğluma bağlandı. Onu kullanmak
istiyor. Onu saklamalısın Ares, başka türlü onu koruyamam.”
Ares ne
düşüneceğimi bilemedi. Varlığının annesi tarafından dahi bilinmesi sakıncalı
olan birini gizlemeyi nasıl başaracaktı. Bu bilgiyi kimseyle paylaşamadan,
çarelere nasıl ulaşacaktı? Baal tekrar konuşunca adama baktı.
“O iyi biri,
lekelenmedi. Olimpos evi onu sakladığı sürece de, lanetli güç tarafından
lekelenmeyecektir. Fakat ele geçirilirse, Deacas’ın karşısında ne evler
durabilir ne de titanların kutsanmış varisleri.”
Salondaki
ölümsüzler içinde, dikkatli bakışlarının hedefinde bir kişi vardı. Koltuğa
oturmuştu ve ilerideki grubun sohbetini kibar bir ifadeyle dinleyen Deacas’ı
izliyordu. Az sonra nektar dağıtımı başlayacaktı ve genç adamın Olimpos’a
kabulü kesinleşecekti. Baal ile yaptığı konuşmadan sonra Ares iyice huzursuz
olmuştu. Deacas’ı evine almakla hata mı ediyordu? Peşindeki lanet, kadim iblis
kral Baal’ı dahi korkuturken; bu adamı, Athena’nın yanında görmeye nasıl
katlanacaktı, bilmiyordu.
“Adamı
gözlerinle öldürmeye mi çalışıyorsun, sevgilim?” dedi yanına oturan Dünya. “Şu
kıskançlığını biraz kontrol et.”
Ares uyanır
gibi doğruldu ve geriye yaslandı. Kolunu açınca Dünya hemen altına girdi ve ona
sarıldı.
“Çocuklar
nasıl?”
“Uyumuşlar.”
Dedi Dünya. “Nektar servisinden sonra eve gideriz, değil mi?”
“Tamam,
papatyam.” Dedi Ares neşesiz bir gülümsemeyle eğildi ve başının üstünü öptü.
“Ben de yoruldum.”
“Neler
duyuyorum, yüce savaş tanrısı Ares yorulduğunu itiraf ediyor.” Dedi doğrulup
onun yüzüne baktı. “Canını sıkan ne Ares?”
Ares kısa bir
nefes aldı ve başını geriye yasladı. “Yanlış bir karar almaktan ve herkesi
tehlikeye atmaktan korkuyorum.” Dedi kısık bir sesle. Başını kaldırdı ve
Dünya’ya baktı. “Diyelim ki, ateş çukurunun içine düşmek üzere olan çok vahşi
bir aslan yavrusu var. O yavru büyüyünce sana zarar da verebilir. Kendi canını
hiçe sayıp o yavruyu kurtarır mısın?”
Dünya
gülümsedi ve uzanıp dudağına küçük bir öpücük kondurdu. “Sen asla ihtimalleri
hesaplayıp iş yapmazsın Ares. Yardıma ihtiyacı olanın kim olduğuna da
bakmazsın. Bu yüzden lidersin, sevgilim. Gelecek tahminlerine veya kişisel
yararlara göre hareket ettiğini de hiç görmedim.” Elini onun karnından alıp
göğsündeki kalbinin üstüne koydu. “Yüreğin sana ne söylüyorsa o doğrudur. Ayrıca
o vahşi yavruyu senden daha iyi yetiştirebilecek birini tanımıyorum. Kimsesiz
kalmasındansa, sevgiyi tatması daha iyi değil mi?”
“Seni çok
seviyorum.” Dedi Ares boğuk bir sesle ve karısını kendine çekip dudaklarını
tutkuyla kavradı. Dünya bir anlığına itiraz edecek oldu ama o an çok kısa
sürdü. Nektar servisi için museler odaya gelene dek, Ares, Dünya’nın
dudaklarından kopamadı.
* * *
Athena nektar
servisi başladığında heyecanını bastırmakta zorlanmaya başlamıştı. Birazdan Dea,
Olimpos evine resmi olarak katılacaktı ve genç adam özgürleşecekti. Museler
içki kadehlerini herkese dağıtırken Dea kibar bir ilgiyle olanları izliyordu,
kadehlerin dokunuşla şekil değiştirmesini ilginç bulduğu, tepkilerinden
belliydi. Genç adamın içkisini Ares vereceğinden şu anda onun içki kadehini
getiren museyi izliyordu. Athena bakışlarını genç adamın yakışıklı yüzünden
alıp kadehe uzandı ve dokunuşuyla kadeh değişerek altın dallarla sarılı kristal
bir şarap kadehine dönüştü, içindeki sıvı ise mavi yeşil renklerde ışıldayan
parlak bir içkiye. Athena, o anda fark ettiği detay yüzünden gülümsedi ve
kadehini Dea’ya gösterdi.
“Şimdi fark
ettim, bana güç veren içkimin rengi, senin gözlerinin rengiymiş.” Dedi ve
sevdiği gözlere baktı. “Bunca zamandır senin gözlerinin rengini içiyormuşum.”
Dea hafif bir
şaşkınlığın ardından gülümsedi. “Benimle ilgili her şeyin seni mutlu etmesini
diliyorum, Hena.” Yüz ifadesi ciddileşti. “Beni seçtiğine pişman olmaman için
her şeyi yaparım. Ömrümün sonuna dek sana layık biri olmaya çalışacağım.”
Athena
nefesini kesen adamı dinlerken gerçekten de nefes almadığını fark edince
hafifçe irkildi. Neredeyse kadehi elinden düşürecek kadar heyecanlanmıştı. Ona
bir şeyler söylemek istedi ama ne beyni ne de dudakları çalışmıyordu, sadece
baktı kaldı. Aslında aklına gelen bir şey vardı ama şu anda yapmak çok uygunsuz
kaçacaktı. Kendi kendine kızdı, şimdiye kadar biriyle yakınlaşmayı hiç
arzulamamışken bu adamı odasından çıkarmak istemiyordu.
Athena,
bakışmalarını bozan Dea’nın nereye baktığını takip edince, Ares’in onlara doğru
yürüdüğünü gördü. Zamanı gelmişti. Ares’in hemen ardından gümüş bir tepside tek
bir kadeh taşıyan bir muse geliyordu. Ares, Dea’nın karşısında durunca, genç
adam duruşuna askerlikten kalma olduğu çok belli olan resmi bir hava verdi.
Boyları birbirine yakın olduğundan ikisinin duruşunu garip bir şekilde meydan
okuyan iki rakibe benzetti. Athena bu düşünceyi hemen aklından sildi, onlar
rakip olamazlardı, bu ifade düşmanlığı çağrıştırıyordu.
Kalabalık
merakla etraflarına toplanınca, Ares net bir sesle konuştu.
“Deacas
Tai-Darin, eşim Dünya ve kardeşim Athena’yı zor durumlarda koruduğun ve
kurtarmamıza yardım ettiğin için Olimpos adına sana teşekkür ediyorum. Sana
Olimpos evini açıyorum Deacas.” Dedi ve elini uzattı, avuçları arasında renkli
yaprakların sardığı ambrosiayı uzattı. “Olimpos’a katılmayı kabul ediyor
musun?”
Athena da Dea
gibi afalladı, ölümsüz birine ambrosia vermesine gerek yoktu ama Ares’in
bildiği bir şey olduğunu düşünüp çiçeği alması için Dea’nın koluna hafifçe
dokundu. Dea şaşkınlığını üzerinden atıp çiçeği aldı ve ona baktı. Ne yapacağını
bilmiyordu. Athena gülümsedi ve çiçeği ondan alıp yapraklarını soydu,
ortasındaki küçük meyveyi onun dudaklarına uzattı. Dea tereddüt etmeden küçük
meyveyi ısırıp yuttu. Yeniden Ares’e döndü. Genç adamın teni yıldız tozuna
bulanmışçasına ışıldayıp normale döndüğünde, Ares geri çekilerek museye yer
verdi. Muse elindeki tepsiyi yukarı kaldırdı ve kadehi ona sundu.
Dea kesik bir
nefes aldı, kısacık bir duraklamanın ardından elini kadehe uzattı ve basit
kadehi kavradı. Kadeh onun elleri arasında şekil değiştirmeye başladı, gümüşten
yapılmış kadehin üzerinde altından boynuzu andıran bir hilal, siyah mücevherden
işlenmiş bir üçgenin üzerinde çizgi ile elmas kakmalı bir güvercin şekli vardı.
Dea dudağını kısaca yaladı, sonra kararsızlığını üstünden atarak kadehinden
büyük bir yudum aldı. Şeffaf renkteki içki sert gelmişti, büyük bir yudum
aldığına bir an pişman oldu ama yuttuktan sonra gerginliği buhar oldu. Başını
kaldırıp Ares’e baktı.
Altın renkli
birer kehribara dönüşmüş gözler çok dikkatliydi ama onun bakışıyla rahatladı,
gülümsedi.
“Evine hoş
geldin Deacas.”
Salondan gelen
alkışların Dea’yı heyecanlandırdığını fark eden Athena, destek olmak adına
elini onun eline dokundurdu. Dea bu teması bekliyormuş gibi hemen parmaklarını
onun parmakları arasına geçirdi. Belli belirsiz titreyen Dea, başını eğdi.
“Teşekkür
ederim, evinizi yüceltmek için elimden geleni yapacağıma yemin ediyorum.”
“Yeminin kabul
edildi.” Dedi Ares ellerini cebine atarak ve Athena’ya döndü. “Bundan sonrası
sana ait, Hena.”
Onu bekleyen
Dünya’nın eline uzandı ve kadını kendine çekerek, nektarlarını bitirmek üzere
olan ölümsüzlere doğru yürüdü. Üstlerindeki ilgi kaybolunca Athena, Dea’nın
elindeki kadehe baktı. Dea da zarif kadehi inceliyordu. Hilal şekli tanıdıktı
ama diğerleri onun için anlamsızdı.
“Neden her
şeyde bu hilal şekli var?” dedi kadehi Athena’ya çevirirken. “Benimle ilgili
her şeyde belirmesi garip değil mi?”
“Nektar senin
özünü temsil eder, kadehin verdiği mesajlar kişiseldir, Dea. İçkinin tadı
nasıl?”
“İlk başta
sert ama yuttuktan sonra hoşuma gitti. Kokusu da çok güzel…” Dedi ve kadehi ona
uzattı.
“Aynı kokuyu
alacağımı sanmıyorum.” Dedi gülümseyerek ama yine de eğildi, kokladı.
Şaşkınlıkla kokusunu alabildiğini fark etti, çok taze ve ferah bir kokuydu. Dea
gibi kokuyordu. Bunu adama itiraf etmeye utandığından doğrulup başını salladı.
“Koku yok.”
Dea kaşlarını
çattı. “Gerçekten mi?” dedi hayal kırıklığı ile. “Neyse, rengi de yok zaten.”
İçkiyi tek
yudumda bitirdikten sonra kadehin parmakları arasında yok olmasını seyretti.
“Daha ne kadar şaşırabilirim acaba?”
Athena çapkın
bir tavırla genç adama gülümsedi. “Bence kendine sınır koyma.” Dedi ve ekledi.
“Bu arada Prometheus, evinin önünde Tamon’un dolanmasından çok memnun, yani
endişelenmene gerek yok. Hermes’e ona rahat bir yer ayarlayacağını söylemiş. Seninle
de bir ara tanışmak istiyormuş.”
“Anlayışı için
teşekkür etmem gerekiyordu zaten.” Dedi, Tamon’u ihmal ettiği için kendine
kızmıştı ama Tamon’a güveniyordu, her zaman kendi yolunu bulurdu.
Salondakiler ayrılırken
Athena, Dea’ya öğrettiği gibi yönlenmesini istedi. Dea onun anlattığı gibi yönlenecekti
ama hedefi bilemedi.
“Olimpos artık
senin evin, kendine ait bir yer hissetmiyor musun?”
Ne dediğini
anlayarak, Athena’nın eline uzandı ve yönlendi. Az sonra simsiyah yüzeyi olan
bir kapının önünde durmuş yüzeyine işlenmiş mavi kristalden aslan başına
bakıyorlardı. Parlak mavi kristal çok parlaktı ve mükemmel bir işçilikle
detaylı olarak kesilmişti. Athena’nın oda kapısı yerine, başka bir kapının
önünde olduğunu anlayan Dea başını çevirip ona baktı.
“Burası
neresi?”
“Senin odan.”
Dedi Athena, kapının güzelliğine bakarak. “Dokunursan açılacaktır, kapı kolu
arama boşuna.”
Dea’ya
döndüğünde genç adamın suratının asıldığını gördü. Tam ne olduğunu soracakken
Dea başını kapıya çevirip bir adım attı, kapı ardına kadar açıldı. Ayrılık
vaktinin gelmesinden hoşlanmıyordu ama dinlenmeleri gerekiyordu. Dea
adımlayınca, elini genç adamın elinde çekti. Ona dönen adama gülümsedi.
“Sabaha
görüşürüz, kahvaltı için seni almaya gelirim.”
“Gidiyor musun?”
dedi Dea, geri onun yanına geldi. “Benimle… Yani odamı görmek istemez misin?”
Kalbi göğsünde
ters döndü. Odasını görmek istemez miydi? Çok isterdi hatta şu anda başka bir
şey istemiyordu ama genç adamı zorlamak da istemiyordu. Kısa sürede çok şey
yaşamıştı ve düşünüp hazmetmesi için zamana ihtiyacı olacaktı. Dea sözlerinin
yanlış anlaşılacağını anlamış olmalı, yanakları kızardı. Parmaklarıyla burun
köprüsünü sıkıştırdı ve sonra nefeslenip başını geriye attı.
“Konuşmayı
yeniden öğreniyorum sanki.” Diye mırıldandıktan sonra, gülümsemesini bastırmaya
çalışan Athena’ya baktı. “Alay etme, Hena. Bana inan, kötü niyetle söylemedim.
Sadece seninle biraz daha vakit geçirmek ve seni odama davet etmek istedim.”
“Acele etme
Dea, odalar kişiye özeldir ve davet edeceğin kişileri sen seçersin.
Anlatmıştım. Kimse davet edilmediği için gönül koymaz. Mesela Solan hala
Artemis’i odasına davet etmedi, sadece orada başını dinleyebiliyormuş. Artemis
de buna bir şey demiyor, daha doğrusu, beklendiğinden daha az tepkili.”
Dea ciddi bir
tavırla konuştu. “Ben Solan değilim.”
Aniden değişen
Dea’nın karşısında bocalayan Athena bir adım geriledi. Dea aradaki mesafeyi
kapatırken kesin bir dille ekledi. “Senden saklayacak veya sakınacak hiçbir
şeyim de yok.” Dedi gözlerinde sözlerini keskinleştiren bir bakışla. “Beni
etrafındaki erkeklerle kıyaslama.”
Aralarındaki
çekim soluk kesiciydi, Athena genç adamın cazibesini tüm hücrelerine dek
hissediyordu. Ona böyle meydan okuyan birinden etkilenmesi alışılmadık bir
yenilikti ama şu an adama sinirlenmektense… Bedenini ateş basmıştı. Dea uzanıp belini
tuttu ve onu sertçe kendine çekti. Yüzüne doğru fısıldadı.
“Kalbime
girerken izin almadın, odam için izin beklemen anlamsız olmadı mı?” Bakışları,
onun aralı duran dudaklarına ilişti. “Odama girmeye izinlisin tanrıçam.”
“Dea…” diye
inleyen Athena, daha fazla kendini tutamadan kollarını, genç adama dolayarak muhteşem
dudaklarına uzandı. Tutkulu öpücüğü kesmeden gerilediler ve öpüşerek kapıdan
geçtiler. Kapı arkalarından yavaşça kapandı.
* * *
Dünya salondaki
kanepeye uzanmış, elindeki telefondan gelen mailleri kontrol ediyordu.
Yokluğunda Sedef kafayı yemişti, kafenin malzeme siparişleri o kadar karışmıştı
ki, sayım yapmadan yeni sipariş geçemiyorlardı. Bu yüzden Dünya, Demet’in
gönderdiği listeyi inceliyordu. Yani çok meşguldü, fakat altında sadece
eşofmanla içeri giren Ares onun tüm dikkatini kendine çekti. Anlaşılan
çocukları uyuttuktan sonra banyo yapmıştı çünkü saçları nemliydi ve dalgaları
dağınıktı.
Dünya
kaşlarının altından adamın ona yaklaşmasını izlerken homurdandı. “Evde bu kadar
seksi dolaşmanı yasaklamamış mıydım?”
Ares fiziğinin
tüm üstünlüklerini sergileyen rahat adımlarla ona doğru yürürken güldü.
“Çocuklar uyudu ve yalnızız papatyam.” Dedi eğilip onun bacaklarını çekti ve
oturup nazikçe kucağına bıraktı. “Yani istediğim kadar seksi dolaşabilirim.”
Gözlerini
kısan Dünya bakışlarını, muhteşem göğüs hatlarından çekerek telefonu yeniden
önüne aldı. “Gerçi sana ne kızıyorsam, elinde değil, çuval içinde bile iyi
görünüyorsun.”
Ares uzanıp
telefonu ondan alınca Dünya itiraz edercesine doğruldu. “Hey!”
Telefonu
sehpaya fırlatan Ares, doğrulan Dünya’ya döndü. “Ne?” dedi azarlar gibi. “Döndüğünden
beri bana hiç ilgi göstermedin. Kurtarmaya gelemedim diye kızmana bir şey
demiyorum ama kaçmanı sağlayan geçidi açan bendim. O yüzden ödülü hak
ediyorum.”
“Ödül mü?”
dedi Dünya ve yavaşça geriye uzandı. Gözleriyle yakışıklı ölümsüzün heykel
misali bedenini süzerken devam etti. “İyi bir fikir ama bir iki sorum olacak.”
Ares başını
geriye yasladı. “Seni baştan çıkarmaya çalışıyorum, senin aklın başka yerde!”
diye söylenip doğruldu. “Tahmin edeyim, ona neden ambrosia verdiğimi merak
ediyorsun.”
“Bildin!” dedi
Dünya. “Ama nasıl bildin?”
“Sana olan
ilgimi ve dikkatimi küçümsüyorsun papatyam, tepkilerinden ne düşündüğünü çözmek
en sevdiğim görevlerden biri…” dedi ve elini onun bacağı boyunca gezdirdi. “Sen
daha konuşmadan ne söyleyeceğini tahmin etmeye bayılıyorum.”
“Ares!” dedi
bacağını ondan çekerek. “Konuyu değiştirme.”
Oflayan Ares
ciddileşti. “Pek ala, onun zaten bir ölümsüz olduğunu herkesten saklamak
istedim. Ambrosia sayesinde ölümsüz olduğunun düşünülmesi, soyuna olan merakı
engelleyecekti.”
“Onu gizleme
konusunda kararlısın?”
“Evet. Onun
Zenwarlı sıradan bir insan olduğu konusunda kimsenin kuşkusu olmamalı.” Dedi ve
Ares elinde kalan bacağı alıp yanına bıraktı, gövdesi boyunca ona doğru uzandı.
Ağırlığını vermiyordu ama onu hissedebileceği kadar yakınlaşmıştı.
“Hatırlamamız gereken tek şey bu, papatyam.”
Dünya kendini
Ares’in altında daha rahat bir şekle sokarken sorularına devam etti.
“Morpheus’u teslim etmesi için Nyx’i nasıl ikna ettin?”
Ares burnunu
onun burnuna sürttü ve boğuk bir sesle cevapladı. “Oğlunu cezalandırmama izin
vermezse, Morpheus’un Athena’ya yaptığını yapacağımı söyledim.” Ares eğildi ve
dudaklarını onun boynunda dolandırmaya başladı. “Nyx oğluna çok düşkün ama
hakkım olana karşı da saygılıdır.”
Dünya
dokunuşlar karşısında erimeye başlamıştı. Nefessiz bir sesle sordu. “Peki… Ah,
Ares… Aşk büyüsünü bozmak için yapılan ters büyü kimi çarptı o zaman?”
Ares başını
geriletti ve bıkkınca yüzüne baktı. “Soruların bitmeyecek mi? Üç oldu.”
“Son soruydu.”
Konuşmak için
dudaklarını yalayan Ares hızlı bir cevapla konuyu bitirdi. “Ghede belirsiz bir
süreliğine taşa dönüştü, ben de onun bol güvercinli bir meydana dikilmesini
sağladım.” Dedi ve bakışları dudaklarına düştü. “Şimdi tatmin oldun mu?”
“Henüz değil.”
Diye mırıldanan Dünya onun boynuna sarılıp kendine çekti. Gözlerinin ışıltısı
altında fısıldadı. “Seni çok seviyorum Ares.”
Ares gülümsedi
ve karısının dudaklarına doğru fısıldadı.
“Seni çok
seviyorum, Dünya’m.”
The End
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder