GAZABIN VAADİ & DEHŞETİN KOKUSU
Tung, yavaşça yerde yatmakta olan kıza doğru ilerliyordu. Dünya dönmeyi durdurmuştu, sanki zaman akmıyordu. Etrafında konuşan, bir şeyler söyleyen, yerde cansızmış gibi yatmakta olan kızı birbirlerine göstererek alay eden bir sürü insan vardı çevrede. Sadece ağızlarını oynatıyorlarmış gibi geliyordu Tung'a, hiçbir şey duymuyordu.
Birileri de tam evin önündeki meydana, muhtemelen kızı asmak için kalaslardan derme çatma bir çardak hazırlama uğraşındaydı. Kalmarr ile Vilet ya da Byras da konuşuyorlardı, ama onlar da şu an için bir hayalden ibaretti kendisi için. Sanki başka bir dünyadan bakıyordu, başka gözlerle... Yürürken bile etraf eğilip bükülüyor; evler, atlar garip şekillerle gözünün önünde oynaşarak iç içe geçiyordu.
Kıza giden yol bitmek bilmedi, o yürüdükçe uzadı ve sanki ulaşılmaz bir merdiven gibi önünde eğilerek bir biçimde büküldükçe büküldü. Beyninde tek bir ses yankılanıyordu; kendi adı. Israrla kendi adını duyuyordu, bağıranın sesi tanıdıktı, Brox'un çadırında kendisiyle konuşan sesti. Nasıl olduğunu ve ne konuştuklarını hatırlamıyordu, muhtemelen diğeriyle konuşmuştu o ses, diğer Tung'la. Sağ göğsünden akan kan, şelale gibiydi, çoktan bayılmış olması gerekiyordu bu kadar kan kaybıyla ama o, sadece tuhaf hayallerin ve ağzını oynattığı halde konuşmayan insanların arasında yürüyordu.
Kızın etrafına toplanan kalabalık, Vraksim'i can kulağıyla dinlerken, bir yandan da yerde hareketsiz yatan kıza bakıyorlardı. Gülüp eğlenen, onunla alay edenler bile oluyordu. Sadece küçük bir çocuk, cesede benzeyen bedenin önünde çömelmiş omzundan sarsıyordu genç kızı. Bir taraftan da kendi kendine konuşuyordu:
-"Neden yerde yatıyorsun? Kalk oradan! Hadi kalk!"
Çocuk kızı omuzlarından sarstıkça, kızın siyah saçları tozların içinde dağılıyor ve kızıl tutam, sanki Tung'a "Buraya gel" diye işaret ediyordu. Küçük çocuğun yanına çöken diğer bir çocukta yerde yatmakta olan kızın yüzüyle oynamaya başladı. Bir taraftan da gülüyor ve diğer çocukları da oynaması için yanına çağırıyordu.
Tung yolun diğer tarafına geçerken artık kaşı, yerinden kopacak kadar hızlı seğiriyordu. İnsanlar, bir yandan yeni müttefiklerine sevgi gösterilerinde bulunuyor, bir yandan da yerde yatmakta olan kıza acımayla karışık bir iğrenme ile bakıyorlardı. "Bu cesedi buradan kim kaldıracak?" gibi bir tavrın içine girmiştiler sanki. Vraksim konuşmasını ateşli bir biçimde sürdürüyordu:
-"Bugün, yeni bir müttefikliğin doğduğu gündür! Bugün, Prados ve Tyrus'un bir arada, omuz omuza savaşmaya karar verdiği gündür. Ve biz bugün, Tyrus Teginini misafir ediyoruz. Yüce gönüllülüğüyle kasabamıza şeref verdi..."
İnsanlar bağırıyor, alkışlıyordu, adeta bayram yapıyorlardı. Kaşla göz arasında nereden geldiği anlaşılamayan, üstünde içeceklerle dolu masalar kurulmuş, ufak çapta bir şenlik başlamıştı. Sanki hemen önlerinde bir ölü yatmıyormuş gibi hepsi çok rahat ve kabullenmiş bir havadaydı. Daha birkaç dakika öncesine kadar Vraksim onlarla konuşmadan önce, hepsi Tyrus'u düşman bir kabile olarak biliyorken şimdi çılgınlar gibi alkışlayıp bu dostluğu kutlamaları, Kalmarr ve yanındaki iki muhafızı için de çok ilginçti.
"En azından halklardan birinin mutlu olması güzel." diye geçirdi aklından.
Kendi halkının ise durumu, Byras gibi karşılayacağına neredeyse emindi. Kurultayla işi, burada olduğundan çok daha zor olacaktı. Bir de şimdi bu Tung çıkmıştı karşısına, uğursuzluğun simgesiydi sanki. Kesin kötü bir şeyler olacaktı, Tyrus'a dönene kadar olmasaydı bari. Deli gibi bir hali vardı zaten, yine nerede ne yaptıysa başını belaya sokmuş yaralanmıştı. Şimdi de şuursuzca yerde yatmakta olan kıza doğru yürüyordu.
"Canı cehenneme! Benden uzak olsun da..." diye geçirdi içinden.
***
Tung, tüm duyuları kapanmış ve içine anlamsız biçimde dolmuş Lea'nın özlemiyle, yerde yatmakta olan kızın yanına kadar geldi. Saçındaki kızıl bukle, sürekli bir şeyler fısıldıyordu beynine, ama net olarak anlayamıyordu. Kızın yatmakta olduğu toprak yolda, akan kanıyla kırmızı renkte, ufak bir çamur deryası oluşmuştu. Çocuk, kızın güzel ve kanlı yüzüyle oynamaya devam ediyordu, sırıtarak başını kaldırıp, kaşı müthiş bir hızda seğirmekte olan adama baktı, sonra yeniden oynamakta olduğu kanlı ve tozlu dudaklara döndü.
Herkes çılgınca eğleniyordu, yeni dostlarının lideriyle karşılıklı olarak içkilerini içip ona ve kendi krallarına tezahürat yapıyorlardı. Çardak da neredeyse hazırdı. Tung'daki tuhaflık, herkesin dikkatini çektiyse de bir tek Byras onu izlemeye devam etti. Onu iyi tanıyan birisi olarak gerçekten çok garip davrandığını düşünüyordu, acaba bir şey mi gelmişti Tyrus'tan ayrıldıktan sonra başına?
Tung, kızın toza ve kana bulanmasına rağmen hala güzel kalabilmiş biçimli dudaklarıyla hoyratça oynayan çocuğa, ayağının üstüyle o kadar sert vurdu ki; çocuk, bulunduğu yerden havalanıp on beş metre kadar arkaya doğru uçtuktan sonra, tuğladan yapılma evin duvarına adeta yapıştı. Gözleri diğer çocuğa kaymıştı ki çocuk, gördüğü manzara karşısında ayağa kalkıp çığlık çığlığa annesinin yanına koştu. O ana kadar çocuklarıyla ilgilenmek yerine kendilerine eğlenceye bırakmış anne babalar, şaşkınlıkla etraflarına bakınıyor, az önce ne olduğunu tam olarak anlamaya çalışıyordu.
Bir tek Byras fark etmişti tehlikeyi, hızla dönüşmekteydi yine Tung. Etraftakileri uyarmak için gerekli zaman yoktu. Hemen Vilet e döndü ve hızlıca:
-"Çabuk Vilet! Kalmarr'ı al ve vezirle birlikte içeri girin."
Tung, yavaşça kızın üzerine eğildi. Saçlarını şefkatle yüzünden alıp kulaklarının arkasına geçirdi ve yüzünü incelemeye koyuldu. Evet, korktuğu işte buydu. Lea öylece hareketsiz yatıyordu, sağ kaburgasından giren kılıcın yeri bile açıkça ortadaydı. Yüzündeki ufak tefek yaralara bakılırsa buraya getirilirken de hoyratça davranılmış, az önce Valdo'nun yaptığı gibi sağa sola boş bir çuval gibi fırlatılmıştı.
Herkes susmuştu bir anda; çocuk, yediği tekmeden sonra tekrar doğrulamamıştı. Annesi hemen koşup oğlunun başından akan kanı durdurmaya çabalıyor, bir yandan da sesinin yettiği ölçüde, muhtemelen çocuğun adını haykırıyordu. Babası olduğu anlaşılabilecek bir adam, öfkeden kudurmuş bir şekilde:
-"Sen ne yaptın aşağılık herif! Ne yaptın sen! Senin lanet boynunu kıracağım!"
Her şey normal hızına geri dönmüştü artık, hayat normal akıyordu. Sesler, hareketler yine eski canlılığındaydı. Sadece Tung'u kasıp kavuran öfke, ağzında ölümcül bir susuzluk gibi alev alev yanmaktaydı. Adam, onun başında bağırmaya devam ediyordu:
-"Oğlum! İyi mi o? Söyle bana Kassia, o iyi mi? Senin leşini köpeklere atacağım pislik herif!"
Adamın arkasında öfkeli halk birikiyordu, küfürler havada uçuşmaya başlamıştı:
-"Kim bu lanet herif?"
-"Aşağılık herif, çocuğa mı gücün yetiyor?"
-"Seni lanet barbar!"
-"Şu aptal fahişe gibi bunu da öldürelim!"
Son sözü söyleyen, çocuğun babasıydı. Elindeki kadehi Lea'nın başının hemen üzerine fırlattı ve Tung'a doğru bir adım attı. Tung, kızın başını kucağından usulca, sanki incitmeye kıyamayacağı bir yavru güvercin gibi yere bıraktı. Sonra da yavaşça çökmüş olduğu yerden doğruldu, elini kılıcına ne zaman attığını, ne zaman çektiğini ne kendisi ne de etrafındaki hiç kimse fark edememişti. Tüm ahalinin ve çevredekilerin görebildiği tek şey, bir parıltı ve peşi sıra havada süzülüp yere doğru sertçe çakılan yusyuvarlak bir insan uzvu olmuştu.
Şok, bir dalga gibi hepsini sararken, kesik kafanın yere düşmesini izleyen beşinci saniyede boynunun üstü olmayan vücut da yere yığıldı. Kafasının olması gereken yerdeki boşluktan fışkıran kan, etraftaki herkesi kızıla boyamış, adeta Lea'nın kızıl buklesine birer adak görevi görmüştü. Öfkesi akıl almazdı, hızla aralarına dalıp hepsini öldürecekti. Ne kadın, ne çocuk hiç birini sağ bırakmayacaktı. İnsanların aptallaşmış suratlarını ve onları ikiye bölerken çıkaracakları sesleri düşünmeye başlamıştı şimdiden.
Byras, bir şeyi yeni anlamış gibi avucunun içiyle alnına vurdu:
-"Lanet olsun! Diğer at onundu; Tung'undu. Çabuk ol Vilet! Baş veziri de Kalmarr'ı da al, buradan gidin."
Vilet, aptallaşmış gözlerle sorgulayan bir tavırla:
-"Neler oluyor Byras? Oradaki Tung mu?"
-"Lanet olsun, dediğimi yap be adam! Hepimizin hayatı tehlikede!"
Şok, yerini paniğe bırakmıştı artık, dehşet herkesi sarmıştı. Çığlık çığlığa sağa sola koşuşturuyordu insanlar, hepsi de ölümün buz gibi nefesini enselerinde hissediyordu. Adamdan fışkıran kan, etraftaki herkesi boyamıştı, ama tüm bunlardan daha ilginci Tung'un kendisiydi: kaşı hala seğiriyordu adamın. Bu şu anlama geliyordu; diğer kişilikle değil kendisi olarak yapmıştı tüm bunları.
O çocuğu tekmelerken de, adamın kafasını keserken de kendindeydi. Sanki kişiliği ikiye bölünmüştü, bir yanı "Lea!" diye inliyorken matem doluydu, diğer yanı şaşkınlıkla daha başka neler yapacağını izliyordu. Hepsinin üstünü de bir örtü gibi kaplayan hiç hissetmediği kadar yoğun bir öfke...
İkincil duygu, şaşkınlık olanı, muhtemelen ikinci karakterin eseriydi. Onun bu kadar öfkelenip gazaba gelebileceğini hiç tahmin etmiyor olsa gerekti, sanki kulağına doğru bir şeyler fısıldıyordu:
-"Bırak çıkayım! Bırak hepsinin cezasını vereyim! İntikamını alayım! Hiç karşılaşmadıkları, rüyalarında bile göremeyecekleri bir gazabı sana garanti ediyorum! Bana izin ver! Benimle savaşmayı bırak, ben de sana intikamını vereyim!"
Tung'un yaşadığı bu ikilemi anlamış olan tek kişi Byras'tı, duvarın üzerinden atlayarak kaşı artık gözle takip edilemeyecek kadar hızlı seğirmekte olan Tung'a:
-"Tung! Sakin ol ufaklık! Sakin ol, bana bak yüzüme bak! Kendinde kal!"
Nefes alış verişi çoktan hızlanmıştı genç adamın. Çıplak vücudundaki kaslar, yavaşça şişiyor, şiştikçe irileşip ürkütücü bir hal alıyordu. Byras, artık geri dönülmez bir noktada olduklarını fark etti. Etrafında gördüğü herkesi öldürecekti, onu daha önce de öfkeli görmüştü ama ilk kez bu kadar ürküyordu. Hemen omuzlarının arkasından Kalmarr'ın sesi duyuldu. Öldürdüğü adamı kastederek:
-"Neler oluyor orada Byras? Lanet olsun, yine Tyrus'a zarar verecek bir şeyler yapıyor o aptal! Bu sefer derdi neymiş?"
Tung, başını yavaşça yerden kaldırdı. Byras, ilk gördüğü kişiydi ama onunla ilgilenmedi. Doğrudan Kalmarr'a:
-"Lea'ya bunu sen mi yaptın? Korkma, açık konuş! Kıza bunu yaparken ne kadar cesurdun?"
Kalmarr öfkelenmişti:
-"Sen ne yaptığını sanıyorsun beyinsiz! Burada, başka bir ülkede kendi halkını utandırarak ne yapıyorsun? Seni kovmak, beceriksiz babanın, hayatında yaptığı tek iyi şeymiş..."
Tung, öldürmeye başlamadan önce yüzüne gelip yapışan o tuhaf gülümsemeyle baktı Byras'ın omuzlarının üzerinden Kalmarr'a:
-"Soruya cevap ver korkak Tegin! Korkunun eceline bir faydası olmayacak!"
Yüzüne korkak denmesi, müthiş sinirini bozmuştu Tyrus Tegini'nin:
-"Evet bendim! Ne yapacaksın? Onu bana suikast yapmaya hazırlanan birisi sandım ve öldürdüm, hepsi bu. Sanırım ölmemiş, ama birazdan ölür. Ufak bir yanlışlık yapmışım, seni öldürmeliydim. Ta en başında, sen bir çocukken!"
Bunları söyledikten sonra, iki elini yana doğru açtı ve dudağını "Eh, ne yapalım!" der gibi büktü. Tung'un gülümsemesi biraz daha büyüdü ve o şekilde yüzünde dondu:
-"Seni öyle bir doğrayacağım ki şerefsiz herif, parçalarını Tyrus'a taşımak için yeterli adam bulamayacaklar!" dedi ve Byras'a doğru yürümeye başladı.
"Leşini kargalar yesin!" dedi içinden Byras, "Koca dilini içerde tutamazdın değil mi?" diye düşündü. Tung'un tam gözlerinin içine bakarak:
-"Yapma Tung! Ona öylece saldırmana izin veremem. Sakinleş ve düşün! Beyninle düşün, kaslarınla değil!"
Tung ona bakmıyordu bile:
-"Bu adamla arama kim girerse bedelini öder! Daha uzun yaşamak istiyorsan önümden çekil. Sizinle bir problemim yok, ama evinize dönmek istiyorsanız yolumda durmayın..."
Byras, başını öne eğdi, iki yana salladı. Tung, bu haldeyken kendisini hiç duraksamadan öldürürdü, bunu biliyordu. Yine de kendisi Tegin'in baş muhafızıydı. Yapabileceği bir şey yoktu:
-"Son sözün bu sanırım."
Tekrar haykırdı:
-"Vilet!"
KORKAĞIN CESARETİ
Tung, adamların üzerine doğru ilerlemeye başladı. Yüzünde o değiştiği zamanki ölümcül gülümseyiş, adeta donmuş kalmıştı. Saf bir öfke akıyordu her halinden, kasları, her adımında biraz daha irileşiyor, biraz daha büyüyordu.
Byras, neler olduğunu anlamıştı, ama Tung'un o kızla alakalı olarak, neden bu kadar öfkelendiğini tam çözememişti. Kız, onun için önemliydi, ama bildiği Tung, savaşırken kimseyi umursamazdı. İlginç olan da buydu zaten, üzerlerine doğru ağır ağır gelirken sanki içindeki o iyi kişilikte gazaba gelmişti. Başlarının gerçekten belada olduğunu fark etti Byras:
-"Vilet! Lanet olsun, sana az önce ne dedim ben? Derhal Tegini al ve kaybolun buradan! Ben ve diğer korumalar bir şeyler yapacağız fakat onu ne kadar oyalayabiliriz bilmiyorum..."
Vilet de şaşkınlığını üzerinden atmış gibi görünüyordu:
-"Tamam, sen onunla ilgilen... Ben Tegini buradan götürüyorum!"
Kalmarr'ın sesi yankılandı:
-"Neden bahsediyorsunuz siz? Hiç bir yere gitmiyoruz! Bu heriften kaçacak değilim! Bu kadını ormanda buldum ve öldürdüm, işte hepsi bu..."
Yüzündeki sırıtışı saklamaya bile gerek görmeden:
-"Bu konuyla ilgili ne yapacaksın Tung?"
Vraksim şaşkın şaşkın olanları izliyordu. Tung'un yüzüne baktığında işin ciddiyetini kavradı ve muhafızlarına haykırdı:
-"Çabuk koşun! Yakalayın şunu!"
Beraberinde Stear'la yaptıkları toplantıdan dönen muhafızlar, kılıçlarını çektikleri gibi Tyruslunun üstüne koştular. Tung, göz ucuyla kendi sağından yaklaşmakta olan adamlara baktı, kılıcını biraz daha sıktı ve kendi ekseni etrafında bir tur dönüp ivmelenerek kazandığı hızını, sağ koluna aktardı, aynı anda da önde, kendisine ilk yaklaşan adamın koltuk altına geçirdi.
Kılıç sanki bir kağıdı kesercesine kolaylıkla aşağıdan yukarıya doğru adamın koltuğunun altından girip omzundan çıktı ve adamı soluksuz bıraktı. Muhafız, kopmuş öylece yerde duran koluna bakıyordu, henüz hiçbir şey hissetmiyordu. Diğer nöbetçi dehşete kapılmış, kalıp gitmemek arasındaydı. Öylece durmuş bakıyordu, Vraksim'in vereceği emri bekliyordu. Byras, "Bunu biliyordum..." der gibi başını aşağı yukarı salladı, sonrada diğer muhafıza doğru bağırdı:
-"Koş, vezirinin yanına dön. Onu bana bırak."
Adam da zaten böyle bir şey bekliyor olsa gerekti ki; arkasını dönerek baş vezirin yanına doğru koşmaya başladı, bir yandan da yanındaki arkadaşının sağlam kolundan yakalamış, kendisiyle birlikte adeta sürüklüyordu. Adamın şoku halen devam ediyordu, ne tepki vereceğini, bağırması mı yoksa ağlaması mı gerektiğini dahi çözemiyordu. Kolunun bulunması gereken yerde, bir kemik ucu belli belirsiz seçiliyordu, zaten o da kanla tamamen kaplanmıştı. Etrafa lav püsküren yanardağlar gibi kan fışkırtıyordu, yanındaki arkadaşının deri zırhı, tamamen kanla kaplanmıştı.
Byras, kılıcını iyice kavradı. Başının ne tür bir belada olduğunu az çok tahmin ediyordu, ama Tung'un yüzü hiç görmediği gibiydi. Hep öldürmekten zevk alan, delice bir ifade olurdu bu diğer kişilikte ve Tung ondan hep nefret ederdi. Bu sefer durum farklıydı, yüzü saf bir nefretle doluydu. Sanki bütünleşmişti şu an iki kişilik, aynı bedende soluk almaktan daha fazlasıydılar. Daha önce de ürkmüştü ondan, ama bu seferki bir başkaydı. Gerçekten öldürmekten başka bir şeyler yapacağa benziyordu. "Zavallı Kalmarr!" diye geçirdi içinden, kendisi sadece ölecekti ama ona neler olacağını tanrıların insafına kalmıştı.
Tung, Byras'a iyice yaklaşmıştı artık, o kadar ki kılıç mesafesinin bile içine girmişti. "Onu ikna etmek için artık çok geç" diye düşündü deneyimli asker, her ne olacaksa öylece kabul edecekti. Zaten Tung'la savaşmayı hiç düşünmemişti bile, sadece kendini savunmaya karar vermişti, bu kararını da genç adamın yüzünü gördüğü anda unutmuştu.
Gözlerini kapadı hafifçe, en son gördüğü şey, Tung'un sağ omzunun üzerinde, kanlar içinde yerde yatmakta olan genç kızdı. Bundan kendisi de sorumluydu ve vicdan azabı çekiyordu. Masum bir kızı suçsuz yere ölümcül şekilde yaralamışlardı ve Tung bunun hesabını soracaktı. Dahası buna hakkı da vardı.
Bir adım daha duydu kulaklarında, sanki adımlar tek tek yankılanıyordu. Her bir adım bedenini sallıyor, beyninin içinde davulla vuruluyormuş gibi bir etki yapıyordu. Ölümün nefesi yüzüne serin serin vurmaya başladı. Muhafızın kopan kolundan ve kasabalıların parçalanan uzuvlarından ortalığa saçılan kanın bayıltıcı kokusu, yavaşça yerini teskin edici bir serinliğe bırakıyordu.
Artık hazırdı, göz yumduğu onlarca cinayet vardı belki, hatta bazıları bizzat Tung tarafından savaş alanında işlenmişti. Ama ilk kez bu kadar yoğun bir vicdan azabı duyuyordu ve bu sefer ölenin hesabını soracak birisi de vardı. Üstelik o kişi de, Tung'du, ufaklık diye başını okşadığı, birlikte yemek yiyip savaş talimleri yaptıkları küçük deli çocuk. Kardeşinin yerine koyarak sevdiği biricik dostu.
Aradan gereğinden fazla uzun bir süre geçtiğini düşünerek göz kapaklarını araladı Byras. Yanında, yakınlarında hiç kimde yoktu. Yavaşça başını çevirdi, Tung kendisini sanki orada değilmişçesine geçmiş, Kalmarr ve Vilet'e doğru ilerliyordu. Adeta içinden geçmişti adam ve hiçbir şey yapmamıştı. Bu o bildiği savaşçı Tung değildi, bunu artık kesin olarak anlamıştı.
Savaşan Tung, orada bir tane canlı bırakmadan herkese saldırırdı, oysa şu anki çok farklıydı. Doğrudan hedefine doğru ilerliyordu, Vilet çaresizce adamın önünde duruyordu. Bir koluyla Kalmarr'ı kendi arkasına doğru çekerek iyice gizlemeye çalışıyor, diğer eliyle de kılıcını olabildiğince dik tutmaya çalışıyordu. Kılıcın iyice ağırlaştığı belliydi, korkuyordu Vilet. Göremediği bir şey vardı; o da, değil kendisi, tüm kadim yaratıklar şu an yeryüzüne inip Tung'la aralarına girse bile yapabilecekleri hiçbir şeyin olmadığı gerçeğiydi.
***
Vilet, tir tir titriyordu. Bir Tyrusluyu böyle görmemişti uzun zamandır Kalmarr. Öfkelendiğini hissetti, önündeki adamı sertçe iterek:
-"Çekil önümden korkak herif! Bırak gelsin bakalım ne yapabilecekmiş. Ben Tyrus Teginiyim..."
Vilet, gözünün ucuyla adama baktı ve söylediğini yaptı. Tung'la aralarından çekildi. Neler olacağını az çok biliyordu ve Tung'u pek sevmese de savaş alanında ona hayrandı. İntikamını hak ediyor muydu, bilemiyordu. Sonuçta kızın onunla birlikte olduklarını bilemezlerdi, yine de Kalmarr'ın yerinde olmak istemezdi.
Tung'un kendilerine olan yürüyüşü, neredeyse son bulmuştu artık, yavaşça yoldan çekildi Vilet. Olacakları izlemek için, Vraksim'in yanında bir yerlerde durdu. Gözünün ucuyla baş vezire baktı, ne tepki vereceğini görmek istemişti. Vraksim, neredeyse ceviz büyüklüğünde açılmış gözlerle olanları izliyor, bir yandan da muhtemel ölümleri aklından geçiriyordu.
Az önce, o barbarın halktan birine ve seçkin muhafızına neler yaptığını görmüştü, cesaretleri ve savaş konusundaki yetenekleriyle nam salmış Tyrusluların korkudan nasıl önünden çekildiklerine de tanık olmuştu. Bu, adamı cidden tehlikeli birisi yapardı ve görünüşe göre Tegin'le karşılaşacaktı. Eğer Kalmarr' ı öldürürse olacakları düşünmek bile istemiyordu baş vezir, kralına, Stear'a dahası Tyruslulara ne diyeceğini düşünüyordu. Bir şekilde bu olayı bitirmesi gerektiğini anladı tecrübeli devlet görevlisi. Krizi yönetmesi gerekliydi ve en iyi yaptığı şey buydu adamın, yılların tecrübesi otomatik olarak devreye girmişti bile. Hemen karısına doğru döndü ve fısıltı seviyesinin biraz üzerinde bir ses tonuyla:
-"Vivien! Git kızın durumuna bak hemen. Yaşadığından emin olalım, eğer ölmediyse hemen tedavisine başlayalım!"
Arkasından muhafız bölüğünün komutanına döndü:
-"Adamlarını ve okçuların da al, bu adamın etrafını çevirmelerini sağla. Elindeki herkesi kullanarak etrafını saracaksın, Kalmarr'la aralarına gireceksiniz gerekirse."
Adam hayretler içinde kalmış bir çift gözü, efendisinin dudaklarına dikmiş izliyor, söyleneni anlamakta güçlük çeker gibi görünüyordu. Vraksim'in gür sesini daha sertçe duyunca hemen ayıldı:
-"Beni yeterince anladın mı?"
-"Emredersiniz efendim!"
Vraksim, son olarak Valdo'ya döndü ve:
-"Valdo! Git Tegin'in önünde dur! Seni onun baş koruması yaptım! Senin hayatın da onunkine bağlı. Ne yaparsan yap, bu barbarın ona yaklaşmasına engel ol..."
Valdo, anladığını göstermek amaçlı başını aşağı yukarı salladı ve hemen Tyrus Tegininin önüne geçmek üzere dev cüssesini hareketlendirdi. Baş vezir, biraz rahatlamıştı şimdi, acil durumda ortaya çıkan krizi, hemen gerekli önlemleri alarak bertaraf etmişti. Şimdi adam ya ikna olacak, ya da onu Tegin'e yaklaşmadan öldürecekti. Yine aynı engin devlet tecrübesi, Tyrusluların ve hatta göstermemeye çalışsa da anlaşılabilen bir biçimde Tegin'in de korktuğu bu çocuğun hayatta kalması gerektiğini söylüyordu. Prados krallığı için önemli bir koz olabilirdi. Bunu sonra düşünmeye karar verdi, aynı anda karısıyla da göz göze geldi ve beklediği işareti aldıktan sonra ileri atıldı:
-"Bak delikanlı! Şu an benim evimdesin ve misafirimle yaptığın konuşmaya dikkat etmelisin. Senin de Tyruslu olduğunu biliyorum; sen de bir Tyrusluya korkak demenin ne anlama geldiğini biliyorsundur. Şimdi, sakin ol ve biz de kız arkadaşınla ilgilenelim. Vivien onun hala hayatta olduğunu söyledi."
Adamın söylediklerinin tek kelimesini bile dinlemese de son cümle, ilgisini çekmişti Tung'un. Yine de buna verdiği tek tepki, gözünün ucuyla adamı şöyle bir süzmek oldu ve Kalmarr'a tıslayarak:
-"Bunun bedelini ödeyeceksin!"
Saldırı mesafesine girdiğinde, kılıcı tuttuğu sağ elini, dışarı doğru açtı ve olanca gücüyle Tyrus Tegininin kendi soluna doğru ilk hamlesini yaptı. Valdo yetişip araya girememişti. Adam güçlükle kılıcını kaldırıp karşı koyabilmişti ki, yardım hemen yetişti. Yine de Tung'un gücü fazla gelmişti, kılıcın ucuyla Tyrus Tegini'nin alnını göz kapağının hemen üzerine kadar yardı.
Muhafız bölüğünün komutanı ve yanındaki adamlar, hemen Tegine inen kılıcı, kendi kılıçlarıyla geri püskürttüler ve adamı, adeta etten bir duvar örerek dairenin içine aldılar. Üç kişi ve Kalmarr, Tung'un saldırısını aynı anda karşılamış, yine de Tegini yaralanmaktan kurtaramamışlardı. Karşılarındaki adamın gücü, komutanı iyice ürkütmüş, bununla beraber şaşkınlığını üzerinden atıp kendisine gelmesini de sağlamıştı.
Komutanlarının emriyle okçular, Tung'un etrafında bir çember oluşturdu ve yaylarını gererek gelecek her emre hazır olduklarını, hareketleriyle gösterdiler. Valdo da aldığı emir gereğince Kalmarr ın arkasındaki yerini almış, adamın iki baş kadar üzerinden Tung'a bakıyordu. Kalmarr'ın kafası, adamın iki göğsünün arasına ancak yetişiyordu.
Byras, olanları heyecanla izliyordu, Kalmarr'ı zerre kadar sevmese de onun şahsi koruması olmasının getirdiği lanet bir sorumluluk duygusuyla biraz rahatlar gibi oldu. Tung'u etkisiz hale getirmişlerdi, bu demekti ki göreviyle ilgili bir başarısızlığa uğramayacaktı. Kendisi ya da bir başkası sayesinde olması önemli değildi, sonuçta korumakla mükellef olduğu adam ayakta ve nefes alıyordu, tam aksini tercih etse de bu böyleydi.
Arkalarından Vivien'in sesi yükseldi. Normal zamanlardaki o iç gıcıklayıcı şuh tondan eser yoktu, daha çok heyecandan çatallaşmış panik dolu bir sesle:
-"Kız yaşıyor! Çabuk, bana sıcak su ve biraz temiz bez getirin! Aman tanrım, çok kan kaybetmiş..."
Evdeki hizmetçiler, hızlı hareket ederek bir grubu istenenleri temin etmeye, bir grubu da hanımlarına yardıma gitmek üzere hareket ettikleri sırada Vraksim de Tung'a doğru hareketlendi:
-"Sakin ol evlat! Bak, kız arkadaşında yaşıyor işte, bir aksilik oldu ama bunu düzelteceğim. Sana şahsen söz veriyorum, sadece biraz sakinleş. O iyileşecek, merak etme..."
Sanki onu meydana getirip ibreti alem için asmak, kendi fikri değilmişçesine hızlı bir strateji geliştirmişti yaşlı sayılabilecek vezir ve durumun vahametine rağmen, bu Kalmarr'ın gözünden kaçmamıştı.
Diğer yandan Tung, gözünün ucuyla Kalmarr'ı tartıyordu. İstese onu da öldürebileceğini biliyordu, ama tuhaf olan neredeyse tamamen kendinde gibiydi ve o an için Tegin'i öldürmek iyi bir fikir gibi gelmiyordu. Hem kendisi de kuvvetle muhtemelen buradan sağ çıkamazdı, dahası Lea'nın yaşadığını da öğrenmişti. Demek ki onun hayatı da vezirin karısının, dolayısıyla vezirin ellerindeydi ve bu riske giremezdi.
Başını iki yana salladı, yavaşça kendi ayaklarının ucuna doğru baktı. Bu hareketiyle sanki pes etmiş gibi bir tavır takınmıştı. Kılıcı tutan elini yavaşça kaldırdı, kendi bileğine baktı. Gücüyle şişmiş kasları ile çevrilmiş bileği, normalin neredeyse iki katı iriliğindeydi; beden değiştirmemişti, ama bir tuhaflık da vardı, bu kesindi. Tekrar onun bedenindeydi, kafasının içinde onun düşüncelerini, arzularını duyuyor, hissediyordu. Kana susamış bir ağzın kuruluğu, bakışlarında yanan çakmak çakmak bir çift gözle birleşiyor, etrafa dehşetle karışık bir açlık saçıyordu. Tung, bunların hepsini duyuyordu, tamamından haberdardı.
Kampta hareketsiz kaldığı zamanki gibi bir şeyler oluyordu belki, ama bu sefer hem bedene, hem de ona hâkimdi. Ne söylerse, ne isterse yapacaktı. Kendi öfkesi ve Lea'dan yükselerek kendi bedenini saran yoğun intikam duygusu, diğerinin de gözünü kamaştırmış olsa gerek ki; kayıtsız bir itaat ile bedenini teslim etmişti.
Savaş alanındaki başarısının nedenini de görme şansı bulmuştu bu arada Tung, kalbi birkaç kat hızlı atmaya başlamıştı ve sanki bir beden büyüyen vücudundan daha orantısızca büyümüştü. İnanılmaz bir hızla çarpıyor ve tüm kaslarına sanki dev körüklerle enerji üflüyordu. Her şey yavaşlıyordu o istediğinde, karşısındakilerin tüm hareketleri ağır çekimdeymiş gibi görüyordu. Göz açıp kapama süreleri bile, birkaç saliseden saniyeye çıkıyor ve her detay başka bir düzlemde, son derece yavaş olarak ilerliyordu. Sineklerin uçuşu bile, tüm detaylarıyla gözünün önündeydi; sesler çok net, görüntüler gayet berraktı. Gerçekten de istese, Tegin'i öldürebilirdi ama Lea'yı tehlikeye atma pahasına bunu yapmayacaktı.
Gücü kontrol eden kendisi miydi, yoksa güç mü onun katışıksız öfkesine itaat ediyordu tam kestirememişti. Bunu bulmak için daha çok zamanı olacaktı, bunu biliyordu ama cevabı, kendisiyle ilgili tüm cevapları Lea olmadan bulmasına imkân yoktu. Derin bir nefes aldı ve içinde tuttu, sonra sabırlı bir edayla dışarı üfledi ve baş vezire:
-"Lea yaşarsa o da yaşar!"
Aynı anda, Kalmarr'a döndü:
-"Yine de bunun bir bedeli olacak ve er ya da geç bu bedeli ödeyeceksin! Sen, beni ya da kabilemi temsil edemeyecek kadar aşağılık bir adamsın ve herkes bunun farkına varmadan seni öldürmeyeceğim. Tabi Lea iyileşirse..."
Hızla arkasına döndü ve hızlı adımlarla kader ikizinin yanına döndü. Dönerken bile beyninde yankılanan sesleri ve bir zincir gibi zihnini boğan yoğun baskıyı hissediyordu. Diğeri hepsini öldürmek istiyordu, öldürürdü de, bunu biliyordu Tung. Ama efendi, en azından şu anlık kendisiydi ve kendisinin de ilk önceliği Lea'nın hayatıydı. Bunun dışındaki her şey, o an için detaydı...
LANET Mİ, ARMAĞAN MI?
-"Lea! Lea, beni duyuyor musun?"
Tung, kızı omuzlarından şefkatle tutmuş gözlerini açması için hafif hafif sarsıyordu. Hemen başucunda, elinde ıslak bir havluyla, telaşlı ve endişeli gözlerle kendisini izleyen Vivien, Lea'nın kanıyla boyanmış kolunu Tung'un omzuna dayadı:
-"Sakin ol! O iyi, çok kan kaybetmiş ama çok da inatçı bir kız. İyileşecek güven bana, elimden geleni yapacağım onun için."
Bunları söylerken gülümsüyordu, o an Tung'a kutsal bir gülümseme gibi geldi bu. Kadın sanki kendisine bakarak parıldıyordu, Lea ve kendisi için gönderilmiş bir peri gibiydi. Güçlükle alabildiği nefesini yavaşça bıraktı, artık kendisini daha iyi hissediyordu. O da kadına gülümsedi ve:
-"Burada sadece sana güveniyorum. Lütfen, onu kaybetmeme izin verme!"
Kadın yeniden gülümsedi. Gözlerini o kadar hızlı çevirerek kocasına bir bakış fırlattı ki, neredeyse kimse fark edememişti. Aynı anda:
-"Kız senin için çok değerli, bu anlaşılabiliyor. Gerçekten çok güzel bir kızmış, onu yalnız bırakmamalıydın..."
Tung, yeni bir suçluluk dalgasıyla dolarken Vivien'in omzunun üzerinde durmakta olan eline, daha doğrusu elindeki kana gözü takıldı. Öfke, bir kez daha bedenini çepeçevre sararken kaşı da tekrar seğirmeye başlamıştı, son kez derin bir nefes aldı. İçinden "Hiç uğraşamam şu an seninle" diye geçirdi, kızın alev kızılı saçlarını kanlı yüzünden çekerek avucunun dışıyla yüzünü temizledi. Başını hafifçe kaldırdığında, yerde yatmakta olan başsız bedeni gördü, ama bu sefer hayatında belki de ilk kez, içinde pişmanlıktan eser yoktu.
* * *
Göz kapaklarını hafifçe araladığında, alnına değmekte olan narin elin, kendisiyle konuşan periye değil daha önce yüzünü bile görmediği bir kadına ait olduğunu anladı Lea.
"Bir rüya görmüş olmalıyım" diye geçirdi aklından, sonrada kadına sıcak olduğunu umduğu bir gülümseme yolladı.
Yüz kaslarına hakim olamıyordu henüz, nefes alırken canı çok yanıyordu ve inanılmaz derecede midesi bulanıyordu. İki dirseğini kullanarak doğrulmaya çalıştı ama göğsünün hemen altına, saplanmış bir bıçak gibi giren ani sancı, onu yeniden yatağa düşürdü. Yanındaki kadın da sağ elinin ayasını tam da sol göğsünün üzerine dayadı ve:
-"Hey! Sakin ol bakalım, iyileşmedin daha. Yaşadığına şanslı bile sayılırsın."
Lea, sadece boynunu kullanarak hafifçe doğruldu ve kadının doğal bir tepkiyle de olsa, neredeyse tamamen avuçlamış olduğu göğsünün üzerindeki eline baktı. Kadın utanarak elini sanki bir közün üzerinden çeker gibi çekti. Bir süre, hiçbir şey demeden sadece önüne baktı, bu tavrı Lea'nın hoşuna gitmişti. Beatrice'yi hatırlamıştı nedense, fazla duygusallaştığını düşündü, mantıklı kalmalıydı. Toparlandı ve yeniden kadına gülümseyerek:
-"Neredeyim ben? Ne oldu?"
Şaşkınlığı yüzüne vurmuş olsa gerek ki kadının yüzüne sıcacık bir şeyler yayıldı. Kendisine sanki şefkatle bakıyor gibiydi. Daha önce duymadığı ya da dikkat etmediği buğulu bir ses tonuyla:
-"Öncelikle tanışmadık. Benim adım Vivien. Şu an Prados baş veziri Vraksim'in evindesin, kendisi benim kocam olur. Ufak bir kaza geçirmişsin canım ama neyse ki çok geç olmadan gerekli müdahale yapıldı. Biraz uslu durursan çabucak toparlanacağından eminim."
Kadının sesi, oldukça etkileyiciydi, derinden geliyordu. "Bu derinliğin nerelere kadar uzandığını tanrılar ve ona yaklaşan erkekler bilir..." diye geçirdi aklından, bir taraftan da hemen sağ göğsünün altına bakıyordu. Az önceki kalkma çabası nedeniyle olsa gerek, ılık bir karıncalanma hissetmişti teninde. Yarasını açmış olmalıydı, ama canının bu kadar yanmasına bakılırsa kapandığı da pek söylenemezdi.
-"Ufak bir kaza mı? Ne kadar ufak?"
Kadın mahcup bir tonda konuştu. Sesi hala etkileyiciydi:
-"Kocamın beraberinde getirdiği misafirlerden biri, kendisine bir suikast girişiminde bulunacağını düşünerek seni yaralamış. Tyrus Tegini'dir kendisi, buralarda düşmanı çoktur. En azından henüz dostumuz olduğunu bilmiyorlar. Seni pusu kuran birisi sanmış, olmadığını Tung bir şekilde anlattı. Ama neyse ki artık hayati tehliken kalmadı. Düşününce, o kadar çok kan kaybetmene rağmen bu ilginç aslında?"
"Tung mu?" diye sayıkladı genç kız.
Cümlenin sonunda, kadının kan kaybıyla ilgili merakı da soru gibi gelmişti. Ama Lea, bu sorunun cevabını içten içe bildiğini, yine de karşısında, kendisine meraklı gözlerle bakan bu kadına hiçbir şey anlatamayacağını fark etti. Bu konuda yalnızdı, kimseyle paylaşamayacağı bir sırrı vardı. Ayrıca Tung konusunda meraklanmıştı, yine tepkisel bir hareketle doğrularak:
-"Tung! Tung, nerede?"
-"Sakin ol canım, burada o da, yalnız başı biraz belada. Senin öldüğünü düşününce delirmiş gibiydi, kendi kabilesinin liderini öldürecekti az kalsın! Bu arada da bir adamın kafasını uçurdu, Vraksim'in şahsi muhafızlarından birinin kolunu kesti. Dehşet vericiydi!"
Nedense duyduklarına hiç şaşırmamıştı. Elinin ayasını "Kahretsin!" der gibi alnına vurdu Lea, "Hatırlıyorum sanırım" diye mırıldandı.
Bir süre neler olmuş olabileceğini, bu sefer ne kadar ileri gitmiş olduğunu düşündü. Bu şekilde biraz bekledikten sonra daldığı düşüncelerden sıyrılarak başını kaldırdı ve kadınla göz göze geldiler. Vivien, sanki az önce bir katliamdan bahsetmemişçesine, iması oldukça abartılı bir biçimde, adeta kıkırdayarak gülümsedi. Şuh ama teskin edici bir sesle:
-"Merak etme tatlım, o iyi. Vraksim, öldürdüğü adamın eşine yüklüce bir miktar para verdi ve Tung'u da Tegin'den ayrı bir eve aldı. Orada biraz dinleniyor şimdi. Senin iyi olduğunu haber verdim az önce, ama seni gördüğünde daha iyi olacağına eminim."
Utançtan kıpkırmızı kesilmişti Lea, bu tarz imaları Beatrice de yapardı kendisine ve çok utandırırdı. Derin bir nefes alarak yüzündeki kanı ait olduğu damarlara geri yollamaya çalıştı, başarılı olduğunu umarak Vivien'e döndü ve:
-"Onunla görüşmem gerekiyor. Bana yardım eder misin, lütfen?"
Kadın yeniden manalı manalı gülümsedi:
-"Henüz erken canım, biraz sabret. İyileştiğinde elbette ki onunla görüşebilirsin. Şu an sen çok istesen de vücudun buna pek müsait değil."
Lea yine derin bir nefes aldı, kadın sabrını zorluyordu. Gülümsemeye çalıştı ama pek başarılı olduğunu zannetmiyordu:
-"Hayır, düşündüğün gibi değil. O benim... Yol arkadaşım gibi bir şey. Yanlış düşünmeni istemem."
-"Tabii ki canım, aklıma başka bir şey gelmemişti zaten. "Yol arkadaşın gibi bir şey."
-"Bak, gerçekten sana daha fazla açıklama yapacak halim yok. Ya onu buraya çağır, ya da ben gidip onu bulurum. Onunla konuşmam gerek."
Bunları söyledi ve üzerindeki örtüyü çekerek ayağa kalkmak için hareketlendi. Tam bu sırada, örtünün altında gördüğü, daha doğrusu görmediği şeyle kanı, yeniden başının üzerine doğru hareketlendi ve:
-"Önce elbisemi alabilir miyim?"
Kadın, iç gıcıklayıcı ufak bir kahkaha fırlattı:
-"Bence seni bu şekilde daha çok beğenir tatlım."
-"Çok komik!"
-"Tamam güzelim, gidip çağırayım onu. Benim gördüklerimi göremediği için çok şanssızmış! Sende en azından o zamana kadar, örtünün altında kal olur mu?"
Lea, suratına karşı kahkahalarla gülen kadına atabildiği en sert bakışını fırlattı, sonra da çıkan kadının arkasından gözleriyle etrafı taramaya başladı. Önce elbiselerini bulacaktı, sonra Tung'la konuşacak, buradan da hemen ayrılıp babasını bulacaktı. Tabi tüm bunları yapmadan önce ayağa kalkabilmeliydi, çünkü hareket ettikçe canı inanılmaz yanıyordu.
* * *
Tung, uzun süredir hareketsiz oturduğunu, uyuşmuş bacağı sayesinde fark etti. Aynı odada oldukça uzun bir süredir aynı şekilde, tek ayağını kıvırıp altına almış biçimde oturmuştu ve artık, ayak bileğinden altını hissetmiyordu. Oflayarak ayağını düzeltti, arkasına doğru yattı ve ayakları yere basar bir biçimde sırt üstü uzandı.
Gözleriyle etrafı tarıyordu, bir yandan da epeyce bir süredir odada olmasına rağmen, ilk defa nasıl bir yerde olduğuna bakıyordu. Bir zindanda ya da vezirin yatak odasında olabilirdi, yine de buna dakikalardır dikkat etmemişti. Aklında tek bir şey vardı: o da Lea.
Bir türlü aklından çıkaramıyordu güzel kızın yaralı halini, bembeyaz yüzü kanamasının çokluğuyla hepten uçuk bir renk almıştı ve kanının bir kısmı göğüslerinden yukarıya, boynuna doğru sızmıştı. Bu kadar beyaz bir tende kıpkırmızı bir leke, o an için görebileceği en feci ölüm senaryosundan bile daha çok etkilemişti kendisini. Gördüğü ölümleri hatırladı. Yüzlercesini görmüştü, onlarcasını bizzat kendisi yapmıştı. Bunların içinde çocuk, kadın, hatta hayvan bile vardı, yine de hiç bu kadar dehşete kapıldığını hatırlamıyordu.
İlk defa bir şeyleri kaybetmekten korkmuştu Tung, kendisinin ölümü de muhtemelen bundan olacaktı. Böyle hissediyordu tuhaf biçimde, elinde değildi. Hayatının sonu artık sahip olduğu bu yeni zaafıyla birlikte gelecekti ve onun bu konuda yapabileceği hiç bir şey yoktu.
Hiç kimseyi bu kadar umursamamıştı daha önce, şimdi de ağzıyla aynı şeyi söyleyebilirdi. Ama artık öyle olmadığını biliyordu, o kızın o an hayata dönmesi için her şeyini, hatta kendi hayatını bile verebilirdi. Tekrar gözlerini kapattı, sıkabildiği kadar sıktı. O görüntünün gözlerinin önünden gitmesini istiyordu, başka bir şey düşünmeliydi.
Tekrar gözlerini açıp yeniden odaya baktı. Bembeyaz bir odadaydı, tıpkı Lea'nın teni gibi. "Kes şunu!" dedi içinden, üzerinde yatmakta olduğu yatağa baktı. Dev gibi bir yatakta, neredeyse Tyrus da ki evi kadar büyük bir odadaydı. Tavandaki tuhaf işlemeler gözüne çarptı, savaşlarla alakalı bir şeylerdi. İnsanların birbiriyle değil, insanlarla insan olmayan yaratıkların savaşı gibiydi sanki, değişik hayvanlarla kıyasıya savaşan muhtemelen Prados askerleri işlenmişti duvarlara. Biraz daha yakından bakmak için doğruldu, dikkatle incelemeye başladı.
Bir asker, mızrağını, yarısı at olan bir adamın göğsüne saplamıştı, at-adam şaha kalkmış, elleriyle de can havliyle mızrağın sopasından yakalamıştı. Bir başkasında aslan yeleleri olan bir adam, yere bir askeri düşürmüş ve üzerine çıkmışken arkasından fırlatılan ve doğruca kafasına doğru ilerlemekte olan ok ve oku atan diğer asker resmedilmişti.
-"Onlar Prados askerlerinin tarihi başarılarını simgeleyen hiyeroglifler. Öyle yaratıklar gerçekten yaşamış mı, ben pek inanmıyorum. Ama Vraksim onları özel olarak yaptırdı, Priest'ten hiyeroglif ustaları getirtti."
Ürkmüş gibi durduğu yerde sıçradı Tung. Yavaşça arkasını döndü, Vivien karşısında gülümseyerek duruyordu. Tuttuğu soluğunu, biraz da abartılı bir şekilde bırakarak:
-"Ne kadar zamandır oradasın?"
Vivien gülümsemesini genişletti:
-"Fazla değil. Kızın yanındaydım, sürekli seni görmek istiyor. Yaralı olduğuna, yatakta kalması gerektiğine bir türlü ikna edemedim."
-"Nerde o zaman şimdi? Benimde onu görmem gerekiyor..."
-"Çıplak olduğunu fark edince yatağında kalmaya ikna oldu."
Manalı bir gülümseme fırlattı Vivien, sadece bu bile, Tung'un anlamsızca bakan gözlerinin söyleneni anlayarak ilk parıltıyı almasına yetti. Tıpkı Lea gibi, o da hafifçe kızarırken kadın umarsızca arkasını döndü ve ekledi:
-"Gidip gör onu. Odasının yerini biliyorsun. Bir süre baş başa kalmanız, ona iyi gelebilir. Zaten normal şartlarda bu kadar hızlı iyileşmesi bile anormal ya, neyse..."
Kadın bunları söyleyerek odadan çıktı, Tung arkasından bakakalmıştı. "Tuhaf kadın" diye düşündü, birkaç gün önce gözünün önünde cereyan eden şeyleri başka herhangi bir kadın görmüş olsa, değil böyle saçma espriler yapmak, epeyce bir süre konuşamazdı bile. "Baş vezirle evli sonuçta" diye düşündü bu kez, kendini toparlamak konusundaki hızını buradan almış olmalıydı.
Lanetle ilgili bir şeyler söylemiş olabilir miydi acaba Lea? Yine de kadının laneti bilip bilmemesinden çok söyledikleri dikkate değer şeylerdi. Acaba gerçekten böyle etkileri var mıydı o şeyin üzerlerinde? Lea nasıl bu kadar hızlı iyileşmişti? Bir de kendisi diğeri üzerinde tam denetime sahip olmuştu ilk kez, bu da önemliydi. Artık kontrol edebilecek miydi acaba karanlık yanını? Aklından onlarca soru vardı ve yanıtı yoktu.
Tüm bunları düşünmeye bir ara verip kapının kolunu çevirerek açtı. Koridora çıktığında, az önce yatmakta olduğu odanın tavanındaki bezemelerin aynısının tüm koridora yayılmış olduğunu gördü. Her yer hiyeroglifler ve minyatürlerle doluydu. Koridor, normalde olması gerekenden en az üç kat daha genişti, görünüşe göre Vraksim burayı yaptırırken hiçbir masraftan kaçınmamıştı.
Bembeyaz duvarlar, güneş ışığını o kadar farklı tonlarda yansıtıyordu ki, normalde sadece beyaz-sarı zannettiği güneş ışığının, aslında tüm renkleri barındırdığını fark etmişti. Koridoru geçti ve Vivien'in etkileyici sesinden dökülen odanın önüne gelip durdu. Yavaşça tokmağı avuçlarının arasında döndürerek açtı ve odaya daldı. Karşısında hiç ummadığı bir manzara buldu.
SAF GÜZELLİK VE KİBAR BARBAR
-"Çık dışarı! Çabuk, çık dışarı!"
İlk şoku üzerinden atlattıktan sonra yüzünde muzip bir gülümsemeyle yavaşça arkasını döndü Tung. Sırıtmasını sesine de yansıtarak:
-"Tamam, bağırma, döndüm işte."
Lea, utancından yerin dibine geçmişti, kıpkırmızı bir yüzle çıplak bedenine bir şeyler geçirmeye uğraşıyordu. Üstünün yarısı, sağ göğsü zaten sargılı olduğundan nispeten problem olmamıştı, ama bembeyaz bacaklarını ve bittiği noktayı, hem de Tung'un görebileceği, aklının ucundan bile geçmemişti o ana dek. Aralarında hep sahip oldukları o büyülü mesafe, çok ciddi darbe almıştı, zira adam, en mahrem yerlerini görmüştü kendisinin.
Pantolonu çekmeye uğraştı, ancak kumaş takıldı ve daha fazla çıkmamakta direndi. Lea zorladıkça yarı deri olan kumaş da inatla aşağıda kalıyor ve kızın bembeyaz tenini örtmemekte direniyordu. Biraz daha zorlayacak takati yoktu artık, zaten yarası yine açılmış kan sızıntısı iyice belirginleşmişti. O şekilde yatağa geri bıraktı kendisini, pantolonu yarı giymiş bir halde üzerine örtüyü çekti. Şimdi göğsündeki yara izi de kanamaya başlamıştı ve pansuman gerekiyordu. Lea ağlayacak gibiydi, utancı hiç bu kadar yoğun değildi.
-"Bitti mi işin, artık dönebilir miyim?"
Sesteki imalı sırıtışı algıladı ve daha da öfkelendi. Her kelimenin üstüne tek tek basarak:
-"Dön. Ne söyleyeceksen söyle, sonra da bana Beatrice'i çağır!"
Tung, kızın sıkıntısını sezer gibi oldu, yüzündeki pis sırıtışı yumuşatıp anlayışlı bir gülümseme kondurdu ve:
-"Birincisi beni senin çağırdığın söylendi. Yani bir şeyler söyleyecek olan sensin. İkincisi bacakların konusunda panik yapman gerekmiyor, daha kötülerini de görmüştüm. Üçüncüsü benden bir şey isteyeceksen bunu kibarca sor. Ayrıca bu Beatrice de kim?"
Lea kafasını yerden kaldırmadan konuştu:
-"Beatrice mi dedim? Vivien diyecektim. Bana onu çağırır mısın, lütfen? Hem odama kapıyı çalmadan girmeni de affettirir belki bu iyiliğin."
-"Oda senin olsaydı çalardım. Ama biz burada misafiriz unuttun mu? Seni misafir olduğumuz bir yerde pantolonsuz göreceğimi düşünmemiştim, yani şikâyetçi değilim aslında, dediğim gibi ortalamanın bayağı üzerindeler."
Lea sinirinden çatlayacak gibiydi, etrafta Tung'a fırlatacak bir şeyler aradı ama giyinik olmadığı için herhangi bir nesneye de ulaşabilecek durumda değildi.
-"Ben yaralıyım, hatırladın mı? Bir aptalı bize yemek getirecek diye beklerken adamın teki göğsüme bir kılıç sapladı. Bunun neyini anlaman zor? Hem sen hayatında hiç kapı çaldın mı?"
Tung, kendini bir an bıraksa gülmekten patlayacaktı, sarsıla sarsıla konuştu:
-"Bir düşüneyim, hım... Sanırım hayır, hiç çalmadım. Ama bundan şikayet eden bir kadın da görmemiştim şimdiye kadar. Normalde odada beni bekleyenlerde neredeyse senin kadar giyinik olurlardı ama hiç biri arkamı dönmemi istemedi. Tuhaf taleplerin var."
Lea'nın gözünden kopup düşen ilk damlayı görünce sınırın burada olduğunu anladı Tung. Kız cidden çok utanmıştı ve artık daha fazla üstüne gitmeyecekti. Hırsından ağlayacaktı yoksa kız, kendisini tutup dışarıda gülebilirdi. Onu bu halde göreceğini düşünmemişti ama tahrik olmaktan çok, büyük bir şefkat dalgası kaplamıştı kendisini. Onu bir daha göremeyeceği düşüncesi bile canını çok yakmıştı ama artık o iyiydi, önemli olan da buydu.
İki kulağını birleştiren garip sırıtışını yine ilk baştaki anlayışlı gülümsemeye çevirdi ve bir Tyruslunun olabileceği kadar kibarca:
-"Tamam, sadece seni gülümsetmeye çalışıyordum. Vivien beni çağırdığını söyledi, kapıyı çalmamam hataydı. Seni merak ettim ve sanırım daha iyisin. Şimdi, gidip onu çağırayım, başka bir şey ister misin?"
Lea, sanki beş yaşında bir kız çocuğuymuş gibi boynunu tamamen yok etti, başını omuzlarına gömdü ve başını siyah saçlarını dalgalandıracak kadar hızla iki yana salladı. O kadar tatlı görünmüştü ki bir an, Tung'un tüm yüreği, yüzüne yerleştirdiği sıcacık tebessümle doldu.
Topukları üzerinde hızla arkasını döndü ve odadan çıktı, koridorun karşısında merakla kendisini bekleyen Vivien'e doğru yürümeye başladı. Vivien, kendisini meraklı gözlerle süzüyor ve ağzından çıkacakları, sanki hayatı buna bağlıymış gibi ölesiye merak ediyordu.
Tung, kadının yanına kadar geldi, neredeyse burunları birbirine değecek kadar yaklaşana dek ağzını açıp bir şey söylemedi. Kadının kıvrandığını görmekten anormal bir zevk alıyordu ve bunu da son ana kadar yaşayacaktı. Kadın artık dayanamadı ve:
-"Ee... Ne istiyormuş?"
Tung omuz silkti:
-"Hiç, seni çağırıyor, yarası açıldı sanırım kan sızıyor. Pansuman yaparsan sana minnettar kalacağız."
Kadın hınzırca güldü:
-"Sana hala yaralı olduğunu söylemiştim. Beni dinleyip biraz daha kibar olmalıydın."
Kızarma sırası Tung'daydı:
-"Saçmalama! Yarası açıldı, ayrıca henüz konuşamadık. Bu arada kocan nerede? Sen Lea'nın yarasıyla ilgilenirken onunla konuşmak istiyorum. Arkadaşımı da görebilirim belki, Byras'ı..."
Kadın gülümseyerek cevap verdi:
-"Elbette, ben Vraksim'e görüşmek istediğini söylerim. Gerçi sana öfkeli olabilirler, Tegini'nizi yaraladın, o adam sonuçta Vraksim'in misafiriydi. Krala karşı zor durumda bıraktın onu, seni affettiği için şanslı sayılırsın."
Tung, bir kaşını kaldırarak:
-"Şanslı? O korkak herif Lea'ya dua etmeli, yoksa yaralanmak onun için ödül sayılır."
-"Yine de şansını fazla zorlamasan iyi edersin bence. Ben yine de konuşurum kendisiyle. Seni dinlemek isteyeceğine eminim."
Bunları söyledi ve hızla arkasını dönüp Lea'nın odasının tam zıttı yönünde ilerlemeye başladı. Uzun koridorun bittiği son noktadaki kapıyı tıklattı ve "Gel" denmesini bekledi. Beklediği işaret gelmiş olacak ki usulca kapının tokmağını çevirerek içeri girer gibi yaptı, ama sadece kapının pervazına dayanarak boynunu içeri soktu ve birisiyle bir şeyler konuştuktan sonra tekrar aynı şekilde dışarı çıktı. Sonra, adeta sekerek Tung'a yaklaştı ve:
-"Vraksim de zaten seni bekliyormuş, konuşmak istiyor. Fakat arkadaşınla görüşmeden önce seninle yalnız görüşmek istiyor. Ben de Lea'nın yanında olacağım. Yarasıyla ve çıplak vücuduna bir şeyler giydirmekle ilgileneyim."
Son sözünü bir hayli abartılı bir kahkahayla süsledi ve yine seker adım Lea'nın odasına doğru yollandı. İmayı duymamış gibiydi Tung, daha çok adamın kendisine özel olarak ne diyeceğini merak ediyordu.
Bu adam gerçekten devlet işlerini çok iyi biliyordu ve diplomasi, tüm Tyrusluların en zayıf olduğu şeydi. Kendisi de buna dahildi, bu dezavantajını bilerek kapıya doğru yaklaştı. Tokmağı kavradı ve avucunun içinde serbestçe dönmesine izin verdi. Zavallı Lea'nın dolmuş gözleri geldi aklına, sonra da kapı çalmakla ilgili söyledikleri...
Hızla kendisini kaplayan hüzün, yüzünde buruk bir gülümsemeye bırakmaktaydı yerini, kapıyı da aynı gülümseyen yüzle açtı ve içeri girdi...
***
Yüzünde tuhaf bir sırıtışla, kapıyı açıp direk içeri dalan yabancıya karşı garip bir sempati duyuyordu baş vezir. İlginçti gerçekten de, başını büyük bir belaya sokabilirdi Tegin ölseydi, gerçi adamın yaralanması yüzünden hala kralına vermesi gereken bir hesap vardı. Ayrıca halkından birinin, herkesin gözlerinin önünde kafasını uçurmuş, kasabalıları büyük bir paniğe sevk etmişti. Küçücük bir çocuğu tekmelemişti, çocuk şimdi iyiydi ama hem ölen babası hem de yaşadığı sarsıntı yüzünden muhtemelen pek sağlıklı bir geleceği de olmayacaktı. Yeni bir muhafıza da ihtiyacı vardı ayrıca, eskisinin de kolu yüzünden çalışamayacak olması ve ona da yardım edilmesi de gerekiyordu tabii.
"Bu kadar şeyi bu adam tek başına yaptı" diye hayret dolu gözlerle baktı adama bir süre Vraksim, yine de tüm bunlara değecek bir şeyler elde edebilirdi bu genç adamdan. Yüzüne her zaman sahip olduğu o diplomatik gülüşü yerleştirdi ve misafirine doğru:
-"Hoş geldin, seni bekliyordum bende. Vivien, arkadaşının iyi olduğunu söyledi, sanırım yakında düzelir. Geç, otur şöyle, seninle konuşmak istediğim bazı şeyler var."
Tung, ürkmüştü adamın tavrından, yaptığı şeylere bu kadar kolay tolerans gösterilmezdi. Mutlaka bir planı olmalıydı, "Acaba Kalmarr da işin içinde mi?" diye düşündü. Gözleriyle odayı taradı ve adamın kendisine gösterdiği yere doğru yöneldi. Kendisini öldürmek isteseydi bunu çoktan yapardı zaten, küçük komplolara gerek duyacak tarzda birine benzemiyordu. Tahta sandalyeye yavaşça ilişirken, meraklı gözlerini adama dikti ve:
-"Seni dinliyorum. Karın baş vezir olduğunu söylemişti, belki bize de yolumuzda yardım edersin."
Adam ilgiyle öne doğru eğildi:
-"Onu soracaktım ben de? Ne arıyorsunuz buralarda, bir Tyruslu ve kıyafetlerinden anladığım kadarıyla bir Priestli? Yolunuz nerede kesişti, sizi buralarda hangi rüzgâr attı?"
Tung, adama yalan söyleme gereği duymadı. Amaçları herhangi bir gizlilik taşımıyordu, belki bu adam kendilerine yardımcı olabilirdi:
-"Benim adım Tung. Arkadaşımın ki de Lea. Stear isimli birisini arıyoruz, Vivien senin onun yanından geldiğini söyledi. Bize onu nerede bulacağımızı söylersen çok yardım etmiş olursun."
-"Elbette! Stear'ı tanırım ve onun yanından, bir toplantıdan geliyorum. Sana onu nerede bulabileceğini memnuniyetle söylerim. Peki, onu neden aradığını bana söyleyecek misin?"
Tung, adama şüpheyle baktı. Baş vezir, karşısındaki adamın duraksadığını görünce ekledi:
-"Üzgünüm Tung, ama fazlasıyla tehlikeli birisin. Kendi liderini bile öldürmek üzereydin dün, Stear düşmanı çok olan birisi. Onu neden aradığını bilmezsem sana yardım edemem."
Adamın cümlesi, gayet basit ve mantıklı görünse de, aynı anda hem Stear'la ilgili ne bildiğini... Onu neden aradığını... Düşmanlarını tanıyıp tanımadığını... Kalmarr'a neden saldırdığını, hatta Tyrus'un iç işleyişinin kendisiyle alakasını da kapsayan o kadar geniş bir şey söylemişti ki; ne cevap verse adamın işine yarayacak bir şeyler söylemiş olacaktı.
"Diplomasi böyle bir şey işte, beceremediğimize şaşmamalı" dedi içinden genç Tyruslu. Adama gülümsedi ve lanet konusu dışında olabildiği kadar dürüst olmaya karar verdi, adamın siyasi zekası ve müthiş tecrübesi gerçekten ürkütücüydü:
-"Kalmarr'la ilgili şahsi bir sorunum yok. Onu sevdiğim söylenemez ama her gördüğüm yerde de öldürmeye çalışan birisi değilim. Lea'yı o halde görmek, beni öfkelendirdi, anlık bir tepkiydi yani. Yine de hayatını sana borçlu, arkadaşım ölseydi onu değil sen ve askerlerin, tüm ülken ve kralın gelse elimden alamazdı."
Bu noktada biraz sustu ve söylediklerinin karşısındaki yaşlı vezirde yarattığı etkiyi inceledi. Adamın yüzünden anlaşılabilecek bir duygu sezilemiyordu, yine de çok bir şey söylemeden Kalmarr meselesini kapattığına sevinmişti. Sonra devam etti:
-"Stear'a gelince, o konuda henüz ben de bir şey bilmiyorum. Sadece onu arıyoruz, hepsi bu. Bulunca ne yapacağımızı da bilmiyorum, tüm bildiğim onunla konuşmamız gerektiği."
Pek de ikna edici konuşamamıştı, zaten peşi sıra gelen soru da bunu gösteriyordu:
-"Konuşmamız dediğine ve ne konuşacağını bilmediğine göre onu aslında arayan sen değilsin sanırım. Hım, Demek ki Stear'ı arayan aslında Lea olmalı."
"Lanet olsun" diye geçirdi içinden, neyin peşindeydi bu adam böyle?
-"Öyle bile olsa Lea ve ben, yol arkadaşından fazla şeyiz artık, bunu aslında ben de yeni fark ettim ama onun başına bir şeyin gelmesi bana gelmesiyle aynı şeydir."
-"Evet, kendi kabilenin liderine saldırarak bunu gösterdin zaten. Arada yaptığın öldürmeleri, yaralamaları ve halka korku salmanı saymıyorum bile. Sanırım kızla arandaki ilişkiyi Vivien daha iyi isimlendirir, o bu konularda benden daha iyidir."
Sustu ve karşısındaki adamı gülümseyen gözlerle süzdü, adamın bir miktar utandırmak istemişti ve bunu da becerdiğini fark etti.
Tung, derin bir nefes aldı. Adamın gözlerinin tam içine baktı ve konuyu değiştirerek:
-"Kalmarr'la ve Tyrus'la ne işiniz var sizin? Savaşta olduğunuzu söylemişti karın..."
Baş vezir de ciddileşti:
-"Artık değiliz, demin bahsettiğin Stear'ın liderliği altında müttefiklik kararı aldık. Stear bu yüzden bizim için çok önemli; onun önderliği, hem Kursk savunmasında, hem de Priest'in şimdiki kralı Marin'e karşı çok kilit bir rol oynuyor. Onun hayatını tehlikeye atacak herhangi bir şey, birçok ulusun da geleceğini riske atmak demektir."
Tung, şimdi daha da ilgili ve meraklı gözlerle bakıyordu:
-"Yanlış anlama, senin çok iyi bir devlet adamı olduğunu düşünüyorum. Benim ülkemde, seninki türünden kabiliyeti olan kimse yoktur. Savaşı ne karşılığı bitirdin? Masa başında kaybedecek türde birine benzemiyorsun..."
-"Haklısın, biz Pradoslular, diplomasi de oldukça iyiyizdir. Benim yirmi yılın üzerindeki vezirlik ve kırk yıla yakın devlet tecrübemi de sayarsan, açıkçası ben de Tegin'in verdiği tavizler karşısında oldukça şaşırdım. Zervok Kalesi'ni bile geri verdi, hem de hiçbir şey istemeksizin. Sadece dostluğumuz yeterliymiş, tabi bunu zaman gösterecek..."
Bunları söyledi ve başını hemen önüne eğdi kurt vezir, gözlerini Tung'a dikmiş ne tepki vereceğini görmeye çalışıyordu. O kadar odaklanmıştı ki adama, nefes alışverişlerini bile izliyordu.
Tung, önce ne duyduğunu tam çıkaramamış gibi anlamaz bir yüz ifadesi takındıysa da kulaklarına gelen şeyin beynine ulaşması anında hayretler içinde kaldı. Şaşırdığını yüzündeki ifadeye yansıtmaması gerektiğini biliyordu, sonuçta karşısında oturan adam, sadece ifadeden bile kim bilir neler çıkarabilirdi. Yine de kendisine engel olamamıştı işte, Zervok kalesi kuşatması geldi gözünün önüne.
Bu korkak herif, nasıl da aslanlar gibi kükreyerek sürmüştü kendilerini kale savunmasının üzerine! Yanında ölen arkadaşlarını düşündü bu kez, gerçi savaşla ilgili neredeyse hiçbir detayı hatırlamıyordu, başka bir Tung savaşmıştı orada. Sadece birkaç arkadaşının ölü gözlerini anımsıyordu. Demek ki artık tüm bunlar anlamsızdı. O kaleyi aldıktan sonra sürülmüştü ülkesinden ve duyduğuna göre Prados barış istemek zorunda kalmıştı. Kısa bir süre önce de yeniden savaşmaya başladıklarını, Tyrus'un uç akıncılarıyla Prados'un sınır korucuları arasında temas oluşmaya başladığını duymuştu.
Öfkenin, damarlarında dalgalanır bir hareketle dolanmakta olduğunu hissetti, kaşı da ufak ufak seğirmeye başlamıştı. Dişlerinin arasından Kalmarr'a bir küfür savurdu, sonra da başını önüne eğdi. Daha fazla bu akıl oyunlarıyla uğraşmak niyetinde değildi. Öfkesini kontrol altına alması, birkaç saniye sürdü:
-"Her neyse! Ben artık onun yaptıklarıyla ilgilenmiyorum. Gördüğün gibi, bir Tyruslu bile sayılmam artık. Sadece Stear'ı bulmam gerek, ondan sonra ne yapacağıma karar vereceğim. Kaderim bir rüzgar gibi, nereye savurursa oraya giderim. Sadece ilk hedefim Stear'ı bulmak."
Vraksim, Tung'un çizdiği sınırı anladı. Daha fazlasını alamayacaktı genç adamdan. Anlayışlı bir biçimde gülümsedi ve:
-"Tabi, tabi. Sana ve kız arkadaşına elimden gelen yardımı yapacağım. Buna emin olabilirsin, yalnız şöyle bir problem var. Biliyorsun, ben bu kasabadaki en kudretli kişiyim ve tüm Prados'un kraldan sonraki adamıyım. Yine de sorumlu olduğum bir kralım var. Beni anlayacağını umuyorum, sen ve arkadaşın benimle saraya kadar gelin. Birlikte durumu ona izah ederiz, ondan sonra da yollarımız ayrılır ve Stear'ın yanına geçersiniz. Sizin içinde uygun mu bu?"
Tung, bu teklife şaşırmıştı:
-"Tam olarak aklından geçen nedir? Neden Prados kralını görmemiz gerektiğini düşünüyorsun?"
Vraksim gülümsedi:
-"Dediğim gibi, Stear'la görüşmek kolay bir iş değil. Daha yeni müttefikimizi kralıma kabul ettiremeden, onun bir suikasta kurban gitmesini hiç açıklayamam. Onu daha sonra da öldürmeye çalışacağını düşündüğümü kastetmiyorum, seninle ilgili bir şey değil, kişisel algılama. Sadece güvenlik ve bana yapacağın bir iyilik olarak düşün bunu. Benimle birlikte başkente gelecek misin?"
Tung şöyle bir düşündü, kaybedeceği bir şeyi olmadığını anladığında yüzünü ekşiterek:
-"Sana iyilik olacaksa gelirim tabi, Lea'ya yardımlarınız için sana borçluyum, yani problem değil. Ama o lanet herifin yüzünü görmek istemem. Biz Lea ile sana orada katılırız. Bu senin için uygun mu?"
Vraksim bıyık altından güldü. Bu adamı, Tyrus'a karşı gerçekten kullanabilirdi. Kibar bir gülümsemeyle:
-"Sana ve Lea'ya, Vivien'in eşlik etmesine izin ver. Ben diplomatik kurallar gereğince Tegin ile gitmek durumundayım, ama karımın da benimle gelmesini istiyordum. Sana ve Lea'ya o eşlik edebilir, hem kızın yarasıyla da ilgilenir. Tabi bir mahsuru yoksa?"
Tung, omuz silkti:
-"Tamam o zaman, o lanet herifin lanet yüzünü görmeyeceksem sorun olmaz. Tabi Lea'ya da sormalıyım. Siz ne zaman yola çıkacaksınız?"
-"Hemen, Lea kendini iyi hisseder hissetmez siz de yola çıkarsınız. Kalmarr oldukça öfkeli, onu daha fazla burada tutmak istemiyorum. Anlamışsındır."
-"Pekâlâ, benim için bir sorun yok. Lea da biraz toparlanırsa hemen çıkabiliriz. Başka bir şey?"
-"Başka bir şey yok, evim senin evindir, keyfine bak. Rahatın benim için önemlidir."
Tung, arkasını döndü ve odadan çıkarken:
-"Sağol, bana ve Lea'ya yardımların için!"
Vraksim gülümsedi, "sağol" demenin bile Tyruslular için ne kadar zor olduğunu anlamıştı artık. Babacan bir ses tonuyla:
-"Byras ile de görüşmek istersin sanırım. Eski arkadaş olduğunuzu söylemişti kendisi, birazdan onu odana gönderirim. İyi istirahat et ve başını beladan uzak tut genç Tyruslu..."
Tung, başını salladı ve odadan çıktı. Adam aniden onun dostu olmuştu, "ilginç" diye iç geçirdi. Birkaç gün önce öldüreceği adam, şimdi kendisinden iyilikler isteyen ve dahası yaptıran, en önemlisi de ortada hiçbir şey yokken kendisine borçlandığı bir adam haline dönüştü.
"Adam gerçekten işini iyi biliyor" diye geçirdi aklından, yine de Lea ile ilgili bir şeyler bildiği, onu yaralayıp evinin önüne getirerek kendisiyle ilgili planlar kurduğu, sonra da bunu başarıyla uygulayıp adamın istediği yola bizzat kendi isteğiyle girdiği bir stratejiyi düşündü. "Yok artık" dedi kendi kendine. Sadece fırsatı değerlendirmişti adam. Öyle olduğunu umuyordu.
DÜŞÜNCELER, HAYALLER VE GERÇEKLER
Vivien, odaya girdiğinde genç kızı sinirinden ve yarası yüzünden ağlamak üzereyken buldu. O kadar şirin göründü ki birden kızın bu hali gözüne, usulca yanına oturdu ve saçlarını okşamaya başladı. Hiçbir şey söylememişti, sadece yanına oturmuş öylece saçlarını okşuyordu.
Lea, gözünden kopup düşen birkaç damladan sonra sakinleşmiş, uysal bir teslimiyetle saçlarıyla oynayan kadının teskin edici ellerine kendisi bırakmıştı. Gözlerini kapadı, hiçbir şey düşünmüyordu artık, saçlarının içinden geçerek uçlarına doğru giden parmaklar onun gerçekliğini yok etmişti adeta. Ne çıplaklığı, ne utancı, ne de çok keskin bir acı veren yarası kalmıştı artık. Beyni bomboştu, aklının dünyayla ilişkisini tamamen kesmişti. Derince nefesler alıyordu sadece, her nefesinde önündeki labirentin bir duvarını daha aşıyor ve ışığa doğru uzanıyordu.
Saçının uçları sanki canlıydı, Vivien'in parmaklarının saçlarının arasından çıkışını hissediyordu. Kadının eli, saçlarına dokunduğunda sanki hayat veriyor, saçlarının içinde gezerken kendisini olgunlaştırıyor ve uçlarından çıkarken verdiği hayatı geri alıyordu. Bu kadar basitti işte; doğum, büyüme ve ölüm. Lanetsiz, yarasız, Tung'suz onlarca hayat, birer birer başlıyor, gelişiyor ve bitiyordu. Tung'suz... İstediği gerçekten bu muydu acaba? "Hayır" dedi, düşünmeyecekti.
Yeniden nefes almaya başlamıştı genç kız, tüm sorunları sanki üzerinden akıp gitmişti. O kadar iyi hissediyordu ki kendisini, sanki yeniden doğmuş gibiydi. Gözlerini hafifçe araladı, melodik bir sesin kulaklarında yankılanmakta olduğunu o an fark etti. Vivien bir şeyler mırıldanıyordu, eski olduğunu düşündürten çok güzel ve mistik bir melodi.
"Bu kadın efsunlu" diye düşündü kendi kendine, bir melodi mırıldanarak ve elleriyle saçını okşayarak sorunlarını, üzüntülerini akıtmıştı üzerinden. Kadına gülümseyerek baktı, bir yandan da yattığı yerden onun yüzünü hayran kalarak izliyordu. Ne kadar da güzeldi! Bir de o kendisine ne kadar güzel olduğunu söylemişti, dalga mı geçmişti acaba?
Kadının güzelliği, yüzünün biçimliliği ve dişil sesinden ziyade genelinden yayılan tuhaf titreşimdeydi. İnsanı rahatlatan ve dinçleştiren bir havası vardı kadının, orada öylece saatlerce, günlerce yatabilirdi Lea. Sesinin, güzel yüzünün, biçimli dudaklarının, hepsinin altından adeta bir şelale gibi akmakta olan pozitif enerjisinin, ellerinden saçlarının ucuna, oradan saç diplerine ve beynine aktığını hissediyordu keyifle.
Vivien, gözlerini araladı ve kendisine hayranlıkla bakan kızla göz göze geldi. Mırıldandığı melodiyi kesti ve gülümsemeye başladı. Lea hemen atıldı:
-"Hayır, hayır, lütfen kesme! Sesinin tonu beni dinlendiriyor."
Kadın anlayışla gülümsedi:
-"Bu kadar yeter tatlım, sonra devam ederiz. Önce yaranla ilgilenmeliyiz, bak nasıl da kanamış!"
Lea, küskünce dudağını kıvırdı. Kadında garip bir şeyler vardı, bu kesindi ve içinden bir ses, olanca kuvvetiyle kıza dikkatli olması gerektiğini haykırıyordu. Ancak Lea'nın hiç umurunda değildi o ses, sevgiye gerçekten açtı.
Vivien usulca kızın üzerine doğru eğildi, Lea'nın alnına bir öpücük kondurdu. Kızın gözlerini kapadığını görünce aklına başka bir şey geldi, dudaklarını kızın alnından hafifçe kaldırıp biraz daha aşağıda, yay gibi uzanan incecik kaşlarının üzerinde bir kez daha indirdi. Ve gülümseyerek doğruldu.
Becerikli ellerini kızın kızıla boyanmış sargısına uzattı, hızlıca düğümü çözdü ve Lea'yı yavaşça doğrulttu. Kadın, sargının son katını da açıp çıkardı. Lea'nın üstü şimdi tamamen çıplaktı. Altında, ancak diz kapağının hemen üzerine kadar çekebildiği pantolon, eğreti gibi duruyordu. Lea istemsiz bir hareketle kollarıyla göğüslerini kapattı. Onun utangaçlığını önemsemeyen Vivien'in elleri, sağ kolunu gevşeterek göğsünün hemen altından akan kanını silmeye başladı. Diğer kolunu da indirdi Lea. Hafifçe uzandı kadının kucağına doğru.
Genç kızın çıplak bedenini, önce becerikli bir şekilde kandan arındırdı, arkasından da yeni bir bezle sardı. Sarma işlemi bitince, kızı belinden tutup hafifçe kaldırdı ve yarıya kadar çekmiş olduğu deri pantolonunu da yukarıya çekti.
-"Artık tamam, Tung'la daha uygun şartlarla görüşebilirsiniz."
* * *
Yola çıkalı henüz beş dakika olmuş olmasına rağmen, Tung'un aklında hala, o gün Byras'la konuştukları vardı. Kalmarr'ın nasıl bütün kurultayı yavaş yavaş bertaraf ettiğini, kendi planlarını kimseye söylemeden alttan alta uygulamakta olduğunu anlatmıştı kendisine.
Tung'u aslında nasıl bir tehdit olarak algıladığını, tehdit olabilecek kontrol dışı diğer arkadaşlarının da kendisi gibi ya uzaklaştırılarak ya da savaşlarda şüpheli ölümlerle bertaraf edildiklerini, yine öfkeli bir hitabetle anlatmıştı. Hala yanındaydı onun, en yakın korumasıydı ama muhtemelen kısa bir süre sonra Vilet'in kendi yerine geçeceğine emin gibiydi.
"Benim ipimi de çektiler ufaklık, yakında ya bir savaşta şüpheli bir ölüm beni bulacak, ya da çekip gitmem için bir fırsat sunacaklar bana da. O gün senin elinde ölmek kaderinde var sanmıştım. Demek ki daha göreceğim günler varmış, hem kim bilir; belki seninki kadar güzel bir kız bile bulabilirim. Kendi hayatımı o zaman kurabilirim işte" dediğinde, sesindeki umutsuzluk ve keder Tung'u sarmalamıştı.
Yine de işi şakaya vurarak "Sen onun yakın korumasısın ve bu işte de çok iyisin. Vilet'i koruması yaparsa onun içinde ayrı bir koruma tutması gerekir. Endişelenme, ayrıca Lea ile yol arkadaşıyız sadece!" demişti.
Arkadaşı için endişeleniyordu Tung, Tyrus da çok şeyin değiştiği açıktı. Babası ne âlemdeydi acaba, çoktan pişman olmuş muydu kendisini gönderdiğine? Öyle bile olsa bunu asla söylemezdi, adı gibi emindi buna. "Kim bilir" dedi kendi kendine, belki bu iş bittiğinde geri dönüp görürdü onu. Annesini de çok özlemişti zaten.
Köyünden çıkarken arkasını dönüp de bakmaya tenezzül bile etmemişti, kimseyi bırakmadığını düşünüyordu arkasında. Oysa şimdi birilerinin kendisini beklediğinden emindi, o ayrıldığından beri annesinin ne kadar üzüldüğünü, babasının ağzını bıçak açmadığını... Hatta Salma'nın kendisiyle evlenmek isteyen üç Tyrus gencini sebepsiz yere geri çevirdiğini bile. O kızı severdi, aşık değildi ama bir gün o şekilde de sevebilirdi belki.
Bir gün köyüne dönüp ailesiyle yeniden birlikte olabilecek, hayatını yeniden şekillendirebilecek, belki de çocuklarının büyümesini izleyebilecekti. "Acaba bunların içinde Lea da olur mu?" diye düşünmekteydi, onu da hayallerinin tam orta yerine yerleştirmek zorunda hissediyordu kendisini. Kıza karşı hissettiklerini ısrarla bastırmaya çalışıyordu genç Tyruslu, bir savaşçının hissetmemesi gereken şeyleri kendisi de hissetmemeliydi. Lanete bağladı bunları, yine de Byras'ın anlattığı mutlu, savaşsız ve huzurlu hayattan çok etkilenmiş, adamın hayalini tüm ruhuyla benimsemişti.
Tung, bu hayalleri kurarken, fikirlerinin tam ortasına düşen kulak tırmalayıcı bir ses zıplattı genç adamı:
-"Hey! Sana söylüyorum, duymuyor musun?"
Tung arkasına doğru bir bakış attı. Tersliği iyice üstündeydi artık Lea'nın. Epeydir de bu böyleydi, yola çıkmayı en baştan beri istememiş, Prados kralıyla görüşmeyi anlamsız bulduğunu ısrarla belirtmişti Tung'a. Ama Tyruslunun "Vezire söz verdim. Gitmeliyiz. Ayrıca adam bize babanı bulmamızda da yardımcı olacak." şeklindeki konuşması da kızı ikna etmemiş, yola çıkmayı kabullenmişse de sürekli somurtur bir ifadeyle her an birilerine ya da kendisine çıkışmaya hazır halde beklediğini fark etmişti.
-"Ne var? Ne istiyorsun?"
-"Deminden beri sana söylüyorum, kulakların mı duymuyor, yoksa artık duymazdan mı geliyorsun?"
Tung, derin bir nefes aldı:
-"Ne istiyorsun! Söyle ya da sus!"
-"Sana sadece Stear ile ilgili farklı gelen bir şeyler duyup duymadığını sordum. Neyse boşver, sormadım farz et."
Tung, kıza boş gözlerle bakmayı sürdürdü. Hepsi bu muydu yani, tek yaptığı bir şeyler sormak. Daldığı hayaller yüzünden onu duyamamış, sonra da terslik yaptığını düşünüp çıkışmıştı. Atının yularının gevşeyen ellerinden düştüğünü fark etti, suçluluk duygusuyla dolmuştu içi.
Kız yavaşça atının başını çevirerek biraz ileride kendilerini şaşkın gözlerle izlemekte olan Vivien'e doğru yaklaştı. Lea'nın saçının önündeki kızıllık, bir hayat şeridiymiş gibi gözlerinin önünden geçti Tung'un, suçluluk, yerini vicdan azabına bıraktı. Ama bir şey söyleyecek değildi, Lea'yı, ilk kez bu kadar masum ve zararsız görmüştü. İçi acısa da ilk kez onun bir kız gibi davrandığına şahit olmuştu ve onu üzmek dışında bu hoşuna bile gitmişti.
Aslında hoşuna giden şey, Lea'nın da sıradan bir kız oluşu, ulaşılmaz olmayışıydı. Canı yandığında birisine, güçlü bir erkeğe ihtiyaç duyabiliyordu pekâlâ. Bu zamana kadar bunu göstermemişti ama yaralanması bir kırılma yaratmış ve olması gerekeni ortaya çıkarmıştı demek ki. Gülümsemeye çalışarak:
-"Üzgünüm, atın sesi yüzünden. Duyamadım seni, ne demiştin?"
Yanıt, kulağını sıyırarak uçan bir okla geldi. Okun vızıltısı, devasa bir arı gibi yanından geçtiğinde Tung çoktan kılıcını çekip atını okun geldiği yöne çevirmişti bile. Aynı anda da metrelerce öteden kendilerine doğru akmakta olan grubu fark etmesi bir oldu. "Ne kadar aptalım!" diye düşündü. Byras'ın anlattıklarıyla ve Lea' nın duygularıyla o kadar meşguldü ki, burnunun dibine kadar gelmiş koca bir bölüğü fark edememişti. Hatası ölümcüldü.
YOL ARKADAŞLARI
Çok kalabalık bir Kursk grubu, kendilerine doğru doludizgin yaklaşmaktaydı. Tung, yanında iki muhafızla birlikte neler yapabileceklerini düşündü. Bununla birlikte, dikkatli baktığında adamlar, kendilerine saldırmaktan ziyade sanki bir şeyler kaçıyor gibiydiler. O sırada, yanından yıldırım hızıyla bir karaltının geçtiğini fark etti. Neler olduğunu anlayamamıştı bile, rüzgarda birbirine geçmiş kapkara bir pelerin gibi saçlar, uçarcasına Kursklara doğru gidiyordu. Tung, "Lea!" diye haykırdıysa da sesini duyuramadı, Vivien'in çığlıkları da pek işe yaramıyordu.
Lea, kılıcını çektiği gibi atının sol üzengisi üzerinde, tek ayağıyla doğruldu ve diğer ayağını üzengiden çıkardı. Gözleri kapkaraydı genç kızın, bambaşka bir şeye dönüşmüştü. Hiçbir şey yoktu aklında, sadece öldürmek istiyordu. Tüm benliğini rahatlatacak tek şey buydu. Damla damla dolan nehir sele dönüşmüş gibiydi sanki.
Sol ayağının üzerinde yaylandı ve hızla koşmakta olan atın üzerinde sıçradı. Yapılması olanaksız bir hareketti, havada yanal bir dönüş yaptıktan sonra seçilebilen iki pırıltı, yere düşen bir Kursk başıyla son buldu. Bir dizinin üzerinde yere indi ve yuvarlanarak dengesini sağladı. Sanki bir hafta önce perişan halde yatan kendisi değildi, yarasından eser kalmamıştı.
Fırlayıp ayağa kalktı, tam üzerine gelmekte olan ata doğru ivmelendi ve tüm gücüyle atın üzerine doğru atıldı. Atın başı, Lea'nın diz kapağı seviyesindeydi o an, şaşkınlıkla açılan gözleri bir daha tekrar açılmayacaktı Kurskun. Adamın atının üzerini, sanki bir yaylı tahtaymış gibi kullanarak bir kez daha sıçradı ve havada bir takla atarak kılıcını yandaki atlının üzerindeki adamın tam kafasına indirdiği gibi adamın başını yukarıdan aşağıya doğru ikiye böldü.
Lea kendinden geçmiş gibiydi. Tung'un bile hayatında görmediği manevralar yapıyor, Kurskları tek başına perişan ediyordu. Kız için çok korkmuştu ilk başta ama şimdi Kursklara acımaya bile başlamıştı. Parça parça da olsa kızı savaşırken görmüştü daha önce, ancak bu seviyesine ilk kez tanık oluyordu Lea'nın. Kendi dişi versiyonunu izliyordu sanki, içinde bir şeylerin kıpırdandığını hissetti belli belirsiz.
"O da mı hoşlandı acaba gördüklerinden?" diye geçirdi aklından, sonra hemen bunun saçmalığını anladı.
O, hiçbir şeyden hoşlanmazdı, öldürmek dışında. Tekrar kıza odaklandı, Lea gerçekten inanılmazdı, kusursuz savaşıyordu. Böyle birinin kadın olduğuna bile inanamazdı insan, hele ortalıkta çığlık çığlığa bağırarak atından düşercesine inmiş, bir o yana bir bu yana bilinçsizce koşan Vivien'i görünce! Tung, hayretle açılan gözlerle kızı izlerken, Kurskların kaçma sebebi de ortaya çıktı.
Kurskların üzerlerine gelmekte olduğu kuzey yamacından aşağı, Kursk yağmacılarının peşinden adeta bir yağmur gibi masmavi zırhlarının içinde, güneşin de yansımasıyla ışıl ışıl parlayan onlarca asker akıyordu. Kurskların beşte biri kadar ancak vardılar, ama savaş arzuları adeta başlarının iki karış üstünde tütüyordu. Epeyce öldürdükleri ve kalanları kaçmaya zorladıkları anlaşılıyordu, tabi yağmacıları Lea'nın önüne atarak başka bir ölüm getirmiş oldular. Liderleri de en önde, diğerleri içinde en çok parlayan zırhıyla adeta ufak bir gösteri yapıyordu. Deminden beri anlamsızca bağıran Vivien, sevinçle haykırdı:
-"Tamam, kurtulduk! Bu prens Alback'ın tuğu. Kral Pollack'ın oğlu, imdadımıza yetişti."
Tung, kadına döndüğünde yüzündeki tuhaf ifadeyi gördü. Bunları söyledikten sonra, panik yapmayı bırakıp savaş alanına dönmüş ve Lea'nın akıl almaz mahareti ile neler yaptığına büyük bir şokla şahit olmuştu. Adamları görmesi bile, az önceki ölüm ve kim bilir daha başka içinde neler olan korkusunun tükenmesine ve kadının en azından savaş alanına bakmaya cesaret edebilmesine neden olmuştu.
"Kim bu Alback acaba?" diye düşünmeden edemedi Tung.
Etrafında gelişen ufak savaşa katılıp katılmamayı düşünürken adamların tamamen dağılmasıyla olay son bulmuştu. Kursklar, tamamen bozulmuş bir şekilde arkalarına bile bakmadan kaçarken Lea da nefeslendi. Gözleri yavaş yavaş kendi rengi olan gök mavisine dönerken Prados kralının oğlu da hayret ve beğeniyle açılmış gözlerle kızın yanında bitmişti bile.
***
-"Merhaba, adım Alback. Umarım zarar görmemişsinizdir, o çapulcuları kovalıyorduk ve bu tarafa kaçmalarına engel olamadık."
Lea da herhangi bir ilgi kırıntısı göremeyen Prens sustu ve etrafa bir göz attı, tanıdık bir simayı tanımanın verdiği neşeyle:
-"Vivien! Sen de mi buradaydın? Bir şeyiniz yok değil mi?"
Vivien, bir sevinç çığlığı kopardı:
-"Prens Alback! Seni burada göreceğimi tahmin etmemiştim. Bu ne tesadüf! Biz de saraya gitmek için yola çıkmıştık."
Adama 'prens' demesi ve ismiyle hitap etmesi, Tung'un gözünden kaçmadı. Alback gülümseyerek yanıtladı kadını:
-"Buna sevindim. Ne zamandır seni ve eşini görmemiştim, açıkçası özlettiniz kendinizi! Nerede o, en son Priest'in sürgün prensiyle görüşmeye gidecekti, dönmedi mi henüz?"
-"Hayır hayır, o döndü ama bazı diplomatik misafirleri var. Onlarla önden gitti. Şeref misafirlerimizi de sarayınıza ben getiriyordum ki bu Kursk çapulcuları çıktı karşımıza. Çok korktum Alback!"
Prens bir kez daha ışıltılı bir gülümseme yolladı:
-"Senin korkmuş olduğunu görebiliyorum Vivien. Ama sanırım konukların pek de etkilenmediler onlardan..."
Tekrar Lea'ya döndü ve büyük bir saygıyla eğilerek:
-"Leydim, bana adınızı bahşeder misiniz? Az önce savaş meydanında inanılmazdınız. Sizi metrelerce öteden hayranlıkla takip ettik."
Peşi sıra da Tung a dönerek ekledi:
-"Onur konuklarımızın can güvenliği temel önceliğimizdir. Merak etmeyin saraya kadar size refakat edebiliriz."
Lea gülümsedi. Adam Tung'a gerçekten sağlam laf çarpmıştı, hayatından endişelendiği için savaş alanında kendisini yalnız bıraktığını ima etmişti, ya da kıza öyle gelmişti. Belki de adam sadece kibarlık yapıyordu, yine de Tung'a göz ucuyla baktığında, Tyruslunun karşısındaki adama sinirlenmediğini gördü.
Prensi baştan aşağı süzdü, sapsarı saçları, başaklar kadar açık bir tondaydı ve prensin lacivert gözleriyle ilginç bir uyum oluşturuyordu. Uzun boyu, masmavi zırhın içinde çok biçimlice uzanıyor ve sımsıcak bir biçimde kendisine gülümsüyordu.
Bu gülümseme, o kadar saf ve içtendi ki, herhangi birini kolaylıkla kendine inandırabilir, ne söylese karşısındakine canı gönülden yaptırabilirdi. Yalnızca bakışlarıyla bu kadar şeyi yaptırabilecek güçte olması enteresan gelmişti Lea'ya. Daha önce bu kadar anlamlı bakan birini görmemişti. Aslında bakışlarından ziyade kibarlığı etkilemişti genç kızı.
Tung, bir adama baktı, bir de yüzünde hafif bir gülümsemeyle adamı süzmekte olan Lea'ya. Ortada öylece durmuş resmen birbirlerine bakıyorlardı, kanın beynine sıçramakta olduğunu hissetti genç adam. Bu seferki farklı bir öfkeydi, kıskançlık daha önce alışık olmadığı bir duyguydu. Çok sert bir sesle:
-"Biz kendi güvenliğimizi de, canımızı da koruyabiliriz. Yardıma ihtiyacımız yok."
Alback gülümsemesini bölmeden:
-"Evet, fark ettik. Leydim gerçekten mükemmeldi! Böyle bir yol arkadaşınız olduğu için çok şanslısınız."
İlk defa birinin "Kız arkadaş" yerine "Yol arkadaşı" tabirini kullanması dikkatini çekmişti Lea'nın:
-"Yol arkadaşıyız evet, bu arada adım Lea. Söylediğiniz güzel şeyler için teşekkür ederim size, ayrıca yardımlarınız için de minnettarız."
Alback, tekrar kıza doğru dönerek:
-"Tanıştığımıza çok memnun oldum."
Bu kez de yüzünde gülümsemeyle Tung'a doğru döndü:
-"Gerçekten çok memnun oldum."
Tung, adını bile söylememişti daha, adam pişkin pişkin "Memnun oldum" diyordu bir de. "Ya Lea' ya ne demeli?" dedi içinden. Ağzı kulaklarındaydı kızın, az önceki o kırılgan ve korunmaya muhtaç kızın yerinde yeller esiyordu. Savaşırken kendini bulmuştu sanki, aynı kendisi gibi, Kursk öldürünce rahatlamışa benziyordu.
Gözlerinin hızla kendi rengine dönmesi de öfke katsayısının azaldığını gösteriyordu ki karşıdaki "şirin prens" in de bunda etkisi tartışılmazdı. "Güzel" dedi kendi kendine, "İyi anlaşırlar sanırım. Belki o zaman Lea da biraz sakinleşir."
Yol, daha ilginç bir hal almıştı şimdi, Lea ve müstakbel Prados kralı birlikte yol almaya başlamışlardı. Adam, hepten sinirlerini zıplatmıştı Tung'un, Lea'yı alıp en öne geçmiş, muhtemelen onu etkilemeye çalışıyordu. Kendisini de çağırmıştı yarım ağızla, ama Tung'un böyle bir niyeti yoktu. Lea da kendisiyle ilerler diye düşünmüştü ama kız hiç bir şey söylemeden prensin yanına gitmiş, anlattığı bir şeyleri ilgiyle dinliyordu. Arada bir kahkahalarla gülüyor, yanlarındaki Vivien'i göstererek bir şeyler anlatıyordu.
Tüm yol boyunca bir kez bile dönüp bakmadı kendisine, dişlerini sıkmaktan artık ağrımaya başladıklarını hissetti. Sakin olmalıydı, sorun yokken varmış gibi davranıyordu. Derince nefeslendi ve başka bir şeylerle ilgilenmeye karar verdi. Yanında kendisiyle birlikte, atının üzerinde ilerleyen askere, atın kalçasının üzerine astığı kılıcını göstererek:
-"Bence kılıcı atın üzerinde tutmak yerine beline asmalısın. Bir saldırı anında çok hızlı biçimde çekemezsin, gereken açıya ve kol uzunluğuna sahip değilsin. Kılıcını çekebilmek için attan inmen gerekir, bu da çok zaman kaybettirir."
Asker, tuhaf gözlerle Tung'a baktı. Adam onun neden bahsettiğini ilk etapta anlamamıştı bile, sonra önce atının arkasına, ardından da kılıcına baktı ve:
-"Hım..." dedi.
Yine de ikna olmamış gibi kılıcı kabzasından tutup çıkarmayı denedi, kılıç kının ortasına kadar geldiğinde adamın kolu tamamen açılmış ve daha fazla kaldırabileceği bir yer kalmamıştı. Atın üzerinde doğrulamaya çalıştıysa da başaramadı, döndürerek çekmeye çalıştı, yine olmadı. Ağır zırhın içinde terlediği belliydi, yine de Tung'a gülümseyerek baktı ve:
-"Uyarın için sağ ol dostum, dikkate alınması gereken bir ayrıntıymış."
Tung da adama gülümsedi. "Pradosluların hepsi mi bu kadar kibar?" diye aklından geçirerek:
-"Ayrıntılar seni hayatta tutar. Düşmanının ne kadar yakında olduğunu asla bilemezsin."
Adam, anlamaz gözlerle kendisine bakarken, Tung hızla kılıcına uzandı ve bir hamlede şimşek hızıyla çekip adamın boynuna doğru uzattı. Adam neye uğradığını şaşırmış anlamsızca kendisine bakarken kılıcı adamın üzerinden çekip tekrar kınına soktu ve:
-"Demek istediğimi anladın mı şimdi? Her an, her şeye hazırlıklı olmalısın. Yoksa hayatta kalamazsın."
Adam ne diyeceğini şaşırmıştı. Beraber ilerlemekte oldukları askerler, önce garip bakışlarla Tung'u ve askeri izlemişler, sonra da kahkahalara boğulmuşlardı. Kılıç sesi, herkesi irkiltmişti, Lea ve Alback bile dönüp anlamaz gözlerle kendilerine bakıyorlardı. Bu sırada yanındaki askerin metalik bir gürültüyle kılıcı yerinden çıkararak beline asmaya çalıştığını görünce Tung da kendisini tutamayıp gülmeye başladı.
Her şeye rağmen gün güzel gidiyordu, Lea ile aralarında nereden geldiğini anlamadıkları bir sorun vardı, Stear'ı bulmak için Vraksim'in peşine düşüp kim bilir nerelere gidiyorlardı ve bir de bu Alback belası çıkmıştı başlarına. Yine de gün güzeldi, daha da güzelleşecekti bunu hissediyordu. Gerçi hisleri kendisini sürekli yanıltıyordu. Lea'nın bir süre kendisine baktıktan sonra kafasını çevirip prensle kaldığı yerden konuşmaya ve yeniden gülmeye başladığını görünce bunu iyice anlamıştı.
Yanındaki askere tekrar döndüğünde, adamın yüzünde utançla karışık bir saygı ifadesi yakalamıştı. Adama gülümseyerek:
-"Sanırım özel muhafızsın. Prense mi bağlısın?"
Asker, kafasını gururla kaldırarak:
-"Evet, Prens Alback, kraliyet muhafız bölüğünün komutanıdır.
-"Alback kimdir tam olarak, nasıl birisidir? Bana biraz ülkenden ve prensinden bahset!"
Genç askerin yüzünden bir ışıltı geçti. Komutanını seviyordu, bu her halinden belliydi:
-"Alback, hayatınızda görebileceğiniz en mükemmel insan ve en cesur askerdir. Onu tanıdıkça bana hak vereceksiniz. O... mükemmeldir, yani ne kadar övsem de yine anlatamam onu."
"Boş zırvalıklar" diye geçirdi Tung, adama gözünü devirerek baktı. Asker de bu bakışı çözümleyerek daha inandırıcı olması gerektiğini anladı ve tekrar konuştu:
-"Onu çocukluğundan beri tanırım. Tüm Prados tanır. Sarayda eskiden beri pek zaman geçirmez, hep halkın içindeydi, bizimle birlikte büyüdü. Zaten hepimizi de tek tek seçti. Müthiş bir savaşçıdır, on dört yaşından beri muhafız bölüğünü o komuta eder."
-"Hım, anlıyorum. Halkı onu çok seviyor olmalı."
-"Sen ne diyorsun? Onun için hepimiz hayatımızı vermeye hazırız. Biz onun komutasındaki askerleriz, onun kararlarına sonuna kadar güveniyoruz ondan bunu söylüyoruz diye düşünebilirsin. Ama emin ol, şehir meydanına gidip bunu sorsan herkes aynı şeyi söyler. Prensleri için ölürler, onun krallığı Prados'un altın çağı olacak. Zekası ve kabiliyetlerine bir de halkımızın müthiş sadakati eklendiğinde en büyük güç, artık Priest olmayacak..."
Adam, son sözlerini büyük bir inançla söylemişti, Alback'a cidden çok güveniyordu, bu ortadaydı. Bir ulusu bu hale getirmek kolay değildi, vereceği bir emirle hepsini ölüme götürebilecek, dahası bu emrine kayıtsız şartsız uyulacak bir lidere kolay rastlanmazdı. Hele ki bu çocuğun daha yirmili yaşlarda olduğu düşünülürse Prados için altın yıllarının, pek de uzakta olmadığını anlaşılabiliyordu. Bir eksik kalmıştı geriye, o da tamamlandığında büyük bir kral olacaktı. İstemsizce tekrar Lea'nın olduğu tarafa bir bakış attı Tung, kalbinin sızladığını fark etti. Prens, aradığını bulmuş olabilirdi, Lea da tavırlarıyla buna destek veriyordu sanki.
"Neler düşünüyorum böyle" dedi kendi kendine, kısa bir süre önce aklının ucundan geçmeyecek "saçmalıklar" kurguluyordu kafasında. "Bir kadın, eğer dikkat edilmezse ölüm sebebidir." diyen babası geldi gözünün önüne.
Gerçekten o cümle, o gün son derece saçma gelmişti, ama bugün anlıyordu ki çok kısa süredir tanıdığı bu kıza yoğun duygular besliyordu ve bu duygular kendisini bambaşka bir yerlere sürüklemekteydi. Tyrus kanının getirdiği özellikler bir yana, bir savaşçı olarak bile bu şeklide hayatta kalması çok zordu, az önceki Kursk savaşı da bunun kanıtıydı. Bir an önce kafasını toparlamalıydı, duygularını olanca gücüyle bastıracak ve önceliğini içindeki şeytanın kontrolünü sağlamaya verecekti. Atını biraz daha hızlandırarak Vivien'e yaklaştı ve:
-"Daha çok yolumuz var mı? Kralı görüp hemen yola koyulmamız gerek bizim."
KAFİLEYE KATILAN PRENS
Son kısmı Lea'nın duyacağı kadar yüksek sesle söylemişti, duyduğundan da neredeyse emindi. Kızla birlikte daha önce kurdukları planın, kendi öncelikleriyle örtüştüğünü belirtmek istemişti, bu arada da kızın önceliklerinde bir değişiklik olup olmadığını kontrol ediyordu aslında sinsice. Ama nedense kız arkasını bile dönmeden prensle konuşmaya devam ediyordu, kendisine dönen Alback oldu:
-"Lea, Prens Stear'ı aradığınızı söyledi Tung. Stear sürgün Priest Prensidir, biliyorsun. Sürekli yer değiştirir, yoksa Marin'in suikastçıları onu buldukları yerde avlayabilirler. Bir de haberini aldık, Cylex ordusu da onun ve en ünlü iki komutanının peşine düşmüş. Duyduğumuza göre birini de haklamışlar, tanrı Bellion'un yardımcısı olsun! O ordu, yer üzerindeki en ölümcül güç!"
Lea ve Tung göz göze geldiler. Alback devam etti:
-"Marin de dev bir ordu çıkarıyor, ama onun önceliği Kursklar değil kardeşi. Amacı Stear'ı bulup bu işi bitirmek. Böylece tahtını sağlama almış olacağını düşünüyor, Kursklardan çok Prens Stear zarar veriyormuş ona. Babama söylediği bu..."
Kendisine "Tung" diye hitap ettiğine göre Lea ona kendisinden bahsetmişti. Demek ki deminden beri kendisiyle ilgili de bir şeyler konuşmuşlar, hakkında bazı bilgileri prense vermişti kız. Tung devam etti:
-"Babana bunu söyleyen Marin olduğuna göre Priest ile Prados'un müttefiklik ilişkisi, hala canlı olsa gerek. Prados kralı da baş vezirini Stear'a yolladığına göre ikili oynuyor. Sizin de başınız Cylexlerle belaya girebilir."
Yüzüne karşı babasına ikiyüzlü denmesine alışık değildi prens, yine de sakin kalmayı tercih etti. Mesafeli bir ses tonuyla:
-"Hayır, biz buna ikili oynama değil diplomatik ilişki diyoruz. Müttefik sayımızı arttırma çabamız ikili oynama biçiminde yorumlanmamalı."
-"Yapma prens! Sen bu ülkenin varisisin. Aynı ülkedeki taht kavgasında iki tarafı da destekleyen kişi, açıkça ikili oynuyordur, hepsi bu. Roast ve Sposklar ile, dahası Tyrus'la müttefiklik arayışı peşindesiniz. Hım, bu devlet işlerinden pek anlamam ama sanırım en büyük darbeyi Prados yiyecek bu iş bittiğinde..."
Alback, sinirlerinin iyice gerildiğini hissetti. Yine de nezaketini bozmamaya özen göstererek:
-"Demin de dediğim gibi. Biz, birçok ülkeyle dost ve müttefikiz. Sadece Kursk belasına karşı ortak bir düşman arayışına gireriz ve Prados, herkes için büyük bir şanstır. Bizi dikkate almayan, bunu çok ağır öder. Hele ki bu Tyruslular! Ne dostluğundan bahsediyorsun, onlar barbar ve leş yiyici! Bizim onlarla ne alakamız olabilir? İlkel bir barbar kabilesi hepsi o, beyinleri olduğundan bile şüpheliyim. Ormanlarımda yaşayan maymunlara bile onlardan daha fazla saygım vardır."
Tung, birden iğnelerle dolu bir fıçıya düşmüş gibi oldu, sesinin sertliğine dikkat bile etmeden, çok üst bir perdeden:
-"Söylediklerine dikkat et Prados prensi, sakın benim sabrımı zorlama! Yoksa o Cylex ordusunu mumla ararsın!"
Prensin bakışları da sertleşmeye başlamıştı ki Lea'nın tatlı sesi duyuldu:
-"Tung, Tyrusludur ve ülkesi söz konusu olduğunda biraz hassastır. Kusura bakma Alback, onun adına senden özür dilerim."
-"Önemli değil Lea, senin özür dilemen beni sadece üzer. Bu kadar güzel bir varlık özür dilemek için nasıl bir nedene sahip olabilir ki?"
Lea gülümsedi:
-"O sonuçta benim birlikte yol aldığım kişi. Kabalıklarından da sanırım ben sorumluyum. İltifatın için çok teşekkür ederim, yine de üzgünüm. Bu arada söylemeyi unuttum, Tyrus Tegini de Vivien'in kocasıyla birlikte saraya gidiyor. Söylediği gibi, sanırım gerçekten müttefik oldunuz."
Alback'ın gözleri, kocaman açıldı, ağzından saf bir hayret nidası salarak:
-"Hadi canım! Gerçekten mi? Vivien? Vraksim neler yaptı öyle?"
Vivien gülümsedi:
-"Evet, onlarla artık dostuz. Aslına bakarsan Lea ve Tung'un şu an burada olma sebepleri de bunun yanlış anlaşılması. Ufak bir kaza geçirmişti Lea, Tyrus Tegini ile bir sorun yaşadık. Ama şimdi problem yok."
Alback düşünceli bir bakış attı:
-"Ne olursa olsun, bir Tyrusluya asla güvenmezdim. Hele ki Lea'nın başına gelen herhangi kötü bir şeyden sorumluysa..."
Tung, öfkeden konuşamıyordu bile. Söylenen şeylerin hiçbirisini duymamıştı, adam kendisine ve ülkesindeki insanlara hakaret ettikten sonra verdiği tepkiye Lea'nın adamdan özür dileyerek karşılık vermesi, Tung' u adeta çıldırtmıştı. Ne yapmak istiyordu böyle?
"Birlikte yol aldığım kişi", "Onun adına özür dilerim", "Kabalıklarından ben sorumluyum" falan gibi bir sürü şey söylemişti kendisi için.
Her kelimesi bedenine saplanan bir kılıç etkisi yapmıştı Tung da, hiç beklemediği bir yerden alıyordu darbeyi; Lea'dan. Öfkesi gözlerinde alev alevdi genç adamın, prensi boynundan tutup o zırhın içinden çıkarır, kolunu bacağını koparır sonrada aynı yere geri sokarsa siniri biraz hafiflerdi.
Başını hafifçe Lea'ya doğru çevirdi, kız arkası ona dönük şekilde ilerlemeyi sürdürüyordu. Sanki kendisine bakıldığını anlamış gibi dönüp o da Tung'a baktı ve o an göz göze geldiler. Tung, görmeyi beklediği pişmanlık yerine bir kırgınlık almıştı o iki mavi gözden, yine de kendi siniri ve hıncı daha somuttu.
"Lanet olsun" diye geçirdi içinden, onlar için her zaman bir barbar olarak kalacaktı. Peki, öncekilerden farkı neydi bu bakışın, zaten herkes öyle düşünürdü kendisini ve halkı için, neden önem vermeye başlamıştı bir anda bu tür fikirlere? Tung çok öfkeliydi, olabilecek en kötü şey, bu öfkeyi kontrol edememekti. Seğiren kaşını derin bir nefes alarak yavaşlatmaya çalıştı, şimdi konuşmaması gerektiğini çok iyi biliyordu. Yine de dayanamadı:
-"Artık Tyrus'ta yaşamıyor olsam da bir Tyrusluyum ve yolum kiminle, hangi amaçla kesişirse kesişsin ne aileme, ne ülkeme ne de ırkıma laf söyletirim. Misafirin olduğumu söylemiştin prens, bu seferlik bunu duymazdan geldim. Misafirin kalmamı istemiyorsan, bunu bu şekilde yapma, sadece söyle çekip gideyim. Aksi takdirde işler çok daha farklı bir hal alır."
Ortalık tam anlamıyla buz kesmişti. Atların tamamı oldukları yerde durdu, Alback'ın vereceği bir karara karşı askerleri de hazır vaziyette bekliyordu. Lea, şaşkınlıktan iri iri açılmış gözlerle Tung'a bakarken, genç adam bu kez ona hitaben devam etti:
-"Özür dilemesi gereken ben değilim, o yüzden kimsenin de benim yerime özür falan dilemesini kabullenmem. Hepinizin gözünde bir barbar olabilirim, ama burada hakarete uğrayan da benim. Her neyse, dediğim gibi, bu sefer hiçbir şey duymadığımı varsayıyorum ve beni biraz olsun tanıyanlar, aslında benimle bu şekilde konuşanlara ikinci şansı vermediğimi çok iyi bilir."
Hiç tepki vermedi, öfke dolu gözlerini çevirdi ve atının başını tam aksi yöne çevirerek geriye, diğer askerlerin yanına doğru gitti.
Lea, adamın yüzünde atan nabzını, kaşını, gördüğü anda ne kadar büyük bir hata yaptığını anladı. Hep Cylus ile konuşurken bilgiç bilgiç: "Sırf Priestliyiz diye başka insanlara üstünlüğümüz nereden geliyor?" şeklinde çok keskin laflar ederdi. Peki, şimdi tam olarak yaptığı neydi?
Tung prensin üstüne gitmişti, babasına ikiyüzlü davrandığını söyleyip adamı tahrik etmişti, bu doğruydu ancak prensin orada onu aşağılamasına izin vermişti. Dahası onun adına özür dileyerek nerede haksız olduğunu bile anlayamayacak aptal bir barbarın yerine konuşmuştu sanki. Yaptığı hatayı mutlaka telafi etmeliydi ama bu pek de kolay olmayacak gibi görünüyordu. Alback da utanmış gibiydi:
-"Hım, sanırım bilmeden pot kırdım. Onun Tyruslu olduğunu düşünmemiştim, onu kızdırmak istemedim. Sonuçta misafirimizsiniz."
Vivien de üzülmüş gibiydi:
-"Hayır, sanırım sadece biraz canı sıkıldı. Emin ol onu kızgın görmek istemezsin Alback. Onun Tyruslu olduğunu önceden söylemeliydim, benim hatam üzgünüm."
Lea kadına baktı ve:
-"Önemli değil, senin hatan değildi. Sanırım o bana biraz kızgın, ama halledebileceğimiz bir şey. Onunla yalnız konuşmalıyım, izninizle prens."
Alback, atının üzerinde saygıyla eğildi:
-"Tabii ki leydim, kendisine özürlerimi de bildirirseniz sevinirim. Zaten az bir yolumuz kaldı, saraya gidince yaptığım gafı affettirebilirim."
Lea, gülümsedi, atını döndürdü ve Tung'a doğru hareketlendi.
***
-"Az bir yolumuz kalmış, öyle diyor Alback."
-"Hım, iyi..."
-"Bak, söylediklerim için gerçekten özür dilerim. Beni yanlış anlamanı istemem, sadece ortamı yumuşatmak istedim ve elime yüzüme bulaştırdım. Senden çok özür dilerim, ayrıca bundan sonra daha duyarlı olacağıma da söz veririm. Umarım prensle ilgili benim bilmediğim farklı bir sorun yoktur senin açından?"
-"Yok, o Prados prensi, bense bir gezginim. Kaderimi arıyorum, kesiştiğimiz bir yer yok."
Lea omuz silkti:
-"Aslında benim de onunla ortak bir noktam yok. Ama çok kibar bir insan, bize de çok yardımı olacak. Bir süre onunla beraber sarayda kalabiliriz, tabi senin içinde sakıncası yoksa."
Tung, konuşmanın başından beri ilk kez Lea'ya döndürdü bedenini:
-"Evet, benim için sakıncası var. Bana ve ülkeme söylediği şeylerden sonra onun yanında duracak değilim. Şu kralla görüşüp oradan hemen ayrılmak istiyorum. Ama tabii dediğin gibi, sadece birlikte yolculuk eden iki kişiyiz. Senin kararına karışamam."
Kırgınlığı sesinin tonuna da yansıyarak:
-"Bu işe birlikte başladık. Şimdi beni yarı yolda bırakmakla mı tehdit ediyorsun?"
Tung kızgın bir sesle cevapladı:
-"Hiç kimseyle çıkmadım ben bu yola. Bu lanet benim, ben yaşıyorum sadece! Seni tanıyınca aynı şeyin sende de olduğunu, beni anlayabileceğini düşünmüştüm ama sanırım yanlış düşünmüşüm. Neyse, sen kalmak istiyorsan kal. Benimle gelmek istersen babanı buluruz, prensle kalmaya karar verirsen ben gidip o periyi bulurum. Bir şekilde yolumu çizecektir kaderim."
Tung'u hiç böyle konuşurken görmemişti Lea. Gerçekten çok kızmış olmalıydı kendisine, basit birkaç özür cümlesiyle geçiştirilemeyecek bir yara açılmıştı sanki adamın derinlerinde. İlk tanıştıklarında bile kendisine karşı bu kadar umursamaz değildi, bazen anlaşamıyor kavga ediyorlardı ama bu bile kendisini umursadığını gösteriyordu.
Oysa şimdi "Keyfin bilir, ister gel ister gelme" anlamında bir şeyler diyordu, hele ki "Prensin yanında kalmak istersen" demesi bile... Lea'nın aklında bir anda daha önce yanması gereken ampul yandı. Kız tatlı tatlı gülümsemeye başladı kendi kendine, Tung kıskanıyordu. Ama daha önce böyle bir şey yaşamamıştı muhtemelen, bu kadar garipsemesi ondandı. En iyi bildiği tepkiyi veriyordu zaten, öfke Tung'un baskın duygusuydu. Hemen her duruma aynı tepkiyi vererek yaklaşıyordu. Az önceki konuşma ile ilgili alınmıştı belki ama bunu bahane ediyor olmalıydı.
Kızın güldüğünü görünce dayanamadı Tung:
-"Komik bir şey mi söyledim?"
Lea hınzırca güldü, biraz oynayacaktı:
-"Yo hayır. Sadece Alback'ın söylediği bir şey aklıma geldi de, ona güldüm. Gerçekten çok eğlenceli birisi, çok da akıllı."
Tung da güldü, gülme denilebilirse. O gülümseme savaş alanında ortaya çıksa düşmanlarının kanı donardı:
-"Evet, baya akıllıymış. Bazı esprilerini şimdi anlayıp güldüğüne göre! Hem sen söylemeden ekleyeyim oldukça da yakışıklı ve halkının arasında büyümüş. Yani alçak gönüllü de. Ha, bir de prens tabi, muhtemelen Prados'a altın çağını yaşatacak olan kişi. Yeterince yalvarırsan, seni de sarayına almayı düşünebilir belki, eşlerinden birisi olursun."
Karşısındakini yaralamaya çalıştığı belliydi, ama çok şirin görünüyordu. Lea gülümsemesini kesmeden:
-"Alback'ın hiç eşi yok. Hem fazla kadınla birlikte yaşamaya karşıymış, doğru kişiyi arıyormuş. Bana öyle dedi."
-"İyi, bulur umarım. O sarayda Kalmarr'la karşılaşmayayım, o bana yeter. Şimdilik..."
"Tamam" anlamında başını salladı genç kız, sonra da konuyu değiştirdi:
-"Vivien yaramın durumunu sorup duruyor. Tuhaflık olduğunu zaten anlamıştı, şimdi hepten altında farklı bir şeyler arıyor. Sana sorarsa ne söylemeyi planlıyorsun?"
Tung sakince cevapladı:
-"Cevap bulması gereken sensin. Orada Kursklarla dövüşen sendin ve pek de yaralı gibi de gözükmüyordun."
Lea'nın gülümsemesi sırıtışa dönüştü:
-"Kendimi çok iyi hissediyordum zaten, hiç yaralanmamış gibiydim. Alback mükemmel olduğumu söyleyip duruyor, oldukça etkilenmiş."
Tung, derin bir nefes çekip başını iki yana salladı. Daha fazla konuşmak istemiyordu. Bu sırada Alback'ın sesi duyuldu:
-"Burada kamp kuracağız. Etrafı güvene alın."
Sonra da atıyla koşarak Lea'nın yanına geldi:
-"Kamp yapmalıyız Lea. Gece bastıracak, çok fazla yolumuz kalmadı ama buralar geceleri çok tehlikeli olur. Burada sabahlayıp sabah gün ışırken yola çıkalım. Üç-dört saat içinde varırız. Sizin içinde uygun mu?"
Tung, adamın nezaketini cidden garipsemişti. Hiçbir şey olmamış gibi gelmiş yine ışıltılar saçarak gülüyordu. Şaşkın bir ifadeyle:
-"Tamam, öyle olsun." dedi. Sonra da Lea'ya döndü ve:
-"Gerçekten dediğin kadar şirinmiş. Kamp yapmak için bile izin isteyen bir prens... Böyle yakından görünce, bahsettiğin kadar yakışıklı da."
Bunları söyledi, geride, suratında aptallaşmış bir sırıtışla kalan prensi ve alnına kadar kızardığı karanlıkta bile seçilen Lea'yı bıraktı, arkasını döndü ve gitti. Lea dudaklarının arasından kimsenin anlayamayacağı kadar kısık sesle bir küfür savurdu ve hızla Vivien'in yanına gitti.
LANETLE YÜZLEŞMEK
Tung, derin derin nefesler alarak dolaşıyordu ormanda, gözleri karanlığa o kadar alışmıştı ki sanki gündüz gibi görüyordu her yeri. "Lanetin etkisi" dedi içinden, ya da hep rüyasında duyduğu sesin dediğine bakılırsa: "Armağanın etkisi"
İyi hissediyordu şimdi kendini, kafasındaki düşünceleri bir kenara bırakmış sadece havanın ciğerleri tarafından sömürülmesini duyumsuyordu. Günlük şeylerle yaşamıştı hep, anlık hisler ve sorunlara bulduğu anlık çözümlerle yaşıyordu. Bir ağaç kütüğünün üzerine oturdu ve etraftan gelen cırcır böceklerinin sesine odaklandı. Geleceğini düşünüyordu genç Tyruslu, ömründe belki de ilk kez hayatını bir plana oturtmaya çalışıyordu.
Byras'ın anlattıkları, ilerisi için bir hayal vermişti kendisine, ama şimdi anlıyordu ki; o hayalin, gerçeğe dönüşmesi çok uzak bir ihtimaldi. Dahası kendisi her ne kadar aksini yapmaya çalışsa da o hayalin tam ortasına gelip yerleşen Lea da imkânsızlığı perçinliyordu. Gerçekten sakince düşündüğünde; prensin, Lea için harika bir seçim olduğu açıktı. O kız da bir lanetin elindeydi sonuçta, yine de kendisinden farklıydı.
O, insanlığını hiç kaybetmemişti bir kere, hep hâkim kalabilmişti kendisine. Yani bu lanetten bir gün kurtulmayı becerebilirlerse, bundan çok daha az etkilenecekti Lea. Ama ya kendisi, ya o içindeki canavar... Derinlerde bir yerlerde sırasının gelmesini bekliyordu her zamanki gibi. Ama bir süredir o da Tung'un hâkimiyetini kabullenmiş gibi görünüyordu. Yine de kendisinin bir parçasıydı o, vazgeçmek istediği ama içten içe vazgeçemeyeceği bir parçası. Kangren olmuş bir kolun kesilmesi gerektiğini bilmek, yine de kesilmemesini istemek gibi bir şeydi bu.
Zihniyle yavaşça içine doğru uzandı, aklını her şeyden azat etmiş bir biçimde, büyük bir huzurla kendi içindeki savaşa doğru yönlendi. Oradaydı, tam içinde yatmış bekliyordu gerçekten. Düşünceleriyle ona dokundu, karşılığında öfkeyle parıldayan kıpkırmızı iki kor parçası gördü. Bir yaratığın gözleriydi sanki kendi içindeki diğer Tung' un gözleri. İlk kez bu kadar rahat ve açıkça görebilmişti onu, neye benzediğini hep merak ederdi ama ilk defa böylesi bir iç barışla kendine dönmüştü. Hiç denemediği bir şeyi yapıyordu, lanetiyle yüzleşiyordu.
-"Ne istiyorsun?" dedi lanet ona.
Sanki bir insan gibi konuşmuştu, sesi o kadar gerçekti ki bir an etrafına bakındı Tung. Ürktüğü bir gerçekti ama korkudan eser yoktu içinde. Zaten korkarsa onunla konuşamazdı, onun hâkimiyeti altına girerdi sadece. Kaşı seğirmeye başlamıştı bile:
-"Hiç..."
Umarsızlığı kendini bile şaşırttı. Öylece gelip oturdum der gibi söylemişti bunu kendi içine. Genizden geldiği anlaşılabilen şeytani ses öfkeyle konuşmaya devam etti:
-"Ne yapıyoruz burada? Niyetin nedir? Nasıl bir gelecek kuracaksın o kızla?"
Tung şaşırmıştı. Gülümsedi:
-"Sanırım delirmek böyle bir şey! İçimdeki diğer adam bana bir kızla ilgili hissettiğim şeyleri soruyor. Sen de yumuşuyorsun sanırım eski dostum!"
Şimdi içindeki diğer varlıkta şaşkındı. Kendisiyle ilk kez böyle konuşuyordu adam, öfkesi arttı:
-"Eski dost? İşte söyleyebileceğin en doğru şey bu! Unutma, ben yoksam sen de yoksun. Ailen bile senden vazgeçtiğinde hep benimle birlikteydin, bana güvendin içten içe. Bir ailen yok, bir ülken yok, seni sırf sen olduğun için seven biri de yok. O kızın çoban köpekliğini yapıyorsun, bunu da bugün net bir biçimde öğrendin. Sen bir barbarsın, bu hiçbir zaman ve hiç kimse için değişmeyecek. Ama ben hep seninleyim, şimdiye kadar bize liderlik etmene de izin verdim. Beni bundan sonra da yanıltma. Hemen yanı başında olacağım, yüzeyin hemen altında!"
Lanetin kendisine güvendiğini üstü kapalı da olsa duymak hoşuna gitmişti Tung'un, üstelik sözlerinde de gerçekten haklıydı. Ondan başka kimsesi yoktu gerçekten de, bunu Lea'yı tanıdıktan sonra unutmuştu bir süredir. Ama şimdi yeniden hatırlamıştı, özünü bulmak güzeldi. Gerçekten birtakım şeyleri kendisi olmadan yapamayacağı için yanında tutuyordu Lea onu.
Başını iki yana salladı yavaşça, gülümsüyordu. Hiç olmadığı kadar huzurluydu artık içi. Kendisine itiraf edemediği şeyler, birer birer dökülmüştü benliğine, üstelik bunu "tek dostu" ile beraber bulmuştu.
***
Bir süredir görememişti Tung'u Lea, cidden merak etmeye başladığını fark etti. "Neler oluyor acaba bu adama?" dedi içinden. Gitgide içine kapanıyordu, yola ilk çıktıklarındaki kendine güveninden eser yoktu, hep öfkeli ve canı yanıyormuş gibiydi, yaralandığından beri böyleydi bu. Sanki sürekli birileriyle, bir şeylerle savaşır gibiydi, tam bunun üzerine gelen şu alınganlık olayı da işin tuzu biberi olmuştu. Zaten hassas olduğu böyle bir dönemde gereksiz yere kırmıştı onu. Sonra kendisini kıskanması da neyin nesiydi? Gerçekten hoşlanıyor muydu acaba kendisinden?
"Öyle olmalı" diye düşündü, yaralanma olayından sonra bu kadar hassaslaşmasının sebebi bu olsa gerekti. Alback'la olan şakayı fazla uzatmaması gerektiğine karar verdi, sakince yerinden doğruldu ve Tung'a bakınmaya başladı. Özür dileyecekti ondan, yaptıkları ve söyledikleri için. Daha içten, daha samimi bir özür... Söylemeye çekinse de o sadece beraber yol aldıkları birisi değildi, o kadar basit değildi.
***
Yenilendiğini hissederek ayağa kalktı Tung, sanki sırtından atı kadar büyük bir yükü atmıştı. Mutluydu, hüznü yeniden olması gereken yerdeydi. Hüzünlü bir mutluluk; Lea'dan önceki Tung'du işte, umarsızca ona sarılırdı hep. Ayrıca hiç sahip olmadığı bir iç huzur da vardı bu sefer, sanki hayatında ilk kez barışmıştı diğeriyle. Öfke de diğer karakterin baskın noktasıydı, savaş meydanında işleri ona bırakır günlük hayatının akışını da kendisi sürdürürdü.
Bu içe dönüş, bir yüzleşmeydi ayrıca, hep korktuğuyla yüzleşmişti genç adam. Ama Lea'ya ve yaptıklarına olan kızgınlığı, bir ümitsizlik olarak içinde büyümüş ve bir zırh gibi her yerini çevrelemişti. Böylece en büyük korkusuyla cesurca yüzleşmiş ve kaybettiği benliğini geri bulmuştu Tyruslu. Yavaşça kampa doğru hareketlendi, gözleri yine gece görüşünün etkisiyle harekete geçmişti. Bir süredir istemsizce yaptığını şimdi bilerek yapıyordu adeta, bir tehdit arıyordu kendine, savaşçı gibi düşünüyordu...
* * *
Ertesi gün, öğle vaktine doğru Prados şehrinin ışıltılı başkenti Slea'ya girdiler. Kent, devam etmekte olan bir şenliğin izlerini taşıyordu, Alback da hemen açıkladı:
-"Ne şans! Kutlu günümüze denk geldiniz. Babamın tahta çıkışının yıldönümü var, üç gündür şenlik yapılıyordu. Bugün son günü, doğru zamanda geldik sanırım."
Lea, evet anlamında başını salladı. Daha önce hiç bu kadar büyük ve görkemli bir yer görmemişti. Slea hakkında söylenenleri duymuştu, ama tüm hayatı Beatrice ile birlikte, deniz kıyısında bir köyde geçmişti. Priest'in o dillere destan başkentini de görmemişti gerçi, ama Slea da tek kelimeyle mükemmeldi. İnsanlar, artık bir gece önce nasıl bir eğlenceden çıkmışlarsa, öğle olmasına rağmen hiç kimse ortalıkta yoktu, tek tük küçük çocuklar çarpıyordu göze.
Lea, şehrin büyüsünü üzerinde hissediyordu adeta, kendini bu akışa bırakmıştı. Bu sayede de yolda yaşadıkları şeyleri de biraz olsun unutmuştu aslında; utancı, kırgınlığı, kızgınlığı ve bir sürü şey aklından çıkmış gibiydi. Gözünün ucuyla Tung'a baktı, o hiç etkilenmemiş gibi duruyordu.
Atının üstünde son derece heybetli ve alabildiğine tehlikeli görünüyordu. Çok çarpıcı bir çekicilik veriyordu bu ona, bu doğruydu belki ama vahşi ve sınır tanımayan pervasız havasıydı biraz da bu çekiciliği veren. Tıpkı çizgili kaplanlar kadar güzel ve yine onlar kadar korkutucu ve tehlikeliydi. İlk tanıştıklarında da böyleydi, zamanla çok yol almış, daha insani bir hale bürünmüştü. Hala çok kabaydı gerçi ama bugün öyle olmaya hakkı da vardı, ona karşı suçlu hissediyordu kendini.
O gece, yani Tung'u ormanda aramaya gittiği geceden beri tekrar eski haline dönmüştü sanki, aynı umursamaz, aynı öldürücü, bir o kadar da kışkırtıcı bakışlı Tung'a. Hiç konuşmamıştı neredeyse kendileriyle, sorduğu sorulara da kısa ve net cevaplar vermişti. Kendi yiyeceklerini bile kendisi avlıyor, ortadan kaybolup elinde birkaç sincap ve tavşanla çıkageliyordu.
Aynı umarsız tonla da ekliyordu: "Üstünüze alınmayın, ırkım nedeniyle düşman kabul edilebileceğim bir yerdeyim. Kendi yiyeceğimi kendim hazırlamayı tercih ederim."
İlk başlarda bu güvensizliğin Alback'ın sözlerine bir tepki olduğunu düşünüyordu Lea, ama sonrasında da benzer tavırlarına şahit olmuştu. Adam, bir gece de kopmuştu sanki kendisinden. Sorunun basit bir kıskançlık olmadığı artık açıktı, belki o şekilde başlamıştı ama Tung' un daha büyük bir problemi olduğu ortadaydı.
"Neler oluyor sana?" diye söylendi genç kız, "Beni yarı yolda bırakmayacaksın değil mi?" dedi. Tung sanki onu duymuş gibi dönüp gözünün ucuyla mağrur bir bakış fırlattı, göz bebeklerinin içine kadar sinmiş öfkeyi sezdi genç kız. Adeta kanı donmuştu Lea'nın, başı usulca önüne eğildi.
Tekrar ona döndüğünde, kenarda kendilerine bakmakta olan on beş – on altı yaşlarında olduğu tahmin edilebilecek güzelce bir kıza, gözünün ucuyla son derece talepkâr bir biçimde baktığını gördü. Bakışları çok acımasızdı ve korkutucu bir şeyler vardı gözlerinin içinde, kızın bile korkudan titrediğini daha oradan fark ediyordu Lea. Öfkeyle önüne döndü, midesine kramplar giriyor ve bulanıyordu. Bu kesinlikle Tung değildi, korktuğu başına geliyordu galiba. Prense döndü:
-"Sarayınız nerede? Tung'un dediği gibi hemen ayrılmamız gerekiyor, bize gösterdiğin inceliğe minnettarım. Bizimle birlikte onca yolu geldin, çok ince bir hareketti."
Alback, biraz alınmış bir tonda:
-"Rutin devriyemizdi Lea, çapulcuları topraklarımızdan defettik ve saraya dönecektik zaten. Sizinle bir ilgisi yok. Asıl ben seninle tanıştığım için çok mutluyum, kaderime de bana bunu sağladığı için minnettarım."
Çok güzel konuşuyordu yakışıklı prens, ama etkileyiciliği bundan değil insanın ruhunu görüyormuş gibi baktığı, derin lacivert gözlerinden geliyordu. Lea içine çekildiğini hissediyordu her seferinde. Kabalık ettiğini düşündü, uysal bir ses tonuyla:
-"Ben de sizinle tanıştığımıza çok memnunum prensim. Şeref duydum."
Alback gülümsedi:
-"O şeref, kesinlikle bana ait."
Bunu söyledikten sonra, küçük bir kıza ait olduğu anlaşılabilecek bir çığlık duyuldu.
-"Ağabey!"
Demin Tung'un baktığı o güzel kız, şimdi koşarak kendilerine doğru geliyordu, "ağabey" diye hitap ettiği kişinin Alback olduğuna şüphe yoktu. "Hım" dedi içinden Lea, "Yanlış kayaya çarptın Tung"
Kız, seke seke koşuyordu sanki, o kadar nazik ve kırılgan göründü ki bir an gözüne, sanki korunmaya muhtaç bir kuş yavrusu görmüş gibi oldu Lea. Gözlerindeki korku, kırılganlığını daha arttırıyor, insanda, en azından kendisinde şefkat duygusu uyandırıyordu. Tung'a baktığında ise çok daha farklı duyguların uyandığına şahit oluyordu, kıza bakışı aklına geldikçe öfkelenmekle, iğrenmek arasında duygu bocalamalarına giriyordu.
Kızın kırılganlığı, normal olmayan insanları daha çok üstüne çekecekti ve yaşının gençliğinden değildi bu. Hep böyle olacaktı hayatının devamında da, onu arzulayan herkesi bu özelliğiyle kendine çekecekti. Zamanla, tıpkı Vivien'in sesiyle yaptığı gibi bunu erkeklere karşı bir avantaj olarak kullanabilirdi belki, ama o zamana kadar cidden çok yakından takip edilmesi ve korunması gerekirdi.
Tüm dünyadaki en güçlü ikinci ülkenin, en güçlü adamının kızı olması ve köhne bir köy evi yerine en pırıltılı başkentlerden birinde yaşıyor olması büyük şanstı. Halkının bayram yaptığı bir zamanda bile bu kadar korunmaya muhtaç görünmesi, aslında bu şansı da sorgulatıyordu Lea ya...
ŞÜPHELİ KARŞILAMA
-"Daria! Seni çok özlemişim ufaklık..."
Alback, atından çevik bir hareketle, sanki üzerinde zırh yokmuşçasına atladı ve omuzlarına kadar ancak gelen kıza sımsıkı sarıldı. Kızı, kendi etrafında bir kez çevirirken; genç kızın, güçlü adamın ellerinde kristal bir cam sürahi gibi parçalanacağını düşündü Lea. Tung'a tekrar bakma gereği duydu, oysa Tyruslu, bakışlarını çoktan başka bir yöne çevirmişti. Acaba kızla aslında hiç ilgilenmemiş miydi? Artık bilemiyordu ama şurası kesindi ki; Alback'ın kız kardeşi olduğunu duyduğunda, bir an baktı göz ucuyla, değerlendirebileceği bir avantaj olup olmadığını sezmeye çalışır gibi baktı.
Lea, kıza ne kadar ilgiyle ve şefkatle karışık bir duygu yoğunluğuyla bakıyorsa, Tung da aynı oranda sanki insan değilmiş gibi bakıyordu. Tyruslunun insanları pek de sevmediğini ve onlara karşı genelde kayıtsız olduğunu biliyordu, yine de onu hiç bu kadar umursamaz görmemişti. Kıza ilk seferinde sadece kadınlığı için baktığını düşünmüştü. Ya yanılmıştı, ya da kızda ilgisini çeken bir şey görememiş olsa gerek ki; sonrasında da tek ilgilendiği, onun akrabalık ilişkilerini nasıl kullanılabileceğine yönelik taktik stratejiler olmalıydı. Lea, derince nefeslendi, kendi kendine gülümsedi, "Şimdi kim, kimi kıskanıyor?" diye geçirdi içinden.
Bu arada genç kız, hızlı hızlı konuşmaya çalıştı:
-"Ağabey, babam ava çıktı! Senin yokluğun yüzünden de sürekli söylendi durdu! Annem kızıp duruyor. "Senin için bayram yapıyorlar sen neden ava gidiyorsun?" diye! Ayrıca..."
-"Tamam, tamam Daria, sakin ol biraz!"
Alback gülümseyerek kardeşini yere indirdi.
-"Şimdi sakin ol ve sorduklarıma tane tane cevap ver. Babam şu an nerede?"
Kız duraksadı. Nefeslendi ve:
-"Vraksim'in getirdiği konukları da alıp alelacele bir av partisi düzenledi. Yakın muhafızlarıyla birlikte, neredeyse bütün orduyu da yanına aldı, hiç bu kadar kalabalık bir maiyetle ava çıkmazdı, bilirsin."
Bunları söyledikten sonra susup Alback'ın etrafındakileri izlemeye başladı. Önce Lea'ya baktı, gözlerindeki titrek ışıltı, Lea'nın kalbini acıttı. Peşi sırada aynı gözleri Tung'a çevirdi, ondan çok daha farklı titreşimler alıyordu.
Küçüklükten beri kendine has bir özelliğiydi bu Daria'nın. Kırılganlığının getirdiği yaradılış dezavantajını, bu özelliği fazlasıyla kapatıyordu. Karşısındaki insanın gözlerinden içine akar ve en kuytudaki hislerini çözümlerdi. Ne düşündüğünü bilemezdi karşısındakinin, ama belki de ondan çok daha önemlisini, ne hissettiğini anlardı.
Annesi hep bunun bir insana bahşedilebilecek en önemli özellik olduğunu söylerdi, yine de babası kendisine hep bir ucube gibi davranırdı. Çünkü o, babasının korkularını görürdü. Ve bir kralın en az fark edilmesini istediği şeyi, hem de en yakınlarından birisinin açıkça görmesine kolayca tahammül edilemezdi. Güçlü görünmeye çalışanların aslında neler hissettiğini görmek, yine bu kişiler tarafından çoğu zaman pek hoş karşılanmazdı.
Şu anda da durum aynıydı. Lea'nın gözlerinden kendisi için üzüldüğünü görebilmişti, karşısındaki bu güzel kız, zaten sorulsa bunları söyleyebilirdi. Ama bu iri adam, kesinlikle çok sert görünüyor, dahası öyle görünmeye uğraşmasına bile gerek kalmıyordu. Daria görmüştü onun içinden geçenleri, hayatında ilk kez gördüğü bir manzaraydı bu.
Binlerce duygu bir yumak olmuş Tung'un içinde, adeta at koşturuyordu, bazısının rengi az önce gördüğü kızın teni kadar beyaz, bazıları da o kızın saçları kadar siyahtı. Hiç birleşmiyordu ilginç olanı, duygular serbestçe hatta tehditkarca savrulup duruyor ama hiçbir yerde kesişmiyordu. Hiç gri bir duygu parçası görememişti Daria.
-"Nasılsın Dariacığım?"
Vivien'in tatlı sesini duyduğunda, önce olduğu yerde sıçradı, sonra koşarak atından inmiş kendisine gülümseyen kadının boynuna atıldı:
-"Vivien! Oh tanrılar adına, seni ne kadar özlemiştim bilemezsin..."
Alback, ikilinin bir süre birbirlerine sarılıp garip sesler çıkararak hasret gidermesini bekledi, sonra sabrı tükenmiş olacak ki kendi kendine düşünür gibi konuşmaya başladı:
-"Babam neden bu kadar ani bir şey yaptı ki? Bayram zamanı tüm orduyu toparlayıp neden ava çıktılar?"
Daria, başını gömdüğü Vivien'in göğüslerinden doğruldu ve konuşmaya başladı. Vivien'i gördüğüne sevinmişti, sesine yansıyan mutluluğa rağmen yine de doğuştan getirdiği hüzün fark ediliyordu:
-"Bilemiyoruz. Annem de, ben de anlam veremedik. Tüm vezirlerini topladı, bir ülkenin kralı da onunla birlikte gelmişti, onu da alıp hemen çıktılar. Adama dinlenmesi için izin bile vermedi. Yerine de Vraksim'i bıraktı sadece, o bir süre sonra kendilerine katılacakmış öyle dedi."
Tung, duyduklarına biraz sinirlenmişti. Lea'ya dönerek:
-"Bu da ne demek oluyor? Adam bizi buraya kadar sürükledi, şimdi de kralı bekleyeceğimizi mi düşünüyor? Şu Vraksim nerede, onunla konuşup hemen ayrılacağım buradan!"
Alback da sesin tonundaki siniri fark etmişti. Yine de alttan aldı:
-"Evet, hemen görüşelim onunla. Neler olduğunu anlamalıyız."
Daria, Vivien'den biraz daha uzaklaştı ama elini bırakmadı. Kendisiyle birlikte onu da çekiştirerek:
-"Hadi gelin! Sarayda, bir şeyler üzerinde çalışıyordu en son. Annem de şölenlerle ilgileniyor, kapanış gününe özel büyük bir şölen yapılacak. Tabi babamın buna katılması şart."
Tung şüphelenmişti, Stear sürgün bir prensti ve Priest'in şu anki kralı, kardeşi bile olsa onu tehdit olarak görüyordu. Sadece Cylexleri yollayıp öylece oturacağını düşünmek aptallık olurdu, ortada bir şeyler dönüyordu...
SÜRGÜN PRENS
Vraksim, her zamanki sahtekâr gülümsemesini yüzüne kondurduysa da; ifadesi, bu sefer kaymış bir maske gibi duruyordu. Adamın yüzü bembeyazdı, kendilerinden iki belki de üç gün önce gelmiş oldukları düşünüldüğünde hala etkisinde kalabileceği kadar önemli bir haber aldığı anlaşılıyordu. Alback merakla yaklaştı:
-"Vraksim! Hoş geldin, seni yeniden burada görmek çok güzel. Kafilenin geri kalanını bekleyeceğini sanıyordum. Neler oluyor?"
O da prense bakıp gülümsedi:
-"Siz de hoş geldiniz prensim. Çok fazla şey oldu, size anlatmam gereken çok şey var. Zırhınızı hiç çıkarmayın, annenizi de bir görün, sonra hemen çıkmalıyız. Babanızı fazla uzaklaşmadan yakalayabiliriz belki."
Sonra Tung'a döndü:
-"Size gelince genç adam... Öncelikle sen ve arkadaşında hoş geldiniz, ayrıca Stear'ı da aramana gerek kalmadı, o sizin ayağınıza geldi. Kralımın yanında o da, biraz dinlendikten sonra siz de bizimle gelebilirsiniz. Stear da sizi görmeyi kabul etti."
Lea, bir anda içinde bir şeylerin kıpırdadığını hissetti. Bacakları titriyordu, nefesinin azaldığını fark etti. Babasını görecekti, onu babası gibi hissetmiyordu, daha önce hiç görmemişti ama baba diyebileceği birisi olması ve kısa bir süre sonra onunla konuşabilecek olması başını döndürüyordu. Oturabileceği bir yerler aradı genç kız, Vraksim'in kendisine baktığını o sırada fark etti:
-"İyi misin, oturmak ister misin? Nasıl da unuttum. Yaralısın sen, ayakta fazla durma. Zaten zor bir yolculuk yaptın."
Kız, baş vezire gülümseyerek baktı. O sırada gözleri kendisini korkan bakışlarla izleyen Vivien ile çarpıştı. Kadın, çok şey söylüyordu gözleriyle, yaşadıkları o mahrem anın tadı da gözlerin içindeki pırıltılarda oynaşmaktaydı, iki – üç gün içinde iyileşip hayatında görmediği bir savaşçıya dönüşmesi de... Şaşırıyordu kendisine bakarken kadın, ne hissedeceğine karar veremiyordu. Uzak durması gereken tehlikeli bir yaratık mıydı, yoksa dokunduğu bembeyaz tenin altında yanmakta olan güneşin çekimine şehvetle kapılacağı, çok güzel bir dişi mi, bir türlü çıkaramıyordu. Karasızlığı yüzüne de yansımıştı:
-"O gayet iyi Vraksim. Beklediğimden de hızlı iyileşti. Tabi buna iyileşmek denirse! Sanki yeniden oluştu."
Cümledeki imayı anlamazdan geldi Lea:
-"Evet, kendimi çok iyi hissediyorum. Vivien'in şifa yeteneğine borçluyum bunu, nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum..."
Vivien, yanakları pembeleşerek gülümsedi:
-"Ettin bile zaten tatlım, daha fazlası beni sana borçlandırır."
Lea'nın da kızarması, Vraksim'in kuşkulu ve Tung'un boş gözlerinden kaçmadı, yine de Tung konuyu değiştirme gereği duydu:
-"Stear neden buraya gelmiş? Cylexlerden mi kaçıyor?"
Vraksim, hızla etrafa göz gezdirdi ve Daria'ya gelince durdu:
-"Bunları daha sonra konuşuruz. Şimdi birkaç dakika, prens annesini görünceye kadar istirahat edin, bir süre bunu yapmaya zaman bulamayabilirsiniz."
"Bu kadar ciddi demek ki durum" diye düşündü Tung, sonra arkasını dönüp sarayın geniş balkonuna doğru hareketlendi. Tung ile yalnız kalma şansı bulmuştu Lea, gidip ona neler olduğuyla ilgili konuşabilirdi. Cevap verir miydi, pek ümitli değildi. Yine de şansını denemeye karar verdi, sarayın taş zemininde yankılanan ayak sesleriyle balkona doğru hareketlendi.
* * *
Tung, tüm şehri ve az ilerisindeki ormanı tepeden gören sarayın büyük ve geniş balkonunda, etrafı gözünü bile kırpmadan inceliyordu. Her detayı kafasına kazıyordu, tüm taktik ve stratejiler kafasından, hareket için can atan kaslarına doğru akıyordu gibiydi. Bir şeylerin burada sonlanacağı gibi bir his vardı içinde, lanetiyle ilgili en kilit rolü oynayacak adamı bulmuşlardı sonunda. Sürgün prens Stear! Şimdi ondan öğrendikleriyle neler yapacağından çok, başka bir şey düşünüyordu içten içe: Bu lanetten, gerçekten de kurtulmak istiyor muydu?
Bir süredir lanetine rüyasında gördüğü gözle, armağan olarak bakmayı deniyordu ve gayet güzel bir duyguydu bu. Kendisiyle yıllardır savaşmıştı, ama ilk kez diğerinin de kendisine boyun eğdiğini fark ediyordu. İçindeki dizginlenemez güç, yavaşça kontrolü altına giriyordu, ya da tam tersi, ama bu aşamada kimin umurundaydı ki? Yaralandığı ve Brox'un kendilerini yakaladığı o köyde de bunun ucundan bir parçasını hissetmiş ve duyduğu yoğun heyecanla donup kalmıştı. Ama artık ucundan değil, tümünü hissediyordu benliğinde, tek yudumuyla sarhoş olduğu o denizi nefes bile almadan bir dikişte içebileceğine inanıyordu şimdi.
O sırada Lea'nın sesini duydu:
-"Ne kadar güzel görünüyor değil mi? Burada normal hayatını yaşayan insanlar da var. Biliyor musun, ben küçük bir köyde büyüdüm. Tek eğlence olarak geyik avına giderdik, bir de şuraya bak..."
Tung bir şey söylemeden öylece ufka doğru bakmaya devam etti. Sessizliği yine Lea bozdu:
-"Bana söylemediğin bir şey mi var? Aramızın iyice açıldığını hissediyorum ve lanetle ilgiliyse bu ciddi bir sorun oluşturur. Bence anlatırsan rahatlarsın biraz, çünkü seni incitmiş olduğumu biliyorum ve sanırım ne kadar üzgün olduğumu sana yeterince gösteremedim."
Tung, sonunda bir tepki verdi, başını yavaşça döndürüp omuzlarına kadar ancak gelen kızın "seni incittiğim" derken, titremekte olan gözlerine ve yüzünü ikiye bölen saçının önündeki kıpkırmızı kâküle hayretle baktı. Sonra gülümsemeye başlayarak:
-"Beni incitmek mi? Nasıl yapmış olabilirsin ki böyle bir şeyi?"
Kız yeniden önüne baktı ve kararsız olduğu, kısıklığından anlaşılan bir sesle:
-"Bilmiyorum, hep mesafeliydin ama şimdi buz gibisin sanki. Alback'la ilgili olarak..."
Sözünü tamamlamadı, Tung'un anlayacağını ve kendisini devam ettirmeyeceğini umuyordu. Ama adam söze hiçbir yerde girmiyordu, tamamlamasını bekliyordu sanki. Başını yeniden usulca kaldırıp Tyruslunun yakışıklı yüzüne baktı. Bu hoş yüzden gerçekten hoşlandığını, aynı zamanda da özlediğini fark etti kız, ne zamandır dikkatlice bakmamıştı bilemiyordu.
Hep yanındaydı aslında, sadece dönüp bakması yeterliydi. Ama hiç eksikliğini hissetmemişti bunun, şimdi nereden gelmişti ki bu özlem? Yeniden Beatrice'in sesini duyar gibi oldu, hemen aklından uzaklaştırdı o sesi. Korktuğu cümleyi kurmasını istemiyordu, kendisi bile ne hissettiğini bilemezken bir de böyle içseslerle uğraşmamalıydı.
Adamın hala kendisine baktığını gördü:
-"Anladın işte. Sadece şakaydı, seni..."
Tam bu noktada girdi devreye Tung:
-"Biliyor musun, senin yerinde olsam onu kaçırmazdım. Senden baya hoşlanmış gibi görünüyordu. Bir prens bulmak her zaman mümkün olmaz. Dünyanın en güçlü ikinci ülkesiyiz diyorlar kendilerine üstelik. Eh, en güçlüsüyle de, baba-kız olarak aile bağların olduğuna göre doğrudan Alback mükemmel seçim haline geliyor senin için."
Lea duyduklarına inanamıyordu, sinirli bir bakış fırlattı adamın yüzüne:
-"Kimseyi kovalamıyorum ben, o yüzden de "aile bağı" olarak kimseyi kaçırıp kaçırmamak gibi bir derdim olamaz. Sana tek bir sorum var, mesele gerçekten Alback mı, yoksa daha çok endişelenmemi gerektirecek daha derin bir şeyler mi var? Belki bilmiyor ya da daha kötüsü umursamıyorsundur, ama dostlar birbirleri için endişelenirler."
-"Dostlar..." diye tekrarladı kendi kendine Tung.
-"Alback ile de dost musunuz?"
Lea arkasını döndü ve cevap vermeden saraya geri girdi. Öfkelenmişti; kendi saflığına, yaptığı çocukluğa, dudaklarına kadar gelen ve söyleyemediği muhtemelen de bir daha söyleyemeyeceğini düşündüğü şeylerle, daha önce hiç hissetmediği bir duygu karmaşasının içinde, öylece yürüyordu. Tung'la ilgili hisleri, daha önce yaşamadığı türden şeylerdi.
Korktuğu başına gelmişti artık, yine de asıl amacına odaklanırsa, bunu unutacağını ve atlatacağını düşünüyordu. Babasını bulmalıydı, düğümü kesinlikle o zaman çözecekti. Kurtulacaktı bu lanet ya da adı her neyse işte ondan, Tung'dan, her şeyden...
Eski Lea olabilecekti o zaman gene, annesini kurtaracak ve ne kadar küçük bir kasaba olursa olsun Beatrice ile yirmi senedir yaşadıkları yere geri dönecekti. Kafasına koymuştu bunu, başka şeyler düşünmemeliydi. Asıl amacından saparsa farklı, alışkın olmadığı şeyler düşünüyordu, duyguları giriyordu o zaman devreye. Yapmayacaktı artık, yapmamalıydı, babasını bulmalıydı bir an önce. Duyguları da kendisiyle aynı fikirde miydi, işine karışmayacak mıydı bundan sonra, o kısımdan pek de emin değildi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder