Salih Hüsnü konağa vardığında hazırlık telaşının hala devam etmekte olduğunu gördü. Araba konağın önüne çekilmişti ama henüz hiçbir şey yüklenmemişti. Hizmetçileri koşturan kâhyanın sesi evin içinde çınlıyordu.
"Fikret Efendi bohçaları indirin artık, Nigar yollukları hazırladın mı? A be evladım, hadi çabuk olun!"
Salih hareketliliği görünce yol heyecanı onu da sardı, gülümseyen bakışlarla harem tarafına yürüdü. Annesi, Hüma'nın odasındaydı ve kıyafet bohçasından işe yaramayacağını düşündüğü şeyleri çıkartıyordu.
"Hayır, Hüma. Dürbünü alamazsın. Kızım ayıp millet kendisini izlediğini sanır."
"Ama anneciğim..."
"Olmaz, börtü böceği, kuşu sıçanı sade gözlerinle izleyiver."
Hüma suratını asarken Salih kapıyı tıklatıp içeri girdi. "Ne bu telaş anne, gören de temelli taşınıyorsunuz sanır."
Annesi elindeki dürbünü masanın üstüne bırakıp doğruldu. "Bu zirzopa kalırsak odasını toplayıp gidecek. Benim bir bohçam var, bu hanımdan üç tane çıktı ve tahmin et, kıyafetler değil sırf. Boş kavanozları bile almış."
Salih kavanozları neden aldığını tahmin ettiği kardeşine yan gözle baktı. Canlı cansız bulabildiği tüm farklı numuneleri toplayacak eve getirip hem annesini hem de bahçıvanı deli edecekti.
"Kâhya kadın aşağıyı iyice karıştırmış anne, istersen bir bak. Yoksa yarına ancak yola çıkarız."
Annesi bıkkınca nefeslendi, kapıya doğru yürürken duraklayıp Salih'e baktı. "Sen hazır mısın?"
"Alacağım pek bir şey yok zaten anne, bir kat elbise alacağım ne olur ne olmaz. Sizi bıraktıktan sonra dönmeyi düşünüyorum."
"İyi, gidelim de ne olacak bakarız."
Annesi çıktıktan sonra Salih masanın üstündeki dürbünü alıp bohçanın başına geçti. "Hümacığım, gideceğimiz yerde sana kavanoz bulacaklarına eminim. Bence birkaç tanesini çıkarıp dürbünü sıkıştıralım olmaz mı?"
"Annem kitaplarımı da çıkarttı zaten." diye söylendi Hüma, yine de ağabeyinin önerisine uymak için irili ufaklı kavanozları bohçanın içinden çıkarmaya başladı. "Her şeyime karışıyor, beni hiç beğenmiyor. Erkek gibi zevklerim varmış, biraz oya nakış öğrenmeliymişim. Ne yapsam ona yaranamıyorum."
Salih yarım sırıtışla kardeşini dinliyordu. Yetişkinliğin sınırına ulaşmaya çalışan kardeşinin iki senedir annesiyle daha fazla karşı karşıya geldiğinden haberdardı. Yakında on altı yaşına basacak olan Hüma, ne büyümeyi istiyordu ne de kendisine çocuk gibi davranılmasını. Annesi de ayrı dünyadaydı. Küçük kızının yetişkin gibi davrandığını görmek istese de, görücü habercileri kapıya geldiğinde krizler geçiriyordu. Salih o konuda annesine katılıyordu, Hüma gelin olmak için çok küçüktü ve tahminine göre; genç kız onların gözünde, gelinlik konumuna gelmek için asla büyük görünmeyecekti.
Salih bunları düşünürken Hüma onun ilgisini çeken başka bir lafa geçti.
"Belki biraz el işi öğrensem fena olmaz." dedi teslim olmuş bir şekilde. "Yasemin abla bana öğretir değil mi ağabey? Onun nakış işinde çok iyi olduğuna eminim, tam bir hanımefendi."
Kardeşine doğru inanmaz bakışlarla baktı. "Hiç sanmıyorum. Kibarcık bir hanım ama o tarz işlerde tarağı olmadığına bahse girerim."
Düzeltilen bohçayı kapatırken gözlerinin önüne Yasemin'in elinde iğneyle oya işlediği geldi ve istemsizce güldü. Nedense o hali pek uzaktı. Hüma onun bu gülüşünü yanlış yorumlayarak Yasemin'i savunmaya girişti.
"Öyle deme ağabey, çok akıllı biri, görsen odasında kitaplığı bile var. Benim kitaplarımdan bile fazla."
Salih doğruldu ve burnunu kıvırdı. "Oturup kitap okuduğunu düşünmek, en az elinde tığ ile iş işlediğini düşünmek kadar olanaksız benim için. Gösteriş için kitap almıştır veya babasının bir eli vardır. Sadece tozları alınırken kitaplarına dokunulduğuna eminim."
"Ağabey, sen Yasemin ablayı beğenmiyor musun?"
"O nereden çıktı Hüma? Beğenmesem neden evlenmek isteyeyim?"
Hüma yatağın üstüne oturup omzunu kaldırdı. "Ben anlamadım. Beni yanlış anlama ağabey ama birbirinize çok kötü bakıyorsunuz. Hiç sevenler öyle mi yapar?"
"Sen çok biliyorsun sanki sevmeyi!" dedi elini kardeşinin saçlarına atarak. Hızlıca karıştırdı. Hüma'nın saçları da onunki gibi gür ve dalgalıydı, fakat uzun olduğundan, şu anda onun yaptığı gibi, müdahale edilmedikçe düzgün durma kabiliyetine sahipti. Hâlbuki onun saçları, tam bir felaketti. Elinin altında debelenen kıza şaka yollu söylendi.
"Ağzın hala süt kokarken büyüklerin işine karışma."
"Bilmesem de, görüyorum." dedi saçlarını kurtarmak için kaçınarak. "Ya, ağabey, zaten zor taranıyor."
Salih kardeşini salıvermeden önce yanaklarından tutarak kendine çekti ve alnına bir öpücük kondurdu. Hüma ilgiden hoşnut kıkırdadı.
"İyice bozdun ya..."
"Dır dırlanma küçük, hadi, hazırsan uşağı göndereyim de eşyalarını indirsinler."
"Hazırım." dedi ve ayağa fırlayarak kapıya dönmüş Salih'e sıkıca sarıldı. "Seni çok seviyorum ağabey, eve döndüğün için şükürler olsun. Bir daha uzaklara gitme, tamam mı?"
Salih içinde tuhaf bir sezgiyle ürperdi, göğsü sıkıştı. Hüma'ya sarıldı ve güçlükle konuştu.
"Ben de seni çok seviyorum bir tanem."
Annesinin sesiyle birbirlerinden ayrıldılar. "Üstüme iyilik sağlık, biz geç kaldık diye dört dönelim, bu deliler sarmaş dolaş keyif yapsınlar! Gecikiyoruz diyorum canlarım, akşam olmadan çiftliğe kapağı atmamız gerek! Yollarda rezil oluruz karanlığa kalırsak."
Salih kapının eşiğinde söylenen annesini kolundan tuttuğu gibi aralarına aldı. Sema Hanım azarlamayı keserek iki yavrusuna sarıldı. "Aman ya, hep böyle gönlümü alıyorsunuz hınzırlar!"
Sonunda bağırışa koştura yola düştüler. Afife Hanımlar hazırlıkları yenice bitirmiş onları bekliyorlardı. Yasemin, tedirginliğin verdiği kalp çarpıntıları içinde ön bahçede gezinirken gözleri kapıya yanaşacak at arabasındaydı. Aklını meşgul eden konu ise, Salih'in herkesi memnun edecek yolunun ne olduğuydu. Gelmeme gibi bir kabalık yapamazdı. O gelecek diye Bekir Efendi kafileye dâhil edilmemişti, gerçi edilse ne olur. Arabanın tekerleği taşa takılsa, ilk bağıran bu tırsak adam olurdu.
Tepesine yükselmiş güneşin sıcaklığına aldırmadan yolda aşağı yukarı yürürken bir at arabasının yaklaştığını duydu ve hemen topuklayarak konağa doğru koşturdu. Ah, kalbi ne hızlı atıyordu! Yolculuk için bu kadar heyecanlanması hayra alamet değildi.
"Anneciğim geldiler!" dedi salonda bekleşenlere doğru.
Nefes nefese kalmış haline bakan dadısı, ayağa fırladı. "Ay, bir şey mi oldu? Bu ne telaş!"
Yasemin kendini divana atarken soluğunu düzeltmeye çalıştı. "Merak etmiyorum ki onu, gelsin gelmesin bana ne, ne telaş edeyim?"
Afife Hanım ile Münevver birbirlerine baktılar. Merak ile ilgili bir şey söylenmemişti. Yasemin'in zapt edemediği heyecanından, düşündüğünü söyleme gafletinde bulunduğu itiraf karşısında anlamlı bir gülümsemeyle başlarını salladılar.
'"Eh, biz hazırız." Annesi kalkıp misafirleri karşılamak için kapıya yürüdü. "Bakalım nefeslenmek mi isterler, yoksa hemen yola çıkmak mı?"
Annesinin odadan ayrılmasını kararsız bakışlarla izleyen Yasemin, Salih'in gelip gelmediğini deli gibi merak ediyordu. Münevver sabahın köründe uyanan genç kızın sabırsızlığının nedenini tahmin ettiği halde hiç renk vermemişti. Sessizce birkaç dakika beklediler. Kapıya bakan bakışlarına dayanamadı.
"Ne oturuyorsun deli kız, kayınvalideni karşılasana!"
Yasemin işaret beklercesine yerinden fırladı. "Karşılamam daha doğru olur değil mi Münü?"
Cevabını beklemeden kapıdan dışarı çıkmıştı bile. Koştuğunu fark edince yarı yolda durdu, eliyle yüzünü yellendirip yanan yanaklarını serinletti. Küçükken bayram sabahlarında da bu kadar heyecanlanırdı. Bir hafta öncesinden, babasının elini öptükten sonra hak edeceği harçlıkla alacaklarını listeler, payını kaptıktan sonra da dadısı ile çarşıya yollanırlardı. Salih'i görmenin, onu bayram sabahına götürmesine anlam yüklemeyi ret ederek sakin görünen adımlarla ön kapıya doğru yürüdü.
***
Üç tane at arabası arka arkaya dizilmişti. Kalbimin gürültüsünden kulaklarımın sağır olması gerekirken sanırım gözlerime sirayet etmişti çünkü arabanın dibinde konuşanların içinde Salih'i göremedim. Yoksa bugün bayram değil miydi?
İçimde yeşeren neşe ağacı yapraklarını dökmeye başlamıştı, bir anda çiftlik gözüme gelmedi. Yürüyüp Sema Hanım ile Hüma'yı selamlamam gerekiyordu ama kök sürmüş gibi kapının ağzında dikilip kalmıştım. Yalancı suratsız, geleceğini söylememiş miydi? Ben neden o kadar isteksiz görünmüştüm ki? Of, of...
İçimde yeşeren neşe ağacı yapraklarını dökmeye başlamıştı, bir anda çiftlik gözüme gelmedi. Yürüyüp Sema Hanım ile Hüma'yı selamlamam gerekiyordu ama kök sürmüş gibi kapının ağzında dikilip kalmıştım. Yalancı suratsız, geleceğini söylememiş miydi? Ben neden o kadar isteksiz görünmüştüm ki? Of, of...
"Deli Dumrul gibi yol mu kesiyorsunuz?"
Kulağımın yanında fısıldanan ses yüzünden yerimden öyle bir sıçradım ki, omzum kapıya çarptı. Omzumu ovuşturarak sinsice beni korkutan adama baktım. İrkilmem o kadar hoşuna gitmişti ki, gözlerindeki eğlenceli bakışı hiç saklamaksızın otuz iki dişini göstererek sırıtıyordu.
"Ne münasebet!" diye söylendim. "Asıl sizin, hayalet gibi dolaşmanıza ne demeli!"
Şaşkın bir ciddiyetle geriledi. "Ne kabalık!" Sonra elini kaldırdı ve taşıdığı sepeti gösterdi. "Ben unutulmuş olanı büyük bir fedakârlık yaparak, zavallı kollarımı yormak pahasına mutfaktan getireyim, siz bana hayalet deyin."
"Siz de bana Deli Dumrul dediniz!"
"Kötü bir şey mi? Sizi müthiş bir hikâyenin başkahramanına benzettim."
Deli Dumrul değildim ama bu adam sayesinde yakında deli Yasemin olmam içten değildi. Bir süre konuşmamak için dişlerimi sıktıktan sonra dayanamayıp patladım. Bu adamda benim ayarımı bozan bir şeyler vardı, ama neydi anlayamıyordum.
"Her lafa bir cevabınız var maşallah, bir susayım da karşıdaki sevinsin dediğiniz yok!"
"Neden yapacakmışım? Madem tartışmayı beceremiyorsunuz, başlatmayın. Sizi sevindirmek için geriye çekilmemi beklemeyin çünkü yapmam."
"Bu bir kibarlık göstergesidir Salih Bey. Ah, tabi! Kibarlığın, sizin gibi egosu arşa uzanmış birinden beklenmemesi gereken bir özellik olduğunu unuttum."
Salih umursamazca dudağını büktü ve yüzüne düşen saç tutamını, başını sallayarak geriye attı. Bir yandan da bana cevap vermekten geri durmuyordu.
"Bakın beni nasıl da kolay tanımladınız. Sanırım sizin kişiliğinizle aynı yükseklikte geziniyoruz."
"Sizinle hiçbir yerde gezindiğimi sanmıyorum Salih Bey. Kendini beğenmişliğiniz bu dünya için bana yetti, yükseğe alçağa lüzum yok."
"Bana kendini beğenmiş demeden önce dönün bir kendinize bakın hanımefendi. Sanırım İstanbul'un yedi tepesini bizzat siz yarattınız. Duruşunuzdan ve konuşmanızdan anlaşılan bu!"
"Bir bayanın, karşınızda konuşuyor olmasına alışkın değilsiniz sanırım." dedim. Yedi tepe mi? Hah! Hiç de o kadar kendimi beğenmişlik yapmamıştım.
"Evet, alışkın değilim." dedi Salih ve gözlerini kısarak bana doğru hafifçe eğildi. "Genelde hanımlar karşımda konuşamazlar, dilleri tutulur."
Aynen şu anda benim başıma gelen gibi olduğuna yemin ederim. Aramızdaki bir metrelik mesafeye rağmen Salih'ten yayılan temiz bir parfüm kokusuyla mest oldum. Badem şeklindeki gözlerini kısması ise alışılmadık renkteki kopkoyu mavilerin daha parıldamasına neden olmuştu, hele o düşen saç dalgası yok muydu? Ah... Dedim ama içimden... Yüz hatları pek düzgündü bu suratsızın, kız olsaydı kesin kapısında nöbet tuttururdu. Dadıma ilk defa tüm yüreğimle hak verdim. Allah için, hoş çocuktu... Yine de benim ilk göz ağrım Behzat gibi nazik, akıllı, saygılı ve becerikli olmadığına bahse girerdim. Ayrıca Behzat da çok yakışıklıydı... Yani... Sanırım...
Behzat'ın hayali kişiliğine sığınarak Salih'in etkisinden kurtulmaya çalıştım. Boğazımı temizleyerek gururlu bir tavırla başımı dikleştirdim. Behzat'ı düşünmek kendime olan güvenimi geri getirmişti. Sakince konuştum.
"Konuşamamalarına hiç şaşırmadım." dediğimde beyefendinin dudağının ucunda hafif bir gülümseme belirdi. "Sizin asık suratınıza bakarken insanın sohbet iştahı kapanıyor."
"Asık surat mı?" dedi şaşkınlıkla.
"Hiç aynaya bakmıyor musunuz siz? Ah, durun, ben de sizin kadar suratsız olsaydım bakmaya çekinirdim. Maazallah yüzüme patlar filan."
Salih kaşlarını havalandırdı ve hayretle ağzı açıldı. Onu beğenmekten uzak kibirli bir bakışla süzdükten sonra diğerlerine merhaba demek için kapıya döndüm. Beğendiğiniz birini beğenmiyormuş gibi davranmak zordur. Ben zorlandım mı? Hayır. Öyle kinlenmiştim ki bu genç adama, aynı bakışı yeniden atabilirdim. Övülmeye bu denli alıştırdıkları için çevresi suçluydu ama yapacak bir şey yok, benim muhatabım oydu. Ayrıca çiftliğe bizimle geleceğini öğrendiğime göre işkenceme devam etme iznini kendime vermiştim.
Gülçehre Teyze'nin teşrif etmesiyle arabalara bindik. Arabanın birine bakıcı ve iki hizmetli bindiğinden diğer iki arabaya dağıldık. Annem, Sema Teyze ve Gülçehre Teyze bir arabaya, biz de kalan son arabaya bindik. Dadım yolu gözünde büyüttüğünden gelmek istememişti, rahatına pek düşkündür zaten. Arabada Salih tam karşıma oturmuştu. Suratsızlığı geri gelmiş, memnuniyetsiz bir tavırla arkasına yaslanmıştı. Tek başına kapladığı koltuğa bencilce yayıldığı yetmiyor gibi, bizimle ilgilenmeyeceğini belirtmek için bakışları dışarıdaydı. Hiç de umurumda değildi.
Yolu yarılamıştık ve Hüma da konuşmaktan yorulup ağabeyi gibi dışarıyı izliyordu. Kızın doğayı izlemesini normal karşıladım ne de olsa en büyük tutkusuydu. Peki, Salih Hüsnü neden çatık kaşlarıyla yeşil ağaçların sıralandığı yol boyunu seyrediyordu? Arabaya bindiğinden beri bir kez olsun başını benden yana çevirmemişti, boynu da tutulmamıştı paşazadenin. Kaşlarımın altından onun yan görüntüsünü süzüyordum, saçının izin verdiği yere kadar elbette. Bir makas alıp kesiveresim geliyordu şu tutamı!
Araba sarsılarak durunca dalgınlığıma geldi ve ileriye doğru kaydım. Dehşet içinde Salih'e doğru yaklaşırken elimden bir şey gelmiyordu. Son çare koltuğa da tutunamayacağımı anlayınca pencerenin pervazını hedef seçtim ama pervaz yerine beni tutmak için atılan Salih'e çarptım. Alnım ona o kadar şiddetli vurmuştu ki, gözümün önünde şimşekler çaktı. Salih'e resmen tosladım. Bağırtımla onun bağırışını bastırmayı başarmıştım.
"Ah!" dedi neresine geldiğini anlamadığım darbemi yiyince.
"Anneciğim!" diye lafın gerisini ben tamamladım.
Elimi alnıma götürdüm, gözlerimi henüz açamamıştım. Salih'in beni yerime oturttuktan sonra duran arabanın kapısını açtığını duydum.
"Neler oluyor?"
Ne olduğunu anlamıştık anlamasına ama olan benim alnımla Salih'in elmacık kemiğine olmuştu. Benim alnım sadece sızlıyordu ama o zavallının gözünün altındaki şişlik, bu anın hatırasını uzun süre taşıyacağına dalaletti. İkimizin hasarlarına çiğnenmiş ekmeği şekerle karıştırıp basarlarken olayın aslını öğrendik. Meğer önden giden arabanın tekerlek milinden gıcırtı gelmiş, o anda da tekerlek hafifçe kayınca sürücü çıktı sanıp endişeyle atların koşumlarına asılmış. Arkadan gelenlerde bir şey olduğunu sanıp paniklemişti.
Gülçehre Teyze'nin emriyle mola vermeye ve fırsattan istifade yollukları piknik misali yaymaya karar verildi. Sofra hazır olunca çağırılmasını söyleyerek bakımı yapılan arabanın gölgesine çekildi. Annem pikniği organize ederken ben ve Hüma da önümüzde gerçekleşen güreşi izliyorduk. Alnıma sarılmış ekmekli tülbentle çok cazibeli göründüğümü de, izninizle ekleyeyim.
Salih şişen yüzünü ekmekten sakınmak için oldukça çaba sarf etti ama Sema Teyze pek inatçıydı. Gerçi böyle bir çocukla uğraşmak içinde inat gerekirdi. Hiç bu kadar soğuk ve tepkisiz biriyle uğraşmamıştım. Ama ne yalan söyleyeyim refleksleri fena değilmiş, ona çarpmamı engelleyememişti ama gayreti, benden geçer not aldı. Annesi elindeki ekmek şeker karışımını yapıştırmak için başına ulaşmaya çalışırken çoktan tedavimi kabullenen ben dalga geçmeyi ihmal etmedim.
"Yapıştırın beyefendi, süsünüz az bozuluversin."
"Anne!" dedi Sema Hanım'ın bir saldırısını daha püskürterek. "Bırak şişsin, şu hanımefendi gibi komik görüneceğime yaptığım yardımın izini taşırım daha iyi."
"Komik mi? Ben mi?" dedim ve Hüma'ya döndüm. Alnımdaki sargıyı işaret ettim. "Sence komik duruyor mu? Kendimi eski hikâyelerdeki savaşçı kadınlar gibi hissediyorum."
"Amazonlar!" dedi Hüma heyecanla. "Ah, ablacığım elinde bir kılıcın eksik."
"Kızlar dalga geçmeyin." dedi Sema Teyze ve Salih'in bizi yanıtlamak için duraklamasını fırsat bilip el yapımı merhemi şak diye gözünün altına yapıştırdı.
Salih'in canı acımış olmalı yüzünü buruşturdu. Sonunda teslim oldu ve Sema Hanım'ın ekmeği bereye yapıştırıp tülbentle sabitlemesine izin verdi. İşi bittikten sonra doğruldu.
"İşte, bu kadar! Ne var inat edecek evladım."
Salih cevap vermedi. Annesi de beklemiyor olmalı yanımızdan ayrıldı. "Ben Afife Hanım'a yardım edeyim."
Gülmemek için dudağımı ısırdım. Halimiz gerçekten içler acısıydı. Benim alnımı kaplayan sargının bir benzeri, Salih'in tek gözünü kapatmıştı. Saçları dağılmış, boyun bağı gevşemiş, tam bir serseriye dönmüştü. Hayır, serseri değil. Tek gözünü örten sargıyla, az sonra gemisine atlayıp uzak ufuklara yelken açacak yakışıklı bir korsanı andırıyordu. Yanlış duymadınız, Salih'e yakışıklı dedim. Çünkü bu haliyle zoraki düzgün halinden kurtulmuş, tekinsiz ve cazibeli bir tavra bürünmüştü. Ve bu hali bana daha samimi geliyordu.
Alı al moru mor bir yüzle bana döndü. "Beğendiniz mi yaptığınızı küçük hanım?"
"Oh, çok beğendim beyefendi." dedim. "Bandaj size pek yakıştı."
"Sizi tutmak yerine çekilseydim de, arabaya kafa atsaydınız keşke."
"Keşke öyle yapsaydınız." dedim. "Böylece başımızdaki örtüler olmazdı. Sizin kalın kafanız yerine yumuşak koltuğa çarpardım."
"Kalın kafalı olduğuma inanırım, burada olmamın başka açıklaması olamaz zaten. Ne demeye peşinize düştüysem!" dedi ve sinirle ayağa kalkıp annemlere doğru yürüdü.
O dakikaya kadar bizi dinleyen Hüma, Salih'in uzaklaşmasıyla sızlandı.
"Yasemin abla, siz neden anlaşamıyorsunuz?" dedi. "Ayrılacaksınız diye korkuyorum."
Sanırım alnıma ikinci darbeyi yedim. Ayrılmak mı? Fakat ben de bunun gerçekleşmesini istemiyor muydum? Şoktan kurtulup endişeli gözlerle bana bakan kıza gülümsedim.
"Biz sadece şakalaşıyoruz Hüma."
"Şakalaşmıyorsunuz." dedi küskünce. "Ağabeyim bizi bıraktıktan sonra dönecek zaten. Kavga etmektense güzelce sohbet etseniz olmaz mı?"
Sonra ayağa kalkıp sofrayı hazırlayan gruba doğru yürüdü. Benim aklım ise söylediği tüm cümlelerde takılı kalmıştı. Çiftliğe kadar mı bize eşlik edecekti? Şunun şurasında iki saat sonra çiftliğe varacaktık. Yoldaşlığının bu kadar kısa olacağını tahmin etmemiştim. Of, bir de adamcağıza kafa attım. Yerlerde sürünen bir moralle, zoraki pikniğe katılmak için oturduğum yerden kalkıp annemlerin yanına doğru yürüdüm.
Yeniden yola çıkmıştık. Salih piknik boyunca ve arabaya bindiğimizden beri ne yüzüme baktı ne de benimle tek kelime konuştu. Arabaya bindiğinde de ilk işi sargısından kurtulmak olmuştu. Narin kemiği şimdiden kızarmış ve biraz şişmişti, şekerli ekmek işe yaramışa benziyordu. Ben kendi sargımı çıkarmadım, tül başlığımı da takmadım, sefilliğim diz boyuydu.
Yemek sonrası ağırlaşan Hüma'nın başı yana düştüğünde yavaşça kendime çektim ve kucağıma yatırdım. Salih ne yaptığıma bakmak için kımıldandı ve gergin bir sesle söylendi.
"Kardeşim size rahatsızlık vermesin, yer değiştirelim."
"Hiç rahatsızlık vermiyor." dedim kırık bir sesle. Salih saçını düzeltip eski duruşuna geçti, konuşmayı sonlandırmak istemedim. "Size kalın kafalı dediğim için özür dilerim. Son derece kötü bir laf ettim."
Salih yine konuşmadı, kaşlarını çattığını gördüm ve çenesinin kasıldığını. Hüma'nın daha rahat uzanması için iyice kenara kayıp başını kucağıma düzgünce yerleştirdim. Şimdi Salih'in yüzünü daha iyi görüyordum, niyetim bu olmasa da duruşumun nimetlerinden yararlanmaktan kendimi alamadım.
"Suratsız dediğim için de özür dilerim." Gerçi suratsızdı ama insanın yüzüne de söylenmezdi ki...
Salih tek kaşını kaldırıp bana yan gözle baktı. Beyaz bayrağıma hala kanmadığı belliydi. Başımı eğdim ve ekledim.
"Şu anda aklıma gelmeyen diğer kötü sözlerim için de..."
"Hepsini hatırlamak güç oluyor değil mi hanımefendi?"
İlla yokuşa sürecekti. İçimden ona kadar saydım ve sakinleştiğimi düşünerek başımı kaldırdım. Hala bana bakmasını beklemiyordum, çoktan dışarının doğa harikalarına dalmış olması gerekiyordu. Duygusuz bakışlarıyla karşılaşınca içimde patlayan ani öfke dalgasını hazmetmek için başımı çevirdim. Açık pencereden gelen hava beni hiç rahatlatmıyordu.
"Özrünüzü kabul etmeme gibi bir lüksüm olmadığından, söylediklerinizi sineye çekip unutmaya çalışacağım. İçiniz rahat olsun."
Sormanın zamanı değildi ama daha fazla bekleyemedim. Ona bakmadan konuştum.
"Ziyaretinizin yolun sonunda biteceğini öğrendim. Büyük teyzemin teklifini reddetme sebebinizi öğrenebilir miyim?"
"Kendisine açıkladım."
Onun soğuk bakışlarına doğru döndüm. Nasıl bir etkisi varsa bana bu şekilde bakması, hissettirdiği soğukluğu somut bir hale sokuyor ve tenimi ayaz vurmuş gibi ürpertiyordu.
"Bana da açıklayın." dedim ama sesime güçlü bir ton verememiştim. "Nişanlınız değil miyim?"
Salih parmağındaki yüzüğe baktı. "Öyle olduğunuzun nişanesi parmağımda duruyor."
O anda yerin dibine geçtim. Çünkü nişan yüzüğümü takmayı unutmuştum! Şu anda kilometrelerce geride, komodinin çekmecesinde duruyordu. Ne diyeceğimi bilemez halde ağzım açık kalakaldım. Salih bakışlarını kaldırdı ve tepkimi sakin bakışlarla seyretti. Ayıbımı kibarca yüzüme vurmuştu, söze dökmedi.
"İşlerim yüzünden bu kadar izin alabildim. Sağ salim çiftliğe ulaşmanızdan sonra geri döneceğim." Küçümser bir bakışla yüzümü süzdü ve ekledi. "Sanırım sizin için mahsuru yoktur, böylece işkence veren varlığımdan kurtulursunuz."
Yutkundum. "Salih Bey, ben... Telaştan yüzüğümü..."
Salih elini havada salladı. "Boş verin, metalin yansıttığı bir bağlantıya zaten güven olmaz." dedi ve parmağından kendi yüzüğünü sertçe çıkardı. "İçiniz rahat olacaksa ben de çıkardım. İşte, bakın hala nişanlıyız."
Yüzüğü basit bir şeymiş gibi cebine attı. Yüreğimden büyük bir parça kopartılıyormuşçasına göğsüm sızladı ve bedenimde derman kalmadı. Düz bir metalin başkasının parmağından çıkması, neden diğerinde fiziksel bir acı yaratabilirdi?
"Yüzüğü geri takın Salih Bey!" dedim keskin bir sesle. Emir gibi olmasını istemezdim ama hislerim o derece yoğundu.
Salih aldırmadan başını pencereye çevirdi. Sinirden ağlamamak için çenemi sıktım, üzülmemiştim, sinirliydim. Çünkü üzülecek hiçbir şey yoktu, nişan yüzükleri çıkmıştı işte... İstediğime yavaşça ulaşıyordum. Titremek üzere olan sesimi sertleştirdim.
"Sizinle konuşuyorum. Unutkanlığımı bu şekilde cezalandıramazsınız."
"Farz edin, ben de unuttum." dedi umursamazca.
Kucağımda yatan kız olmasaydı bir kafa daha atmak isterdim. "Unutmadığınızı biliyorum."
Salih derin bir nefes aldı ve yüzünü bana çevirdi. Yüzünden okunan ifade, hayal kırıklığının katılaştırdığı bir bıkkınlığın resmiydi. Benim kalbim gümbürderken o sakince konuştu.
"Ben de önemsenmediğimi görüyorum."
Üzgünce başımı eğdim. "Demek ki, birbirimizden farkımız yok. Beyhude suçlu arıyoruz."
"Sizce ne yapmamız gerek?" dediğinde korkuyla yüzüne baktım. "Dileğiniz ne olursa olsun, itiraz etmeden uyacağıma sizi temin ederim."
Bu kadar kolay olamazdı değil mi? Vaz geçiyordu... İfadesinde yalan söylediğini anlamam için bir ipucu aradım, ciddi ve samimiydi. Bunu fark etmemle başımın dönmesi bir oldu. Hemen, şimdi, tek bir lafla... Nişanlılığımı sona erdirir ve bu melek yüzlü suratsızı bir daha görmeyebilirdim. Ve ben bu soruya cevap vermek istemiyordum, karar vermek de istemiyordum. Bu kadar çabuk ayrılmak istemiyordum.
Araba sarsılıp daha rahat toprak bir yola geçerken Hüma sarsıntıdan dolayı uyanınca Salih'e bakan gözlerimi çevirebildim. Sorunun ağırlığından kurtulmayı umut ederek doğrulmaya çalışan Hüma'ya yardımcı oldum.
"Ah, kolum uyuşmuş." diye sızlandı.
Aklım allak bullak, konuşmaksızın kızın kolunu ovalarken kaçamak bir bakışla Salih'e baktım. Cevabımı sakince bekliyordu ama çok bekler. Şu anda sorusuna uygun bir cevap veremeyecek kadar şaşkındım.
"Geldik galiba Hümacığım." dedim, pencereden dışarı baktım. Çiftliğe girmiştik, yemyeşil bir yoldan büyük teyzemin çiftlik evine doğru yol alıyorduk.
"Soruma cevap vermediniz." dedi sert bir sesle.
Ters bir bakışla ona baktım. Ne meraklıydı benden kurtulmaya. "Sırası mı şimdi Salih Hüsnü Bey? Birden fikrinizi neyin değiştirdiğini bilmiyorum ama cevabımla sizden başkası ilgilenmiyorsa bekleteceğim."
"Başkası demekle neyi kast ettiğinizi anlayamadım."
Esmer aşkına geri dönmek için bir manevra yapma ihtimali karşısında sinirlenmeyi başarmıştım. Bağını atıp hanımın kollarına koşabileceğini sanıyorsa yanılıyordu. Hüma bizim tartıştığımızı anlayıp bıkkınca nefeslendi.
"Yine mi kavga ediyorsunuz siz?"
Salih kardeşine bir bakış attı, Hüma uyarıyı anlamış olacak dudağını sarkıtıp başını eğdi. Beyefendinin konuşmasına bile gerek yoktu, tek bakışıyla çevresindekileri sindirebiliyordu. İkimizin arasındaki şeyin değiştiğini fark ettim. İlk önce ben kurtulmaya o alışmaya çalışıyordu; şimdi ise o vaz geçmiş ama ben... Ne yapmaya çalışıyordum? Onun beni sinirlendirmesine rağmen bundan zevk duymam deli olduğuma işaret değil miydi? Avrupalıların dediği gibi, kendime acı çektirmekten hoşlanmaya mı başlamıştım?
Araba durdu. Hüma gerilimden kaçarcasına kapıya atılırken Salih'in elini cebine attığını gördüm. Ona bakmasam da ne yaptığını izliyordum. Cebinden yüzüğü çıkardı, parmağına geçirdi ve kardeşinin arkasından dışarı çıktı. İçimi boğan neşe karşısında öylece oturdum kaldım. Benim aptallığımı af etmiş miydi?
"Gelmiyor musunuz hanımefendi?"
İrkilerek kapıya baktım. Salih, uzun parmaklara sahip elini kibarca bana doğru uzatmıştı. "Yardım edeyim." dedi anlamsızca ona bakarken.
Dudağımı ısırıp eline uzandım, parmaklarımız belli belirsiz dokundu. Kavramamak için kendimi zor tuttum, utanç vericiydi ama düşüncelerime engel olamadım. Ellerimiz ilk defa bu şekilde birleşiyordu, böyle giderse belki de son defa olacaktı. Salih sadece elini uzatmıştı, beni tutmuyordu. Destek vermekten başka gayesi olmadığını açıklar gibi bana mesafeliydi.
Kalbim midem ile boğazım arasında zıplarken boğuk çıkan sesimle teşekkür ettim. Salih sadece başını eğdi ve elini çekti. Sema Hanım'a doğru yürümeye başladı. Ben kımıldayamadım, sırtımı tozlu arabaya yaslayıp nefes almaya çalışıyordum. Ben bu adamdan çok mu nefret etmiştim acaba? Ya da hiç nefret etmemiş miydim? Tek bir şeyden emindim, bağımızı şu anda koparırsa beni kendine köle yapardı.
Doğrulup annemlere doğru yürümek için bir dakika daha sakinleşmeyi bekledim. Düşüncelerimi toparlamak için ve sarsılmış ruh halimi düzeltmek için... Kararımı vermiştim. Madem başlattığı işi bu kadar basitçe kaldırıp atabiliyordu, ben de kendimi ondan soğutmak için elimden geleni yapacaktım. Varlığına o kadar da çok alışmış olamazdım, değil mi?
***
Salih, dört saatlik yolculuğun bu denli çabuk geçmesine inanamadı. Çiftliğe varmışlardı ve henüz akşam olmamıştı. Gülçehre Hanım'ı hemen odasına aldılar, dinlenmesi için. Salih de koşup gelen uşaklarla birlikte annesi ve Hüma için hazırlanan odaya eşyalarını taşıdı.
Yol boyunca olanlardan sonra kalma isteği iyice azalmıştı. Onun gayretine rağmen Yasemin'in nişan durumlarını önemsemediğini görmek canını tahmininden fazla acıtmıştı. Neden mektup göndermişti o zaman? Beğenmediyse, neden o kadar içten ve duygusal bir name yazmıştı? Bu kadar ciddi bir meselede şaka yapacak bir insana da benzemiyordu. Arabada çıkardığı yüzüğü, sadece mektubun hatırına geri takmıştı. Şımarıklıklarına ve alaylarına katlanabilirdi ama onu beğenmediği anladığı halde nişanlı kalmaya dayanamazdı.
Nişan yüzüğünü çıkardığında Yasemin'den gelen tepkiyi hiç beklemiyordu. Hüma'nın evde söylediği 'Birbirlerine kötü bakma' yorumundan sonra kafası karışmıştı. Acaba Yasemin'in bakışları nazlı bir iddialaşma yerine, isteksizlik ve pişman olma bakışları mıydı? Nişan yüzüğünü takmamış olması da kötüye işaretti. Nişanı sona erdirmek istemediğini sözle ve tavırlarıyla belli etmişti ama kati sonucu keskinleştirecek cevabı verememişti. Dilini tutan neydi bilmiyordu. Çekineceği bir konu olduğunu da sanmıyordu. Karşılıklı oturup konuşma zamanın geldiğini fark etti, konuşmanın sonunda ya düğün olacaktı, ya da...
Gelenlerle şenlenen ve hareketlenen koca malikânede, bu coşkuyu yaşayamayan iki kişi vardı. Yasemin ve Salih... Birbirinden habersiz birbirlerini düşünüyor ve düşündükçe, bağlılığa karşı tecrübesiz ruhlarını sıkıntı basıyordu. Salih annesini ve kardeşini odalarına yerleştirdikten sonra, Gülçehre Hanım'ı sordu. Evin kâhyası, yaşlı kadının hala dinlendiğini söyleyince dönüş hazırlığı yapmak için aşağıya indi.
İki katlı ev, beyaz bir bulut misali sonu görünmeyen çiftliğin ortasına konmuştu. İleride ahırlar uzanıyordu. Çeşitli meyve ağaçları, koruklarını dökmeye başlamış asma sürgünleri, sağ tarafta küçük bir sulama havuzu ve etraflarını saran üzüm bağları, bostanları ile küçük bir köyü andıran kocaman bir çiftlikti. Gülçehre Hanım'ın zenginliği sadelikle birleşmiş, etrafa huzur ve sağlık olarak yayılmıştı. Etrafta işleyen, dolaşan çalışanlarının hiçbirinin yüzü asık değildi. Çiftliğin kâhyasının yönetiminin iyi olduğunu anladı.
Evin çevresinde bir tur dolaştıktan sonra eve geri döndü. Havanın kararmasına daha iki saat vardı, eğer hemen yola çıkarsa geldiğinden daha hızlı İstanbul'a dönebilirdi. Evin kâhyası Rıza Efendi'yi üst katta, merdiven başındaki odadan çıkarken görünce seslendi.
"Rıza Efendi, bizim arabayla gelen boşta bir at vardı. Bizim arabacı Seyfi'yi bulursan gösterir. O atı yol için hazırlatırsa, bir an önce yola çıkmak istiyorum. Geceye kalmayayım."
Rıza Efendi başını salladı. "Hazırlatırım beyim."
"Nereye gidiyorsun hemen oğlum?"
Salih çapraz odadan çıkan Afife Hanım'a döndü. Hemen arkasında annesi vardı. Salih annesinin kalmayacağını anlattığını sanıyordu ama Afife Hanım'ın şaşkınlığına bakılırsa söylememişti. Ona doğru yürüyen kadınların biraz daha yaklaşmasını bekledikten sonra konuştu.
"İşlerim yüzünden geri dönmem gerekiyor efendim. Gülçehre Hanımefendi'den izin almıştım, sizin de haberiniz olduğunu düşündüm."
"Bana diyen olmamıştı." dedi Afife Hanım, Sema Hanım'a doğru soran gözlerle baktı.
"Fikri değişir diye düşünmüştüm ama demek ki, işleri gerçekten yoğunmuş."
Afife Hanım genç adamın üstüne gitmedi. Sonuçta işi gücü bırakıp onlara yoldaşlık yapmaya buralara kadar gelmişti. Anlayışlı bir tavırla gülümsedi.
"Nasıl istersen öyle olsun ama arabalardan birini al. Zaten yoruldun, bir de at üstünde helak olma. Akşam yemeğini erken yeriz, sen de vakitlice dönersin."
Salih fikre karşı çıkmadı. Arabayla dönmek vakit alacaktı ama at üstünde oturmaktansa rahat koltukta yolculuk etmeyi yeğlerdi. Kenarda onları bekleyen Rıza Efendi, değişen emre göre hazırlığını yapmak için evden dışarı çıktı. Salih ise yemeği beklemek için yemek salonun yanındaki geniş odaya yöneldi, Afife Hanım, annesine evi gezdirecekti, onlara katılmaya gerek duymadı. Pencereye dayalı minderli divanda oturup dışarıyı izlemeye başladı. Kapının ağzında bir tıkırtı duyduğunda bostana kaçak girmiş oğlağı izlemeyi bırakıp başını kapıya çevirdi.
Gülçehre Hanım bastonuna dayanarak yavaş adımlarla odaya giriyordu. Hemen ayağa kalkıp yaşlı kadına destek oldu.
"Dinlendiniz mi hanımefendi?"
"Dinlenmek için odama geçmedim, süsümü tamamlamak için geçtim." dedi kadın. "Benim yaşımda bir kadının tuvaletine dikkat etmesi gerek. Özellikle evimde senin gibi hoş bir beyzade varken."
Salih kadına gülümsedi ve şakasını karşıladı. "Bu özeniniz beni benden aldı hanımefendi ama ne gerek var. Her halinizle gülün naif çehresini taşıyorsunuz, isminizin güzelliğini tabiatınızla birleştirmiş nadir hanımlardansınız."
Kadın sözlerin hoşuna gittiğini belirtircesine kıkırdar gibi bir kahkaha attı. "Salih, oğlum buraya daha sık gelmelisin. Son zamanlarda bana bu kadar güzel iltifat eden bir erkek olmamıştı."
"Dillerini lal eden zarafetiniz yüzünden olsa gerek."
Gülçehre Hanım daha bir zevke geldi, ışıltısını yeniden kazanan gri gözleriyle Salih'i süzdü. "Bizim kızı nasıl tavladığını şimdi anladım, pek laf cambazıymışsın sen."
"Henüz Yasemin Hanım'ın ne gönlüne, ne de beynine hitap edebildim." dedi yan taraftaki koltuğa oturdu. "Bizim aramızdaki bir çeşit alışma dönemi, tamamlayabilirsek ne mutlu."
Kadın beyaz kaşlarını çattı. "Alışma mı? Oğlum biraz hızlı olmamış mı bu dönem? Önce aşk, sonra sevgi, hadi o da azaldı, o vakit alışkanlık başlar. Siz pek hızlısınız maşallah!"
Salih ona yabancı olan bu yaşlı hanıma nasıl açıldığına hayret ederken son sözleri karşısında başını eğdi. Gülçehre Hanım genç adamın kararsızlığını izledi. Aklında her ne varsa; tek başına çözebileceği bir şey olmadığına emin oldu.
"İstanbul'a dönmen için benden izin aldın." dediğinde Salih kaşlarının altından ona baktı. "Git ve düşün. Sonra çiftliğe geri gel. Yasemin'i uzaktan zapt edemezsin, onun da sırası gelir ama önce kıymetini göster ki, seni sahiplensin."
Salih doğruldu, yanakları utancından yanıyordu. Boğazını temizlemek için yumruk yaptığı elini ağzına götürdü ve öksürdü. Nihayet konuşacak kadar sesi kazanmıştı, fakat ne demesi lazımdı? Gülçehre Hanım'ın bilgece söylediği kelimelerin, onun düşünceleri olduğunu anlaması için duyması gerekiyordu demek ki. Gülçehre Hanım tekrar konuşunca kadına baktı.
"Utanma oğlum, ben ikinizin de teyzesiyim. Konuştuklarımız aramızda kalacak emin ol." Güldü. "Zaten bu yaşta söylediğimi kapıdan dışarı çıkmadan unutuyorum."
Salih yaşlı kadına içtenlikle gülümsedi. Gülçehre ona doğru uzanınca Salih doğruldu, kadının elini tutup öptü ve alnına koydu. Yerine otururken daha rahat bir sesle konuştu.
"Yasemin Hanım'ı zorlamak gibi bir düşüncem yok efendim. Gözünde değerlenmediysem zaten boşa uğraşırım."
"Onun düşünceleri basit değildir. Çok düşünür ama doğru düşünür." dedi sır verir gibi gizemli bir tavırla eğildi. "Bence fazla okuyor. Sorun orada."
Salih kadının lafına gülüp alay eder görünmemek için dudağını ısırdı ve ciddiyetle başını salladı.
"Haklısınız hanımefendi, bu devirde çok okuyandan korkmak gerekir."
İki kafadar sohbet ederken odanın kapısına iki gölge yanaştı. Hüma, Yasemin'in koluna yapıştı, fısıldayarak konuştu.
"Ablacığım yakalanırsak çok ayıp olur."
Yasemin parmağını dudağına götürdü. "Şşşt, konuşursan yakalanırız." dedi. "Sadece teyzemin Salih Bey'i nasıl ikna ettiğini dinlemek istiyorum."
"İmkânı yok, ikna edemez." dedi Hüma başını sallayarak.
"Görürsün şimdi." dedi Yasemin kendinden emin bir şekilde gülümsedi. "El mi yaman, bey mi yaman, birazdan hangi odada kalacağını soracağına eminim."
Hüma inanmaz bir baş sallamasıyla gözlerini devirdi. "Tamam, o vakit, ben diğer köşeyi kollayayım. Anneme bari yakalanmayalım."
"Çok geç!" dedi arkalarından bir ses.
Kızlar hiç beklemedikleri bu baskınla çığlık atıp yerlerinde zıpladılar. Tüm plan boşa gittiği gibi saklandıklarına da belli olmuşlardı. Afife Hanım ve Sema Hanım, onları hemen oracıkta paylamak istemedi ama bakışlarından onları bekleyen bir sohbet olduğu çok açıktı.
Yemek için diğer salona geçildiğinde iki kızın ağzını bıçak açmıyordu. Hüma hala utancından kıpkırmızıydı. Yasemin ise yiyeceği azarı kabullenmişti, az önceki konuşmayı daha çok merak ediyordu. Dadısını özlediğini fark etti, o olsaydı yakalanmadan ne konuştuklarını dinleyebilirdi. Geri kalan ahali ise oldukça neşeli bir sohbete başlamışlardı. Salih'in gitme konusunda ciddi olduğu yemekten sonra anlaşıldı. Oturma salonuna geçerken herkesle vedalaştı, Yasemin'e kısa bir baş eğmesiyle selam verip öylece çekti gitti. Yasemin için gecenin devamı renksiz ve neşesiz geçti. Alnındaki şişliği ovalayarak asılan suratını can acısını bahane etti ama tecrübeli gözler bu yalanı yutmadı. Gülçehre Hanım her zaman değil ama bazen yaptığı gibi, uyuklar görünüp dinlemeye devam etti.
Edip Nuri üç-dört gün boyunca uğraşmış ve ekibini toparlamaya yaklaşmıştı. İki kişi dışında diğerleri İstanbul'a doğru yola çıkmışlardı. Azil emri imzalanan Salih Hüsnü ile yarın görüşecekti. Bunca zaman adamın nazırlığa dönmesini beklemişti. Yarın yapacağı görüşmeden sonra adamı kolundan tuttuğu gibi çözmesi gereken bulmacanın başına oturtacaktı. İşin geri kalanını ekibi halledecekti, Salih Hüsnü olanları kabullenmemek de direnirse, Edip Nuri'nin yapacağı şey çok basitti.
Koca köşkte kimse yoktu ve Edip Nuri bundan gayet memnundu. Çünkü katili dışarı salmıştı. Emri gayet açıktı, küçük bir hırsızlık yapacaktı. Ağrılarını dindirmek için kanepeye gidip uzandı, gözlerini yenice kapatmıştı ki, koridorda yumuşak bir ses ve belli belirsiz bir şıkırtı duydu. Tek gözünü açtı ve kapıya baktı. Katil dönmüştü.
***
Adam, Edip Nuri'nin uyanık olduğunu görünce gevşek adımlarla içeri girdi. Elinde küçük bir kese vardı ve şıkırtı sesi bu kumaşın içindekinden geliyordu. Edip Nuri sesi uğursuz olarak addedip sinirli bir soluk alarak doğruldu. Bu hareketi uzun sürmüştü. Ahşap masanın yanında duran katil, adamın yavaşlığını bildiğinden gözlerini Edip Nuri'ye dikerek sabırla bekledi. Sırtına uzunca bir ceket giymişti, kaba kumaştan gömleğinin üst düğmeleri açıktı, saçlarını bedeviler gibi kapatmıştı. Başına sardığı kumaşın bir kısmıyla da ağzını örtmüştü.
"Gören oldu mu?"
"Sokak bekçisi." diye cevap verdi hırıltılı ve alaycı bir sesle.
Edip Nuri, bu vahşi adama doğru tiksintiyle yüzünü buruşturdu. "Öldü mü?"
Ne bir tepki ne bir onay, adam sadece Edip'in yüzüne baktı. Yeterince açıklayıcı olmuştu. Gecenin geç vaktinde asayişi kontrol eden bekçi Hak'kın rahmetine kavuşmuştu. Zavallı adamın tek suçu, görevini yaparken bu deli adamın yoluna çıkmaktı. Edip Nuri zerre üzülmüyordu, onun tek endişesi bu kaybın dallandırılıp budaklandırılarak onun varlığını ortaya çıkarmasıydı. Baştakiler bundan hoşlanmazlardı. Gerçi memlekette kimse kimsenin umurunda değildi ama efendileri, onun bu cesurca hareketi için yine cezalandırabilirdi.
Katilin elindeki torba dikkatini çekti, bastonuyla göstererek sordu.
"O ne?"
Adam elindeki torba şekli verilmiş kumaşı masanın üzerine fırlattı. İçindekiler masaya yayılırken Edip Nuri anlamsızca bir adama bir de masadakilere baktı. Birkaç kolye, bilezik, süslü bir broş ve birkaç tane küpe... Bileziklerden birinin masada dönerek derin sessizlikte çınlamasını izleyen Edip ne soracağını bilemedi. Neyse ki, katil o daha sormadan sorması gereken sorunun cevabını verdi.
"Fermanı ararken ihtiyarla karşılaştım."
Edip Nuri sürekli kısık durmaya alışmış gözlerini kocaman açtı. Bir an konuşamayacak gibi adama baktıktan sonra öfkesini bastırmaya çalışarak tısladı.
"Yakalandın mı?"
Adam başını salladı ve birer karanlık uçurumu andıran gözlerini Edip'in gözlerine dikti. Edip boğulurcasına konuştu. "Öldü mü?"
Adam yüzünü yarı yarıya örten peçeyi sıyırırken homurdandı. "Bana da hep aynı soruyu soruyorsun, ben bıktım, sen bıkmadın ulan!"
Sakin olmalıydı, deli adamı daha beter dellendirmemeliydi ama adamın tırnaklarındaki kan izlerini görünce midesi bulandı. Kendi elindekileri zor çıkarmıştı, bu adam çıkarmaya bile uğraşmıyordu. Ne pislik, ne hastalıklı bir adamdı bu! Öfkesi beynini kızıla bularken adama doğru bir adım daha attı.
"Herifi öldürmen gerekmiyordu! Sadece fermanı alacaktın! Emrim bu kadar basitti ama sen ne yaptın? Elinde iki ceset ve iki avuç altınla çıkageliyorsun! Kafan hiç mi çalışmıyor senin?"
"Höst lan!" diye kükredi katil aniden. Edip Nuri tedirgin bir tavırla gerileyince, memnun olan katil sakinleşerek devam etti. "Meraklanma zerzavat, kimse cinayetimin sebebini bilemez. Ettiğimi gizlemek için bulduğum kıymetli eşyaları toparladım. İki ihtiyarın ve gece bekçisinin uçuşuna kılıf yaptım. Beni hırsız sanacaklar ve sadece bu nedenle kimse peşime düşmez. O kadar delibozuk adam varken hırsızlık yapan bir katille mi uğraşacak devlet. Ha... Unuttum, bir de konağın kapı nöbetçisi var. O da Allah'ın rahmetine kavuştu."
"İki ihtiyar mı?" dedi Edip afallayarak. "Kim o? Karısı mı?"
Katil cevaplamaya bile tenezzül etmedi. Edip Nuri verdiği her işi bir vahşet gösterisine dönüştüren adama, ne düşüneceğini bilemeden bakıyordu. Bir yandan adamı yanında tutmaktaki zarar ve faydasının oranını karşılaştırıyordu. Acaba çok mu öngörüsüz davranmıştı bu adamı yanına alırken? Tek bildiği, bir faydası varsa dahi, bu oranın gittikçe azaldığıydı.
Adam hiç kararsız kalmadan bir gecede üçü evden biri dışardan dört kişiyi öldürmüştü, hem de hiç rahatsızlık duymadan ve soğukkanlılıkla. Katil Edip Nuri'nin kendisi hakkında düşündüğünü anlamış gibi elini cebine attı ve üstüne kan bulaşmış kırışık bir kağıt parçasını masaya, kanlı altınların yanına atıverdi. Sonra arkasını döndü ve Edip'in kararını önemsemeden onun canavar inine benzettiği odasına doğru yollandı.
Edip Nuri kanlı kağıda bir süre baktı. Ne olduğunu biliyordu, yine de kontrol etme güdüsü ağır bastı. Bunda da yanlış yaptıysa... Uçlarından dikkatlice tutarak kağıdı açtı. Tamam, bu Kamil Talat'a verilen sahte mühürlü fermandı. Gergin bedeni biraz olsun gevşedi ve rahatladı. Masanın çekmecesinden kibrit alıp kağıdın ucunu tutuşturdu. Kanla nemlenmiş kağıt yavaşça yanarken kağıda bakan Edip'in gözleri, loş odada uğursuzca parıldadı. Katilin tamamen hayal kırıklığı olmadığına hükmetti. Sadece biraz ehlilleştirilmesi gerekiyordu. Adam, arada beliren çıkışları dışında, ona sadıktı da...
Alev parmaklarına doğru yükselmeye başlayınca, çoğu küle dönmüş kağıdı temelli yanması için kristal kül tablasının içine bıraktı. Kanıtların tümü ortadan kaldırılmıştı. Canlı cansız deliller suçları dillendiremeyecek hale getirilmişti. Hafifçe sırıttı ve kesik bir nefes aldı. Ona kalan yarını beklemekti. Taşları dizmişti, şimdi piyonların hareketini bekleyecekti.
***
Salih büyük bir üzüntü içinde, babasıyla birlikte mezarlıktan ayrılmıştı. Birlikte nazırlığa gidiyorlardı. Babası, Sadık Muhsin Bey'i ziyaret edecekti. İki adam mezarlıkta sözleşmişlerdi. Yaşlı çifti toprağa teslim etmelerine rağmen hiç kimse Kamil Talat Bey ve eşinin adi bir hırsızlık sonucu katledilmesine inanamıyordu. Kimse bir şey duymamış, görmemişti. Zaten olaya şahit olanlar da şu an yaşamıyordu.
Kamil Talat Bey'in yalısından üç cenaze çıkmıştı, bu kayıplardan başka mahallenin aşağısındaki köprüsünün altında da gece bekçisinin de cesedi bulunmuştu. Toplamda dört cinayet işleyen katil veya katiller, evdeki bir avuç ziynet eşyasını da beraberlerinde götürmüşlerdi.
Babası iki hafta içinde dostlarından ikincisini kaybettiği için dalgın bir üzüntü içindeydi. Salih ise öfkeli bir ruh hali içinde hayalet gibiydi. Aklındaki fikre göre, konağa sıradan bir ziyaretçi misali sızıp amirini katleden canavarları bulmak istiyordu. Nazırlığa yaklaşmışken babasından izin isteyip yolda indi. Babası üzüntüsünden pek kendinde değildi, neye tamam dediğini bilmeden genç adamı onayladı.
Salih hemen ivedi adımlarla boğaz tarafına döndü. Kamil Talat Bey'in matem içindeki yalısına dek duraksamadı. Genç adam ağlaşan kalabalıkla karşılaşmayı bekliyordu ve kalabalığın aksine ağlayarak kendi acısını yasla boğacak kadar sakin değildi. Küçük bir ipucu temennisiyle, insanların arasından sıyrılarak yalıya girdi.
Rahmetlinin üç oğlu mezarlıktan yeni dönmüş, akrabalarıyla büyük salonda taziyeleri kabul ediyorlardı. En küçük oğul henüz on yedi yaşındaydı ve olay olduğu sırada yalıda, uykudaydı. En çok kahrolan da o genç adam olmuştu, hemen üstteki odada annesi ve babası öldürülürken; kendisi yatağında huzurla uyuyordu. İyi ki, uyuyordu, Edip Nuri'nin dehşet iblisiyle karşılaşma gafletinde bulunsaydı; evden üç yerine dört cenaze çıkardı. Bunu biz biliyoruz ama acı içindeki genç adam bilemezdi, bilse de pek umurunda olmazdı.
Salih gelir gelmez taziyeye katıldı. Sonra da Nermin Kamil Hanım'ın özel hizmetçisi olan Lamia'yı aradı, buldu. Kadın kendinden geçmişti ağlamaktan, mutfaktan dışarı çıkarmıyorlardı. Sorgusu bile doğru dürüst yapılamamıştı zavallı kadının. Salih kadını karşısına aldı ve ciddi bir tavırla konuşarak bir parça toparlanmasını sağladı. Hırsızların hak ettiği cezayı bulmasını istiyorsa onun bir sorusuna cevap vermesini istedi.
"Çalınan eşyalar nelerdir?"
Lamia sağa sola sallanarak hıçkırdı. "Baktım da anlayamadım henüz beyim. Gözlerim görür ama aklım kavrayamıyor."
"Sorguya gelenlere söyledin mi bir şey?"
"Hiçbir şey duymadık ki beyim, ne söyleyeyim. Evin içinde şeytanlar dolaşmış biz akılsız mahlukatların hiçbiri anlayamamış. A canım hanımım, ah, ah..."
"Kaybolan eşyaları sordular mı?"
"Kimler beyim?"
"Kolluklar, Lamia, düşün. Sana hırsızlık hakkında bir şey sordular mı?"
Lamia zorlanarak hatırlamaya çalıştı, bir yandan da burnunu siliyordu. "Sormadılar, sanırım... Sormadılar."
"Hırsızlık olduğunu bildikleri halde neden sormadılar acaba?" dedi kendi kendine Salih. Sonra kadına döndü. "Lamia Hanım, bak bu konu çok önemli. Neler kayboldu bir bakıver, senden başkası hanımın eşyalarına vakıf değildir."
"Yukarıyı temizliyorlar..." dedi titrek bir sesle, sonra kendini yeniden koyuverdi. "Bakamam şimdi beyim, odaya giremem. Yemin billah giremem. Sonra girer misin desen zor... Hala gözümün önünde... Zavallı hanımım... Cehennem böyle bir şey olsa gerek!"
Salih yeniden geleceğini söyleyerek kadını hizmetçilere teslim etti. Kontrol etmesini de sıkıca tembihlemeyi ihmal etmedi. İçinden bir ses, çalınan eşyaların uzakta olmadığını söylüyordu. Bir gün mutlaka gün yüzüne çıkarmak zorunda kalacaklardı. Çünkü can yakanların asla cezasız kalmayacağına inanıyordu.
Nazırlığa döndüğünde babasının Sadık Muhsin ile binadan ayrıldığını söylediler. Dertleşmeye gitmiş olsalar gerek diyerek, kendi odasına yöneldi. Kapısına varmıştı ki, hizmetli tarafından çağırılınca girmeden adama döndü. Kamil Talat Bey'in odasına çağırıldığını duyunca içi cız etti. Üstüne toprak atılmış amirinin odasına girmek onun için zor olsa da ayaklarını sürüyerek yürüdü. Kapıyı bekleyen bir kâtip olmadığından kapıyı tıklatıp içeri girdi.
Odadaki adamları görünce şaşkınlığı, üzüntüsünden baskın geldi. Sadrazam yaveri Nejat Bahri ve ne iş yaptığını bilmediği Edip Nuri, misafir koltuklarına kurulmuşlardı.
"Gel şöyle Salih Hüsnü." dedi Nejat Bahri. "Ayakta durma."
Salih konunun uzun olacağını tahmin ederek iki adamı karşısındaki koltuğa oturdu. Edip Nuri sessiz kalırken diğeri konuşmayı eline aldı.
"Başın sağ olsun, kaybımız hayal edilemeyecek derecede büyük."
"Hepimizin başı sağ olsun efendim." dedi Salih. "Allah geride kalanlara sabır versin."
"Âmin." dedi Nejat Bahri, koltuğundan biraz doğrularak devam etti. "Acımız baki ama hayat sürüyor, yapılacak işler, halledilecek meseleler var. Hakkın rahmetine kavuşmamış olsaydı, Kamil Talat Bey de şu anda yanımızda olacaktı ama ne yazık ki, kader onun yokluğunda görüşmeyi nasip etti."
Salih konunun gittiği yerden huzursuzluk duyarak kaşlarını çattı. Nejat Bahri yanındaki adama kısa bir bakış attıktan sonra baklayı ağzından çıkardı.
"Rahmetli seni görevinden azletmişti, yaptığımız anlaşma sonucunda." dedi ve yan tarafındaki küçük sehpanın üzerindeki zarfı alıp Salih'e uzattı. "Okumak istersin belki."
Salih şaşkınlıkla zarfı aldı, Kamil Talat Bey'in onu memurluktan çıkarmasına anlam veremeden zarf şeklinde katlanmış emri okudu. Nejat Bahri bir yandan konuşmaya devam ediyordu.
"Beyefendinin yaptığı bu fedakârlığı yanlış anlama Salih. Seni daha iyi yerlere getirmek için nazırlıktaki görevine son verdi, çünkü başka bir teşkilata katılman konusunda bizimle hemfikirdi."
Başını kaldırıp konuşan adama baktı. Nejat Bahri anlayışlı bir tavırla gülümsedi. "Başına gelecek talihsizliği hissetmiş gibi seni daha yararlı olacağın bir göreve alınmanı sağladığı için dua etmelisin. Zavallı adamcağız..."
"Dua ediyorum ama ben sizi anlamakta zorluk çekiyorum efendim. Memurluktan azlim demek devletten uzaklaşmam demek. Bana böyle bir kötülüğü neden yapsın?"
Gücenir gibi doğrulan Nejat Bahri yüzünü buruşturdu. "Kötülük değil Salih, tam tersi iyilik. Hem devletine daha yararlı olacaksın hem de kendi geleceğini garanti altına alacaksın."
Azil emrini katlayıp cebine koyduktan sonra hayal kırıklığı ve üzüntüyle ayağa kalktı. "Özür dilerim efendim, ben bu işte bir iyilik göremiyorum. Şimdi izninizle madem azledildim nazırlıkta durmamın bir..."
"Yerine otur Salih." dedi adam, emredici bir sakinlikle. "Dediklerimi bitirmedim. Bu senin rızanın beklendiği bir atama değil, bizzat devlet büyükleri tarafından yapılmış gizli bir anlaşmanın mahsulü bir atamadır. Azledilmenin büyük bir gayesi var ve açıklamam bittikten sonra yeni amirinin emri altına gireceksin."
Salih oturmadan hisleri yüzünden sert bir sesle sordu. "Mantığımın almadığı hiçbir işte çalışmayacağımı söylemek isterim."
Nejat Bahri, onun huzurunda asilik yapan genç adamı gittikçe kabaran bir öfkeyle süzdü. Ne hakla kendisine karşı çıkabiliyordu? Koca imparatorlukta onun emri üzerine kim itiraz edebilirdi? O, cihan padişahının sözünü taşıyan sadrazamın ağzıydı. Bu dar kafalı Salih züppesi de kim oluyordu?
Edip Nuri, Nejat Bahri'nin değişen yüz ifadesinden fırtınanın yaklaştığını gördü ve hemen araya girdi.
"Kıymetli beyefendi, isterseniz Salih Hüsnü Bey'e durumun vahametini ben açıklayayım. İnanıyorum ki, beni dinlerse tüm kalbiyle hak verecek ve katıldığı bu teşkilatın üyesi olmaktan gurur duyacaktır."
"Sizi neden dinleyeyim beyefendi?" dedi Salih gönlünün sıkıntısıyla kükrer gibi.
Nejat Bahri sinirle ayaklandı. "Çünkü bu dakikadan itibaren senin amirin Edip Nuri Bey'dir. Bu çok önemli görevi ret ettiğin takdirde vatan haini sayılacağını belirtirim. Ona göre, kararını ver! Eğer hala diretirsen, dua et, devletin elinin uzanamayacağı bir yer bulasın."
Nejat Bahri tehdidini savurduktan sonra bir hışım odadan çıktı. Vatan haini! Salih duyduklarından sonra Pierre'nin ona hediye ettiği bilgileri öğrendiğine hayıflandı. Tahmin ediyordu ki, bu iş onun bu bilgisini sömürmek üzere ona verilmişti. Şimdi her şeyi boş verip odadan çıkarsa onu mutlak bir ölüm bekliyordu. Sadrazamın yaverinin söylediklerini kulak arkası yapamazdı.
"Lütfen oturun Salih Bey."
Edip Nuri'nin sesiyle kendini yeniden koltuğa bıraktı. Edip Nuri'nin çok konuşmasına gerek kalmamıştı. Salih feda edeceği çok şey olduğunun farkındaydı. Vatan haini sayılan bir evlat, suçsuz da olsa, annesini babasını çok üzerdi. Kurmaya çalıştığı hayatın çekiciliği de aklını karıştırıyordu. Kaçsa da, onu bir şekilde bulurlardı ve darağacında sallandırırlardı. Zaten kaçarsa ayrı bir rezillikti, kaçmayacağını biliyordu. Elini kolunu bağlayan ölüm değildi, geride kalanların duyacağı utanç ve azaptı.
Edip Nuri teşkilat toplantısı için bir hafta beklemeleri gerektiğini söyledi. Ona bir adresin bulunduğu küçük kâğıdı uzattı. Salih duygularından azade, kâğıdı adamın elinden aldı. Bu kâğıdı da adamdan aldığı diğer kâğıt gibi atmak isterdi ama yapamayacağını biliyordu. Edip Nuri görevin hassasiyetinin getirdiği gizlilik konusunda Salih'i uyardı. En yakınlarına dahi açıklamamasını tembihledi. Devlet işinden ayrı bir meslek edineceğini söyleyecekti. Matem havasından kurtulduktan sonra buluşmak için anlaştılar ve ayrıldılar.
Genç adamın derin bir üzüntü ve çaresizlikle nazırlık binasından ayrılışını, huzur dolu bakışlarla at arabasından izleyen Edip Nuri bir çocuk gibi sevinçli ve heyecanlıydı. Nejat Bahri'nin çıkışı bu kibirli genç üzerinde inanılmaz bir etki yapmıştı. Asılma korkusuyla hiç itiraz etmeden onu dinlemiş ve ikna olmuştu. 'İşte' dedi içinden, 'En büyük korku kaybetmektir, maldan öte can tehlikeye girince en burnu büyükler bile köle olur.'
Bir haftalık izni vermesinin sebebi, Salih'in boyun eğişini kabullenmesini beklemekti. Kamil Talat'ın ölümünden sonra hayatının değişmesini kaldıramayabilirdi. Bir sebebi de, teşkilat binası olarak kullanılacak iki katlı konağın hazırlanmasını beklemekti. Şimdilik Salih'i köşke almamaya karar vermişti, ona iyice güvenmesini bekleyecekti. Listedeki son kişiyi almak için sürücüye seslendi.
"Sultanahmet'e sür, Hapishane-i Umumiye kapısına!"
***
Tüm bu üzüntü birkaç haneyi ilgilendiriyordu. İstanbul'un çoğu için hayat; neşesiyle, tasasıyla, heyecanıyla, dedikodusuyla devam ediyordu. En konuşkan çenelerin başını çeken Hayriye Hanım boş durmamış o evden bu eve dolaşarak olan biteni öğrenmeyi kendine iş edinmişti. Son duyduğu havadis onu ziyadesiyle heyecanlandırdığı için ev sahibiyle alelacele vedalaşmış ve çarşafını üstüne geçirip doğruca eve topuklamıştı. Eve girer girmez soluklanmadan Perran'ın odasına koşturdu.
"Perran, Perran!"
Hizmetliler hanımın bu coşkun hallerine alışkın olduklarından pek umursamadılar. En akıllı hareketi yaparak günlük işlerle meşgul etmeyerek kadıncağızın önünden çekildiler. Perran ise annesinin heyecanı karşısında aşk acısı çeker göründüğü yatağından fırladı.
"Hayırdır anneciğim, bu ne taşkınlık!"
Hayriye Hanım odaya daldı ve kendini koltuğa bıraktı. "Ay, biraz soluklanayım." diye eliyle masayı gösterdi.
Perran ne istediğini anladı ve hemen bir bardak su doldurup sıcakta koştuğu için patlayacak gibi olmuş annesine uzattı. Bir yandan da annesi tarafından miras aldığı merakla sordu.
"İçiverin de hemen söyleyin anneciğim, valla beni korkutuyorsunuz."
Yudumların arasında konuşmayı ihmal etmedi Hayriye Hanım. "Korkacak bir şey..." bir yudum daha. "Yok kızcağızım. Ama duyduklarıma inanamayacaksın. Çok geç aldım haberi, hiç böyle olmazdı hayret."
Kız yarılanmış bardağı annesi çabucak içsin diye eliyle kaldırdı. "Ben de duyaydım keşke."
"Dur, ayol, beni mi boğacaksın? İçtiğim boğazıma dizildi."
"Benim de merakım göğsümü daralttı, konuş da öyle iç anne!"
Hayriye Hanım bardağı kucağına koydu ve irileştirdiği gözleriyle daha da hinleşen bir yüz ifadesiyle anlatmaya başladı.
"Az önce Ayten Hanımlarda kahve içiyorduk, bahçesine yeni düzen getirmiş haspa. Havasını bize atıyor. İki bahçıvan tutmuş, avuç kadar ot için..."
"Bana ne kadının bahçesinden anne!"
"Çatlama kızım, anlatıyorum işte. Her neyse bakılacak bir yanı yoktu zaten bahçesinin. Biz otururken Feride Hanım çıkageldi, tanırsın o çenebazı. Allah onun çenesine düşürmesin, pek ara bozar, gelinini de..."
"Gelinini de eşekler kovalasın, anlat anneciğim."
"Tamam, patlama. Bu Feride Hanım, çapkın Behzat'ın babaannesinin komşusu ya, şu Yasemin'e talip olan beyzade. İşte, o. Sen durup dururken kalksın, dört gün önce apar topar ninesini önüne katsın, doğruca av köşküne yollansın. Av köşkü dediğim yer de meğer Afife Hanım'ın teyzesinin çiftliğine komşuymuş. Afife Hanım da dünürüyle teyzesinin yanında ziyarette imişler. Çapkın Behzat gururunu kıran kızın ardından gitti diyorlar. Kız nişanlı dedimdi, meğer nişanlısı yanlarında değilmiş. Onları bırakıp da gelmiş."
"Deme!"
"Ben değil Feride söyler. Babaannesi ile Afife'nin teyzesi pek samimiymiş. Behzat ne yapar ne eder kızın gönlünü çeler diyorlar ve ben de buna parmak basarım. O veled-i ziyanın dert edindiği kızdan hayır gelir mi?"
"Onu deme işte, anneciğim. Yasemin benim arkadaşım."
"Valla, onu bilmem Afife de benim arkadaşım ama konu, çapkınlar şahı Behzat."
"Salih Bey'in haberi yok mu acep?"
"O konu pek karışık, gencin haberi var mı yok mu bilinmez ama kederli bir hali varmış. Başını kaldırmadan etrafta dolanır dururmuş, işe de gitmiyormuş kaç gündür. Yol boyu uğradığım kapılardan da bir şey çıkmadı, bir iş var bunda ama hayırlısı."
"Onların ağzı çok sıkı anneciğim." dedi Perran yatağın üstüne oturdu. "Görünenden başka bir şeyi zor öğreniriz."
Hayriye Hanım, bu konuda kızına katılmak zorunda kaldı. Ne alemi vardı dünya işini kullardan saklamanın. Aklına gelen fikirle doğruldu.
"Sen Gülçehre Hanım'ın çiftliğine bir uğrayıversen."
"Ne maksatla?" dedi ama herhangi bir maksadı kabullenmeye razı bir heyecanla doğruldu.
"Maksat ne olacak, Yasemin! Edirne'deki amcana gidiyordun arkadaşının yanına bir uğrayıverdin. Bir bak ne durumdalar, sonra geri gelirsin."
"Hayır demem ama babama ne diyeceğiz?"
Hayriye Hanım elini salladı. "Aman onu bana bırak, amcanın kızını özlediğini söylerim, sonra da yarı yolda arabanın seni hasta ettiğinden Yasemin'e uğradığını."
"Yalanı yutar mı acaba?"
"Ben yalanı şerbetlerim itiraz etmeden yutar, merak etme sen."
Perran isteksiz görünmeye bile uğraşmadan kabul etti ve yol için hazırlanmaya başladı. Hayriye Hanım, ulaşacağı dedikoduları düşündükçe gözleri ışıldıyor, kalbi küt küt çarpıyordu. Arabayı yarın sabah için hazır etmelerini söylemeye kâhyanın yanına gitti. Perran'ı içinde beliren umut kıvranmalarıyla baş başa bıraktı.
Perran şansına inanamıyordu. Yasemin Behzat ile aynı çatının altında biraz vakit geçirsin, bundan sonra kaderin kötü bir cilvesiyle parmağına geçirdiği yüzüğü atıverirdi. Behzat'a zaten sevdalıydı, olmasa bile Behzat onun gönlünü çelecek yetenekteydi. Böylece Salih ona kalacaktı.
"Ah, sürmeli paşazadem." diye iç geçirdi ama hemen ağzını kapattı. Neme lazım, annesi odasını dinliyorsa duyup işkillenebilirdi.
Bu olayı kesinleştirecek bir şeyler daha olmalıydı ama ne? Behzat'ın Yasemin'e talip olduğunu duymayan kalmamıştı. Yanlış mektubu sahiplenen Salih, yakın arkadaşından önce davrandığı için kızı kapmıştı, Behzat da gerçek bir beyefendi gibi geriye çekilmişti. Şimdi de, ya son bir atak için, ya da gönlündeki daralmayı temiz havayla hafifletmek adına av köşküne gitmişti. Acaba Salih'in bu konudaki düşüncesi neydi? Olduğu yerde oturup meraktan çatlamayı mı bekleyecekti? Hemen toparlandı, ipekli üstlüğünü sırtına geçirdi. Annesine çarşıya çıktığını söyleyerek sessiz dadısını yanına alarak konaktan ayrıldı. Paşazadesi evine varmadan yetişebilirlerse ne ala!
Salih konağa doğru dalgın adımlarla yürüyordu. Bir gün içinde başına daha fazla ne gelebilirdi? Felaketler birbiriyle yarışır gibi arka arkaya gelmişti. Salih buna da şükür diye düşünürken telaşla arkasından koşan Perran'ı fark etmedi. Keşke daha önce şükretseydi, belki Perran'ın aklına hınzırlık gelmezdi.
"Dadı, kaldır ayaklarını. Kaçıracağız beyzadeyi senin yüzünden."
"Önden git Perran'ım benden hayır yok."
"Ye iç, ye iç sonra benden hayır yok." Diye dişlerinin arasından söylenen Perran, dadısını bırakıp gitmeyi de gözü yemedi. Sahipsiz biri gibi genç adamın karşısına çıkamazdı ki. O yüzden dadısının koluna girdi ve neredeyse kadını sürükleyerek çekmeye başladı. "Kısmetime mani oluyorsun valla."
"Ay, şimdi çatlayacağım."
"Çatla, patla ama yetişelim paşazadeye."
Perran'ın üstün gayreti sayesinde Salih konağın kapısına varmadan ona yetiştiler. Perran soluklanmayı bile düşünmeden olimpiyat yarışının galibi gibi öne çıktı.
"Ah, ne büyük tesadüf! Salih Hüsnü Bey değil mi o?" Dalgın Salih'in duymadığını, yürümeye devam ettiğini görünce gırtlağını daha da açarak bağırdı. "Dünya ne küçük, bak kimle karşılaştık dadı, Salih Hüsnü Bey! Hu hu!"
Salih uykudan uyanır gibi etrafına bakındı. Ona doğru gelen iki kadını görünce başka birine seslendiklerini düşünüp arkasına yana baktı, ondan başka kimse yoktu. Birbirine çarpan testiler gibi kendisine gelen kadınlara yeniden döndü.
"Bana mı seslendiniz hanımlar?"
Perran ilgiyi çektiğinden yavaşladı. "Elbette size seslendim. Adınız Salih Hüsnü değil mi sizin?"
"Öyle." dedi ve dikkatlice, konuşan genç kıza baktı. Genç olan karşısında durmuştu ama diğeri hala tıslayarak gelmeye çalışıyordu. Genç kızın tül peçesinden görünen büyük gözleri, ona aşinaydı ama tam tanıyamadı.
"Beni tanımadınız mı yoksa?" dedi Perran gücenik bir sesle. "Gerçi bir kere karşılaştık, yüzümde peçe yoktu. Benim ben, Yasemin'in arkadaşı Perran. Nişanlınızın konağında tanışmıştık."
"Bir an hatırlayamadığım için özür dilerim. Bugün aklım pek yerinde değil."
"Ah, evet, duydum. Başınız sağ olsun beyefendi."
"Teşekkür ederim." dedi Salih ve tedirgince etrafına bakındı. Nişanlı ama hala bekâr bir erkeğin sokağın ortasında bir genç kızla sohbet etmesi hoş karşılanmazdı. Yanlarında Perran'ın dadısı olsa da rahatsız oldu. "Karşılaştığımıza sevindim ama..."
"A, a gözünüze ne oldu?"
"Küçük bir kaza, önemsiz."
"Büyük geçmiş olsun, nazar değmiştir kesin. Keşke vakit olsaydı da bir dua okuyuverseydim size."
"Hiç gerek yok Perran Hanım. Dediğim gibi karşılaşmamıza sevindim..."
Perran lafı kapatmaya çalıştığını fark edince hemen lafını kesti. "Nasılsınız diye merak etmiştim. Hasta filan mısınız?"
Salih şaşaladı. "Sıhhatim gayet yerinde Perran Hanım. İnşallah siz de iyisinizdir."
"Ben iyiydim, iyiydim de... Neyse siz daha iyi bilirsiniz..." dedi geçiştirmek ister gibi elini salladı. Bir yandan da Salih'in tepkisine kulak kesilmişti. Bu laftan sonra Salih'in oltaya takılması gerekiyordu. Ama olmadı.
"İyi olduğunuza sevindim, sizi yolunuzdan etmeyeyim. İzninizle."
"İyiyim demedim beyefendi, iyiydim dedim. Madem merak ettiniz anlatayım. Yasemin'in son olayı sizin canınızı sıktığı kadar benim de canımı sıktı."
"Yasemin Hanım benim canımı sıkacak bir şey yapmadı."
Perran, Salih'i durumuna cidden üzüldü, yakında başına takacağı boynuzun genç adama yakışacağını tahmin ediyordu ama engellerse, ne giyse yakışan Salih'in gözüne girebilirdi. Yanında sessizce duran dadısına bir bakış attı, sanki anlatmak için izin istercesine. Kadın, Perran'ın ne demeye çalıştığını bilmediğinden aval aval bakmakla yetindi, çünkü hala nefes almaya çalışıyordu.
"Söylemeyeyim diyordum ama sizi düşündüğüm için dayanamayacağım. Belki kader beni bu akşamüstü sizinle bu yüzden karşılaştırmıştır. Hah, ne diyordum? Behzat Suphi diye bir beyefendi var, tanır mısınız?"
Salih bıkkınca nefeslendi. "Perran Hanım, kendimi akşam vakti kapı önünde dedikodu yapacak moralde hissetmiyorum. Derdiniz Behzat Bey ileyse onun ile çözmenizi tavsiye ederim, ben karışmak istemem."
"Ama o sizin işinize karışıyor!" dedi son bir gayretle. Behzat'ın Yasemin'in ardından gittiğine emin değildi ama doğruymuş gibi söylerse zararı yoktu. "Behzat Suphi Bey, arkadaşımın ardından toparlanıp çiftliğe komşu olan av köşküne gitmiş. Sebebini, kalbi olan herkes tahmin eder. Duyduğumda o kadar üzüldüm ki, yarın sabah Yasemin ile konuşmak için yola çıkacağım."
Salih beyninden vurulmuşa döndü ama kıza belli etmedi. Soğuk sıcak terlerken sesini sakin çıkarmaya çalıştı.
"Şüphelendiğiniz şey çok çirkin."
"Behzat Bey de çok çapkın." dedi Perran kendinden emin bir tavırla. "Gözümle görmeden içim rahat etmeyecek. Sizin bir dostunuz olarak söyleme ihtiyacı duydum, boşuna karşılaşmadık değil mi?"
Perran, ceylan bakışlarını andıran gözlerin süzüldüğünü ve kırmızı dudaklardaki kanın çekildiğini görünce planının işe yaradığını anladı. Yasemin nasıl kıyıyordu bu masum delikanlıya? Sevmemesi bir yana, hala Behzat ile ilgilenmesine inanmak zordu. Perran onun yerinde olsaydı, Salih'i değil şu anki duruma sokmak, genç adamın yüzünü asmasına dayanamazdı. Cesaret edip bir adım yaklaştı, sır verir gibi fısıldadı.
"Benden duymuş olmayın ama dedikoduya göre; Behzat Bey ile Yasemin bu gezinti için sözleşmişler."
Perran bu yalanı Salih'i temelli habersiz sandığı için söylemişti. Salih'in yüzü öfkeden bembeyaza döndü, mermer heykele dönen genç adam güçlükle konuştu.
"Böyle bir iftirayı atan yaratık, insan mı acep? Ne densizlik! Nişanlımın yanında annem ve kardeşim de var, hoş olmasalar da böyle bir şeye beni kimse inandıramaz. Rezillik! İnsanlar ne kadar acımasız olmuş, masum bir genç kıza iftira atmak ne kolay!"
Perran telaşlandı, fazla abarttığını anlamıştı ama iş işten geçti. Laf dendi, deniz köpürdü. Elini ağzına götürerek endişeyle konuştu.
"Biliyorum, beyzadem, sakin olmak gerekir. Dedim ya, yarın ben gidip konuyu Yasemin'e açacağım."
"Size gerek yok!" dedi Salih. "Asıl konuşanları bulmak gerek."
"Konuşanlar hep aynı kişiler efendim, konuşulanları düzene sokmak gerekiyor. Yasemin pek İstanbul'u bilmez, rahat yaşamaya alışmış. Ben kendisine yol yordam öğretirim, ne kadar yaşça ondan küçük olsam da hanımefendiliğim yaşımdan önde gider."
Salih dedikodulara inanmasa da Behzat'ı tanıyordu. Yasemin'in ona yüz vereceğine ihtimal vermiyordu ve dedikodu yapılması umurunda değildi. Sadece Behzat'ın bu düşüncesizliği yapmasına kızmıştı. Babaannesini alıp köşke gitmesi, hem de bu zamanı seçmesi insanın gönlüne kuşku tohumları ekmeye yetiyordu. Çünkü dediğimiz gibi; Salih, Behzat'ı tanıyordu.
"Arabamız da boş yer var." dedi Perran ondaki düşünceli hali görünce. Salih, Yasemin'den hesap sormaya kalkarsa, arkadaşı kesin yüzüğü atardı. "İsterseniz bize katılın, ben nasıl olsa gideceğim. Dadım, siz, ben... Ne dersiniz?"
"Gitmek istediğimi nereden çıkardınız?"
Perran ne diyeceğini bilemedi ama sadece bir an. Sonra kekeleyerek ekledi.
"E, şey, eğer çiftlikte kendinizi gösterirseniz belki herkes kötü düşünmeyi bırakır."
"Sizinle gitmem de başka bir dedikodu malzemesi olur."
"Katiyen olmaz." dedi hemen. Tabi olmazdı, dedikodunun kaynağı, kendi kızı hakkında kaynar mıydı? "Ayrıca bize yoldaş olacak bir erkek gerekiyordu. Sizden alasını nereden bulacağız?"
Salih kısa bir an düşündü, sonra nefeslenip başını salladı. "Tamam, küçük hanım. Sabah konağınıza kaçta geleyim?"
Sabah ezanıyla birlikte demek isterdi ama kendini tuttu. "Siz zahmet etmeyin, biz toparlandığımızda sizi alırız. Bu yoldan geçeceğiz zaten."
Salih ona da tamam dedi. Perran yeniden sohbet açmasın diye hemen vedalaşıp konağa geçti. Perran da konuşmayı bitirmek için sabırsızlanmıştı zaten, o yüzden Salih'in çabasını değerlendirdi. Daha yapacak çok şeyi vardı, yarın sabaha kadar ancak işi biterdi. Hiç olmadığı kadar güzel olup Salih'i büyülemek için, Allah vergisi süsünün altını çizmesi gerekiyordu. Ne güzel bir gündü, bugün! Ah, ah!
***
Parlak güneşin ısıttığı parıldayan bir yaz günüydü. Kullanılmaktan iyice sertleşmiş toprak yolu arkalarında bırakan kafile, küçük taşlarla kaplı sapağı geçeli bir saat anca olmuştu. Önden giden at arabasını takip eden iki atlı vardı, biri Salih Hüsnü, diğeri konakta çalışan genç bir çocuk olan Tacettin. Arabanın perdeli penceresi yola çıktıklarından beri bilmem kaçıncı defa aralandı, perdenin arasından dışarı bir baş uzandı. Salih ret etmekten usanmıştı ama Perran hala ümitle soruyordu.
"Hava pek sıcak oldu Salih Bey. Arabamız gayet geniş, lütfen buyurun. Güneşte kavrulacaksınız."
"Ben böyle iyiyim efendim, lütfen, rahatınızı benim için bozmayın."
"Olur mu hiç, bilakis bize katılırsanız rahatlarım."
"Israr etmeyin Perran Hanım, rica ederim."
Perran yenilmiş bir tavırla iç geçirip pencereden kaybolunca Tacettin dayanamayıp kıkırdadı. Salih, kızın ısrarının komikleşmeye başladığını bildiğinden on dört yaşındaki bu gürbüz delikanlıya kızmadı, tam tersi kendisi de gülümsedi. Çiftliğin yoluna girmişlerdi, Yasemin ile çarpıştığı yeri de geçmişti, yani yarım saate kadar çiftlik görünür hale gelecekti. Çarpışmanın yüzünde bıraktığı iz, siyahlığını kaybetmişti, şimdi hoş renkli bir mora dönüşmüştü. Elini gözünün altına götürdü ve sırıtması genişledi. Yasemin'e hala dargındı ama ona yaklaştıkça içindeki neşenin artmasını engelleyemiyordu.
Gülçehre Hanım'ın dediği aklına geldi. Bilge kadın onun yakında döneceğini söylemişti ve şimdi Salih dönüyordu. Behzat ile yüzleşmek için olsa da, kadının dediği çıkmıştı. Uzaktan zapt edemezsin lafına da sonuna kadar katılıyordu. Yanından ayrılır ayrılmaz kuzunun başına kurtlar üşüşmüştü, hem de avlanmayı iyi bilen türünden. 'İnşallah' diye düşündü, 'Behzat'ın köşke gidişi tesadüf olsun.'' Bir şekilde bu geziyi öğrenip bilerek Yasemin'in peşine düştüyse, Behzat'ı onun elinden kimse kurtaramazdı.
Perran arabada uyuklayan dadısına bakıp kös kös otururken Salih'in aklından geçenler bunlardı. Çiftlikte ise ayrı bir oyun dönüyordu. Salih'i uğurladıkları günün ikindisinde, komşuları olan av köşkünden bir misafirleri gelmişti. Şefika Hanım. Bu yaşlı ve arada sırada bunama alametleri gösteren kadıncağız, Gülçehre Hanım'ın eski bir dostuydu. Yazları serinlikten faydalanmak için köşke gelirdi ama bu sefer yanında torunu da gelmişti. Daha önce babaannesine eşlik etmeyen haylaz torun, şimdi gönül yarışına düştüğünden kadını erkenden av köşküne sürüklemişti.
Gülçehre ile Şefika Hanımlar birbirlerine sarıldıktan sonra ev ahalisine kısaca tanıştırıldılar. Yasemin ve Hüma, çiftliği gezmeye çıktıklarından yanlarında yoktu. Kadınların sohbeti pek bir sardı, Şefika Hanım'ı bırakmak istemediler. Akşam yemeğine kalmasını rica ettiler, torununun köşkte yalnız kalmasını istemeyen kadıncağız, Behzat'ı da yemeğe çağırttı. Böylece köşkün içinde sabırsızlıktan kurdeşen döken Behzat akşam yemeği daveti için çiftliğe teşrif etti.
Yasemin aklından çıkmayan Salih'i düşünmemeye çalışarak akşama kadar Hüma ile çiftliği alt üst etmişti. Kızın neşesine ve coşkusuna katılmak istiyordu ama yapamıyordu. Eksiklik hissi bir gölge misali ruhuna çökmüştü. Yasemin görüneni kabullenmek istemiyordu asla kendisine itiraf etmeyecekti, çünkü bir kere kabullenirse... Var gücüyle itiraz etmeye karar verdi. Planına sadık kalacak ve Salih ona bir daha aynı soruyu sorarsa tamam diyecekti.
Yemek vaktine az kala eve döndüler. Temizlenmek için aceleyle yürürken sofranın dışarıya kurulduğunu göz ucuyla gören Yasemin kamelyadaki kalabalığı fark etti. Sırtı dönük bir erkek, karşısında oturan Sema Hanım ile konuşuyordu. Kalbi zıpladı. Hüma'nın elinden tuttuğu gibi çeşmenin başına sürükledi. Neden daha önce gelmemişti? Gülümsemekten kendini alamıyordu. Demek Salih yaptığı eşeklikten pişman olup geri dönmüştü. Aynen yüzüğü yeniden taktığı zaman gibi, ona kıyamamıştı.
"Hüma, tek sabun yetmiyor mu güzelim? İkinci tur da ne oluyor?"
"Çamur tırnaklarımın içine girmiş Yasemin abla. Çıkmıyor."
"Sulanan yere ne girersin ki!" diye söylenen Yasemin gözlerini kısarak battı batacak akşam güneşi yüzünden loşluğa bürünen kamelyaya doğru baktı. Salih hala oturuyordu, başındaki fesi neden çıkarmamıştı ki? Normalde asi saçlarına söz geçiremeyen fesi takmaya bile uğraşmazdı. "Yemeğe geç kalacağız Hümacığım, biraz daha acele et."
"Sen de aynı ağabeyime benzedin Yasemin abla." dedi gülerek. "O da senin gibi kendi acele ettiğinde herkesin acele etmesini ister. Bir şey dedi mi o an yapılacak, mümkün değil, beklemez."
Kaşlarını çattı. "Hiç değil." dedi. "Ben sadece geç kalmak istemiyorum."
"Şurası işte, geç kalmadık ki." dedi elini silecek havluya bakınırken.
Yasemin hemen uzanıp ağaca asılmış raftan bir havlu çekip kıza uzattı. "Zaten ağabeyin geri gelmiş baksana, oturuyor beyefendi. Kim bilir ne zaman geldi? Baksana bize haber verme zahmetinde bulunmadı."
Hüma hemen başını çevirip kamelyaya baktı. "A gerçekten de o mu?"
Gerçekten de o değildi. Kamelyaya gidene kadar Yasemin anlamadı, çünkü Salih'i önemsediğini göstermemek için burnu havada, oturan gence bakmaksızın yürüyüp Gülçehre Hanım'ın yanına ilişmişti. Hüma ise ayrı bir şaşkınlıkla sevinci kursağında kalarak Sema Hanım'ın yanına çöktü.
"Hoş geldin Behzat ağabey."
Yasemin başını öyle hızlı çevirdi ki, boynu küt etti. Salih'i görmeye çabalayan gözleri, karşısında duran süslü gencin yüzünü tanımayı ret ediyordu. Onların gelişiyle ayağa kalkan Behzat otururken Hüma'nın selamını aldı.
"Hoş bulduk Hüma." dedi ve başını Yasemin'e çevirdi. Yanındaki kadınlardan çekindiğinden Yasemin'i aşkın dipsiz kuyularına çekecek çapkın bakışlarından biri yerine gayet masum bakışlarından birini attı. "Sizinle tanışmak yeni kısmet oldu Yasemin Hanım, bendeniz Behzat Suphi."
Yasemin dili tutulmuş bir halde başıyla selam verdi. Behzat kızın şaşkınlığını iyiye yordu, dayanılmaz cazibesine kapılmıştı ne de olsa. Mutluluktan konuşacak hali mi kalmıştı? Çiftlik evinden gelen Afife Hanım ve Şefika Hanım da onlara katılınca yemeğe geçtiler. Behzat'ın muhteşem varlığıyla boğulacakları günler de böylece başlamış oldu.
***
Üst kattaki arka balkonda oturmuş kitap okuyordum. Can sıkıntımı gidermek için satırların büyüsüne sığınmıştım. Can sıkıntımdan başka bir derdim daha vardı, onun adı da Behzat'tı. Hayallerimin kahramanının bu kadar bezdirici biri olacağını söyleseler inanmazdım. Adam parfümle yağladığı saçı bozulmasın diye en hafif rüzgârda dışarı çıkmayı ret ediyordu ve onunla arkadaşlık yapması gereken bizler de evin içine tıkılıp beyefendinin kendini övmesini dinliyorduk. Annemlerin yanında durmak istemiyordu... Çiftliğin kaba toprağında gezinmek istemiyordu... Aman, o bir kedi mi? Hayatta dokunamazdı... Hele o mavi gözlerini süzerek baygınca bana bakması yok mu? Kafasına vurmamak için kendimi zor tutuyordum.
Hüma balkona girdiğinde başımı kaldırıp ona baktım. Bıkkınca ayaklarını sürüdü ve yanımdaki sandalyeye kendini bıraktı. İçim sıkılarak sordum.
"Yine mi geldi?"
Hüma başını onaylamak için salladı ve dudağını sarkıttı. "Annemlerle aşağıda çay içiyor. Ablacığım ben bugün de evde oturmak istemiyorum. Ahıra gitmek istiyorum, iki tane koyun yavrulayacak dedi Bekir efendi, onları beklemek istiyorum."
"Canım, başını beklediğinde mi doğuracak hayvanlar? Doğurunca sana haber ederler, merak etme."
"Behzat ağabeyin eşsiz yeteneklerini dinlemekten eğlencelidir." diye homurdandı.
Kitaba geri döndüm. "Aşağıya inmeyiz olur biter."
İti an, çomağı hazırla!
Kaba bir deyiş olsa da, Behzat balkona girince ilk düşündüğüm söz bu olmuştu. Yine baloya gider gibi süslenmiş, parfümler saçarak balkona adımladı, elindeki bastondan bile gına gelmişti. Gerçi işe yaramadı da değil. Dün bize havlayan bekçi köpeğini korkutmak için bastonunu sallamıştı. Hayvan bu tehdide daha da sinirlenerek ona doğru koşunca, Behzat'ın narin ayaklarının kendi kalçasına değebildiğini görebilmiştik. Zavallı Behzat, hayvanın bağlı olduğunu düşündüğünü bize itiraf edecek kadar korkmuştu. Beyefendinin sporla ilgisinin olmadığı belliydi ama Allah nazardan saklasın iyi koşuyordu.
"Hayırlı günler hanımlar." dedi yüzünde hoş bir gülümsemeyle.
Behzat'ın bakımdan geçmiş yakışıklı yüzüne baktım. Bıyığını taramış, saçlarını başına düzgünce yapıştırmıştı. Fesini moda gereği hafifçe yana çekmiş, düzgün kıyafeti kolalı ve kaliteliydi. Yuvarlak hatlı yüzüne renk veren mavi gözleri ve yanaklarındaki hafif pembelikti. Pembeliğin doğal olmadığını bilecek kadar Behzat ile vakit geçirmiştim. Anlamadığım şey; Salih, bu adamla nasıl iyi dost olabilmişti?
İşin tuhafı Behzat, arkadaşı Salih'ten asla bahsetmiyordu. Merakıma engel olamayan ben, aralarındaki derin dostluğu Hüma'dan öğrenmiştim. Çocukluk arkadaşları olduğunu ve Salih, Avrupa'da bulunduğu sürece görüşmeseler de; İstanbul'a geldiğinde, sadece Behzat ile görüştüğünü anlattı.
"Hoş geldin Behzat ağabey." dedi Hüma, ben de ardından konuştum.
"Hoş geldiniz Behzat Bey." dedim. "Nasılsınız? Dünkü hızlı koşunuz sizi bayağı zorlamıştı, kendinizi toparladınız mı?"
Behzat gölgelikli koltuğa kuruldu. "Aklınızın bende kalmasına müteessir oldum Yasemin Hanım. Benim için üzüleceğinizi öngörmüş olsaydım, sıhhatimle ilgili sizi daha önceden bilgilendirirdim."
Şaka mı yapıyordu? Hayır, gayet ciddiydi. Hüma başını öne eğdi ama sarsılan omuzlarından güldüğü çok barizdi. Boğazımı temizleyip tüm ilgisini bana yöneltmiş Behzat'a gülümsedim.
"Yorgunluğunuzun baskın gelip evden çıkamayacağınızı düşünmüştük. Sürekli bahsettiğiniz gibi dayanıklı bir bedene sahip olduğunuz için çok şanslısınız."
"Öyleyim çok şükür."
Göbeğini biraz daha içine çektiğini fark ettim. Biraz daha översem ve o da tepki olarak göbeğini içine çekmeye devam ederse nefes alamayıp bayılması içten değildi. Bu fikri içten içe benimsedim. Yapıp yapmamayı düşünürken Behzat'ın konuşmaya devam ettiğini fark ettim.
"Spor yapmanın insan bünyesine ters olduğunu düşünüyorum. Bedenimize iyi bakmamız buyurulmuşken neden spor yaparak canım bedenimize azap çektiriyoruz ki? Kasların bir insanı çirkinleştirdiğine inanan biriyim ben. Yiyip içip eğlenmezsek ve dünyanın nimetlerine sırt çevirirsek, asıl o zaman kendi doğamızı ret ederiz."
"Doğanız, göbeğinizi taşıyamayacak hale gelirse ne yapacaksınız?"
Behzat yeniden göbeğine yüklendi, zavallıcık, otururken bu işlemi yapmak gerçekten güç olmalıydı. Emeğini takdir etmek gerekir. Sesi soluksuz çıktı.
"Benim bünyem saat gibi kusursuz çalışır Yasemin Hanım. Göbeğimin çenem hizasını geçeceğini hayal bile edemem."
"Demek ki, dönüşüm olayını iyi kotarıyorsunuz."
Behzat hafifçe kaşlarını havalandırdı. "Efendim?"
"Yani beden içi dönüşümü kastettim."
Havalanan kaşlar şaşkınlıkla çatıldı. "Bir kez daha, efendim?"
"Yok bir şey." dedim elimdeki kitabı kapatarak. Okuma zevkimi yerle yeksan etmişti. Bana müstahaktı, kendim aranmıştım. Başıma Behzat cezasını kendim çağırmıştım, şimdi de çekmem gerekiyordu. Aslında sıkıcılığı dışında bir zararı yoktu. Sohbetlerimiz genelde onun kusursuzluğu ile ilgili olduğundan bir süre sonra insanın beyni uyumaya başlıyordu ama Behzat bunu fark etmiyordu.
"Hüma ile ben ahırı ziyaret edeceğiz, yeni doğum yapan birkaç koyun var da. Bize katılmak istemezsiniz sanırım, pek uygun giyinmemişsiniz."
Burnunu kibarca kırıştırdı. "Şaka yapıyor olmalısınız. Rençber misali hayvanların başını mı bekleyeceksiniz?"
Sabırla nefeslendim. "Rençber, toprakla uğraşan kimselere denir, Behzat Bey..."
"Her neyse." dedi umursamazca başını dikleştirerek. "Benim ilgimi çeken şeyler değil. Size başka bir teklifim olacak. Köşkümüzün bahçesinde dolaşmaya çağıracağım, beni kırmayacağınızı bildiğimden annenizden izin aldım. Tabi, Hüma da bize katılacak."
Hüma'nın ağabeyini andıran dolgun dudakları daha da sarktı. Kaşlarının altından yalvaran bakışlarla bana baktı ama ağzını açmadı. Ret etsem bir türlü, etmesem bir türlü diye düşünürken elinde tepsiyle Arife balkona girdi.
"Size limonata getirdim Yasemin Hanım."
Kıza doğru başımı çevirdim ve gülümsedim. Her zamanki şalvarlı kıyafeti yerine allı güllü desenleri olan çok geniş bir etek giymişti. Başında da aynı canlılıkta renklere sahip bir başörtüsü takmıştı.
"Arife, bu ne şıklık!"
Arife nazlı bir edayla gülümsedi. "Nehir kenarına romanlar gelmiş hanımım, görseniz, bayram yeri gibi. Oyunlar, fallar, renkli çiçekli kumaşlar, türlü takılar... Dün ziyarete gittik bizim aşçıyla, o zaman aldım."
"Yasemin abla, bu etek çok güzel." dedi Hüma ve benim beynimde şimşek çaktı.
"Kampa gidiyoruz Hüma." dedim aniden. "Sor bakalım başka gelecek olan var mı?"
Hüma sevinçle yerinden fırladı. Arife tepsiyi küçük sehpaya bırakıp giderken ben hala Hüma'nın ardından gülümsüyordum. Behzat konuşana kadar onun orada olduğunu unuttum.
"Sanırım benim önerim, sizi, çingene kampını ziyaretten daha mutlu etmeliydi."
Bakışlarımı, memnuniyetsiz bakışlara çevirdim. "Köşk kaçmıyor ki Behzat Bey ama kamp her an toplanıp gidebilir. Teklifiniz çok kibar ve gerçekten heyecan vericiydi ama ilerisi için saklamak isterim."
"Çingene kampına gelmek istemezsem ne olacak? Benimle gezintiye çıkmanızda ısrar edebilecek hakkı kendimde görüyorum desem."
Sözleri maksadını aşmaya başlamıştı. Başımı doğrulttum. "O zaman teklifinizin kabul edilmemesini de bekleyin derim ben. Bizimle kampa gelmek istemezseniz ne ala, sizi sürükleyerek götürecek değiliz. Aynı durum gezinti teklifiniz için de geçerli."
"Kalbimi kırıyorsunuz." dedi nazlı bir tavra bürünerek.
Daha önce, belki ama kocaman bir belki, bu tavrı gözüme hoş gelebilirdi. Yüzüne bir iki saniye daha bakınca belki de silindi. Salih kaba, saygısız, bencil ve ilkel kişiliğine rağmen gözüme Behzat'tan daha albenili görünüyordu. Behzat'ın çapkın ve hülyalı bakışları dahi gönlümü ona ısıtamamıştı. Ne yazık, onu düşünmek için uğraştığım vakitlere! Beyhude zorlamışım gönlümü...
"Kalp dediğiniz salt kastan oluşur Behzat Bey, kırılması mümkün değil. Sizin gibi kastan kaçınan birinin kalbinin kırılmayacak kadar yumuşak bir maddeden yapıldığına da eminim. Korkmayın, bir şeycik olmaz."
"Nazınız pek müthişmiş doğrusu Yasemin Hanım. Beni etkilemek içinse bu şakalarınız, bilin ki gerek yok. Ben çoktan..."
Lafını tamamlayamadı çünkü Hüma haberlerle geri dönmüştü. Sözlerine kıymet vermediğim için sonunu merak dahi etmedim ve Hüma'yı dinlemeye koyuldum. Bizimkiler gelmeyecekti ama sipariş vermeyi ihmal etmemişlerdi. Fakat ev halkından Pakize, Hasan ve Lemi Efendi bizimle gelecekti; Arife'nin reklamı onlarında başını döndürmüştü. Behzat'ın gelmeyeceğini düşünerek heyecanlarına ben de katıldım ama beyefendi son anda, başımızda erkek olma vasfıyla kafilemize katıldı. Hüma bu bahaneyi yutmamış olacak, kısık sesle de olsa söylendi.
"Lemi ve Hasan Efendileri hangi gözle görüyorsa artık!"
Behzat bu alayı ya duymamıştı, ya da cevap verme zahmetinde bulunmamıştı. Kalabalık olarak yayan yola düştük, düz yol yerine kestirmeden gidecektik. Behzat'ın burada vaz geçmesini umdum ama direndi. Parıldayan ayakkabılarını mümkün olduğunda toz etmemeye çalışarak bize ayak uydurdu.
Roman kampı hayal ettiğimden daha cıvıl cıvıldı. Meydandan yükselen müzik sesleri, gülüşenler, renkli kıyafetleriyle salınan kadın-erkek-çocuk güler yüzlü esmer tenli çakır gözlü insanlar, serbestçe dolanan hayvanlar... Hüma'nın yüzündeki mutluluk dolu ifade görülmeye değerdi. Kampta bizden başka birkaç tane daha grup vardı, çoğu kurulan sofralara ilişmişlerdi. Bazıları fal baktırıyor, bazıları da el işi ürünleri seçiyorlardı.
Çeri başı bizi karşıladı ve meydanda yakılan ateşi görebileceğimiz bir yere oturttu. Nereye bakacağımızı şaşırmıştık, kulağımıza gelen keman sesleri ve yanık söylenen şarkılar bizi başka bir evrene götürmüştü. Bu masalsı ortamdan etkilenmeyen tek kişi Behzat Bey'di. Fakat bir süre sonra moralinin az da olsa yerine geldiğini fark ettim. Nedenini de anlayınca, onu tanımama rağmen şaşırdım. Yakışıklılığının hanımlar tarafından ilgi görmesi beyefendiyi zevke getirmişti. Çingene güzelleri çapkın bakışlarla önünden geçit yaparken diğer misafirlerden birkaç genç kızın da baygın bakışlarının hedefindeydi. Behzat daha ne istesin?
Hüma koluma girince etrafa bakınmaktansa ona döndüm. Başıyla ileriyi gösterdi. "Yasemin abla, oraya gidebilir miyiz? Pakize ve efendiler de görmek istiyormuş."
Gösterdiği yere baktım. Çadırın birinin önüne örtü sermişler, üzerinde de renkli kumaşlardan kıyafetleri yığmışlardı. Yığının etrafı şimdiden işgal edilmeye başlamıştı. Lemi Efendiye para uzatarak istediklerini almalarını söyledim ve Hüma'yı onlara emanet edip gönderdim. Gözüm üzerindeydi yine de Lemi Efendiye sıkıca tembihlemeden duramadım. Bizimkiler gidince Behzat Bey de bir kıpırdanma başladı.
"Benimle hiç ilgilenmiyorsunuz Yasemin Hanım, üzülüyorum."
Sabırla, adamın hüzünlü bir ifade verdiği mavi bakışlarına döndüm. "Sizinle ilgilenenler var beyefendi bence bu bolluğun tadını çıkarın. Dans edenlere katılmak isterseniz, bizim için sakıncası yok. Buraya eğlenmeye geldik, lütfen kendinizi kısıtlamayın."
Behzat bıyığını burarak sırıttı. "Bu bereket benim alışık olduğum bir durumdur. Sizi benden soğutan ve hırçınlaştıran bana olan bu ilgi mi acaba?"
Onu kıskandığımı sanıyordu, oysaki benim şu andaki tek isteğim başka birine yapışıp beni rahat bırakmasıydı.
"Kendinizi dayanılmaz bir çapkın olarak görmeniz ile benim size karşı soğuk olmam arasında nasıl bir bağlantı kurdunuz anlayamadım. Arkadaşlık tarzımı beğenmediyseniz, o sizin bileceğiniz bir şey. Size karşı bundan daha sıcak davranacak değilim. Niyetim de yok."
Behzat önce kaşlarını çattı, sonra bu hareketinin yüzünü kırıştıracağını düşünmüş olacak hemen düzeltti. Oturduğu örgü oturakta kıvranırcasına yer değiştirerek yönünü bana doğru döndü.
"Yasemin Hanım, bana kızgın olmanızı anlayabiliyorum. İnanın ki, bu durumda ben de sizin kadar mağdurum. Eğer ilginizden daha önce haberim olsaydı, sizi bu bedbaht olaydan uzak tutmak için elimi çabuk..."
Sözlerini şaşkınlıkla dinlerken beynim anlamlandırmaya çalışıyordu. Behzat yazdığım mektubun yanlışlıkla Salih'e gittiğini biliyor muydu? Panik boğazıma kadar tırmandı. Peki, Salih'in haberi var mıydı? Olduğunu sanmıyordum, ya da... Aklım karışmıştı. Onun arabadaki hali ve nişanı bozma teklifinin nedeni bu olabilir miydi? 'Ne olur' diye içimden yalvardım, 'Ne olur öğrenmemiş olsun!'
Behzat'ın sesini kapatan alkış ve bağırış sesiyle irkildik. Kampın hepsi süslü bir çadıra doğru dönmüş, ıslık çalıp alkışlıyorlardı. Bir yandan da sesleniyorlardı.
"Rosa! Rosa!"
Bu tezahürat bizim dehşetli sohbetimizi bölmüştü. Bakışlarımız diğerleri gibi çadıra döndü. Hüma'nın geldiğini bile sesini duymadan fark etmedim.
"Yasemin abla, az sonra çerinin en güzel kızının dansını göreceğiz. Ne kadar şanslıyız!"
Heyecanlanan kıza baktım. "Hümacığım bu kadar heyecanlanma, bu sıradan bir gösteri. Yarın gelirsek de aynı tiyatroyu izleriz."
"Hayır, ablacığım bu başka bir şeymiş. Rosa ender dans edermiş ve sadece en beğendiği erkeğin karşısında. Birazdan meydanı gezecek gözüne kestirdiği biri olursa, onun için dans edermiş, kimseyi beğenmezse çadırına geri kapanırmış."
Behzat gururla konuştu. "Demek bugün bir dans izleyeceksiniz. Geldiğim için şükretmişsinizdir."
Hüma ekşi bir meyve yemişçesine sahte bir gülümsemeyle Behzat'a baktı ama yorum yapmadan bana döndü.
"Şimdi erkekleri çağıracaklar. Bakalım kimler seçilecek!"
Lafının bitmesiyle romanlar etrafa dağıldı ve genç yaşlı erkekleri ortaya çekip sıraya sokmaya başladılar. Kadının biri de Behzat'ı alana sürüklemişti. Behzat az nazlanarak yürürken bir yandan da saçını başını düzeltiyordu. Onun hareketlerine gülmemek imkânsızdı, Hüma ile kol kola girip fısıldaşarak gülerken çadırın perdesi açıldı.
Müthiş güzellikte esmer bir kadın perdeli girişten gururlu bir kraliçe edasıyla adımını attı. Simsiyah kıvırcık saçları ince beline kadar uzanıyordu, zeytuni teni kusursuz parlaklıktaydı. Koyu renkli gözleri meydanda dolandı, durakladı ve başını onun beğenisine sunulmuş beş erkeğe döndürdü. Bir süre baktıktan sonra kırmızı dudakları hoşnutsuz bir tavırla büküldü.
Ben de dâhil olmak üzere herkes nefesini tutmuş, taçsız ecenin kimi seçeceğini bekliyorduk. Rosa gözlerini yeniden kalabalığa çevirdi. Dans görmeyeceğimizi düşünerek ayakta durmak yerine oturmaya hazırlanmıştım ki, Rosa eteklerini savurarak birkaç adım attı. İçlerinde Behzat'ın da bulunduğu beş adam heyecanla kadına gülümserken Rosa onları es geçti ve daire biçiminde sıralanmış kalabalığa doğru yürüdü.
Gözüne birini kestirdiği belliydi, merakla ilerlediği yöne baktım. Rosa'nın uğruna dans edeceği kişi, tekinsiz bir bakışla bana bakıyordu, dikkati ona doğru gelen kadında değildi. Dizlerimin bağı çözüldü, Hüma ile kol kola olmasaydık olduğum yere yığılacaktım. Çünkü esmer dilberin kolundan tutarak öne çıkardığı nazlı cupid, Salih'ten başkası değildi.
***
"A, ağabeyim!" diye Hüma'nın fısıldadığını işittim.
Salih ne olduğunu anlamamış gibi Rosa'ya döndü. Rosa cilveli bir tavırla, öne çıkardığı Salih'in yanağını eliyle okşadı. Kalabalık seçimin yapıldığını anlayıp saygılı bir coşkuyla kutlarken, iki roman hala dikilen beş erkeği ortadan çekti. Behzat şaşkındı, Hüma şaşkındı, Salih dahi şaşkındı... Ben ise çok kızgındım. Çok, çok kızgın!
Dairedekiler huşu içinde ayini bekleyen müritler gibi yere çöktü, bu iyi olmuştu çünkü ayakta duracak halim yoktu. Ya bayılacaktım, ya da son hızla atılıp esmerin saçını başını yolacaktım. Rosa, Salih'in elinden tuttu ve ateşin yanına çekti. Salih bakışlarını kadından ayırmadan ne olduğunu kavramaya çalışıyordu. E, be sersem adam! İstemem deyip kenara çekilsene!
Müzisyenler hemen çalgılarıyla öne çıktılar ve hafif bir ezgi meydanda yankılanmaya başladı. Etrafımdaki herkes hiç yokmuşçasına silindi, koca meydanda sadece üçümüz vardık. Esmer güzeli Rosa, nişanlım olacak suratsız ve şu anda neden surat asmadığını merak eden zavallı ben. Rosa kıvrak adımlarla Salih'in arkasına geçti. Salih nihayet olayı anlamış gibi yarım bir gülümsemeyle kızın hareketlerini izliyordu. Kız salınarak Salih'in omuzlarına uzandı, ceketini üstünden sıyırıp kenara bıraktı. Dans figürlerine başlarken öne geçti ve çapkın bir gülümsemeyle gömleğin yakasına uzandı. İki düğmeyi iliğinden kurtardıktan sonra gerileyip baştan aşağıya süzdü.
Kasıldığımı ve yumruklarımı sıktığımı hissettim. Salih bu rezilliği neden durdurmuyordu? Müzik ezgi değiştirdi ve kıvrak bir tona büründü. Rosa asıl dansına başladı. Nişanlımın etrafında dönerken tüm yeteneğini cilvesiyle birleştirip seyircilerin gözlerini büyüten, ağızlarını açıkta bırakan bir şova çevirdi. Kız dönüyor da dönüyor, salınıyor da salınıyordu. Salih'ten uzaklaşmadan, dokunmaktan beter figürlerle ilgiyi üstünde toplamıştı. Salih beyimiz ise saçlarının yarı yarıya kapattığı yüzünden anladığım kadarıyla halinden memnundu. Bana sonsuz gibi gelen bu dans gösterisi, hissettirdiğinin hakkını verircesine bitmek bilmiyordu.
Sabrım o aptalca harekete kadar taşmamıştı ama Rosa kırmızı dudaklarını Salih'i öpecekmiş gibi uzatıp çektiğinde sırtım bir kedi sırtı gibi ürperdi. Bu denli pervasızca ben dokunamıyordum suratsıza, bu kadın kim oluyordu da, nişanlıma cilve yapıyordu? Rosa aynı hareketi yeniden yaptı ve bu sefer dokunmasına ramak kalmıştı. Yerimden hızlıca kalktım ve kimsenin beni durdurmasına fırsat vermeden uçarcasına, dans azgınını kolundan tuttuğum gibi nişanlımdan uzaklaştırdım.
"Sen orada dur bakalım!" dedim kıza bağırarak. "Edebinle dans et diye sabrettim."
"Ne yaparsın kızcağız!" diye Rosa çığırıverdi. "Oyunu ne bozarsın?"
"Oyununa başlatma!" dedim ve milletin bizi izlemesine aldırmadan Salih'e döndüm. "Düşün önüme beyefendi, sizin de suçunuz belli."
Rosa, nerden çıktı anlamadım, fırlayıp Salih'in koluna yapıştı. Ben nişanlıma bu kadar rahat dokunamıyordum, bu kadın ne hakla! Tamam, sevmiyorum ama gözümün önünde başka kadınlara öptürecek kadar geniş değildim. Hızlı müzik sesini işittim ama sebebini anlayamadım. Biz burada kavga ediyorduk değil mi? Rosa cırtlak sesiyle bağırdı.
"A be git, paçoz, benim payıma ne göz koyarsın?"
"Senin payın mı?" diye köpürdüm. Kızın kolunu tutup Salih'ten ayırmaya çalışırken bağırmaya devam ettim. "Sahipli adama göz koymaya utanmıyor musun sen?"
"Kız, nereden belli sahipli olduğu bu civanın? Alıncığında mı yazar?"
"Yazar yazmaz sana ne! Tapusu benim, sana anca karşıdan bakmak düşer."
"Gösteresin tapusunu çirkef kadın!"
"Ağzını topla edepsiz, yırtıveririm şimdi!"
"Ha hayt güleyim de boşa gitmesin!"
Biz tepişirken Salih de kolunu kızdan kurtarmaya çalışıyordu ama bir türlü başaramıyordu. "Hanımlar rica ederim. Beyler yardım etsenize, müzik çalacağınıza!"
"İyi böyle abi, devam, devam!"
Elime kızın saçı gelince dolayıp çektim, kız çığlık attı ama Salih'i bırakmadı. Beni tutanlar da vardı ama kendimi dövüşün coşkusuna kaptırmıştım. Salih'i kızdan kurtarmadan pes etmeyecektim. Sağımda kibar bir ses yalvardı.
"Ayıp Yasemin Hanım, lütfen!"
Kıza olan öfkem tavan yapmıştı, gözüm karardı, saçla yetinmeyip sıktığım yumruğu var gücümle kıza salladım. Kız dansçılığın verdiği bir çeviklikle eğilince yumruğum daha da güçlenerek savruldu ve beni çekmeye çalışan Behzat'ın sağ gözüne gömüldü. Behzat sendeledi ve arka üstü düştü. Başını yere sertçe çarpıp kendinden geçti. Dehşet içinde elimi ağzıma götürüp olduğum yerde put kesildim.
Komedimiz bayağı rağbet görmüştü, alkışlayanlar, taraf tutanlar ayrı; romanlar bahse bile girmişlerdi. Kavgamız yumrukla son bulunca gösterinin devamı sananlar alkışlarla bizi kutladılar. Salih nihayet kızdan kurtulmuş, bayılan arkadaşının başına geçmişti. Sağını solunu kontrol etti, sonra doğruldu.
"Bir şeyi yok, bayılmış sadece."
Ne olmasını bekliyorsa artık! Utanç duymam gerekirdi ama Salih'i esmerden kurtardığım için kendimle gurur duyuyordum. Saçımdan düşen örtüyü bana uzatan Hüma'ya baktım. Dişleri dudağına geçmişti, tepkimize göre ya gülecek ya da ısırmaya devam edecekti. Örtüyü alırken söylendim.
"Gül hadi, benden izin sana!"
Hüma kahkahalarla gülmeye başladı, yapacak bir şey yok, ben de güldüm. Ayılmayan Behzat'ı Salih'in iki katı pahasına satın aldığı el arabasına yükledik ve Lemi ile Hasan'ın önüne katarak düz yoldan eve gönderdik. Annem görünce kıyametleri koparacaktı. Kalabalık rutin eğlencelerine dönmüş, biz de kenarda dikilmiştik. Hüma ve Pakize satın alınan kıyafetleri süsleri bir bohça yapmaya çalışıyorlardı. Salih ise ilerde çeribaşıyla konuşuyordu. Rosa'nın pusuya yatmış bir kedi gibi çadırının önünde oturduğunu gördüm. Tabiri caizse, aç bakışlarıyla Salih'i yiyordu.
"Salih Hüsnü Bey!" diye seslendim. Bir an önce buradan gitmezsek yeni bir kavganın başlaması içten değildi. Salih omzunun üstünden bana baktı. "Akşam oluyor, sohbetinizi bitirseniz artık!"
"Sohbet etmiyoruz hanımefendi, mahvettiğiniz gösterinin pazarlığını yapıyoruz."
"Topladıkları para onlara yeter." dedim. Bizim kavgamız milletin çok hoşuna gitmişti, o telaşenin arasında paralar el değiştirmişti. "Asıl size ödeme yapılması lazım gelir."
"Bana mı, size mi?" dedi Salih alayla ve adama geri döndü.
Kızgınlıkla nefeslendim. Hala giymediği ceketinin cebine elini attı ve birkaç parça para çıkarıp adama uzattı. Fazlasıyla ödeme yapmıştı, sanırım bu bir tazminat değil, esmer güzelin ona sunduğu dansın bedeliydi. Dişlerimi sıkarak Hüma'nın yanına gittim. Bohçayı ayarlamışlardı, Pakize koluna taktığı bohçayla birlikte doğruldu.
Çeribaşıyla anlaşması tamamlanan Salih bizden yana döndüğünde Rosa herkesin duyacağı bir sesle bağırdı.
"Yine gel yakışıklı beyzadem, güzel herifsin, beğendim seni!"
Kadına doğru dönmüştüm ki Hüma koluma asıldı. Daha fazla rezil olmamak adına kendimi tutmak zorunda kaldım. Kadını lafına karşılık gülümseyerek başını eğen Salih bize katılınca kestirme yoldan geri dönmeye başladık. Ne Salih ne de ben konuşuyorduk. Pakize ile Hüma ise akıllarının kaldığı süs eşyalarını çekiştiriyorlardı.
Eve Behzat'ın arabasından önce vardık. Salih bizimkilere olanları anlatırken ben ve Hüma koridorda yiyeceğimiz azarı düşünüyorduk. Salih olayı nasıl anlattıysa odadan kahkahalar yükselmeye başladı, utancımdan alnımdan boynuma kadar ısındım. Behzat getirildi, kendine gelmesi için yukarıdaki odalardan birine taşındı. Ben de azarlanmak üzere içeriye çağırıldım. Annem bir iki laf dedikten sonra Gülçehre Teyze olaya el attı.
"Gençler arada böyle taşkınlıklar yapar Afife. Yasemin ilk kavgasını kazanmayı bilmiş işte, çok üstüne gitme kızımın."
Salih annesinin yanına oturmuş yüzüne düşen saçının altından beni izliyordu, Gülçehre Teyze'nin lafı üzerine başını doğrulttu.
"Ne yalan söyleyeyim Afife Teyze, ben Yasemin'in sol kroşesinden korktum. Bayanların kavgacılığını hiç tasvip etmem."
Gözlerimin çay tabağı boyuna geldiğine emindim. Beyefendi gözümün önünde flört ediyor sonra da bana kavgacı deyip beğenmediğini söylüyordu. Asıl onu beğenmeyen bendim! Annemin iç geçirdiğini işitince kendimi toparladım, ağzımı kapattım.
"Yasemin hiç böyle yapmazdı aslında. Çok şaşırdım."
Sema Teyze araya girdi. "Hakkını savunmasını biliyor işte, aferin benim gelinime!"
Sema Teyze'yi neden sevdiğimi bir kez daha anladım. Kaynanama koşup sarılasım geldi, hem de fena halde. Yine de başımı eğip usluca yerimde oturmaya devam ettim. Salih o lafı demeseydi uslu durmaya devam edebilirdim.
"Olayın hakla alakası yok ki anne, Yasemin Hanım, Rosa'nın alımlı dansını çekememiş olacak bitirmeye uğraştı. Ama bayan olsaydım, Yasemin Hanım gibi davranabilirdim, esmer güzeli kelebek gibiydi. Kıskançlık görmesi gayet normal!"
Tüm nefretimle Salih'e baktım. Durduramadığım bir titremeyle ayağa kalktım. Esmer güzeli! Kelebek! Kıskançlık görmesi normal! Alımlı dans! Bana şimdiye dek bir kere olsun iltifat etmeyen adam, iki saattir bildiği bir kadın için şiir yazacak hale gelmişti. Sanırım saçlarımın rengi siyah olsaydı anca gözünde itibar görecektim. Esmer hayranlığının bu denli şiddetli olmasına inanamıyordum. Çenem titredi ama konuşamadım. Öfkemden ağlamak üzereyken kendimi odadan dışarı attım.
Kapıda neredeyse Hüma'ya çarpıyordum, arkamdan seslenince gelmemesini rica ettim ve bir koşu bahçeye kaçtım. Akşam yaklaştığından çalışanlar işleri bitirmiş toparlanıyorlardı. Hızlı adımlarla meyve ağaçlarının olduğu yöne doğru dönmüştüm ki arkamdan hiç beklemediğim bir ses çınladı.
"Yasemin!" olduğum yerde durup arkama döndüm. Perran basamakları inmiş bana doğru geliyordu. "Ah, canım, biricik arkadaşım benim..."
Gözlerimden akmak üzere olan yaşlarım geri çekildi. Şaşkınlıkla kıza baktım kaldım. Perran gelip bana sarıldı, elim kolum cansız bir kukla misali sallanırken başımı kaldırıp kapıya baktım. Salih kapının ağzında durmuş bize bakıyordu. Peşimden mi geliyordu?
Perran biraz benden ayrıldı ve kocaman bir gülümsemeyle bana baktı.
"Hasretine dayanamadım, Salih Bey ile atladık seni görmeye geldik. Sağ olsun beni kırmadı da buraya kadar yoldaşlık etti."
"Salih Bey ile birlikte mi geldiniz?" dedim afallayarak. Ne ara bu kadar samimi olmuşlar ve üstüne üstlük birlikte yolculuk yapmaya karar vermişlerdi?
"Yanımda dadım da vardı tabi." dedi Perran sonra bana yanaştı. "Az değilsin Yasemin, valla senden korkulur."
"Herkes de benden korkar oldu, hayırlısı!" dedim sinirli bakışlarımı kapıya çevirdim. Serseri Çigan dansçısı ortadan kaybolmuştu. Sinirim anında paniğe döndü. Ya Behzat'ın yanına giderse... Bana söyledikleri, Behzat'ın bir şeylerden haberdar olduğun dalaletti. Adam nasıl bilebilirdi...
"Sen Behzat ile konuştun mu?" dedim hemen.
"Bir de o mesele var değil mi? Ne yaptın gönlünü çeldin mi Behzat'ın?"
"Ne konuşuyorsun sen Perran, ben Salih ile nişanlıyım."
Perran umursamazca omzunu silkti. "Atar gidersin. Kuzum bana da numara yapma, senin derdin Behzat ile."
"Aileler ortada olmasa dahi, böyle bir hoppalık yapmam." dedim bir gayret.
"Salih'i sevmediğin halde, aileler üzülmesin diye evlenecek misin yani?"
"Gerekirse evet!"
Perran gözlerini daha da irileştirdi. "Benim gönlüm Salih'te, senin gönlün Behzat'ta, kaç kişiye azap çektireceğini görmüyor musun arkadaşım? Hazır Behzat peşinden buralara kadar gelmişken nişanı at, işi bitir. Sen de rahatla, biz de rahatlayalım."
Kimse beni duymuyor muydu? Ben, Salih ile nişanlıydım! Perran'ı omuzlarından tuttum ve tüm ciddiyetimle yüzüne doğru konuştum.
"Behzat'a mektup meselesini söyledin mi, söylemedin mi?"
Perran kaşlarını çattı. "Neyin var Yasemin? Behzat'ı o günden beri görmedim bile. Az önce yarı baygın geldiği anı saymazsak tabi..."
Kızı bıraktım. Salih, Behzat ile konuşmamalıydı ve Behzat'ın ne bildiğini bir an önce öğrenmeliydim. Perran'ı bırakıp Behzat'ın yatırıldığı odaya doğru yürüdüm. Artık başım dönmeye başlamıştı. Gözümün önüne, kızın dansı ve Salih'in ona gülümsemesi geldikçe delirecek gibi oluyordum. Behzat da bozulan moralimin üstüne tuz biber ekmişti. Bu şekilde ondan ayrılmak istemiyordum, suçlu duruma düşeceğim bu itiraf sonrasında acı çekeceğime emindim. Onun suçlu çıkması ve vicdan azabı duyması gerekiyordu. Behzat'ı bu yüzden engellemek istiyordum, başka sebebi yoktu. Kesinlikle ve hakikatle!
***
Yasemin kendine yalan söyleyerek Salih'e olan alakasının üstüne kılıf geçiredursun; Salih de Behzat'ın amacını öğrenmek için, ayılan adamı bahçeye indirmişti. Behzat gözüne koyduğu et parçasıyla morluğu engelleme telaşındaydı. Öte yandan Salih'in gergin halini pek hayra yormamış ne desem de üste çıksam diye düşünüyordu.
"Sen de az zampara değilmişsin Salih." dedi et parçasını gözüne denkleyerek. "Hiç aklıma gelmezdi. Bilseydim çingeneye ben para verir, esmer dilberi kendime dans ettirirdim."
"Öyle bir şey yapmadım Behzat. Konuyu çarpıtma. Burada ne işin var?"
Kollarını kenetleyip uzun boyuyla Behzat'ın önüne dikilince Behzat'ın morali temelli bozuldu. Ne vardı, on santimcik daha uzun olaydı, ziyadesiyle yakışıklıydı ama şu boy meselesinde Salih'ten geri kalmak gururuna dokunuyordu. Yenice vakıf olduğu işin gerçeğini Salih'e anlatmalıydı ama genç adamın yüzüne baktıkça kararında emin olamıyordu. Belki daha uygun bir anı beklemeliydi. Yasemin'in büyük teyzesinin evinde, kızın nişanlı olduğu adama, gönlü sende değil bende demek biraz aşırıydı. Bir hafta içinde iki defa yumruk yemişti, bir üçüncüsünün Salih'ten gelmesini istemiyordu. Külhanbeyinin attığı yumruk yüzünden çenesi hala arada sızlıyordu. Salih'in elinin heriften daha hafif olduğunu tahmin ediyordu ama onun da canı tatlıydı.
"Babaannem ısrar etti." dedi masum bir ifadeyle. "Gülçehre Teyze ile arkadaşlarmış."
"Peki, senin ne işin var?"
"Yaşlı kadın, kıramadım."
"Anca mı aklına geldi? Dağ başı deyip kaçındığın köşk değil mi bu av köşkü?"
Behzat boğazını temizledi. Salih kendi kaşınmıştı. Eti gözünden çekti ve ağacın dibine fırlattı. Kendini savunmak için elleri boşalınca bir adım geriledi ve tedbirli bir duruş aldıktan sonra ağzını açtı.
"Salih Hüsnü Bey!"
Yasemin'in sesiyle iki adam da doğruldu. Yasemin sakinleşmeye çalışarak yanlarında durdu. "Sizinle acil konuşmam gerek."
"Hayırdır, bir şey mi oldu?"
Yasemin derin bir nefes aldı ve başındaki örtüyle yüzünün ateşini yellendirdi. İkisinin bahçeye çıktığını söyleyen Arife'nin yanından buraya dek koşmuştu.
"Bir şey olmadan sizinle konuşamayacak mıyım?" diye söylendikten sonra genç adamın konuşmasına fırsat vermeden ekledi. "Az öteye gidelim. Bu arada Behzat Bey, araba hazır, sizi köşke bırakacaklar."
Behzat bir kez daha kovulduğunun farkına varmayarak kurtuluş olarak gördüğü dala asıldı. Tatlı Yasemin onu kurtarmak ve belki de açıklamayı kendisi yapmak istiyor olmalıydı. Başıyla genç kıza selam verdi.
"İyi kalbiniz, güzel yüzünüze yansımakla kalmamış; güneş misali, soğuk kalbimi de ısıtıyor Yasemin Hanım. Haberlerinizi merakla bekliyorum."
Salih dişlerinin arasından söylendi. "Soğuk kalbini ısıtacak başka yöntemler biliyorum Behzat!"
Behzat kibirli bir bakışla Salih'e baktı. "Kibar bir laftan tellenmen de ayrı olay Salih."
"Hazır bacakların işlerken yürü de, boyunu görelim!"
Behzat mosmor oldu, boyuna atılan bu laf ona pek dokunmuştu. Eliyle zaten düzgün duran ve ıslanmadıkça da bozulacağa benzemeyen saçını sıvazladı ve sırtını dönüp eve doğru yürüdü. Salih o eve girip gözden kaybolana dek arkasından baktı ve duygusuz bakışlarını Yasemin'e çevirdi.
"Sizi hiç boş bırakmaya gelmiyor hanımefendi."
"Size ne demeli, kolunuza takıp getirdiğiniz yetmiyormuş gibi bir de dansçı kızla flört ediyorsunuz."
"Basit bir dansı çok büyüttünüz." diye yüzünü buruşturdu. "Koluma taktığım kim acaba?"
"Perran'a yoldaşlık etmeseydiniz hiç gelmeye niyetiniz yoktu sanırım."
Salih şaşırdı. "Niyetim olmasını mı tercih ederdiniz?"
"Konuyu saptırmayın, burada sizin çapkınlıklarınızdan bahsediyoruz."
"Lafı sokun, sonra da konuyu saptırma deyin. İnsaf! Ayrıca çapkınlık yaptığım yok. Beni yeni arkadaşınız Behzat ile karıştırmayın." dedi ve birbirlerine fazlaca yaklaştıklarını fark edip bir adım geriledi. Nasıl oluyorsa, istemeden kıza yaklaşıyordu, sanki görünmez bir manyetizma vardı aralarında. "Yokluğumda iyi eğlenmişsinizdir."
Yasemin onun gergin sesinden Behzat ile arkadaşlık etmesini istemediğini çıkardı. Tabi, neden istesin? Behzat'ın ona talip olduğunu İstanbul'un yarısı biliyordu. Bu düşünce, ona kadınsı bir neşe verdi ve hafifçe sırıttı.
"Arkadaşınızı benden iyi tanıyorsunuz. Behzat Bey'in ne eğlenceli bir insan olduğunu da iyi biliyorsunuzdur. Saptamanız elbette doğru, hem kibar hem de sohbeti bol!"
Salih kaşlarının altından kızgın bir bakış attı ama bir şey söylemek istemedi. Gelir gelmez kavga etmek istemiyordu. Az önce annesi ve diğerlerine, son günlerde çok gergin göründüğünü söyledikleri Yasemin'in beyninden kuşkuları sileceğini ve düğünleri hakkında konuşmak istediğini söylemişti. Kavga etmesine sebep olarak düğün gününü kararlaştırmayan kendisini göstermişti. Yasemin'e kesin bir gün verirse kız, onun niyetinden dolayı huzursuz olmayacaktı. Behzat tehlikesine karşılık Yasemin'i ciddiyetine inandırmalıydı.
"Sizi yeterince eğlendiremediğim için üzgünüm hanımefendi."
Yasemin ona ismiyle değil de sürekli hanımefendi olarak hitap etmesine kırılıyordu. İsmini hatırlamıyor muydu yoksa söyleyecek kadar önemsemiyor muydu? Dayanamadı.
"Bana neden ismimle hitap etmiyorsunuz Salih Bey? İsmimi beğenmediğinizi düşünüyorum."
Salih kendine masumca bakan koyulaşmış yeşil gözlere daldı gitti. Akşam güneşinde ayrı bir renk tonu kazanmıştı. Son ışıklar sayesinde inci tanesi parlaklığındaki teni büyüleyici bir tona bürünüyor, güzelliğini daha bir pekiştiriyordu. Yaseminlerin akşam vakti güzel kokması gibi, Yasemin akşam vakti nefes kesici bir güzelliğe kavuşuyordu. Çenesi kasıldı. Başını çevirip etrafına bakındı.
"Neden cevap vermiyorsunuz?"
Yasemin karşısında sade gömleğiyle duran uzun boylu genç adamın üşümüş gibi titremesine anlam veremedi. Ceylan gözler, kaçmak istercesine huzursuz bakışlarla çare aranırken Yasemin'in içinde bir şeyler kırıldı döküldü. Genç adamın aklı hala eski sevdasındaydı, onun yüzüne bakamaması ve ismini dillendirmemesinin başka açıklaması olamazdı. Yutkundu ve başını eğdi.
"Annem çağırmadan içeri girelim."
Taşlaşmış adımlarla kapıya doğru iki adım attı. Salih telaşla doğruldu. "Yasemin... Yasemin Hanım!"
Yutkundu. "Sizinle daha uygun bir vakitte konuşmam gerekiyor." Yasemin omzunun üstünden ona baktığında ekledi. "Ayrıca Behzat'ın çiftliğe gelmesini de yasaklayacağımı bilin. Onu yakınlarınızda görmek istemiyorum."
Yasemin heyecanını bastırmaya çalışarak başını salladı. "Elbette, buna itirazım olamaz." dedi ve gülümsemesini engelleyemedi. "Ben de aynı özeni, Perran hakkında sizden istiyorum. Yanınızda ne esmer ne de başka renk bir kadın görmekten haz etmiyorum."
Salih ışıldayan bakışlarla ona bakıp başını eğdi. "İnanın benim için zor olsa da emrinize uymaya çalışacağım. Hanım hayranlarım çok üzülecek."
Behzat'ı taklit eden Salih'in şakasını anlayan Yasemin gözlerini tehditkâr bir tavırla kıstı, oyuna katılmakta sakınca görmemişti. Salih ona alaycı bir bakışla sırıtınca, nefeslenip önüne döndü. Genç adamın suratsız olduğu zamanları özlüyordu, bu kadar hoş gülümseyen birinin bu becerisini kamuya açması tehlikeliydi. Salih'in arkasından geldiğini hissetmek onu heyecana boğarken ev ahalisinin yanına gittiler. Hüma çoktan kamp hakkında konuşmaya başlamıştı ve bu coşkusu yemekte de devam etti.
Yemekten sonra Salih odasına çekildi. Diğerleri bahçenin serinliğine kahvelerini içmek için çıkarken yorgun olduğunu söyleyen Perran da küskün bir tavırla Yasemin ile kalacağı odaya geçti. Olaylar hiç de düşündüğü gibi gerçekleşmemişti, nasıl gerçekleşsin, yol boyunca Salih onun yanına bir kez olsun gelmemişti ki. Arabaya binseydi, cazibesini kullanarak genç adamın gözünü açmasını sağlayabilirdi. Neyse Allah'ın günü bitmedi ya diye düşündü, bugün belki olmadı ama yarın başka bir gündü.
***
Ertesi gün Şefika Hanım onları köşke çağırdı, hanımlar toparlanıp kadının çağrısına uydular. Çiftlikte kalan gençlerden Salih çiftliği gezmeye çıkmıştı. Perran arkadaşının Hüma ile daha iyi anlaştığını gördükçe kıskançlık damarları kabarıyordu. Öte yandan Salih'in özellikle onlardan uzak durmasına da içerlemişti. Yasemin'i Behzat konusunda sıkıştıramıyordu çünkü Hüma vardı. Ne yapacağını düşünürken ahırdan bir haber geldi, koyunlar kuzulamıştı. Aman çok da önemliydi ya!
Hüma'nın sevincine katılan Yasemin koşar adımlarla ahırlara giderken o da mecburen peşlerine takıldı. Pis kokulu hayvanların yanına gitmek istemedi, onları kapının önünde beklemeyi tercih etti. Sonunda onu hatırlayan Yasemin yanına geldiğinde eve dönmek üzereydi, Salih evdeyse onunla konuşma imkânı olacağını hesap etmişti.
"Perran bakmak istemez misin? Çok güzeller!"
"Ayol bana ne, ben buraya seni görmeye geldim sen kuzu derdindesin. Peşine de küçücük kızı takmışsın. Biricik arkadaşın burada iki lafın belini kırmayı bekliyorken yaptığın iş mi Yasemin?"
"Her zaman sohbet ediyoruz zaten Perran."
Perran hoşnutsuz bir sesle homurdandı. "Belki derdim var."
Kaşlarını çatan Yasemin arkadaşının gözlerine baktı. Dert edindiği kişinin Salih olduğunu tahmin ediyordu ve bu konuşmayı yapmak istemiyordu. Perran onun koluna girdi ve atların gezindiği çitin yanına çekti. Seyisler atları eğitirken en sakin yer olarak burayı seçen Perran konuşmaya başladı.
"Ne yapmaya çalışıyorsun sen anlamadım bir türlü. Hadi, zorunluluktu Salih ile nişanlandın. Beyefendi bir tuzak kurdu ve maşallah sen de içine cumburlop atladın. Şimdi her şey durulmuşken bu komediye neden son vermiyorsun? Behzat senin sevdana düşmüş Yasemin, ateşinden peşine düşmüş de gelmiş. Bunu söyleyen ben değilim, İstanbul'un yarısının dilinde. Behzat gibi pırlanta bırakılır da, işlenmemiş safirin başında mı beklenir? Hiç akıllı işi mi bu?"
"Sen neden peşindesin o zaman?" dedi hırçın bir tavırla.
"Çünkü onu seven benim!"
"Bu lafı bir daha ağzından işitmeyeyim Perran, canını sıkarım."
Perran şaşkınlıkla gözlerini açtı. "Bak sen, daha dün Behzat diye sızlanan kız mı söylüyor bu lafları? Canım arkadaşım aklını başına devşir, senin ettiğin şey inattan başka bir şey değil. Salih'e karşı hırs yapmışsın. Evlenip pişman olmak mı iyi, yoksa gönlünün seçtiğine geçmek mi?"
İki kız tartışırken Salih onların karşıda olduğunu fark etmemiş, atların dolaştırıldığı çitin yanında, son derece vahşi bir atın dizginlenmeye çalışılmasını izliyordu. Baş seyis onun fazlaca yanaştığını görüp uyardı.
"Beyim az geri durun, tekmesi pek hızlıdır bu yaramazın."
Salih'in bakışları alev rengindeki atın üstündeydi, hayatında bu kadar muhteşem bir at görmemişti. Dört adamın attığı kalın urganlarla dahi zapt edilmesi zordu. Çünkü at, onu tutanların korkusunu hissediyor ve hissettikçe de kuduruyordu.
"Adı ne?" dedi çite tırmanıp diğer tarafa atlayarak.
Seyis telaşla yanına geldi. "Beyim çitin diğer tarafına geçin. Size bir şey olursa hanıma laf diyemem."
"Endişelenme, bir şey olmaz." dedi ceketini omzundan sıyırıp çite astı. "Adı ne bu güzelin?"
Seyis kıvranırcasına konuştu. "Adını henüz koymadık, yeni getirildi. Aman beyim, gözünüzü seveyim, fazla yaklaşmayın."
Derken at şaha kalktı ve onu tutan iki adam ellerinden urganı kaçırdı. Sakinleştirmeye çalışan adamın korkuyla bağırmasıyla ürken at yeniden şaha kalktı ve temelli kurtuldu. Adamlar atın tekmesinden kaçınmak için çil yavrusu gidi dağılıverdi. At panik karşısında burnundan buharlar çıkartarak meydanın ortasına doğru koştu. Seyisler atın gelişini gördü ve diğerler hayvanları yolundan hızlıca çektiler.
Yasemin Perran ile yaptığı söz düellosuna ara verip onlara doğru koşan ateş parçasını görünce bakakaldı. Perran ise dehşetli bir çığlık atıp Yasemin'in boynuna sarıldı.
"Ah, anneciğim, ölüm dörtnala bana doğru geliyor!"
Salih boşalan meydana bakınırken atın güçlü bacaklarıyla çiti aşabileceğini hesap etmiş, yardım aranıyordu. Göz ucuyla kızlardan tarafta duran Tacettin'i gördü. Onlara doğru koşarak çocuğa seslendi.
"Tacettin, hayvanın önüne çık!"
Tacettin bu emri ikiletmedi, çevik bir hareketle çiti tırmanıp hayvanın önüne kollarını açarak bağırmaya başladı.
"Ho, ho!"
Hayvan çite yaklaşmışken karşısına çıkan korkuluğu görünce kişneyerek şaha kalktı ve gerisingeri dönerek yönünü ona koşan Salih'e çevirdi. Seyislerin eli ayağına dolaşmış diğer atları çıkarmaya çalışırken yaklaşan felaketten nasıl kurtulacaklarını düşünüyorlardı. Salih kollarını iki yana açarak atın önünde durdu. Kulağına gelen, ismini haykıran çığlığın, kimin dudaklarından çıktığını iyi biliyordu.
Yasemin Perran'dan kendini kurtardı ve çite atılıp var gücüyle Salih'e doğru bağırdı.
"Salih! Çekil önünden! Salih!"
Delirmiş hayvan nazik nişanlısını ezip geçecekti. Tecrübesiz adamın ne diye böyle bir çılgınlık yaptığını anlayamamıştı ve korkusu boğazına bir pençe gibi yapışmıştı.
"Salih!"
***
"Salih!"
Salih onu duymuyordu, sanki. Dev Calut'u andıran hayvanın önüne cesurca çıkmış Davud misali, keskin bakışları hayvanın üzerindeydi. Hayvan karşısında demir gibi bir iradeyle dikilmiş adamdan korku sezmedi, tam tersi bu insan ona hükmedici bir his veriyordu. Aklı karıştı ve tozu dumana katarak son anda karşısında durdu. Kişneyip geri adım attırmaya çalışması da çare değildi, karşısında duran yaratık ondan üstündü. Yavaşça duruldu.
Salih hayvanın yatışmasının sahte olduğunu bilerek gözlerini atın kocaman gözlerine dikti. O sakindi, hayvan da kararsız. Elini öne doğru uzattı.
"Canını yakmayacağım adsız." dedi yumuşak ama otoriter bir sesle.
At geri bir iki adım attı ve hızlıca başını salladı. Salih tonunu koruduğu sesiyle ata yatıştırıcı sözler söyleyerek yaklaştı. Hayvan önce kaçacak gibi durdu. Seyislerin ellerinde urganlarla yaklaştığını gören Salih, adamları bakışlarıyla durdurdu. Yeniden ata döndü.
"Sakin ol kızım." dedi elini boynuna doğru uzatarak. "Sana kimse bir şey yapamaz. Sakin ol!"
Yasemin çite abanmış, korku dolu gözlerle Salih'in atı sakinleştirmesini izliyordu. Hayvan önce direnecek gibi oldu, sonra başını eğerek boynunu Salih'in ellerine uzattı. Salih kendinden emin, atın yelesini okşadı. Atın teslim olmasından sonra Yasemin derin bir nefes aldı, yaşadığı korku yüzünden başı dönüyordu. Ağzında acı bir tat vardı. Salih'in yanına gelen seyisleri gördüğünde rahatlayarak gözlerini kapatmaya cesaret etti.
"Atı bağlamayın, sevmiyor." dedi Salih, "Sakinleşmesi için de biraz zaman verin."
Parmaklarının altındaki ipeksi deriyi okşadı, hayvan kendini tamamen ona teslim etmişti. Baş seyise atın kontrolünü isteksizce bırakarak geriledi ve Yasemin'e doğru baktı. Kız yere çökmüş, bayılan Perran'ı ayıltmaya çalışıyordu. Ceketini getiren Tacettin'e teşekkür ettikten sonra ceketi, terden nemlenmiş tozlu gömleğinin üstüne giymek istemedi. Ceketini kolunun altına sıkıştırarak, Yasemin'in yanına doğru yürüdü.
Baygın Perran'ı odasına taşıdılar. Salih de temizlenip üstünü değiştirdikten sonra aşağıya indi ve holde onu bekleyen başka bir öfkeli dişiyle karşılaştı. Yutkundu. Bu seferki, adsız kadar kolay sakinleşeceğe benzemiyordu. Yeşil gözleri birer alev gibi yanarak Salih'in merdivenden inmesini izledi. Salih rahat adımlamaya dikkat ederek konuştu.
"Perran Hanım nasıl oldu?"
"Az önce intihar etmeye çalışmanızı izleyen biri olarak hala baygın!" diye kükredi. "Ne kadar şanslı olduğunuzu biliyor musunuz Salih Bey?"
Salih gözüne gelen saçını geriye sıvazladı. "Abartmayın, lütfen, ben ne yaptığımı biliyordum. Beni izlemediniz mi?"
Yasemin ona doğru yürüdü. "Ne yaptığınızı cümle alem gördü." Karşısında durdu ve söylenmeye devam etti. "O at, sizi kolayca tepeleyebilirdi. Şu anda kırılan kemiklerinizin tedavisini arıyor olabilirdik."
Salih dudağını büktü, umursamazca ekledi. "Ya da anneme nasıl öldüğümü anlatıyor da olabilirdiniz."
Yasemin'in yüzü sarardı. "Allah korusun..." diye güçsüz bir sesle konuştu. "Bu durumda şaka yapmanız çok düşüncesizce."
"Neden? Hayat benim hayatım, üstünde istediğim şakayı yapabilirim." Yasemin'in daha da süzüldüğünü görünce içini saran hoş meltemin etkisiyle gülümsedi. "Ölseydim üzülür müydünüz?"
"Bahsetmeseniz." diye başını çevirdi Yasemin. "Annenizi ve Hüma'yı düşünmediğinize göre benim üzülmemi de önemsemezsiniz."
Salih, az evvel ismini, yani salt ismini haykıran dudakların titrediğini görünce içi eridi. Gül kokulu Yasemin'in çenesinden tutup ona bakmasını sağlamak için elini kaldırdı ama yarı yolda ne yaptığını fark edip geri çekti. Onları gören biri var mı diye bakınırken kızı teselli etmek için açıklamaya başladı.
"Ben küçükken babamın büyük bir at çiftliği vardı. Oradaki huysuz atları bu kısrakla karşılaştırırsak, bu delişmen kısrak onların yanında kuzuyu andırır." Yasemin'e döndüğünde kızın gözlerini yerden kaldırıp kendine baktığını gördü. Zümrüt bakışlar gönül okşayan bir yumuşaklıkla kırgındı. "Onlarla çok vakit geçirdim. Bu hayvan sadece kendini durduracak sakin birini istiyordu, deli olsaydı yanına yaklaşmazdım."
"Deli olmadığını nereden biliyordunuz?"
Boğazını temizleyip gerçeği itiraf etti. Bu tatlı dilli bülbüle karşı, onun da dili çözüldü.
"Deli olsaydı da atı durdurmaya mecburdum. Sizin olduğunuz tarafa koşması benim atılmam için kâfiydi."
Yasemin genç adamın koyu gece mavisi gözlerine dalıp gitti. Salih'in gönlü sıcacık bir hisle daraldı ve derin bir ah çekmemek için kendini zor tuttu. Kaç gündür yaşadığı azaplı saatler bir çift güzel gözün ona dokunmasıyla bulut kadar hafiflemişti. Soluksuzca konuştu.
"İsmimi seslendiğinizi duydum. Benim cesaretimi arttıran sizin sesiniz oldu Yasemin Hanım."
Yaşadığı o dakikalar aklına gelince ürpererek başını çevirdi. Salih'in başına gelebilecekleri düşünmek bile korkutucuydu. Aptallaşmış zihnini ve uyuşmuş bedenini canlandırmak için korkunun yol açtığı öfkesine sığındı.
"Küçüklüğünüzün bir çiftlikte geçtiğini bilemezdim ayrıca geçmiş olsa dahi, yaptığınız hareketin bahanesi olamaz. Size o kızgınlıkla bağırmış olmalıyım, zira hiç hatırlamıyorum. Kabalık olarak alırsanız, sizin bileceğiniz iş." Diye söylendi ve genç adamın büyüsünden kurtulmak için uzaklaşmaya karar verdi. Halini kendi kendine açıklayan duygu tanımlamalarından hiç hoşlanmamıştı. Onu da korkuya bağladı çünkü suratsıza sevdalanacak kadar kendini bu rüyaya kaptırmamıştı.
"İzninizle ben Perran'a bakayım."
Salih önünden çekildi. "İstanbul'a ne zaman döneceksiniz?"
Salih'in sorusuyla ayağını basamağa atmadan geri döndü. "Neden sordunuz? Yine mi gideceksiniz?"
"İş durumum bir parça karışık, uzun kalacaksanız benim dönmem gerek ama sizi burada bırakmaya gönlüm razı değil."
"Yokluğunuzun dolacağından mı çekiniyorsunuz?" dedi, yine gitmekten bahseden genç adama sinirlenerek. "Merak etmeyin, ben sözümü tutarım. Behzat Bey'in gelmesini yasaklamanız benim de işime gelir."
"O da var ama benim sorma amacım farklıydı." dedi genç kıza bir adım atarak. "Sizinle aynı şehirde olmamak, beni ziyadesiyle dalgınlaştırıyor. Ayrıca döndüğünüzde ailece ziyaretinize gelip düğün vaktini kararlaştırmak isterim. Eğer vaz geçmeyi düşünmüyorsanız."
Genç kız sevincine engel olamadığı oyuncu bir dille cevap verdi. "Henüz sizden o kadar sıkılmadım."
Salih yanaklarını ısıtan utangaçlığa karşın bakışlarını genç kızdan ayırmadan elini uzattı. Az önce zapt etmeye çalıştığı adsıza uzatır gibi değildi, bu sefer gözlerinde talepkâr bir yalvarma vardı. Yasemin çekinerek de olsa zarif elini, onun uzattığı elin üstüne bıraktı. Salih nefes alamıyordu, eğildi ve yaşamak adına, abı hayat yerine koyduğu ipeksi tene, alev gibi yanan dudaklarını tüy kadar yumuşak değdirdi. Gerilemek büyük azaptı ama daha fazlasına cesaret edemedi.
Başını kaldırırken elinden sıyrılan meleğin kanatlarını beyhude tutmaya uğraştı. Yasemin son hızla merdiveni tırmanarak köşeden kaybolduğunda dönen başını, Yasemin'in teniyle kutsanmamış diğer eliyle tuttu. Bundan sonra hiçbir şey aynı olmayacaktı, farkındaydı. Bunun olacağına ihtimal vermiyordu, fakat olmuştu. Masum güzel, onun kararmış kalbini, saflığının nuruyla yıkamış ve arındırdığı bu gönlün tahtına kurulmak üzereydi.
***
İki gün pek çabuk geçti. Salih, Yasemin'e verdiği sözden dolayı Perran olduğu vakit kızların yanına yaklaşmıyordu. Bunun anlamı tüm gününü uzaktan onları görerek, çiftlikte çalışanlara yardımcı olarak veya odasına kapanıp kitap okuyarak geçiriyordu. Sıcak güneş altında çalışmak tenine renk vermişti. Genç adama ayrı bir hava katan bu cazibe, ona bakan genç kızların beğeniyle iç geçirmesine neden oluyordu.
Perran bu uzak durmanın Yasemin'den kaynaklandığını biliyordu ve sabrediyordu. İkisini ayırmak için Yasemin'den yardım alamayacağını artık anlamıştı. Bilinmeyen bir nedenle arkadaşı, kendini Salih'i sahiplenmek zorunda hissediyordu. Behzat'tan bahsederken ise, Yasemin alabildiğine kayıtsızdı. Daha geçen haftaya kadar Behzat'ı kutsal bir hediye olarak görürken ondaki bu değişim Perran'ın canını sıkıyordu.
Behzat ise köşke sığamayacak kadar bunalmıştı. İstanbul'a dönüp birbirinden güzel kızların ilgisine ihtiyaç duyuyordu. Ne var ki, gözündeki morluk yüzünden yakışıklılığı zarar görmüştü. O kadar iyi anlaştığı aynalara bakarken acı duyuyordu, fiziksel değil tamamen duygusal bir acı. Ona bu peçeyi takan Yasemin'den de ses yoktu, Salih'ten de... Yasemin gerçeği açıklasaydı, Salih bir dakika çiftlikte durmazdı. Salih'in hala çiftlikte olduğunu öğrenince kızın olayların aslını anlatamadığına hükmetti ve beklemenin gereksiz olduğuna karar verdi. Büyükannesine veda ederek İstanbul'a doğru hareket etti. Salih'in bu nişanı sonlandırması için Yasemin'e bir şekilde yardımcı olmanın yolunu bulmalıydı ama önce bozulan moralini düzeltmesi gerekiyordu.
Ziyaretlerinin bir haftası dolunca konuklar gitme vaktinin geldiğini düşünerek yola düştüler. Üç araba yeniden yola döküldü. Salih, Afife Hanım ve Sema Hanım'ın arabasına binmişti; kızlar bir arabada, çalışanlar ve Perran'ın sessiz dadısı diğer arabadaydı. Dört saatlik yolculukta kısa bir mola dışında ara vermediler, oyalanmadan İstanbul'un bir danteli andıran çehresine kavuştular.
Yol yorgunu kafile evlere dağıladursun; İstanbul en merkezi yerinde, iki katlı taş binada Salih'in dönüşünü bekleyen Edip Nuri iyice sabırsızlanmaya başlamıştı. Ekibin geri kalanı toplanmıştı, geriye asıl kilit adam kalmıştı. Sabırsız davranmak istemiyordu çünkü en küçük dikkatsizlik işleri olduğundan beter hale sokardı. Beyaz köşkteki katili, henüz diğerleriyle tanıştırmakta isteksizdi. Ekiptekileri titizlikle seçmesine rağmen onlara güvenmiyordu, aslında Edip Nuri kimseye güvenmiyordu. Masanın başına oturdu ve Salih'i çağırmak üzere bir emir yazdı. Buluşmanın zamanı gelmişti. Planlar titizlikle örülmüştü şimdi piyonlarını oyuna sokma zamanıydı.
Salih, yeni amiri tarafından gönderilen çağrıyı akşamüstü konağa vardığında aldı. Edip Nuri'nin verdiği adres kâğıdındaki binaya gitmek için hemen üstünü değiştirdi ve yürüyerek meydandaki iki katlı taş binaya gitmek için yola düştü.
Memurluktan azledildiğini babasına açıklamakta zorlanmıştı ama babasından ummadığı bir tepki almıştı. Hüsnü Celal Bey, arka arkaya toprağa verdiği dostlarından sonra Salih'in iş değişikliğine vermesi gereken tepkiyi gösteremedi. Oğlu sağ salim yanındaydı, daha ne isterdi ki? Kamil Talat Bey'in giderayak oğlunu görevinden azletmesine kızacak halde değildi. Salih görevinde bir hata yaptıysa, bu onun ve rahmetli amiri arasındaydı, babası olarak karışamazdı. Genç adamın saygısızlık yapmadığından emin olduğu için de gönlü rahattı. İş konusu mühim değildi, nasıl olsa Salih kendi başının çaresine bakacak olgunluktaydı. Hiç olmadı bir ticarethane kurup başına otururdu, son zamanlarda bu tarz bağımsız girişimler çok modaydı zaten.
Gönül hafifliğiyle yeni görevine doğru ilerleyen Salih, ona zorla verilmiş görevi tamamlayıp bir an önce serbest kalmak için sabırsızlanıyordu. Aile onurunu tehlikeye atması düşünülemezdi ve Nejat Bahri Bey'in taşıdığı sorumluluk gereği, ona, uygunsuz bir iş yüklemeyeceğine inanmak istiyordu. Görevde kuşkuya düştüğü vakit gerekeni yapacaktı ama önce neler olduğuna bakmalıydı.
İki katlı taş binada, üst katta arka tarafa bakan odanın birinde oturan Edip Nuri, hizmetlinin haber vermesiyle Salih Hüsnü'yü karşılamak için alt kata indi ama hemen değil. Onu beklemesi için Salih'i hiç eşyanın olmadığı bir mezarı andıran girişteki odacıkta tek başına bıraktı. Yarım saat sonra ağır hareketlerle doğruldu, hizmetliyi çağıran zili çaldı ve gelen adama Salih'i getirmesini ve diğerlerinin salonda toplanmasını söyledi.
Masasının arkasında; yüksek arkalıklı, tahta oymalı, deri koltuğuna kuruldu ve zevklenen gözlerini Salih'in az sonra gireceği kapıya dikti. Uzun zamandır gizli işlerin içindeydi; nice yoldaş diyebileceği ama kendi çıkarı uğruna kolayca feda ettiği sözde arkadaşlarını toprağa vermişken kurnazlığı sayesinde, o hala ayakta ve mevki sahibiydi. Daha da yukarıya çıkacaktı ama önce yolunda duran züppe velete boyun eğdirmeliydi. Anahtar oydu.
Kapı tıklatıldı, tam 'gir' diye seslenecekti ki, Salih izni beklemeksizin içeri girdi. Edip Nuri, bu saygısızlığı hafif bir ürpermeyle atlattı. Küçük şımarık bey, aklı sıra onun hükmünü saymadığını gösteriyordu, 'Sen benim amirim değilsin, sadece iş arkadaşımsın' anlamına gelen bu tavrını tersleyip terslememesi gerektiğini kısaca düşündü. Şimdilik azarlamaktan vaz geçti, zaten hayatı onun elindeydi, çene yorup adamı yapacağı görevden soğutmak istemedi.
"Hoş geldin Salih Hüsnü." dedi, oturması için yer göstermedi. Salih de oturmak için hareketlenmedi zaten. "Çağrıma hemen iştirak etmen işimizin ne kadar ciddi olduğunu anladığını gösteriyor."
Salih başını hafifçe eğdi. "Hoş bulduk beyefendi."
Genç adam devam etmeyince Edip Nuri, elini bastonuna uzattı ve destek alarak yerinden kalktı. Küçük bir yalakalığa hayır demezdi ama Salih bu işgüzarlığı gösterecek kadar zeki değildi anlaşılan. Bıkkınca konuştu.
"Seni teşkilatın diğer üyeleriyle tanıştırmak için çağırdım. Bir an önce birbirinize alışmanız ve göreve başlamanız lazım gelir. Aylaklık zamanların geçti. Memurluk yaptığın zamanları unut, işimiz vakitli ve dikkatli yapılmalıdır. Umarım her iki özellik sen de vardır. Yoksa anlaşamayız."
Salih adamın ona doğru yürüyüşünü seyrederken laf dememek için çenesini sıktı. Memurluğu aylaklık olarak görmesi hiç hoşuna gitmemişti. Üç aydır rahmetli Kamil Talat Bey'in emrinde çalışıyordu ve bir iki istisna dışında, herkesin işine karşı ne kadar düşkün olduğuna bizzat şahit olmuştu. Edip Nuri gibi dışarıda duran bir adamın bu gayretli insanları anlayamayacağını düşündü ve açıklama yapmayı gereksiz buldu.
Edip Nuri karşısında durdu, dar ve uzun gözlerini iyice kıstı. "Ayrıca sorgulanmayı hoş karşılamam bilesin. Verdiğim görevler mantığınıza sığmayabilir, kimsenin dar görüşüne uydurmakla mesul değilim. Tek bilmeniz gereken şey, devletin bekası uğruna bir uğraş verdiğimizdir, kimsenin şahsi çıkarlarına hizmet edemeyiz."
Yönünü yeniden kapıya çevirdi ve Salih'in peşinden geleceğine emin adımlarla yürüdü.
"Beni anladığını düşünüyorum."
"Elbette." dedi Salih, zevzek olarak gördüğü adamın peşinden yürürken.
İki adam alt kata indiler, merdivenin altındaki kapıdan geçtiler. Kısa ve loş bir koridorun sonundaki kapıyı açan Edip Nuri içeri girdi, Salih de peşinden. Salih odadaki ilginç insanları görünce düşündüğünden daha beter bir vaziyete düştüğünü anladı. Kapının açılmasıyla irkilen adam yerine otururken diğerleri rahatlarını bozmamışlardı. Ürkek adam biraz hırpani kılıktaydı; saçı, sakalı tarak görmemiş gibi dağınıktı, ütüsüz ceketinin altına boyun bağını dahi öylesine bağlamıştı ya da asmıştı, bilemedi. İri ve yuvarlak gözleri suluydu ve normalden daha hızlı kırpıyordu. Büyük burnunun altında tüy misali yetişmiş sakalından görünen ince dudaklarını kemiriyordu.
Salih bakışlarını diğerine çevirdi. Avrupai bir elbise giymiş, otuz yaşlarında muhtemelen Slav ırkından bakımlı bir kadındı. Açık renkli saçları sıkı bir topuzla toplanmış ve mavi gözleri, durgun bir ifadeyle onları izliyordu. Tek başına ikili koltuğa kurulmuş adama döndü. Buğday tenli adamın, saçı ve kaşı simsiyahtı. Gözlerinin rengi çattığı kaşlarından belli değildi, fakat insanı ürperten bir bakışı vardı. Benimle oyun olmaz dercesine uyarıyordu. Kemikli burnunun kanatları genişçeydi, dudakları kalın ve çenesi sert hatlara sahipti. Salih'in bu adama bakarken düşündüğü şey, genç adamın ne kadar ilginç olduğuydu. Adamın yüz hatları o kadar değişikti ki, hafif oynamalarla şık bir salonda kibar bir beyefendi ve yahut sokakta, değme külhanbeyinden farkı olmazdı.
Son adama döndü, tekli koltuğa gömülmüş adam Salih'in babası olacak yaştaydı. Bacak bacak üstüne atmış, sakin bir tavırla oturuyordu. Adamın yüzü sürekli gülümseyen biri olduğunu belli eden çizgilere sahipti. Bir iki seneye kadar adamın tüm kıllarının bembeyaz olacağını tahmin etti. Tabi, bıyığının tam ortasını boyayan tütünü bırakmazsa... Salih adama bakarken adam gülümseyip ona selam verdi. Ona tepki veren tek kişi olduğundan o da hafifçe başını eğdi.
"Bugün hepinizi toplamamın sebebi, tanışmanız içindir. Ne de olsa görev arkadaşı sayılırsınız." Lafına başlayan Edip Nuri, tekli bir koltuğa doğru yürüdü. "Lütfen oturun Salih Hüsnü Bey."
Salih ürkek adamın berisindeki koltuğu seçip oturduğunda, Edip Nuri henüz kendi koltuğuna ulaşamamıştı. Bir yandan da konuşuyordu.
"Yeni üyemizin ismi, duyduğunuz üzere, Salih Hüsnü Bey'dir." dedi Salih'in az önce ayakta durduğu yere dönerek. Fakat Salih'in çoktan oturduğunu görünce şaşaladı ve bozuldu. O mu yavaştı, yoksa Salih, o izin vermeden mi oturmuştu? Bu çabukluğunu saygısızlığına bağladı ve boğazını temizleyerek devam etti.
"Birbirinizle samimi olacağınızı sanmasam da bu işte birlikteyiz. Hiç değilse isimlerinizi bilin."
Koltuğuna oturdu ve ürkek bakışlı adamı işaret etti.
"Agop Efendi; ayrıntı vermeme lüzum yok ama kendisinin bilim kısmıyla ilgilenmekte olduğunu bilin. Yelena Hanım bağlantılarımızla ilgileniyor. Osman Bey..." dedi Edip Nuri ve birkaç saniye sustu.
Edip Nuri kimseye güvenmez demiştik ya az önce; işte, bu adam farklıydı. Edip Nuri bu adama güvenmeyi çok isterdi. Yaşı gençti, zapt edilmez bir karakteri vardı, kabadayıydı, serseriydi ama Osman zehir gibiydi. Sızamayacağı delik ve etkileyemeyeceği hiçbir canlı olamazdı. Tek sorun, fazla sorun çıkarmasıydı. Delirivermesi içten değildi. Zayıf noktası yoktu çünkü kimse onun nereden geldiğini, kimlerden olduğunu bilmiyordu. Seviştiği fahişeler dışında, kadınla alışverişi olmazdı, normal bir kadına bağlandığı da görülmemişti. Bu, iki ucu keskin kılıcın, bir insanoğlundan emir aldığı da görülmemişti. Yapacağını, edeceğini kendi seçer; para için dahi kimselere bağlanmazdı.
Edip Nuri bu genç adamı ikna etmek için Hapishane-i Umumiye kapısına gittiğinde oldukça uğraşacağını düşünmüştü. Osman sadece alacağı parayı sordu, öğrendikten sonra ikiye katladı ve işi kabul etti. Osman gardiyan değildi, cellat değildi, kapısından çıktığı hapishane ile ilgisi orada bir süre konaklamak zorunda kalmasıydı. Sebebi sıradan bir suçtu, çünkü asıl günahlarının izlerini dünyevi suç avcılarının gözleri önüne bırakacak kadar tecrübesiz değildi.
Başını Salih dışında kalan ikinci gözdesine çevirdi ve yavaşça konuştu. "Onun ne yaptığı sadece beni ilgilendirir. Ruhi Necip Bey, kimyagerdir."
Adamın bakışları en son Salih'e döndü. "Salih Hüsnü Bey de bizim teşkilatın kâtibidir."
Ruhi Bey şaka sandığı unvana sırıtırken Yelena eldivenli elini ağzına götürüp kibarca kıkırdadı. Agop Efendi anlamsızca Salih'e baktı, katipliği ona veya teşkilat gereksinimine pek yakıştıramamış olduğu yüz ifadesinden belliydi. Tepkisiz duran iki kişi, Osman ve Salih idi. Edip Nuri söylediği unvan tam olarak gerçeği yansıtmıyordu, yine de şaka sayılmazdı. Hoşnutsuz bir bakışla Ruhi Bey ve Yelena Hanım'a göz attı.
"Sizi güldürmeye çalışmıyordum." dedi hoşnutsuz bir tonda ve koltukta yavaşça doğruldu. "Şimdi, öncelikli hedefimiz teşkilatımızın ereklerine uyumlu çalışıp çalışmadığınızı denemektir. Güç görevleri üstlenmeden önce altından kalkıp kalkamayacağınızı bizzat ben denemeliyim. Tek başınıza yetenekli olduğunuz için buraya çağırıldınız ama önceden hiçbirinizle çalışma yapmadığımızdan başarı düzeyinizi bilmiyoruz. Baştan söyleyeyim, ekip içinde uyumlu olmayan hemen çıkarılacaktır."
"O halde bana eyvallah!" dedi Osman dalga geçercesine. "Sınavdan hiç haz etmem."
Edip Nuri yaptığı şakayı onaylamayan bir bakışla Osman'a baktı.
"Lafımın kesilmemesini rica ederim."
Osman pek de uyarı dinlemediğini belirtir bir küçümsemeyle Edip Nuri'ye baktı. İşi uzatmamak için Edip Nuri başını çevirip konuşmaya devam etti.
"Size özel işler de verilebilir, ekip çalışması yapmanızda gerekebilir. Bu yüzden özel çağrılarım konusunda lütfen titiz olun. Konuşmamız gereken başka bir konu daha var: binamızda fazla odamız yok, o yüzden Ruhi Bey, Yelena Hanım ile Salih Bey ise Agop Bey ile aynı odayı kullan..."
"Salih ile ben aynı odayı kullanacağız."
Edip Nuri büyük bir sabırla konuşan Osman'a baktı. "Senin tek başına kullanacağın bir oda var."
Osman sözümü söyledim dercesine kanepeye yayıldı ve başını yüksek arkalığa dayadı. Delici bakışları Edip'in üstünde asılı kaldı. Edip Nuri uğradığı bu isyanı da sineye çekmeyi kendine yediremedi ama yumuşak davranmalıydı. Bu herifi bu kadar korkusuz yapan şeyi merak ediyordu, ölmekten de çekinmediğini biliyordu. Gerçi onu öldürecek yetenekte biri henüz ortaya çıkmamıştı. Adam şeytanın tekiydi, güzel yüzlü bir ölüm meleğiydi.
Edip Nuri derin bir nefes almak istedi ama sırtına saplanan keskin bir ağrı yüzünden başaramadan yarıda bıraktı. Osman'a hafifçe sırıttı.
"Bir ara, bu önerini konuşalım Osman. Bir süre size ayrılan odaları kullanın. Ha, ne diyordum?" Osman'dan gelecek bir tepkiyi beklediği bir iki saniye düşünür gibi yaptı. Ses duymayınca devam etti. "Hatırladım. Emir alacağınız tek kişi benim."
Otoritesini sağlamaya çalışan Edip Nuri'yi dikkatle dinleyen Agop ve Ruhi dışındakiler kendi havalarındaydı. Salih sıkılmıştı. Küçük çaplı bir casus ağında yer alması için çağrılması ve bunun tamamen isteği dışında olması midesini ağrıtıyordu. Görmeyen bakışlarla Edip Nuri'yi dinlerken ona çevrilmiş bir çift gözü önemseyecek kadar diğerlerine dikkat etmiyordu. Karanlık bakışlar, Salih'i baştan ayağa süzdü. O, Salih gibi, başkasının bakışlarına dikkat etmeyecek kadar umursamaz değildi. İnceleyici bakışlarını, ilgisiz Salih'ten aldı ve hafifçe yana çevirdi.
Yelena, Osman tarafından fark edilmemeye çalışmıyordu. Tam tersine göz göze gelecekleri anı kolluyordu. Genç adam onun saklamadığı bakışlarını sonunda hissetmiş olacak acele etmeden kadının olduğu yana doğru döndü. Yelena alışık olmadığı bir heyecanla, beklenti içine girdi. Üç gündür bu binadaydılar ve daha önce ününü duyduğu ama yüzünü görmediği Osman, ilk defa aralarına katılmıştı. Genç adamla göz göze geleceğini düşünerek bakışlarına hoş ve kadınsı bir hava verdi. Fakat uğruna hazırlık yaptığı bakışlar onun yüzüne değin yükselmedi. Elbisesinin dantelli göğüs dekoltesinde bir süre gezindikten sonra önemsemez bir dudak bükmeyle, az önceki işine geri döndü. Yelena kırık bir gururla sırtını dikleştirip Edip Nuri'yi dinlemeye odaklandı.
"Size haberleri, uşağım Halid mühürlü bir zarfla taşıyacak. Başka bir yolla gelmiş mesajlara itibar etmeyiniz. Benden değildir. Bir kez daha hatırlatıyorum, benden başkası sizlere emir veremez. Kanunun üstünde bir teşkilatız, fakat bu dikkatsiz davranacağımız anlamına gelmez. Benim koyduğum kurallardan az da olsa sapan biri en ağır ceza ile cezalandırılacaktır. Kim olursa olsun, ne kadar iyi niyetli olursa olsun..." dedi ve yan gözle Osman'a baktı. "Kimse başına buyruk hareket edemez. Gözünün yaşına bakmam."
Salih uyarının muhatabı olduğunu düşündüğü Osman'a baktı. Adam hiç oralı değildi, bir ayağını diğer bacağına atmış uygunsuz bir oturuşla karşı duvarı seyrediyordu. Edip Nuri, Osman'ın gözünde, şu an baktığı duvar denli ilginç olmadığını anlayacak kadar adamı tanımıştı. Etkileyici bakışlarını hiç bozmadan diğerlerine çevirdi.
"Birbirinizle arkadaş olmanızı beklemiyorum, iş yapacaksınız, dostluk değil. Sadece birbirinizi öldürmeyin benim için kâfi gelir. Kişisel sorun yaratmamaya çalışın. Benim söyleyeceklerim bu kadar, sizleri çağırana dek serbestsiniz."
Son derece garip bulduğu tanışma toplantısından çıkan Salih, akşam alacakaranlığında öylesine yürürken takip edildiğini geç de olsa fark etti. Omzunun üstünden baktığında onu izleyenin Osman olduğunu görünce bir an yanlış anladığını düşünüp yoluna devam etti. Amacını öğrenmek için çarşıya doğru saptı, adam da saklanmak için hiç çaba harcamaksızın aynı şekilde hareket edince kuşkusu kalmadı. Basbayağı onu takip ediyordu, yüzünde ciddi bir ifadeyle.
Taş döşeli sokakta ayaklarını sürüyerek yavaşladı, Osman aynı hızla yürümeye devam etti. Osman yanına geldiğinde durup durmamayı düşünürken genç adam, Salih'in hizasından geçerken başını ona çevirdi ve duygusuz bir tonda konuştu.
"Fark etmekte çok geciktin." Dedi ve Salih'in konuşmasına fırsat vermeden hızlanarak köşeden döndü.
Salih birkaç saniye olduğu yerde dikildi, kendine gelmesiyle birlikte adamın ardından köşeye doğru yürüdü. Sokak boştu, birkaç saniye önce kanlı canlı bir adamın bu gölgelerle dolu ama boş sokağa döndüğünü görmüştü fakat şimdi bir tane âdemoğlu ortada görünmüyordu. Gözlerini kısıp gölgelerin sardığı bina kuytularına bakındı. Sıkıntılı bir nefes aldı ve geri döndü.
Çalışması beklenen ekibin her biri birbirinden garipti, haklarında hemen karar vermesi güçtü. Edip Nuri'nin imasına göre de, ekip olsalar da sürekli birlikte çalışmayacaklardı. Fazla kurcalamadan, izleyerek ve dinleyerek hareket etmeye; mümkün olduğunca bu ilginç insanlarla muhatap olmamaya karar verdi. Osman'ın ne yapmaya çalıştığına da pek kafa yormadan evine doğru yola çıktı.
Salih, Osman'ı önemsemeye gerek duymamıştı ama biraz olsun tanısaydı... Az da olsa tanısaydı... Gece gözüne uyku girmezdi. Salih köşenin başında sokağa göz atarken hemen dibinde duvara yaslanmış Osman'ı fark etmedi. Osman genç adamın bu umursamazlığını hiç hoş karşılamadı, bir nefes ötesinde duruyordu ve buraya dek, hiç uğraşmadan, tuzak dahi kurmadan, Salih'i en az yedi kere öldürebilirdi. Takip edildiğini anlaması bile on beş dakikasını almıştı, bu süre ölümcüldü.
İlgisini çeken genç adam köşeden ayrılır ayrılmaz, Osman tünediği pencere pervazından yumuşak bir atlayışla yere indi. Edip Nuri pisliğinin, bu adamı neden işe karıştırdığını merak ediyordu. Aklını karıştıran diğer bir düşüncesi ise, müthiş bir gizlilik uğruna ona dahi yalan söyleyerek teşkilata girmesini isteyen Edip Nuri'nin asıl adamının bu genç adam olduğuydu. Osman çok nadir yanılırdı ve bu adamın önemli olduğunu düşünüyordu.
Genç adamı oturduğu konağa değin izledi, bu sefer fark edilmemişti. Çünkü fark edilmek istememişti. Salih'i büyük kapıdan evine yolladıktan sonra binaya geri döndü. Edip Nuri hala binadaydı, siyah arabası yan sokakta bekliyordu. Doğruca adamın odasına yürüdü. Kapıyı yine kilitlediyse, bu sefer menteşesinden söküp odanın ortasına atmaya kararlıydı ama lanet olası kapı, kilitli değildi.
Odaya girer girmez masasına kurulmuş olan Edip Nuri, hiç beklemediği ziyaret dolayısıyla koltuğunda zıpladı. Osman adamın bu tırsaklığına önem vermeden masasının önüne yürüdü. Edip Nuri kocaman açılmış gözleriyle onu izliyordu. Eline sardığı bandaj yarı yarıya çözüldüğü için diğer elinden kayıp aşağıya sarktı. Osman ellerini masaya koydu, öne doğru eğildi. Edip Nuri'nin sararmış yüzüne bakışlarını dikti.
"Ne iş çeviriyorsun Edip!" diye gayet sakin ve ciddi bir sesle sordu. "Bunca akrebi boşuna toplamadın sen!"
Edip Nuri boğazını temizledi ve yüzüne sakin bir ifade vermeye çalıştı. "Anlaşmıştık..."
Osman biraz daha eğildi ve korkak adamdan yükselen ekşimsi kokuyu duymasıyla az önceki yerine döndü. Korkudan terlemesi midesini bulandırmıştı. Edip Nuri'nin kesilen sesini tamamladı.
"Anlaştık... Anlaştık... O yüzden cevap istemiyorum ama eğer isteseydim sike sike dillendirmen gerekiyordu. Yoksa o dilini kesiverirdim." Yanağını çiğneyerek doğruldu ve adamın boş ifadesine öylesine bakarak devam etti. "Bana bir yer ayarla, talim yapacağım. Rahatsız edeni oracıkta mıhlarım, o yüzden kolluk kuvvetlerinden uzakta olsun."
Edip Nuri koltuğunda bir parça kımıldandı. "Ayarlarım ama talim yapmana lüzum..."
"En az bir haftalığına istiyorum." dedi adamın ne dediğini duymazdan gelerek kapıya yürüdü. "Ayrıca Salih Hüsnü de orada olacak!"
Edip Nuri çatlayan sesinin el verdiği bir hayretle konuştu. "Sa... Salih Hüsnü mü?"
Osman kapının önünde durdu ve sabırla bir nefes aldı. Edip Nuri'nin koltuğu gıcırdadı, huzursuzluktan yerinde oturamadığı belliydi, itiraz etmeye de gönlü yoktu. Osman, başını çevirip omzunun üstünden adama baktı.
"Edip ben hangi lisanı konuşuyorum?"
"Anladım ama ona ne gerek var? Katiplik yapmasını mı bekli..."
"Lan!" diye kükreyerek adama döndü. "Sana isteğimi söyledim daha ne söylenirsin?"
Edip Nuri yutkundu ve hızlıca başını salladı. "Diğerlerini de katayım mı yanına diyecektim."
Osman doğruldu ve yüzünü buruşturdu. "Ne zevzek adamsın Edip! O herif orada olsun da, benim için diğerlerinin varlığı önemli değil."
"Salih Hüsnü'yü öldürmeyeceksin, değil mi?"
Osman adamın endişeden kararan yüzüne doğru sırıttı ve cevap vermeden, açık kapıyı tek eliyle iterek dışarı çıktı. Edip Nuri'yi ateşler içinde bıraktığının gayet farkındaydı ve bu gittikçe eğlenceli hale gelmişti. Emrine uyacaktı, pislik adamın başka çaresi yoktu. Az önceki tepkisinden anladığı kadarıyla da, bu Salih Hüsnü denen kibar beyefendi, Edip Nuri için çok önemliydi. Ve Osman pek yakında bu genç adamın neden önemli olduğunu açığa çıkartacaktı.
***
Behzat güzelim mavi gözünün kırmızılığı geçip de hafif bir sarartı kalan beresinin kusursuz çehresini bozmadığına kanaat getirince evinden dışarı çıkmaya kendini ikna etti. Artık aynaya bakabildiğinden, beresinin sebebini kendince allayıp pullayıp genç dul Billur Naif Hanım'ın konağına kapağı attı. Bu genç kadın, yaşlı kocası öbür dünyaya göçmezden evvel Behzat'a çarpılan bir aşkzedeydi. Uzaktan akraba olan kocası da ölünce, Behzat ziyaretlerini seyreltmişti. Yine de ayda bir iki defa uğrar, iki bedenin zevklerini hoş ederdi. Genç ve güzelce olan Billur Naif'in malı mülkü vardı, onca talibine rağmen kadın yeniden evlenmek istememişti. İşin aslı bir senedir Behzat'ı ikna etmekle uğraşıyordu.
Billur Naif Hanım, genç adamı özlemle karşıladı ve hemen güllerle kaplı çardağa aldı. Hizmetlilere servisi kısa kesip çekilmelerini söyledikten sonra tül peçesini sıyırdı, efendisinin önüne diz çöken bir köle edasıyla Behzat'ın yanı başına ilişti.
''A beyzadem, sizi pek süzülmüş gördüm. Sual etmekte çekiniyorum ama kendimi tutamayacağım. Belki ben çare olabilirim. Acep bir hastalığa mı düştünüz?''
''Ah, ah!'' dedi sadece Behzat, inlercesine.
Billur, maşukunun dertli inleyişini duyunca daha bir endişelendi. Telaşla bir parça daha yanaştı. ''Beni korkutuyorsunuz Behzat'ım, narin teninizde sararmış. Özellikle sağ gözünüzün altı...''
''Hiç sormayın hanımefendiciğim. Bir derde uğradım çözemiyorum. Nazar mı desem ne desem? Bir kara büyü var, orası kesin. Geceleri cehennem ateşleri içerisinde iblislerle savaşıyorum, gözleri kamaştıran bir savaşçı misali kahramanca... Gündüzleri ise dost dediğim beşerlerin kazıklarını püskürtmeye çalışıyorum...''
Billur'un aklı çıktı. Oldu olası, büyüyle falla kafayı bozmuştu. Yoksa Behzat'a yaptırdığı büyüler, genç adamı kötü mü etkilemeye başlamıştı? Behzat kadının telaşını izleyerek içten içe çapkınlığı ve rol kesişiyle gururlandı. Panikleyen kadına ücret olsun diye, elini yukarı kaldırarak genç kadının ilgisine sundu. Billur bekliyormuş gibi Behzat'ın lütfettiği eline sarıldı, yanaklarını genç adamın parfümlü eline hafifçe sürterek, dudaklarını teninde gezdirdi. Bir yandan da az evvel hissettiği suçluluğu unutarak mırıldandı.
''Size kim kıyabilir? İsmini biliyorsanız, o cehennem ateşlerine onu atalım. Yansın kavrulsun da, size ilişemesin efendim. Bu güzelliğe nazar elbette değer ama biraz edepli bakmayı da insana öğretmek gerek değil mi ya?''
''Doğru söylersiniz Billur Hanımcığım.'' dedi elinin üstünde gezinen dudakların onda uyandırdığı hoşluk karşısında kendinden geçerek. ''İsmini bilirim de, dillendirmek istemem.''
Billur kahverengi gözlerine süzgün bir bakış vererek Behzat'a baktı. Endişe ve heyecandan titreyen sesiyle konuştu.
''İti an çomağı hazırla olmasın, beyim. Dillendirmeyin. Dört duvar arasına geçelim, üstünüzdeki bunaltıyı başka türlü giderelim Behzat'ım.''
Behzat elini çekerek başını salladı. ''Olmaz, sanmıyorum ki; havadar bahçenin aydınlatamadığını, dört duvar arasında çözelim. İçim kapkara oldu kaldı, bülbülüm. Ne kadar şakısan da geçecek gibi değil.''
Billur nazlı sevdiğine karşı büsbütün yanarak iç geçirdi. ''Böyle konuşmayın, şakımaya başlayayım bir. Allah'tan ümit kesilmez.''
Gözlerini, uzaklara dalmış edasıyla karşıya diken Behzat biraz daha nazlanırsa, hanımı caydırıp caydırmayacağını hesap etti. Fazlaca çekimser davranmamaya karar verip hülyalı bir tavırla başını salladı.
''Sizi nasıl kırayım Billur'um, geçelim odaya da bakalım yarama merhem olabilecek misiniz? Tedavi hakkında pek umudum yok ama sizi üzmek istemem.''
Behzat gençliğinin verdiği coşkuyu ve övgü ihtiyacını giderme maksadıyla bu köşke gelmişti ama başka bir deva bulacağından haberdar değildi. Billur ile Behzat, bedenlerini saran sıkıntıyı rahatlattıktan sonra sevdasından başı dönen Billur, efendisine musallat olan iblislere daha da kinlendi. Saten kaplı döşekte sıcak bedenleri birbirine sarmaş dolaş yatar iken, Behzat'ın rahatlamasından cesaret alarak yavaşça konuştu.
''Sevdiğim, bir dedikodu duymuş idim, bir iki hafta oluyor. Acaba bu gönül darlığının sebebi şımarık bir kızın derdinden olmasın? Korkarım ama bilirsin, sormadan duramam. Senden önce ben üzülüyorum. Hay duymaz olaydım.''
Behzat kollarını doladığı çıplak bedenden ayrıldı ve yatakta oturur vaziyete geçti. Şaşırmamıştı. Yasemin'in peşinden helak olduğunu cümle alem biliyordu. Kocasının ardından hala yasta görünse de, kulakları her zamankinden daha açık olan bu hatunun duymamasına imkan yoktu. Billur'un ondan soğuyacağına ihtimal vermiyordu fakat büsbütün alakasının çoğalmasından çekiniyordu. Nasıl anlatacağını bilemez halde düşünürken, kadıncağız saten yorganı göğüslerine çekerek doğruldu.
''Dedikodulara ehemmiyet vermem beni tanırsın Behzat'ım. Yine de mesele sen olunca düşünceler zihnimi bulandırdı. Demem o ki, bence bu kızcağız sana büyü yapmış.''
Behzat ilgiyle kadına baktı. ''Büyü mü dedin?''
Başını sallayan kadın devam etti. ''Hem de en karasından, yoksa senin gibi ala bir beyi peşine nasıl taksın?''
''A, ben bunu hiç düşünmemiştim!'' diye gerçekten hayret etti.
Tabi ya, büyü! Başka türlü Yasemin onu sevdiği halde, neden Salih'e yüz versin veya Behzat gibi güzide bir kelebeği kendine nasıl bağlasın? Onun için ölüp biten onca kıza gönül vermemişken bu şımarık kızın ardından Tekirdağ'ın eteklerine dek gitmişti. Kesinlikle işin içinde büyü vardı. Düşündü, taşındı... Acaba kim kime büyü yapmıştı? İçin içinden çıkamayınca en sonunda bir karar verdi. Yasemin ona, Salih de Yasemin'e büyü yaptırmıştı. Bu nazlanmanın sebebi ancak güçlü bir büyü olabilirdi.
''Geceleri başına gelen dehşetli hayallerin başka açıklaması olamaz. Ruhun ondan uzaklaşmak ister ama büyünün etkisinde kıvranır.'' dedi Billur, bilgiç bir edayla. ''Bu zehri senden söküp alacak bir âdemoğlu biliyorum Behzat'ım, dilersen ak büyüyle bu deliliğine çare olur.''
Dudağını büktü. Yasemin onu kendine bu denli bağlayabiliyorsa; o da büyü yapan bulup Yasemin'i Salih'ten kurtarabilirdi. Salih'i ondan soğutur, Yasemin'i kendine ısıtırdı. Gözlerinde hesapçı bir bakışla Billur'a döndü.
''İyi bir fikre benziyor. Dediğin bu âdem, uzaklaştırma büyüsü de yapabiliyor mu?''
Billur heyecanla doğruldu. ''A, canım, elbette, her büyüyü yapabilir. O çelimsizi senden uzaklaştırabilir...'' dedi ve bedenini Behzat'a sürterek kıkırdadı. ''Sevdiğine kavuşmanı da sağlayabilir.''
Behzat az önce tattığı kadınla yeni bir güreşe tutuşmakta isteksizdi. Mükemmelliğini tek kadınla paylaşmayacak kadar insaflı ve cömert olduğundan geriledi.
''Uslu dur Billur, iki lakırdı yapamayacak mıyız senle? Hemen sırnaşıyorsun.''
Billur az kırılmış ama yılmamış bir tavırla genç adamı ikna etmeyi başardı. İkinci güreş bittiğinde, galip Behzat, büyücü üfürükçünün adını, adresini Billur'un oynak dudaklarından söküp almıştı. Salih ile Yasemin'i ayırmak için kucağına düşen talihe sevinerek köşkten ayrıldı. Ardında bıraktığı genç dul ise çok yakında sözde büyüsünden kurtulacak olan Behzat'a kavuşacağını düşünerek avunuyordu.
***
Sadık Muhsin Bey'in konağında ayrı bir heyecan hüküm sürmekteydi. Bir ay sonra yapılması kararlaştırılan düğün telaşına düşülmüştü. Gülçehre Hanım'ın çiftliğinde Yasemin'den izni koparan Salih hemen ertesi gün tarih kararlaştırmak adına annesini ve babasını koluna takıp gelmişti.
Yasemin ile evlenmenin onu bu kadar heyecanlandıracağını ilk başta söyleselerdi inanmazdı. Genç kızla arasındaki çekişmeli muhabbet çok hoşuna gidiyordu. Büyük bir aşk beklemediği bu evliliğin tarihini çok da ileriye atmaya gerek yoktu, değil mi? Gerçi henüz kendisine itiraf edemese de, Yasemin'e karşı duygularının derinleşmeye başladığını da hissediyordu. Geceleri onu uykusuz bırakan geçmişin buhranlı anılarından kurtulmuş, onun yerine düşündükçe heyecanlandıran gelecek umutlarıyla kıvranıyordu.
Evlilik tarihlerinin kesinleşmesinden sonra Salih kendisine garip gelen bir telaş haliyle dolanmaya başladı. O gece Yasemin ile baş başa kalamamışlardı, önerilen tarihi onaylaması dışında pek konuşmamış sessizce kenarda oturmuştu. Başı eğikti, yanaklarındaki pembelik ve mahzun ifadesiyle Salih'in aklını karıştırmıştı. Rahat görünmesi gerekirken neden isteksiz bir tavırla yüzü yerdeydi? Acele hareket etmemek için bir gün bekleyip ziyaretine gitmeye karar verdi. Genç kız tereddüt içindeyse sebebini öğrenmesi lazımdı. Behzat'ın ona olan ilgisinden hoşlanmış olma ihtimalini düşündükçe kalbi sızlıyordu.
Yasemin'in bu durgunluğunu Salih kadar merak ettiniz mi? Aslında oldukça açık bir sebebi var. Yasemin çiftlikten döndükten sonra Münevver'i önüne alıp ne olup bittiğini heyecanla anlatmaya başlamıştı. Münevver, genç kızı gülümseyerek dinledi. Salih'ten bahsederken Yasemin'in ışıldayan gözlerine ve pembeleşen yanaklarına bakan Münevver'in gözleri doldu, doldu, yutkundu. Zamanında ölüp bittiği Behzat ile daha fazla vakit geçirmek zorunda kalmasına rağmen kısacık bir zaman geçirdiği Salih'i daha çok anlatması Münevver'in çok hoşuna gitti. Bu sevincinden dolayı etmemesi gereken bir lafı ağzından kaçırıverdi.
''Canım Yasemin'im, sana dedim; büyük lokma ye, büyük laf söyleme! Salih Bey'imiz senin kalbini çalıvermiş haberin yok!''
Yasemin'in yüzündeki ifade birden dondu kaldı. Münevver neden öyle demişti ki? Ziyareti anlatırken bu lakırdı da nereden çıkmıştı? Salih'in yaptığı rezillikleri anlatmasını böyle bir sonuca nasıl bağlardı? Rosa olayına en az onun kadar kızacağını ve Salih'e söyleneceğini düşünürken, Münevver kalkmış aslı astarı olmayan bir laf etmişti. Münevver genç kızın bu afallamasını geç anlayarak devam etti.
''İstemem diye bağırıp duruyordun, iyi oldu bu çiftlik ziyareti. Ay, inşallah, paşazademiz de seni gönül gözüyle görmeyi başarır. Nefret ediyorum diye tepinirken sana oh olsun!''
Yasemin'in kaşları çatıldı, dudağı titredi. Münevver yediği haltı anlayarak suspus kalıverdi. Neden kalmasın? Yasemin iyiydi hoştu ama inadı da inattı. Bir şeyi sevmedim derse ömür billah onu sevmezdi. Salih'i istemediğini defalarca söyledikten sonra şimdi beğense de inadından beğendiğini söylemez, gurur yapardı. Salih'i zaten içten içe eski sevdiğinden kıskanıyordu. Boşuna Boğaz'da fincan sallamamışlardı. Münevver bu lafı hiç demeyecekti. Kendi fark etmeden önce kızı ayıltırsa, Yasemin duygularıyla savaşmaya başlardı ve çoğunlukla da kazanırdı.
Genç kız kekeledi.
''Ne... Neden... Neden öyle dedin dadı? Ben sadece olanları anlatıyordum...''
Münevver sırıttı. ''Ya, sana şaka yapıyorum güzel kızım.'' Zoraki bir gülüşle kızın dizine hafifçe vurdu. ''Hemen de ciddiye alıyorsun Yasemin'im, şaka edemeyecek miyiz?''
Kız gözlerini yere çevirdi ve başını salladı. ''Ciddiye almadım.'' dedi ama tavırları, onunla aynı fikirde değildi. Salih'in ailesiyle konuşmaya geldiği dakikaya kadar Yasemin, heyecanlı buhranını bastırmak için ne yapacağını bilemez haldeydi. Münevver'in dedikleri aklından gitmiyordu. Salih'e olan hislerinin istemediği bir yöne kaydığının başkası tarafından itirafıydı, dadısını dedikleri. Bir yandan da Hüma'nın bahsettiği eski sevgili aklındaydı. Salih o kadını unutup onu sevebilmiş miydi?
Bin bir kurgu ve düşünce, Salih'in düğün tarihini saptamak adına konağa gelip odaya adım atmasıyla kesinliğe kavuşmuştu. Kalbi, bir kuş misali çırpınarak boğazından fırlayıp genç adamın ayaklarının dibine serilmek için can atıyordu. Büyüklerin ellerinden öpen Salih çaprazına oturup babasına gülümser bir yüzle baktığında, Yasemin'in boğazı kurudu, deli atan kalbi tekledi. Ona doğru bakmamıştı ama Yasemin'i basan sıcaklık yanaklarından dağılıyordu.
Başını hızla eğdi ve kendinden utandı. Bir yandan Salih'in bu denli, sinsice, ruhuna sızmasına öfkelenmişti. Bir yandan da belli etmeye başladığı kendi hislerine kızıyordu. Adım adım evliliğe giderken Salih'in ona olan hislerini bilmemek gönlünü daraltıyordu. Sormasını nasıl karşılardı bilmiyordu ve Yasemin, Salih'ten ilk defa bu denli utanıyordu. Ona olan duygularından emin olmadığı bir adama aşık mı oluyordu?
Salih'in vazgeçiş olarak sandığı bu utanma halinin gerçek hissi buydu. Münevver'in dehlemesiyle Yasemin duygularına anlam yüklemiş ve kafası iyice karışmıştı. Behzat'a olan hislerinin de hayallerinin bir ürünü olduğunu anlamış, bu anlak da ayrı bir darbe olmuştu, genç kıza. Salih mektup yazanın o olduğunu düşünerek evlenmek istemişti, başka türlü olsaydı Yasemin'i fark bile etmeyecekti. Bu düşünce genç kıza o kadar ağır geliyordu ki, Salih ile konuşmadan rahat nefes alamayacaktı ama genç adama ne diyecekti? Mektubun yanlışlığını söyleyemezdi, Salih ondan hemen uzaklaşabilirdi. Söze nasıl girecekti?
Günlerce Salih'in yolunu bekledi, ah, o ne işkenceydi... Neredeyse ince hastalıktan mustarip bedbahtlar gibi yatak döşek yatacaktı. Suskunluğunu kitaplarının arasına gömülmekle gizledi. Sözde okuduğu kitap pek heyecanlıydı... Oysa okuduğu iki satırdı, daha fazlası değil... Salih gelmedikçe genç adama sinirlenmeye başladı. Hüzünlü tavrı değişerek hırçınlığa çevrildi. Bir de aklına, genç adamın yüzü ve eline değen ateş gibi dudakları gelmeseydi, çok daha kolay sakinleşebilirdi ama nerde? Belli belirsiz dokunan dudağının verdiği his ilk andaki kadar tenini karıncalandırıyordu. Bir erkek ilk defa bu kadar... Düşünmek istemiyordu ama elinin öpülmesi, yok, dokunulması ilk defa onu etkilemişti.
Yasemin sakinleşmek için bahçede dolaşırken Münevver eteklerini toplayarak ona yanaştı.
''Yasemin! A benim tatlı kızım neredeydin sen? Aramadığım yer kalmadı gül yüzlüm!''
Yasemin mermer bankın yanında durdu ve ona yaklaşan dadısına döndü. ''Dolanıyordum dadıcığım, hayırdır''
Münevver soluklanarak ellerini göbeğine koydu. ''Ay, çatlayacaktım ayol. Az yesem ne iyi olur, of, of!''
Yasemin yardım ederek kadını bankın üstüne oturttu. ''Nefeslen bakalım yaşlı dadı''
''Halt yemişsin sen, yaşlıymış! Peh!''
''Gülçehre Teyze'ye döneceksin yakında, hatta huysuzluğun aynı'' diyerek gülümsedi.
Münevver şakadan küsmüş gibi başını çevirince Yasemin kadına kollarını sardı. ''Sana şaka yapıyorum Münü, şu önündeki ayva göbeğini erittin mi geyik gibi olursun sen!''
Kadın kıkırdadı ve fazla nazlanmadı. ''Münasebetsize bak! Ayar verecek diye bakıyoruz, dalgasını geçiyor. Her neyse bir misafirin var Yasemin'im.''
Göğsü sıkıştı ve hemen doğruldu. ''K-Kim?''
''Perran geldi'' dedi yüzüne şaşkın bir ifade vererek. Yasemin'in asıl heyecanının nedenini biliyordu ve sözünden sonra düşen omuzları ve asılan yüzü de tahminini doğruladı. ''Sevinmedin mi?''
Derin bir nefes alarak dadısından ayrıldı. ''Sevindim, sevindim de...''
Perran yerine başkasını beklediği çok açıktı ama dillendirmedi. Beklediği istese de gelemezdi, çünkü şimdi anlatmayacağız, Salih'in başı bir parça kalabalıktı. Perran ise çok kıymetli bir görev icabı arkadaşının konağına gelmişti. Bu görevi nasıl aldığından bahsetsek yerinde bir açıklama olur diye düşünerek bir gün öncesine gidelim. Böylece Behzat'ın neler karıştırdığını da öğrenmiş olacağız.
***
Hayriye Hanım'ın kulağına gelen havadislerin haddi hesabı yoktu. Çiftlikten dönen Perran'ın ona anlattıklarında elle tutulur bir şey bulamasa da biraz allayıp pullayarak kadınlar cemiyetine sıcak servis etti, karşılığında da Salih'in düğün tarihini kesinleştirmek için ısrarlı olduğunu öğrendi. Nişanlanalı az zaman olmasına rağmen iki tarafta çeyizi tamamlayıp gençleri evlendirmek istiyordu. Hayriye bunun nedenini Behzat'ın çekiciliğine kapılan Yasemin'in aklının çelinmemesi için olduğunu söyleyiverdi. O kadar kendinden emin konuştu ki, her daim olduğu üzere, lafı bittiğinde yalanının doğruluğuna herkesten çok kendi inandı.
Evden çıkmayan kızına da aynı coşkuyla tüm dedikoduları anlattı. Bir ay sonra evlenecekleri kesinleşen Yasemin ile Salih'in haberi, zavallı aşık kıza hiç iyi gelmedi. Yüzü sarardı, başı döndü. Üzüntüsünü annesine fark ettirmemek için soğuk terler dökerek öylece oturdu. Ne haindi bu Yasemin! Onun sevdiğine göz koymuştu. Söylediği gibi yanlışlığı düzeltip Perran ile Salih'in arasını yapacağına, onun sürmelisine el koymuştu. Gerçi bu kelimeleri söylememişti ama konuştuğu cümlelerden ortaya çıkan anlam buydu.
Hayriye Hanım dedikoduların yetersiz alevinden pek tatmin olmamıştı, başka evlerden gelecek başka havadisleri öğrenmek için mahalle turuna çıkarken Perran uyuyacağını söyleyerek odasına kapanmıştı. Dadısı Tayyibe geldiğinde de boş boş duvara bakar halde uzanıyordu. Dadısı kızı kontrol etmek için geldiğinden kapının arasından başını soktu ve sessizce sordu.
''Perrancığım dilediğin bir şey var mıdır? Ağrın sızın yoksa dolaşalım istersen.''
Perran ağlamak üzereydi, dayanamadı. Yataktan doğruldu ve dadısının elinden çekerek odaya soktu. Kapıyı kapatıp ardına sandalyeyi dayadı. Sessizliği tarafınca onaylanmış dadısına olan biteni kendi hesabından anlattı. Perran bilmiyordu ama zavallı Tayyibe'nin küçük beyin küpünü pek doldurmuşlardı, laf pisliklerinin saçılmasına ramak kalmıştı. Yakında sabır taşının çatlamaya başlayacağından habersiz anlattı da anlattı. Lafı bittiğinde, saf kadıncağız, pek sevdiği Yasemin'e enikonu kızmıştı.
''Bak sen hanıma, biz de onu narin kibar bellemiştik. Benim Perranımın ilk göz ağrısını elinden nasıl alır?''
Kadın söylendikçe, haklılığını onaylanan Perran zevke geldi. ''Hem de nasıl seviyorum bir bilsen dadı. Sen de gördün ya, birbirimize nasıl da yakışıyoruz. Yasemin kıskançlığından aramıza taş koydu, paşazadem yüzüme bakmaktan çekinir oldu. Halbuki ne de güzel laflıyorduk, ah! Ah!''
Tayyibe kısacık düşündü, çok uzatmadı. Salih'in Perran'a ilgi gösterdiğini hiç fark etmemişti. Kaşları hafifçe çatıldı.
''Aklıma getirmişken Perran'ım, yanılıyor olmayasın...''
Perran hemen kadının lafını kesti. ''Yaseminlerde karşılaştıktan sonra oldu olan, kıskançlığından kudurdu yeşil gözlü fesat!''
Dadısı en iyi yolun Perran'a hak vermek olduğunu görüp başını salladı. Perran iç geçirip başını yatağın pirinç topuzuna yasladı.
''Diyorum ya, güzellik başa dert! En yakının bile kıskanıp sevdiğini elinden almaya uğraşıyor. Beyzadem güzelliğimden çekinip bana açılamıyor. Ne yapmalı ne etmeli...''
Tayyibe o gün için bir kez daha kafasını çalıştırıp beynini yormaya cüret etti. Aman ha, alışkanlık olmasın! Kadıncağız hızlıca konuştu. ''Üfürükçü Necmettin Raif Hoca'ya gidelim Perran. Seni bir okusun üflesin, nazarını çözsün, kapanan kısmetini açsın.''
''Hoşt! Ne diyorsun sen yahu! Benim kısmetin kapalı değil!'' diye celallenip doğruldu. Sonra durakladı, fikir fena değildi. ''Ama dur, hocaya gidelim de üstümdeki nazarı atalım. Başka şeyler de yapabilir mi bu adamcağız?''
''Büyü yaparmış ama ben korkarım. Bir de çok tutulan bir hocaymış. Haber salayım bakalım boş mu?''
Perran kadının ellerine yapıştı. ''Haber salma, kendin git. Kimse öğrenmesin, ayrıca ne yap ne et, hoca hazretleri ile görüştür beni.'' Ayağa fırladı ve dolabını açıp raftan mücevher kutusunu çekti. ''En geç ikindi olsun, daha geç olursa bey babam fark eder.''
Yakut taşlı bir yüzüğü kadına uzattı. ''Al bunu da yanına, nazlanırsa gösterirsin.''
Perran dadısını haberci olarak ünlü hocanın evine yolladı. Günlerdir üstünü kaplayan kasvet bulutu, Salih isimli güneşin umuduyla dağılıvermişti. Derdi nazar veya kısmet açma değildi. Salih'e öyle bir büyü yaptıracaktı ki, genç paşazadenin güzel gözleri ondan başkasını görmez olacaktı. Perran'ın aşkından Mecnun'a dönecek, sinsi ve yalancı Yasemin'i unutup onun kollarına koşacaktı. Hayaller içinde savrulan Perran dadısının verilen görevi ziyadesiyle yerine getirdiğini duyunca daha da keyiflendi. İki saate kadar Necmettin Raif Hoca hazretleriyle görüşebileceklerdi. Perran'ın canını tek bir şey az da olsa sıktı, adam daha duasını yapmadan yüzüğe el koymuştu. Değerli yüzüğü saf dadısına emanet ettiğine hayıflanarak hazırlanmaya başladı.
Uzun sözün kısası, Behzat ile Perran, üç kapılı evin ayrı kapılarından içeri girdiler ve talihin bir oyunuyla, bir anlaşmazlık yüzünden kopan kavgada karşı karşıya geldiler. İki sevda kurnazı, birbirlerinin gelme sebeplerini çabucak anladılar. Kavganın nedeni sıranın yanlış tayin edilmesi yüzünden başlamıştı. Haremlik ile selamlığın birleştiği ara odada; sırası gelen Behzat, torpille sıra almış Tayyibe dadı ile bozuştu.
''Sıra benimdir hanım, işim gücüm var. Sana kibarlık yapacak kadar boş bir insan değilim!''
Tayyibe sessizdi ama damarına basılmaya görsün. ''Sadece boş olan mı kibarlık yapıyor efendim? Ayriyeten boş olduğunun ispatı zaten burada olman! Söze ne hacet!''
''Sabrımı taşırma yaşlı kadın, çekil kapının önünden. Beni çağırdılar.''
''İsmi duymadım.'' diye diretti kadın.
Onları düzenleyen adam koşarak sıkıntıyı çözmeye vardı. ''Kavga etmeyesiniz efendiler, ay, ay! Sıra tahtasına bakayım ben...''
''Lüzum yok, sıra benim!'' diye söylendi Behzat.
''Hayhay sıra arsızının da böylesi!''
Perran haremlik kapısında beklemekten sıkıldı ve kavgaya ortak olmak için odaya daldı. Behzat'ı görünce şaşaladı ve söylenen dadısının kolundan dürttü.
''Şşşt, dadı...'' Kadın ona bakınca yüzüne uyaran bir sırıtış yerleştirdi. ''Behzat Bey'i tanımadın mı?''
Kadın dudağını sarkıttı. Yine berbat bir lakırdı yapacağını anlayan Perran, kadının kolundan tutup geriye çekti.
''Dadımın kusuruna bakmayın Behzat Suphi Bey. Hiç yapmazdı diyeceğim ama inanmazsınız bana. Çok olmasa da, arada lafın ucunu kaçırır, onun adına özür dilerim. Sizi buralarda görmeyi hiç beklemiyordum. Hayırdır?''
Behzat anlamsızca Perran'ın yüzüne bakınca bakışların nedenini kavrayan Perran hemen atıldı. Tanınmamak için sarmalandığı kalın peçesini aralayarak yüzünü gösterdi. ''Ay, ne şaşkınım. Kendimi tanıtmadım. Ben Yasemin Sadık'ın en yakın dostu, sırdaşı ve Doktor Faruk Tahsin Bey'in biricik kerimesi Perran Faruk. Gülçehre Hanım Teyze'nin çiftliğinde karşılaşmıştık.''
Behzat, kız tarafından tanınmayı olağan karşıladı ama kızı çıkartamamıştı. Perran hafifçe gülümseyerek ekledi. ''Gerçi siz o vakit bir parça kendinizde değildiniz. Beni görmemiş olmanız muhtemel.''
''Memnun oldum küçük hanım.'' diyerek başıyla selam verdi. "Doğrusu sizi hayatım boyunca hiç görmedim."
Baygın geldiği sırada bu kızın da orada olması sinirini bozmuştu. Yasemin'in yumruğu da yumruktu hani, ona çarpmak yerine çingene güzeline çarpsaydı, zavallı kadın iki gün kendine gelemezdi. O anıyı savuşturmak için elini salladı.
''Hizmetliniz ile tartışmak istemezdim ama dediğim gibi işim acele.''
Perran anlayışlı bir tavırla büyük gözlerine süzgün bir ifade verdi. ''Doğrudur beyefendi, sıramızı size vermek de sakınca görmüyoruz.Umarım hoca efendi derdinize bir çare bulabilir.''
''Bilmukabele hanımefendi.'' dedi Behzat, yüzünde çapkın bir ifadeyle. Kendine engel olamıyordu. Ona göz süzen bir karşı cins gördüğünde beden hareketleri doğrudan flörtleşme kıvamına geçiyordu ve çoğu zaman farkına varmıyordu. Nadirde olsa anladığında bu hareketlerinin, doğal çekiciliğinin bir parçası olduğunu düşünüyordu. ''Bir emriniz olursa çekinmeden bana iletiniz.''
Perran yakışıklı adamın yüzüne gözlerini süzerek iç çekti. ''Siz de öyle efendim, yardımcı olabileceğim bir konu olursa emrinize amadeyim.''
Behzat, Salih kadar yakışıklı gelmiyordu gözüne ama bu kumral adamın, sürmeliden daha sıcakkanlı olduğu aşikardı. Süslü ve kibar halleriyle daha evcil bir his veriyordu ona. Salih ise oldukça soğuktu, ilgisini çekmek çok zordu. Perran hoşuna giden flörtleşmenin ardından salınarak haremlik tarafına geçti. Dadısı asık suratla onu takip etti. Kavgası bozulmuş, bin bir dil dökmeyle kazandığı sıra kolayca teslim edilmişti. Küskünce kızın ardından içeri geçerken kapıcı adam çözülen davanın ardından Behzat'ı odaya soktu.
Hoca Necmettin Raif hazretleriyle görüşme umduğundan çok kısa bitti, çünkü istediği büyünün yapılması için neler gerektiğini listeleyen adam onu başından çabucak savmıştı. Liste çok kısaydı ama Behzat için olanaksıza yakın malzemeler vardı. Düşünceli adımlarla aşağıdaki sofaya indi, arka bahçe kapısına doğru yürüdü ama hemen evden uzaklaşmadı. İçinden gelen sese uyarak kapının dışında volta atmaya başladı. Eğer tahmini doğruysa, iri gözlü kızın ona faydası olması için bir şansı olacaktı. Ah, ah... Bazı kızlar ne talihliydi...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder