Yarı sarhoş bir halde kendini yatak odasına atan Salih son kuvvetini harcamış gibi yatağa çöker gibi oturdu. Yasemin olmadan dokunmamaya karar verdiği yataktan başka sığınacak bir yer bulamamıştı. Ağlamamak için kendini kastı. Savunması çökmüştü, bedenindeki hasarların acısı bile göğsündeki sızıyla yarışamazdı. Duygusal olarak bu kadar zayıf bir haldeyken Yasemin'in sevgisini nasıl elde edecekti, ona saygı duymasını nasıl sağlayacaktı?
"Kahretsin." diye mırıldanıp oturduğu yatağa bir yumruk vurdu. Bir erkek gibi karısının karşısında durmayı bile başaramamıştı. Yasemin karşısında, o çok takdir edilen cesaretine ne oluyordu? Sürekli aptal durumuna düşmekten sıkılmıştı.
Kapı aniden açılınca yanan gözlerini kapıya çevirdi. Yasemin bir eli kapının kolunda nefeslendi, sonra içeri girip kapıyı kapattı. Salih'in aşk dolu göğsü, karısının güzelliği karşısında sıkıştı. Koşarak geldiği belli olan Yasemin'in yanakları al aldı, gözleri hiç olmadığı kadar parlak, yeşil ışıklar saçıyordu. Gül goncasını andıran dudakları kıpırdadı. Salih kelimeleri güç bela duydu ama anlam veremedi.
"Yine son lafı söyleyip kaçmanıza izin vermiyorum Salih Bey." dedi heyecanından titreyen bir sesle.
"Derdimin bu olmadığını size anlattım..." diye gergin bir sesle konuşmaya başlamıştı ki Yasemin ona doğru yürüyerek lafını kesti.
"Dert edinmemiş olabilirsiniz ama yaptığınız bu." dedi. Onun oturduğu yerin biraz ötesine ilişti ve nefeslenerek devam etti. "Beni seviyor musunuz? Yani hala sevmeye devam ediyor musunuz?"
Salih sert bir darbe beklercesine ama yine de kurbanlık koyun gibi kaderine boyun eğercesine başını salladı. "Çok seviyorum ve sevmekten vaz geçemiyorum."
"Neden vaz geçmek istediniz?"
Başını eğen Salih gözlerini kapattı, ne olacaksa olacaktı artık dönüş yoktu.
"Aşkınızın bana ait olmadığını öğrendiğimde kahroldum. Mektubu o kadar içten yazmıştınız ki, ilk görüşte aşık olduğunuz bir erkekle yarışamayacağımı düşündüm. İşleri bu hale getirdiğiniz için tüm suçu size yükleyip yüreğimi soğutmaya uğraştım. Çaresizliğiniz yüzünden bana evet demenizi kabullenemiyordum. Sadece nefes almaya odaklandım, yaşamaya ve sizi umursamamaya. Ama yapamadım. Varlığınızı umursamamaya çalışsam da, sizi hissetmek için nefes almam yetiyordu. Ben ittikçe, siz gönlüme daha da yaklaşıyordunuz. Havanın her zerresi siz kokuyordu; bu cennet kokusu tenime, zihnime işliyordu. Kara sevda mı dersiniz yoksa ruh hastalığı mı bilmiyorum ama vaz geçmek benim için ölümle eş değer bir hale gelmiş. Ben farkına varamamışım. Vaz geçemem ama beni istemezseniz, benden kurtulmanız için elimden gelen her şeyi yaparım."
"Vaz geçmeyin..." diye yalvarır gibi mırıldandı Yasemin. "Asla vaz geçmeyin."
Salih gözlerini açıp genç kıza baktı. İnanamıyordu. "Vaz geçemem." diye fısıldadı. "Sizi seviyorum."
"Sizi seviyorum Salih Bey." dedi Yasemin kendini tutamadan. Utanarak dudağını ısırdı ve başını eğdi. "Ruhumun en derinlerine işlemiş bir aşkla seviyorum."
Yasemin onunla alay etmiyordu. Mutluluğu başını döndürdü. Az önce ölüm mahkumu gibi hissederken aniden af çıkmıştı, üstüne bir de ölümsüzlük şerbetini de kafasına dikmişti. Aklına Behzat'ın sevgi ile ilgili lafı geldi. Yutkunarak doğruldu.
"Bana bakın Yasemin, gözlerime."
"Yapabileceğimi sanmıyorum." dedi boğuk bir sesle.
Salih genç kızın kucağına koyduğu ellerinin yumruk olduğu halde titrediğini fark etti. Başına örttüğü tülden kurtulan iki bukle yüzüne düşmüş, yanaklarını okşayarak dökülüyordu. Beyaz teni mermerden oyulmuş, incilerle bezenmiş gibiydi. Isırdığı dudağı daha renklenmiş, iki parça yakuta dönüşmüştü. Salih tedirgin elini uzatıp genç kızın çenesine hafifçe dokundu ve başını yukarı kaldırması için davet etti. Yasemin direnmedi, gözleri kapalı başını kaldırdı.
"Lütfen..." dedi Salih elini genç kızdan çekerek. "Bir lahzacık bana bakın."
Yasemin kararsızca yutkundu ve gözlerini araladı. Salih'in kalbi o anda temelli durabilirdi. Attığını, teklediğini ve bir an durduğunu da fark etti. Yeşilin bin bir tonunu yansıtan zümrüt gözlerin verdiği umut olmasaydı, sırf o bakış uğruna canını verebilirdi. Safir ve zümrüt birbirine karıştı, kaynaştı. Salih genç kızın gözlerinde yanan aşk ateşinin içinde kendini gördü, saf ve çıplak. Yasemin gece misali derinleşen lacivert semadan ruhunu aydınlatan yıldızları gördü, onun ismini fısıldayan.
Gözlerini yeniden kapattı Yasemin, kutsal sevginin aleviyle kavrularak. Ah çekmek istedi ama dudaklarına kilit vurulmuştu. Kora dönüşmüş bedenini küle döndürmek Salih'in elindeydi, köze döndürüp ilelebet yanmasına vesile olmak da...
Salih kusursuz bir heykel misali duran genç kıza doğru çekildiğini ve zavallı kalbinin göğsünden fırlayıp Yasemin'in varlığına karışmak istediğini hissetti. Usulca onu çağıran gül dudaklara yaklaştı. Hayallerinde dahi görmeyi düşünemezken titreyen dudaklarını, sıkıca kapanmış yumuşak dudaklara dokundurdu. Küçük bir buse... Çekingen ve özlem dolu...
Dudakları usulca birleşti, ikisi de nefes alamıyordu. Ne bedenen faniydiler bundan böyle, ne de ruhen ölümsüz...
Salih kendini çekmeden ezberinde olan ve artık sahiplendiği dizeleri fısıldadı. "Gözlerini kapat ve derin bir nefes al. Aldığın nefesteyim... Adımı fısıldar gecenin kokusu sana... Umudum ben der, beklediğin yalnız kalbine... Sevdanım der, umudunun bittiği yerde..."
Yasemin genç adamın ılık nefesini dudaklarının üstünde hissediyordu. Dudaklarının kilidi bu aşk fısıltısıyla açıldı, sarhoştan da esrik bir halde aralandı. "Bilmeden sevmiş seni yüreğim... Adındır benim tek dileğim... Mecnundan beter ettin beni insafsız kaderim... Salih'im..."
"Çiçeğim... Yasemin'im..."
İki gencin dudakları anlık vuslata doyamamıştı, yeniden birleşti. Salih elini genç kızın yüzüne dokundurarak güç aldı, yoksa ne duyduklarına ne de onu yaşama bağlayan öpücüğe inanacak kadar aklı başında değildi. Rüya olmadığını bilmeliydi, gerçi hiç bu kadar cüretkar bir rüya görmemişti. Aşk şarabının tadına bakan her ademoğlu gibi yaşadıkları şu anın bozulmasını hiç arzu etmiyorlardı, fakat yalıya gelen davetsiz bir konuk yüzünden zamanımıza geri dönmeleri gerekti.
Kim bu acımasız an katili derseniz, yabancı değil. O da bir aşkzede, doğru tahmin ettiniz. Behzat Suphi. Sevdiğine kavuşamayacağını sanan Behzat divaneye dönmüştü. Kapıldığı bu delilik durumu, onu değiştirmeyip hafiyelik yapmaya devam etseydi, bu hale gelmezdi. Çünkü Hayriye Hanım'ın çok konuşkan hanım topluluğu çoktandır Perran'ın Behzat'a verildiğini dillendirip duruyordu. Behzat'ın bu dedikoduları dinleyecek kulağı yoktu ki, öğrensin de mutlu olsun. Babaannesinin uygun bulduğu kısmetini bile duymak istememişti.
O kötü günden bu yana kendince planlar yapıyor, odasının dört duvarına bakarak Perran'a nasıl kavuşacağını tasarlıyordu. Boşa koyuyor dolmuyor, doluya koyuyor almıyordu. Perran'ın babasından korkusundan ona kaçmak istememesine de pek bozulmuştu. Yine de ay yüzlü sevgilisine kıyamıyor, sevdalı yüreği bu çekingenliği af ediyordu. Babaannesinin nişan bohçasını gönderdiğini duyunca iyice dellenmişti. Yapacak tek şey kalıyordu. İster niyetle, ister zorla Perran'ı kaçırmak... Fakat bir sorun vardı. Karar verebiliyor ama cesaret edemiyordu.
Behzat güzelliğine zarar vermek pahasına uyuyamadığı bu gecenin sonunda, aklına gelen tek çareye sığınmak için Salih'in yanına koştu. Telaşından ayağına çorap giymediğini kendini arabaya attığında fark etti ama ne yapsın? Yola düşmüştü, geri dönemezdi. Ayakkabısının çıplak ayaklarına insaflı davranmasını umut ederek yalının kapısına dayandı. Onu karşılayan Seyfi Efendi engeline rağmen ısrarından vaz geçmedi.
"Efendi, sen benim kim olduğumu biliyor musun?"
"Burası kimlikle girilecek bir ev değil beyim. Salih Bey dinleniyor diyorum, beni duymuyon mu sen?"
"Dinlenilecek zaman değil, bırak içeri gireceğim!"
"Katiyen salmam!" dedi yaşlı adam. Sonra karşısındaki gencin kendinden iyi durumda olduğunu düşününce seslendi. "Seyfettin, koş gel yahu!"
Behzat gözlerini devirdi. Aksi ihtiyar yetmiyor gibi yanına daha güçlüsünü çağırıyordu. Ama isterse masallardaki devi çağırsın umurunda değildi. Vakti azalmıştı, eğer hemen bir harekette bulunmazsa Perran kuş olup ellerinden uçacaktı. Adamı iterek kapıya abandı.
"Valla ezivereceğim şimdi seni. Dua et, ayakkabı ayağıma vuruyor, hızlı yürüyemiyorum."
"Seyfettin!" diye Behzat'ın kolundan tutan yaşlı adam, canını verecek gibi bağırmaya başladı. "Bırakmam, yemin billah bırakmam. Seyfettin, neredesin sersem herif!"
Behzat kolunu yaşlı adamdan kurtarmaya çalışırken köşeden aksaya aksaya gelen diğerini görünce şaşaladı. Güçlü kuvvetli birini beklerken bu adamdan da beter biri geliyordu. Dayanamayıp güldü.
"Sen bu ölmüş de haberi yok adamdan mı medet umuyorsun. İkinizi bir tepeleyeyim de gör gününü! Günah benden..."
Lafı ağzında kaldı, çünkü Seyfettin'in elindeki budaklı sopayı yenice fark etmişti. Sopayla haşır neşir olmadan kurtulmak için acıyan ayaklarına rağmen hırslanıp adamdan kendini sıyırdı ve kapıdan içeri kendini attı.O önde, Seyfi arkada, Seyfettin de sopasını zor kaldırır halde kısa adımlarla onlara yetişmeye çalışırken yalının içinde bağırmaya devam ettiler. Yalıyı tanımayan Behzat nereye gideceğini bilemez halde sekerek merdivenlere hücum etti. Ah, pamuk ayakları nasıl da acıyordu!
***
Yalının içinde kopan yaygaraya hangi kulak olsa tepkisiz kalamazdı. Sonunda sesler, iki sevgilinin de dikkatini çekti. Salih öpmeye doyamadığı dudakları isteksizce bırakarak doğruldu. Sonra şaşkınlıkla ona bakan Yasemin'e döndü.
"Behzat mı bu bağıran?"
"Valla şu anda ne desem boş." dedi genç kız iç geçirerek. "Meleklerin şarkısından başka bir ses işitemiyorum."
Salih günahkar gülümsemelerinden birini atarak keyiflendi. "Bu benzetmenize kızardım ama haykırışı duymadığınız için bir laf demiyorum. Siz odadan çıkmayın."
Yasemin ayılarak dinledi. Evet, bağıran birileri vardı. Hemen o da ayaklandı ve kapıya yaklaşmış Salih'in peşinden gitti.
"Sesler çok kalabalık, sizi yalnız bırakamam."
Salih kapıyı açıp omzunun üstünden kıza baktı. Bir an kapıyı kapatıp duymamayı tercih etse de, olanı bilmediği için tehlikeyi sezemiyordu. Seslerin sahipleri eninde sonunda onları kutsal mabetlerinde rahatsız edeceklerdi. Mutluluğunu saklamadan tatlı bir bakışla eşine gülümsedi.
"Yoksa beni siz mi koruyacaksınız?"
Yasemin dayanamadığı gülümsemenin ışığı altında derin bir nefes aldı. "Sürekli yaralanmanıza bakılırsa ihtiyacınız olacağa benzer."
"Salih!"
Heyecanlı bağırış yüzünden sohbetleri kesilen karı koca bıkkınca onlara doğru koşar adım gelen adama döndüler. Behzat'ın hemen ardında ise yaşlı bakıcılar birbirlerine destek olarak yetişmeye çalışıyorlardı. Salih garip üçlüye şaşkın bakışlarla bakarken Behzat nefes nefese kızarmış bir suratla yanında durdu.
"Allah'a şükür! Ne gamsızsın..."
Lafını bitiremedi. Seyfettin'in sinirden gözü dönmüştü, onları koşturan adama duyduğu kinle elindeki sopayı olan gücüyle münasebetsiz Behzat'ın kafasına geçirdi. Behzat'ın ağzı balık gibi açıldı, sonra Salih'e doğru düştü. Arkadaşını güç bela yakalayan Salih iki yaşlı kafadara ofladı.
"Ne yapıyorsunuz efendiler?" diye söylendi. Yasemin'in yardımıyla Behzat'ı düşmekten kurtarmıştı. "Tutun kolundan, yandaki odaya taşıyalım."
Yasemin tedirgince Salih'e baktı. "Kafatası kırılmış olmasın."
"Sanmam." dedi Salih. "Seyfettin efendinin gücü yetmez."
"Beyim, bizim suçumuz yok. Dışarıda bekle dedim, dinlemedi. Ne bileyim belkim uğursuzun önde gideni."
Kendini savunmaya çalışan Seyfi Efendiye ters bir bakış atan Salih sabırla çenesini kastı. Emektar diyerek kıyamadıkları iki kardeş arada yaptıkları taşkınlıklarla insanı çileden çıkarıyorlardı. En iyisi düzenli bir aylık bağlayıp onları dinlenmeye göndermekti, yalıdan uzakta elbette yoksa burada da iş yaptıkları söylenemezdi.
Seyfettin Efendi ettiğinden zerre gocunmadan söyleniyordu. "Hırsız mıdır, serseri midir bu herif. Bir de tazı gibi koşuyor, terbiyesiz." Kardeşi susması için dirsek sallayınca çalıyı andıran kaşlarını çatıp suratını astı.
"Sus bre kabahatli, ben adamı durduralım dedim, kafasını kır mı dedim."
Behzat'ı divana uzattılar. Salih iki adamı odadan gönderdikten sonra Behzat'ın kafasının üstündeki hasarı kontrol etti. Kanamıyordu ama bir parça şişeceğe benzeyen yara mühim bir bere değildi. Adamın şansına sopanın budakları yerine, düz yanı denk gelmişti. Oflayarak doğruldu.
"Soğuk bir şeyler koysak iyi olurdu."
"Kilerdeki testilerde soğuk su vardır, kaynaktan gelmişti. Ben hemen getireyim."
Yasemin kapıya doğru dönmüştü ki Salih elinden tutup onu durdurdu. Derin denizleri andıran gözleri, genç kızı soluksuz bırakırken tuttuğu eli dudaklarına kaldırıp öptü.
"Siz yorulmayın, ben getiririm testiyi." dedi. Ve kapıya doğru yürüyüp gözden kayboldu.
Yasemin tuttuğu nefesi anca bırakabilmişti. Kendi kendine fısıldadı. "İşte, melekler böyle şarkı söyler şaşkın kız. Adamın basit bir cümlesi bile başını döndürüyor. Ne hale düştün?"
Salih elinde bir bez ve testi ile geldi. Behzat'ın şişmeye davranan başını serinleten bu tedavi sonrasında inleyerek uyanmasına memnun doğruldular. Yasemin nazlı bir edayla ayılmaya çalışan adama baktıkça aklına Perran'ın anlattıkları geliyordu. Perran'ın Behzat'ın babaannesi tarafından istendiğini ve nişan bohçası için hazırlık yapıldığından haberdardı ama Perran'ın haberi var mıydı, onu bilmiyordu.
"Ah, zavallı başım..." diyerek sızlandı Behzat. "Ölüyorum galiba!"
Salih kendi başındaki yarayı düşündü ve iç geçirdi. "Bir şeyin yok Behzat, korkudan bayılmış olmalısın."
"Ne korkusu Salih, geleni görmedim ki. Gözüm sendeydi, sonra birden yıldızları gördüm."
Salih güldü. "İyi ki, yıldızları görmüşsün Behzat. Işıklı tüneli göreydin vay haline."
"Işıklı tünel de ne yahu?"
Yasemin kaşlarını çatarak şaka yollu Salih'e kızdı. "Beyefendi, arkadaşınız yaralı siz dalga geçiyorsunuz. Hak etmediğinden değil de, biraz daha insaflı olsanız keşke."
Behzat dudağını büktü. "Bu muameleyi neden hak ettim acaba?"
"Siz daha iyi bilirsiniz." dedi sahte bir gülümsemeyle. "Ağzımı açtırmayın."
Behzat ettikleri oyunlardan Yasemin'in haberi olduğunu başındaki sızıya rağmen anladı. Salih'e hemen göz attı, neyse ki arkadaşı anlamaktan uzaktı. Testideki soğuk suyla ıslattığı bezi onun başına yerleştirdikten sonra kolundan çekerek doğrulttu.
"Yatma, otur şöyle. Baş dönmesi veya mide bulantısı hissedersen hemen söyle."
Behzat mavi gözlerini kocaman açıp yutkundu. "Dediğin belirtiler ne anlama geliyor?"
"İmama haber etmeye gideceğim." dedi Salih ciddiyetini bozmadan. "Cenaze namazını kılmadan gönderecek değilim ya seni."
Behzat korkuyla sarardı. Yeniden bayılacak gibi gözleri devrilince Salih adamı kolundan tutup divana geri oturttu. "Şaka yapıyorum birader, hemen kendini bırakma. Sana da laf demeye gelmiyor."
"Bunun şakası mı olur Salihciğim, valla öleceğim diye yüreğime inecekti."
Behzat'ın kendine gelmesi için Yasemin ayran getirmeye mutfağa indi. Salih de hazır soğuk suyu bulmuşken aynı tedaviyi kendi başının arkası için uyguladı. Beze hafif kan bulaşmıştı. Başını yıkadıktan sonra biraz kanamış olduğunu fark etti. İlk gün çektiği ağrı azalmıştı, yine de açık yara kapanana dek dikkat etmesinde fayda vardı. Omzundaki sıyrık için de temizliği ihmal etmemeliydi, alkolle yıkasa iyi olurdu ama alkol kokmayı şu an için istemiyordu. Meyhanecinin yaptığı tedavinin işe yaramasını diledi.
***
Yasemin mutfaktan sadece ayran getirmemiş, bir tepsi içinde bir iki kap yemek de getirmişti. Genç kızın bu düşünceli hareketi karşısında duygulanan ve mutlu olan Salih idi ama yemeklere yumularak takdir eden Behzat olmuştu. Behzat bir yandan yemek yiyip bir yandan da geliş sebebini açıklarken ağzı dolu olduğu için söylediklerini sürekli tekrar etmek zorunda kalıyordu.
"Valla, kafasına odun yiyen ben miyim sen misin Salih? İlk seferde anla be kardeşim."
"İlk seferinde söylemeyi başarsan ben anlarım dert etme. Bırak şunu kaşıklamayı da anlatıver."
Yasemin iki arkadaşın atışmalarını gülmesini zoraki bastırarak dinliyordu. Bir ay öncesinde oturup bu sohbeti yapacaklarını biri söyleseydi, dünyada inanmazdı. Suratsız olarak nitelediği ve gönlüne sızmaması için türlü çabalar gösterdiği sürmeliye olan sevgisi, bir mühür gibi benliğine kazınmıştı. Tüm sahte huysuzluklarına ve kabalıklarına rağmen genç adamı sevmekten kendini alamamıştı. 'Kader' diye düşündü, 'Alnına yazıldıktan sonra kaçınmak ne çare.'
"Demem o ki, ben göz göre göre Perran'ımı o öküze kaptıramam. Babaannemin bana bulduğu kızı da zevce diye koluma takamam. Kim bilir ne biçim bir hatun bulmuştur. Pısırık, çirkin bir kızdır kesin."
"Kızıyorum ama Behzat, milleti dış görünüşüne göre yargılamaktan vaz geç artık. Belki Perran Hanım'dan daha çok seveceksin."
"Allah yazdıysa bozsun!" diye düzgün kaşlarını çattı Behzat. Sonra kibirli bir tavırla başını dikleştirdi. "Perran Hanım'a olan sevdamla kimse yarışamaz."
Salih bıkkınca burnundan soludu. Ama bir yandan da adama hak vermiyor değildi. Şimdiye kadar hiç bu kadar ciddi olduğunu görmemişti. Normalde Behzat aşk mağduru olsa da başka kucaklarda gezmekten kendini alamazdı ama Perran meselesi ortaya çıktığından beri sığındığı tek kucak babaannesinin kucağıydı. Gerçi o da fayda etmemiş, kadın bir inat, başka bir kızla söz kesmeye çalışmıştı. Mal mülk tehditlerine rağmen Behzat'ın geri adım atmaması da ayrı olaydı.
"Peki, ne yapmayı düşünüyorsunuz?" diye Yasemin araya girdi. Behzat hazır yemeğe ara verip konuşmaya başlamışken onu biraz daha itmek istiyordu.
"Bu gece prensesimi sarayından kaçıracağım!" dedi Behzat sanki savaş alanında düşmanına meydan okurcasına.
"A..." diye hayretle ağzı açıldı Yasemin'in ama konuşmaya devam edemedi. Söylese intikamı yarıda kalacaktı, söylemese büyük bir rezalet patlak verecekti.
"Yine mi aynı mesele!" dedi Salih. "Bunu daha önce de konuşmuştuk Behzat."
"Yardım edeceğini söylemiştin Salih, şimdi neden cayıyorsun?"
Arkadaşının haklı sitemi karşısında sıkılan Salih elini saçlarına geçirdi. "Caymıyorum da, biz ona son çare olarak karar vermemiş miydik?"
"İkimizi de başkalarıyla evlendiriyorlar diyorum, son çaresi mi var? Kızı gelinlikle mi kaçıracağız?"
Salih yan gözle Yasemin'e baktı, genç kızın yüzünde kararsız ve düşünceli bir ifade asılı kalmıştı. Karşı çıkacağını hissetti ama bir kere söz verilmişti. Ayrıca Behzat'ın yerine kendini koyarsa Behzat kadar sabırlı olamayacağını biliyordu. Başını sallayıp onaylayacak iken Yasemin kolunu tuttu.
"Salih Bey!" dedi laf ağzından çıkmadan. "Bu meseleyi sofra başında konuşmasak, yardım edin de tepsiyi götürelim."
"Ben daha bir lokma yemedim." diyen Behzat'a ters bir bakış atan Yasemin homurdandı.
"Bir lokma daha yerseniz, kafanızdaki şiş yüzünden değil de mide fesadından öbür dünyayı boylayacaksınız Behzat Bey. Göbeğiniz önden gider durumda hala yemek peşindesiniz, tövbe ya Rabbim!"
Sinirle söylenen kıza iki arkadaş da itiraz edemedi, sadece Behzat'tan kısık sesli bir sitem çıktı. "Bu laf biraz dokundu sanki."
Yasemin tepsiyi Salih'in kucağına bırakarak sırtından ite ite odadan dışarı çıkardı. Yemeklere pek dokunmayan Salih'i de azarlamaktan geri duramadı.
"İki kaşık daha yeseniz ölürsünüz değil mi Salih Bey. Millet yemekten siz yememekten..."
"Laf bana niye geliyor anlamadım."
"Ben de neden bu denli özenerek yemek yaptığımı anlamadım ama neyse. Hadi dışarı çıkın."
"Annemden betermişsiniz Yasemin Hanım. Bu kadar iyi anlaşmanıza şaşmamak gerek."
"Şaşmayın zaten, iki zeki insanın anlaşması kadar doğal ne var. Sanırım siz bile bunu anlayacak kadar zekisinizdir."
Salih oflayarak kapıyı çeken Yasemin'e bakmaksızın mutfağa doğru gidecekken Yasemin onu yeniden durdurdu. Karşıdaki odaya çekerken fısıldadı.
"Anlatacaklarım var, acil."
"Anlattıklarınızı anlayacak kapasitem var mı acep?"
Yasemin genç adamı odaya sokup elindeki tepsiyi aldı ve sehpanın üzerine bıraktı. "Bakıp göreceğiz."
Güzel karısının telaşına ve gizemli haline anlam veremeyen Salih, dikkat kesildi. Yasemin ona Perran'ın söylediklerini sadeleştirerek hızlıca anlattı. Çatılan kaşlar düzeldi, sonra yeniden çatıldı. Hayretle ağız açıldı, kapandı. Yasemin'in lafı bittiğinde Salih kızsa mı gülse mi bilemedi.
"Vay, kurnaz tilki vay!" diye söylendi.
"Tilkiler diyecektiniz herhalde." dedi Yasemin, anlatınca yeniden sinir olmayı başarmıştı. "İşte, böyle, ikisi aslında birbiriyle sözlü ama haberleri yok. Ben de biraz daha cezalarını çeksinler isterim."
"Hak vermemek elde değil." dedi Salih kendini koltuğa bırakarak. Dudağını ısırdı ve Yasemin'e baktı. "Peki, Behzat'ı nasıl teskin edeceğiz? Onu hiç bu kadar kararlı görmemiştim."
"Beni destekliyor musunuz?"
"Bundan doğalı ne olabilir? Behzat'ın bu kadarına cüret edebileceğini hiç düşünemezdim."
"Perran'ın tavrı normal yani." dedi kollarını göğsünde birleştirerek. "Sizin yüzünüzden başladı bu çekişme."
Salih hoşnut ama utangaç bir bakışla kaşlarının altından ona baktı. Yasemin keyfe gelen adama öfkelenerek söylendi. "Bakıyorum pek hoşunuza gitti."
"Hoşuma gitti elbette ama çekişme değil." Ayağa kalkıp Yasemin'in karşısına dikildi. "Benim için bu kadar emek verdiğinizi tahmin etmemiştim. Arkadaşınızla uğraştığınızı bilemezdim. Gururum okşandı."
Yasemin bakışlarını genç adamın gülümseyen dudaklarından güçlükle aldı ve geriledi. Başını çevirdi, böylesi daha iyiydi. Konuşma yetisini tekrar kazandığını fark edince cılız bir sesle mırıldandı.
"Şimdi ne yapacağız?"
Kalbi mutluluk ve gururla dolan Salih, elini kaldırıp utanan kızın yanağını belli belirsiz okşadı. Çenesine dokunarak parıldayan gözlerin kendisine bakmasını sağladıktan sonra gülümsedi.
"Bana bırakın, bir çaresine bakarım." dedi ve ipek misali teni hafifçe okşayarak ekledi. "Bundan ötesi olamaz diyordum ama sizi her geçen saniye daha çok seviyorum. Sonu yok anlaşılan. Aşkımdan çatlayana dek sizi daha çok sevmeye devam edeceğim."
Yasemin çenesini okşayan ele uzandı. Ellerinin arasına aldı ve gözlerini kapatarak yanağını usulca sıcak avuca yasladı. Aşk, dalga dalga bedenine yayılırken nasıl ayakta durabildiğini bilmiyordu. Genç adamın mektup karmaşasına kızmaktan vaz geçmesi bir yana, hiç çekinmeden gönlünü ona açması hayallerinin ötesinde bir hareketti. Birçok çeşit mutluluk yaşamıştı ama Salih'in ona verdiği mutluluk bambaşkaydı. Kıyas kabul etmez derecede varlığını sevince boğuyordu. İçinden dua etti. 'İnşallah rüya değildir, eğer öyleyse; bırakın, ömrümün sonuna kadar bu rüyayla yaşayayım.'
Odada tek başına bırakılan Behzat bir süre acı çeker pozunu korudu, gelen giden olmayınca sıkıntıyla yıkıldığı divandan doğruldu. Yardım istemeye gelmişti ama görülen o ki, Salih'in hiç niyeti yoktu. Perran'ı bir başına da kaçıramazdı ki. Zavallı başının tepesi de ayrı konuydu, insafsız adam nasıl da geçirmişti sopayı onun nazik başına! Bazı insanların güzelliğe karşı bu denli duyarsız olması şaşılacak şeydi. Kanlı canlı bir insana vurması bir yana, o Behzat'tı. Bu hoş çehrenin yer aldığı başa nasıl kıyılırdı?
Acaba Perran onun başkasıyla evlendirilmeye çalıştığından haberdar mıydı? Ah, nasıl da kahrolmuştur şimdi. Yani kızın yerinde olsaydı o kahrolurdu... Ama durun, bir şekilde aynı durumdaydılar. Behzat soğuk sıcak bir buhran anı geçirerek kendini yumuşak minderlere bıraktı. Keşke Perran onu kaçırmaya gelseydi, hiç nazlanmadan bohçasını toplar peşinden giderdi. Erkek olarak bu çetin iş ona kalmıştı.
Kapının açıldığını duyunca hemen yerinden doğruldu. Salih düşünceler içinde odaya girince, arkadaşının dalgınlığını neye yoracağını bilemeden konuştu.
"Ne vakit gidiyoruz Perran'ımın yanına?"
Salih hülyalı bir tavırla başını kaldırıp ona baktı. Odadan çıkarken iyiydi, bu adama ne olmuştu böyle? Dediğini anlamamış olacak kaşlarını çattı.
"Neden?"
Behzat bıkkınca söylendi. "Az önce konuştuk birader, unutmuş numarasıyla kaytaramazsın. Bana yardım edeceğini söyledin mi, söyledin. Bu naz neden?"
"Ah, o mesele" dedi Salih yanına doğru yürüyerek. "Aklım başka yerdeydi kusura bakma"
"Kusura bakacağım ama az kaldı. Yahu ben burada havale geçiriyorum, sense Kerem misali etrafta boş boş dolanıyorsun."
"Mecnun de bari"
"Ha Kerem, ha Mecnun... İkisini sıklıkla karıştırıyorum zaten. Hikâyeyi okusaydım aklımda kalırdı ya... Neyse konumuz bu değil, ne diyorsun ondan haber ver."
Salih üzüntülü bir tavırla yanına oturdu. "Önce sana bir şey anlatmam gerekiyor." Derin bir nefes aldı. "Anlatacağım konu, biraz mistik bir olaydır. İnanır mısın bilemem."
Behzat arkadaşının ağzından çıkacakları sabırsızca bekliyordu. Başının ağrısı, ayaklarının sızısını dahi düşünecek hali kalmamıştı. Salih bu kadar tedirginse, işin sonu iyi görünmüyordu. Salih yeniden nefeslenince içindeki dert bir ölçü daha büyüdü. Yutkunarak dikkat kesildi.
"Bir evliya var, sen onu tanımazsın. Necmettin Hoca derler."
Behzat tanıdığını söyleyecekti ki, kendini durdurdu. Nereden tanıdığını sorarsa ne cevap verecekti? Salih konuşmaya devam edince tepki vermekten kendini alıkoydu.
"Ben o hocaya gittim, senin derdine çare bulmak için." Sonra sıkıntıyla gözlerini onun gözlerine dikti. "Ama önce sorayım, Necmettin Hoca tarzında bir ermişin görüşlerine itimat eder misin?"
Kararsızca yerinde kıpırdandı. "Ne diyeyim bilemedim, sen ne düşünüyorsun?"
"Beni bilirsin, o tarz insanları şarlatan olarak görürdüm ama adam beni pek şaşırttı. Ben daha anlatmadan senin derdini biliverdi."
"Deme!"
"Öyle yahu, ona danıştığından şüphelenmedim değil hani."
"Yok, canım..." diye iyice kıvranmaya başlayan Behzat. Hocanın bilmişliğine mi yoksa Salih'in adama danışmasına mı şaşırması gerektiğini hesap ediyordu. Hoca elbette durumdan haberdardı ama Salih daha olayı açıklamadan adamın bilmesi... İşte, bu ermişliğin zirvesiydi.
"Lafını duymuştum aslında... Ama dediğin gibi fala büyüye senin gibi inanmam... İnanmazdım da..."
Daha fazla konuşup işi berbat etmemek için sustu. Fala büyüye inanamazdı çünkü hiç işi düşmemişti. Kendi büyüsü yetiyordu Allah'a şükür, kulun büyüsüne neden ihtiyaç duysun? Salih'i alt etmek için son çare olarak başvurmuştu ne de olsa. Arkadaşının gelişiyle, cazibesinin ikinci basamağa düşmesine dayanamazdı.
Salih arkadaşının sözlerindeki açıkları anlamazdan gelerek Behzat'ın oyununu yüzüne vurmadı. Yaptığı plan zavallı Behzat'ı yeterince kıvrandıracaktı.
"Ben de öyle düşündüğümden adamın laflarına sonuna dek inandım. Seni ve Perran Hanım'ı tanımamasına rağmen bana sizin hakkınızda telkinlerde bulundu. Davranışlarınız neticesinde ya mutlu olacakmışsınız ya da sonu felaket olan bir hale düşecekmişsiniz."
"Of, hep aynı terane!" diye homurdandı Behzat. "İki yola ayırmasa şaşardım."
"Ne dedin Behzat? Ağzının içinden konuşma birader."
Behzat suratını asarak elini salladı. "Beni boş ver, sen devam et Salihciğim."
"Bana, senin günah düşüncelerini unutman gerektiğini söyledi. Eğer aileleri zora sokacak bir halt işlerseniz, ikiniz de pişman olacakmışsınız. Fakat beş fakiri giydirip bir aylık nafakalarını sağlarsan durumu çözecekmiş."
"Hayda! Bu adamcağızın benim cüzdanımla ne alıp veremediği var yahu! Her lafı benim cebimden altın olarak çıkıyor, tövbe ya Rabbim!"
Behzat kızgınlıkla söylenirken Salih yüz ifadesini bozmamıştı ama gülmemek için de kendini zor tutuyordu. Behzat öyle öfkelenmişti ki, Salih'in olayı kavramasından çekinecek hali kalmamıştı. Harcamalarını kendi refahı için yapmaya alışmışken son iki aylık harçlığı Necmettin'in emirleriyle heba olmuştu.
"Bana dediği laf bu Behzat, ne köpürüyorsun?"
"Beş fakir yerine bir fakir olsa olmaz mıymış?"
"Pazarlık kabul etmedi."
Behzat ellerini birbirine vurdu. "Talihimin böylesine! Huylu huyundan vaz geçer mi? Pazarlık etseydi şaşardım zaten. Eee, başka ne dedi Necmettin Raif Efendi?"
"İkinci ismini nereden biliyorsun?" dedi Salih gülmemek için dudağını ısırarak.
"Sanını duymuştum dedim ya birader! Aklımda kalıvermiş, zekiyimdir bilirsin. Anlat sen hele."
"Uzun lafın kısası; Perran Hanım'ı kaçırmaya kalkıp rezalet çıkarırsan işin hiç olmayacakmış. Sabredersen, hazretin de duasıyla ikinizi de mutlu edecek bir gelecek önünüze serilecekmiş."
"İkimizi de ayrı insanlarla evlendirmesin bu adam? Mutluluk dediği konu, pek göreceli..." dedi gözlerini kısarak. "Ne dersin?"
"Mutluluğu babaannenin seçtiği hatunda bulacaksan, neden sorun ediyorsun?"
"Perran'sız olmaz!" diye diklendi Behzat.
Salih güldü. "Sen ne tutulmuşsun bu dilbere."
"Bildiğin gibi değil Salihciğim, aramızda büyü var..." dedi ve aniden ne dediğini fark ederek gözleri kocaman açıldı. Kekeleyerek ekledi. "Yani... Demek istediğim... Büyü gibi bir aşk... Yoksa yapılmış bir büyü filan yok yani."
Salih ciddiyetle başını salladı. "Anladım, anladım. Şimdi ne düşünüyorsun, kaçıracak mıyız prensesini?"
Genç adamın omuzları düştü, başı eğildi. Salih onun bu durumuna üzülüyordu ama nihayetinde sevdiğine zaten kavuşacaktı. Ayrıca bu tuzağı onlar hazırlamıştı, içine düşmek de onların kısmetiydi. Behzat bir süre düşündükten sonra başını kaldırıp arkadaşına baktı.
"Beş fakiri nereden bulacağım? Bari bu konuda yardım et."
Salih gülümsedi ve başını salladı. "Ederim."
Salih ayağa kalkacakken Behzat utana sıkıla konuştu. "Bir çift de çorap versene Salih, valla telaştan giymemişim. Ayakkabılar ayacıklarımı mahvetti."
"Fakiri kuşandıracaksın diyorum sen beni soyuyorsun, hak mı bu?" dedi Salih şaka olduğu belli bir ifadeyle.
"Sen onu başımdaki şişin tazminatı olarak gör. Bir çift çorabın lafını edeceğine!"
"Tamam, tamam" diyerek elini kaldırdı. "Tazminatı ödeyelim de, ağzın kapansın."
Salih odadan çorap alma bahanesiyle çıkıp onu merakla bekleyen Yasemin'e konuşulanları hızlıca anlattı. Genç kız dinledikçe kahkaha atmamak için ağzını kapatıyordu. Bu samimi hareketi Salih'in gönlünü eritti, kanını kaynattı. Yasemin'in öfkeli ve savaşçı haline vurulmuştu ama bu tatlı hali daha baştan çıkarıcıydı. Düşündü, genç kızın her halinin onun hoşuna gittiğini fark etti, ilgisiz hali dışında. O vakitler, göğsünde oluşan boşluğu hiçbir şeyle dolduramıyordu.
"Behzat'ı vakfa kadar götüreceğim Yasemin Hanım." dedi düşüncelerinin verdiği heyecan yüzünden kısılan sesiyle. "İki saate gelirim."
Yasemin genç adamın alnına düşen saç tutamı geriye taramasını izlerken nefesini tuttu. O yüzden de konuşamadı, sadece başını salladı. Behzat'ı kurnazca sakinleştirmiş, üstüne üstlük bağış yapmasına vesile olarak da sevap kazanmasına yardım ediyordu. Sürmeli gözler ondan bir söz beklercesine birkaç saniye daha yüzünde oynaştı. Yasemin'in söylemek istediği tek söz, gitmemesini istemek olabilirdi. O yüzden alışkanlık cümlelerinden biri, Yasemin'in dudaklarından süzüldü.
"Allah'a emanet olun."
Salih isteksizce arkasını döndü ve ağır adımlarla odadan çıktı. Kapı kapandığında Yasemin'in aklı çalışmaya başlamıştı. Osman Bey'in verdiği emaneti Salih'e söylemediğini fark etti, peşinden gidecekken durakladı. İki saate zaten gelecekti, ayrıca Osman Bey'in verdiği kutunun içindeki iş dosyasının önemi hakkında kuşkulanmıştı. Nasıl bir iş, bu aceleyi hak ederdi ki?Cumbanın yanındaki divana yürüyüp kenarına ilişti. Gün içinde olan birbirinden hareketli saatleri düşünürken kendi kendine mırıldandı.
'Neler karıştırıyorsun sen Salih?'
***
Şehrimizin diğer tanıdık sakinlerine kısaca göz atmakta yarar var. Şehzade Murat, sarayın alt katlarındaki en ücra zindanına attırdığı Edip Nuri'yi sakince sorguluyordu. Adamın endişe ve korkusu ona yetiyordu, daha fazla zorlamak aklını temelli yitirmesine yol açabilirdi.
Edip Nuri sorguya yanıt vermekte çekingendi. Konuşsa ölecekti, konuşmasa bu herif onu öldürecekti. Belki bir umut Nejat Bahri onu kurtaracak yardımı sağlayabilirdi, o yüzden sustu. Elbette Nejat Bahri'nin çoktan öbür dünyayı boyladığını bilmiyordu, işin aslı, olan hiçbir şeyden haberi yoktu.
Edip Nuri bu görevde salt kukla olduğunu yenice anlamakla beraber umutlanmaktan da geri kalmıyordu. Bildiklerini düşündü, sıralayacak fazla konu yoktu. O çok güvendiği makamlar geri planda kalıp ona emir veren aracılar dışında muhatap olmamışlardı. Yapayalnız kaldığını bu soğuk taş duvarların arasında titrerken hissetti. Korku iliklerine dek işlemişti. Zayıf aklına incecik bir bağla bağlıydı, umut denen zalim bağ da kopuverse Edip Nuri, deli olarak tanımladığı katilden de deli olacaktı.
Şehzade Murat, asıl kimliğini bu sefil adamdan saklamaya devam ederek birkaç dakika adamın korkusunu izledi. Şimdilik yapılacak tek şey, Salih'ten gelecek haberi beklemekti. Ellerinde olan iki kaynaktan biri şifreli dokümanlardı, diğeri de karşısında titreyen adamdı. Edip'in bir piyon olduğunu bilse de, gördüğü gezdiği yerlerden bir ipucu çıkarabilirdi. Zindanın demir kapısından çıkarken Murat bu ihtimalleri düşünüyordu. Keşke bu kadar üzüntülü ve dalgın olmasaydı, zihni her zamanki gibi berrak olsaydı. O zaman yüzüne bakmaktan tiksindiği Edip Nuri'nin beynindeki tüm ipuçlarını almadan kesinlikle o dar kapıdan çıkmazdı.
Bir süredir aklında olan başka birini görmek için kıyafetini değiştirdi. Düzgün, temiz ama basit bir üst giyerek randevu aldığı adamla buluşmak için saraydan sıvıştı. Ferhat Paşa'ya dahi anlatmamıştı. İşler bu kadar incelik isterken güveneceği çok az kişinin kaldığını biliyordu ve o kişilerin arasında küçüklüğünden beri bildiği Ferhat Paşa maalesef yoktu. Yaşlı adamı, bu önemli görevde gözden çıkarmıştı.
Salih ve Behzat, gerekli bağışları yapmak adına vakıf evine varmışlardı. İkisinin de acelesi varmış gibi onlara yol gösteren sorumlu adamın lakırdılarını dinlememek için sözleri kısa kesmeye çalışıyorlardı. Salih'in neden acelesi olduğunu tahmin edersiniz. Behzat'ın acelesi de bir an önce Necmettin Hoca'nın yaptığı büyüyü işler hale getirmekti. Yoksa babaannesi nişan bohçasını gönderecek ve hafta sonuna kalmadan hiç istemediği bu nişan bir şekilde gerçekleşecekti. Perran'ı kaçırma izni çıkmadığına göre kavuşmalarının tek çaresi hoca efendinin kuvvetli üfürüğü ve becerikli cinleriydi.
Yasemin ise yalıda Münevver ve Hüma'yı karşılamıştı. Dilbade de onlarla gelmişti, küçük bohçasını toplamak onun için zor olmamıştı. İlk defa geldiği bu eve büyük bir merak ve heyecanla bakınırken Münevver, onu Seyfi Efendi'ye emanet etti. Yalıyı gezdirip tanıtması için, sonuçta yıllardır yalıya bakan oydu. Münevver de böylece yokluklarında neler olduğunu Yasemin'den duyabilecekti.
Yasemin, tadını hala dudaklarında hissettiği baldan tatlı öpücüklerin anısını kendine saklayarak olanları kısaca Hüma ile Münevver'e anlattı. Barıştıklarına çok sevindiler, buna mukabil Behzat'ın gelmesine de sinir oldular. Hüma bıkkınca başını salladı. 'Behzat ağabey buradayken yalıda olmamamız isabet olmuş. Valla çiftlikte ondan öyle bir bıkmışım ki adamın ismini duymaya tahammülüm yok.'
Yasemin, ikisine Perran ile Behzat'ın oyunlarını anlatmadı. Hem Münevver, hem de Hüma zaten yeterince söylenmişlerdi. Onların yaptıklarını duyarlarsa temelli kin bağlamaları olasıydı. Sadece ikisinin birbiriyle sözlü olup bilmediklerini söyledi. Münevver de olayı hafifletecek lafı söyleyince Yasemin rahatladı.
"O ikisine bu sır müstahak, kendini beğenmişlerin sonu bu olur. İnşallah düğün gününe dek fark etmezler."
"İyi olurdu." diye kahkaha attı Hüma. "Ama bu pek olası değil. En geç nişanda görecekler ya."
Üçü de buna dudak kıvırdı ve aynı anda iç geçirdi.
***
Behzat'tan sabredeceği konusunda söz alan Salih, arkadaşını evine bıraktıktan sonra kiralık bir araba bularak doğruca yalıya yollandı. Yasemin'den de korkulurdu doğrusu, kız ona ters davrananlara hiç acımadan ders verebiliyordu. Perran onun en yakın arkadaşı olmasına rağmen yaptığı hainliği af etmemişti. Gerçi kendisi de aynı durumdaydı ama o baştan beri Behzat'ın çapkınlıkta Yasemin karşısında zayıf olduğunu düşünüyordu, ta ki mektup olayının aslı çıkana dek. Perran'ın tombul dadısının onun önünü kestiği ana kadar Salih kendinden emindi.
Yasemin'in onu sevmediğini düşündüğü ve kıza inanmadığı o zamanlarda ne kadar bedbahttı. Şimdi ise yeniden doğmuşçasına mutluydu, içi içine sığmıyordu. Sanki aşkı yüzünden ruhu fani bedenine dar geliyordu. Araba sarsılarak ilerlerken gözlerini kapattı ve parmaklarını dudaklarına dokundurdu. Masum ve utangaç bir öpücüğün onu bu denli etkilemesi normal miydi? Ateş veya delice bir tutku yansıtmayan, özlem ve sevgi dolu,bir kelebek kanadı misali narin bir öpücük...
Derin bir nefes aldı ve nerede olduğunu hatırlayarak kendine çeki düzen verdi. Hayatının en güzel anlarına sebep olan Yasemin sayesinde durup dururken aptal aşık Romeo'ya dönüşmüştü. Boğazını temizleyerek doğruldu ve etrafına bakındı. Neyse ki, akşamın ilk demlerinde ne sokaktakiler onun bu gülünç halini görmüştü, ne de önden giden bezgin atı idare eden yorgun sürücü. Dudağını ısırarak kendiliğinden oluşan gülümsemeyi bastırdı, güzel eşine kavuşma hayaliyle bakışlarını yola çevirdi.
Akşam yemeği için yukarıdaki küçük salonu hazırlayan hanımlar, Salih gelince sofra başına geçtiler. Behzat'ın durumundan haberleri yokmuş gibi davranmayı seçmişlerdi. Onun yerine yalının düzeni ve Hüma'nın getirdiği lale soğanlarını nereye dikecekleri hakkında konuştular. Salih sabırsızlıkla Yasemin ile baş başa kalacakları anı bekliyordu, ne konuşmaya ne bakışmaya doyabilmişti.
Gecenin sonunda Afife Hanım'ın gönderdiği sütlacı mideye gönderen Münevver ve Hüma daha sık esnemeye başlamışlardı. Yasemin Salih'in gelişiyle unuttuğu Osman Bey'in emanetini hatırladı.
"Arkadaşınız size bir paket bırakmıştı Salih Bey, dalgınlığımdan unuttum."
Salih kaşlarını çatıp genç kıza doğru döndü. "Hangi arkadaş?"
"Osman Bey" diye cevaplayan Yasemin paketi getirmek için ayağa kalktı. "İş ile ilgili olduğunu söylemişti."
Salih kuşkulu kıskançlığını anımsayınca suratını astı. "Ah, evet" dedi. "Ben de sizinle beyefendiyle yaptığınız güzel sohbeti konuşacaktım."
Yasemin duraklayıp genç adama döndü. "Güzel sohbet mi?"
"Hoş sohbet mi demeliydim?"
"Bilemem, tanımlayan sizsiniz. Ben bir laf dedim mi?"
Salih alnına düşen saçı geriye tarayıp tek kaşını havalandırdı. "Bana demediniz elbette ama benim arkadaşlarımla, benimle olduğunuzdan daha rahat sohbet ettiğiniz pek açık."
"Arkadaşlarınız ziyaret ettiği vakitlerde evde olsanız veyahut uyuyor olmasanız, sizinle konuşacak zamanları olur kanısındayım. Ev sahipliği bana düştüğü için ben şikayet etmezken size ne oluyor acep?"
"Onlar da zamansız gelmesinler efendim!"
Mahmur iki çift göz, bu sözlerden sonra açılıp birbirine baktı. Yaklaşan fırtınanın kokusunu almış kuşlar gibi odadan uçmak için doğruldular. Münevver esneyerek ayağa kalktı.
"A, canlarım nasıl da uyku bastı."
"Bana da, bana da!" diye ona katılan Hüma ayağa fırladı. "Yorgunluktan olsa gerek... Değil mi Münevver Teyze?"
"Öyle Hümacığım, vakit de geç oldu..."
Bahane sıralayan ikiliye aldırmayan Yasemin kollarını göğsünde kenetleyip sırtını dikleştirdi. Genç adamın keskin bakışları onu başka heyecanlara sürüklese de söylenmekten geri durmadı.
"Bir zahmet kendilerine siz söyleyiverin çünkü ben sizin kadar kaba değilim!"
"Benden beyefendisini bulun da..." diye homurdandı Salih. Sonra ayağa kalktı. "Neyse en iyisi siz aramayın. Ben de bu şans varken bulursunuz da siz. Osman Bey ne bırakmış bir bakalım."
"Ah, siz zahmet edip yorulmayın Salih Bey, ben ayağınıza kadar getiririm. Ağır değil."
"Valla çeneniz açıldı mı kapanmak bilmiyor Yasemin Hanım."
Hüma, Münevver'in koluna giderek tıpış tıpış odadan çıkarken hala tartışan ikiliye duymasalar da iyi geceler diledi. Koridora kendilerini attıklarında ikisi de derince nefes aldı. Hüma tedirgince konuştu.
"Neden sürekli tartışıyorlar bunlar?"
Münevver kızın elini eliyle şefkatli bir şekilde sıktı ve sır verir gibi eğildi. "Aşktan küçük kuzum, aşktan."
"Hiç böyle aşk duymamıştım." diye dudağını büktü Hüma.
Münevver masum kızın alnından öptü. "Aşk kalbe yerleşirken insanın ruhunu bir parça huzursuz eder. Kişilerin hırçınlığı, bu arsız ve ebedi konuğun varlığından ileri gelir."
Hüma dilini çıkardı sonra da yüzünü buruşturup homurdandı. "Bu kadar rahatsızlık veren bir olaysa, ben aşık filan olmayacağım."
"Büyük konuşma biriciğim, en son bu lakırdıları eden zat şimdi içeride kocasıyla birlikte. Ne demişler büyük lokma ye, büyük laf deme. Sonra döner dolaşır, boynuna dolanır."
Hüma kadının tatlı sohbetine karşılık kıkırdadı. "Ömürsün Münevver Teyze ama ben eminim, seveceğim insanla böyle kavga etmem."
Bir şey demeden gülümseyen Münevver, bu tatlı ve akıllı kıza odasına kadar eşlik etti. Hüma henüz çok gençti ama yaşıtlarının arasından sevecenliği, zekası ve becerikliliğiyle sıyrılmayı biliyordu. Genç kızın bahtının da karakteri kadar güzel olmasını için içinden dualar ederek kızı odasına yolladı. Bu arada Yasemin ile Salih için de dua etmeyi ihmal etmedi.
Yasemin odada yalnız kaldıklarını fark edince duraklayıp etrafına bakındı. Onun durduğunu görünce Salih de durakladı. Münevver ve Hüma neredeydi? Yasemin tartışmanın verdiği heyecanla yanakları al al Salih'e döndü.
"Bravo, milleti kaçırmışsınız."
"İsabet olmuş." dedi Salih umursamaz bir tavırla.
"O niye beyefendi?"
Salih'in genç kıza bakışı değişti, gözlerinde parıldayan alevimsi ışık, yüzünü aydınlatırken cazibeli bir gülümsemeyle Yasemin'in dizlerini titretti. Yasemin derin bir soluk alarak geriye döndü. Bu gülümsemeler bir gün onu kalpten götürecekti ki; bu, ihtimal olmaktan çıkmaya başlamıştı. Kısık bir sesle söylenirken kapıya vardı.
"En çok hangi huyunuza sinir olduğumu bilemiyorum, gereksiz söylenmelerinize mi, vakitsiz gülmelerinize mi?"
Salih ardından seslendi. "Kötü huylarıma sabır göstereceğinizi söylemiştiniz!"
"Ben de aynen onu yapıyorum Salih Bey!" diyerek güç kazanan bacaklarına yüklendi.
Tek başına odada kalan Salih gülümsemeye devam ederek kendini yeniden koltuğa bıraktı. Yasemin ile olan her türlü muhabbetinden tuhaf bir şekilde haz aldığını başkasına anlatsa, deli diye yaftalanırdı. Kavga etmek bile hoşuna gidiyordu. Sadece kaba biri olarak nitelendirmesinden pek hoşlanmamıştı, çünkü o gayet kibar biriydi. Kaşlarını hafifçe çattı. Milletin korkuyla sahte adını andığı Murat'ın nazik olduğunu söyleyen Yasemin, onu nasıl olur da kaba olarak tanımlardı, bunu aklı almıyordu.
***
Osman Bey'in bıraktığı küçük paket elinde heyecanını bastırmak için biraz oyalandı. Emaneti takdim ettikten sonra ne yapması gerekiyordu. İyi geceler deyip Salih'in yanından ayrılması mı gerekiyordu? Yutkundu. Salih onu durdurmazsa nereye gidecekti? Hüma ile kaldıkları misafir odasına mı? Ya Salih paketin iş için önemli olduğunu düşünüp onu yine geri plana atarsa! Kararsızca koridorun başında durdu. Ya Salih onun elinden tutup kendi odalarına çağırırsa...
Düşüncesiyle utanarak tuttuğu nefesi yavaşça dudaklarının arasından saldı. Bu kadar isteyip bu denli korkması normal miydi? Annesiyle yaptığı konuşmaları düşündü. Her karı kocanın arasında olacak bir olaydan çekinmesi saçmalıktı. Ciğerleri başka bir fikirle göğsüne dar geldi. Acaba Salih istiyor muydu? Öpüşmeleri çok güzeldi ve o anları süslü Behzat tarafından kesilmeden önce, genç adam onu nazikçe öpmekten ve yanağını okşamaktan başka bir harekette bulunmamıştı. Yanağına dokunan elin nazik dokunuşunu anımsadı ve kulaklarına dek ısındı. Eliyle yüzünü yellendirerek Salih ile yüzleşmek için odaya yürüdü. Hesap edip durmanın faydası yoktu.
Koltuğuna gömülmüş Salih, genç kız elinde kahverengi küçük ahşap bir kutuyla içeri girince doğruldu. Yasemin saçlarını ensesinin biraz üstünde topuz yapmıştı, zarif yüz hatları meydana çıkmıştı. Saçlarındaki iri dalgalar gevşekçe yapılmış topuza rağmen belirgindi. Öylesine topladığı belli olan güzelim saçları, alışkanlıkları gereği, kusursuz bir manzara sergilemeye devam ediyordu. Yine de o dalgaları serbest bırakma isteğiyle Salih nefeslendi.
"Buyurun" dedi Yasemin tatlı yanaklarını saran samimi pembeliğe zıt, tedirgin bir sesle.
Salih ayağa kalktı ve kızın elindeki kutuyu almaktansa heyecanını bastırmaya çalışarak konuştu.
"Saçlarınızı neden topladınız?"
Yasemin yutkunup gözlerini kırpıştırdı. "Beğenmediniz mi?"
"Beğenmediğim bir şeyiniz yok Yasemin Hanım, her halinizle gözümü kamaştırıp nefesimi kesiyorsunuz." Diye mırıldandı. Sesi daha fazla çıkmıyordu zaten. "Sadece saçlarınızı saldığınızda ortaya çıkan altın pırıltılarını seyretmeyi seviyorum."
Yasemin iltifat almamış bir genç kız değildi ama Salih'in her lafında kendinden geçiyordu. Dizleri takatsiz kalınca yerinde sendeledi. Elindeki ahşap kutu yere düşüverdi. Salih onu kollarından yakalamasaydı, kendisi de yere düşen kutunun yanına uzanıverecekti.
"İyi misiniz Yasemin Hanım?" diye endişelendi Salih, bayıldığı an aklına gelince kızı koltuğa yöneltti. "Lütfen, oturun. Münevver'i çağırayım mı? İhtiyacınız olan nedir?"
Renkli bulutların üstünde saatlerce koşmuş gibi tatlı bir yorgunluk içindeydi, alabildiğine mutluydu bu halsizliğe karşılık. Yüzüne eğilen Salih'ten gözlerini ayırmadan konuştu.
"Kimseyi çağırmayın, ihtiyacım zaten yanımda..."
Salih bir parça rahatladı ve elini kaldırıp genç kızın yanağını okşadı. İpek gibi yumuşak tende parmakları kayarken dudaklarının ucuna geldiğinde eli titredi ve bakışları onu izleyen yeşil gözlere döndü. Belki bir saniye, belki de bir asır, bakışları birbirine sarmalandı, tutku kıvılcımlarıyla tutuşup aşk alevlerinde yandı. Salih bu anın ağırlığıyla bacaklarına sirayet eden takatsizliği fark edince kesik bir nefesle doğruldu. Yoksa Yasemin gibi olduğu yerde sendeleyecekti ve onu tutacak kimse yoktu.
"Size su getireyim." dedi sehpanın üzerindeki sürahiye doğru yürüyerek. Bir bardak da kendisi içse iyi olacaktı. Sürahi ve bardağı alıp genç kızın yanına geri döndü. Doldurduğu bardağı Yasemin'e uzatırken kızın ifadesinin biraz düzeldiğini görmek onu sevindirdi. "Beni korkutuyorsunuz Yasemin Hanım, bayılma nöbetleriniz sağlığınız hakkında beni endişelendiriyor."
Yasemin suyu içip Salih'in uzanan eline bırakırken utangaç bir edayla başını eğdi. "Üzgünüm, aşırı heyecana pek gelemiyorum. Sağlığım gayet iyi ama sizin..." Dudakları titredi. Bir cesaret devam etti. "Sizin bazı tepkileriniz beni savunmasız yakalıyor."
Ondan bu derece etkilenmesi onu şaşırtmıştı, yine de konu ne olursa olsun Yasemin'in bayılmasını istemezdi. O vakitler kendini çok çaresiz ve yararsız hissediyordu. Elindekileri koltuğun yanına bırakıp Yasemin'in önünde diz çöktü. Genç kızın ürkek ve heyecanlı hali göğsündeki kalbi büyüttü kocaman yaptı. Ellerini kızın kucağındaki ellerine uzattı, kokladı, öptü, narin parmaklara alev alev yanan dudaklarını sürttü.
"Beklemek cehennemdir ama beklerim seni... İyi kötü demeden, suçlamadan keyfini..." Başını kaldırıp Yasemin'in güzel gözlerine baktı. "Bana alışmadığınız içinse bu rahatsızlığınız, varlığım size sıkıntı vermeyene dek beklerim. Tepkilerimi en asgari düzeye çekmeye çalışacağım, istemezseniz yanınızda konuşmam dahi. Sadece güzel yüzünüze bakma özgürlüğümü verin bana kafi."
Yasemin Salih'in ellerine sarıldı ve koltuktan kayarak karşısında diz çöktü. "Öyle demeyin Salih Bey! Sizin dediğiniz ecnebi şaire karşılık ne buyurmuş Hayyam? Gül yüzlünün kalbini eğmek istersen... Dikene de razı ol, değmek istersen... Yüz parçaya bölünmüş tarağa bir bak... O güzelin saçını sevmek isterken!"
Bir elini genç adamın parmakları arasından aldı ve Salih'in gözünü kapatan saçı okşarcasına tarayarak yüzünü açtı. Sevdiği adamın şaşkın yüzüne utangaç bir gülümsemeyle bakarak mırıldandı.
"Bakın sayenizde tarak da oldum."
Salih ayılarak kendine geldi. "Beni sevmek sizi incitecekse, sevmeyin!" dedi soluksuzca. "Benim aşkım ikimizin hesabına da yeter. İncinmenizin bahanesi olamam."
Kocasına ilk defa çekinmeden dokunan Yasemin, parmaklarını güzel yüz hatlarında dolandırdı. Asil ve erkeksi bir güzelliği yansıtan Salih'in yüzünü okşadıkça ruhu sakinleşti. Aralarında bir karış bile mesafe yoktu. Genç adamın tedirginliğini tüm ifadesinde görebiliyordu.
"Asıl sizi sevmemek beni incitir. Benim bu bünye zayıflığıma üzülmenizi beklemezdim, çünkü size olan aşkımın büyüklüğünden bu kendimden geçme hallerim. Alışkanlığa dönüşüp sıradanlaşacağınızı da hiç sanmıyorum. Ömrümün sonuna dek size baktıkça kalbim hızlanacak, yanaklarım kızaracak, buna eminim. Sizde böyle bir kabiliyet var, kendinizi bana sevdirme kabiliyeti. Onca karşı koymama rağmen sizin de oyuncu desteğinize rağmen geldiğimiz nokta bu. Bu yüzden kendinizi benden saklamayın."
"Sizi seviyorum." diye fısıldadı Salih kendine engel olamadan. Sonra gülümsedi. "Sanırım şimdi de ben bayılacağım."
Yasemin gülümsedi. "Bulaşıcı olsa gerek..." dedi ve bakışları Salih'in dudaklarına düşerken genç adama yaklaştı. "Sizi seviyorum."
Gecenin nasıl bittiği bu dakikadan sonra bizim kaygımız değil. İlla merak ediyorsanız, yere düşen ahşap kutu açılmadı. Gerçi ortada da bırakılmadı. Kutuda olanın değerini tahmin edemeyen Salih kutuyu yatak odalarındaki küçük masaya kadar taşıma uyanıklığını gösterdi. Fakat kutuyla ilgisi bu kadarla sınırlı kaldı.
***
Gecenin çok geç vakitlerinde iki kişi karanlık bir sokağa çekilmiş siyah tenteli bir arabanın içinde konuşuyorlardı. Kim olduklarını göremeyeceğimiz kadar sıkı kapanmıştı arabanın perdeleri. Sesleri ise tenha sokakta dağılıp anlaşılmaz hale geliyordu. Sürücüsü yıkık duvara yaslanmış, on metre ilerideki diğer arabanın sürücüsüne alaycı bakışlarla bakıyordu. 'Aptal herif' diye içinden geçirdi, 'Sanki efendisi yanındaymış gibi tam tekmil esas duruşta bekliyor. Yalaka köpek!'
O serseriyi bırakıp arabaya yanaşalım. İçeriyi görecek bir nokta olmadığından meraklı kulağımızı arabaya dayayıp duymaya odaklanalım. Konuşan iki kişiyi dinleyelim. Sesler tanıdık değil, gerçi tanıdık olsa da bu boğuk tonda anlaşılması zor. Biz yine de anlamaya uğraşalım.
Öfkeli bir ses diğerini bastırdı.
"İşi nasıl bu kadar batırabiliriz? Şimdi efendiye ne diyeceğiz? Kör hançerle birlikte celladını gönderse yeridir."
"Her şey yolundaydı. Şu Osman denen külhanbeyi birden taraf değiştirene dek tüm taşları yerine dizmiştik."
"Para verip kandırılacaktı, ne oldu?"
"Yelena'dan ses yok, adi orospu kaçmışsa hiç şaşırmam. O kadını teklif etmesi için göndermemiz gerektiğini söylemiştim, bizden biri..."
"Bizden biri mi? Kaç kişiyiz zaten, kendini ipsiz sapsız bir herife belli etmek niyetinde misin?"
"Kandıramazsak öldürtürüz."
Diğeri neşesiz bir kahkaha attı. "Yahu, adama yaklaşan herkes bir şekilde ortadan kayboluyor veya ölüyor. Şu alman ekibin cesetlerini göndermemiz Alman dostumuzu hiç memnun etmedi. Keza, Yelena yok, Ruhi denen şarlatan yok, Agop ortalarda yok... Daha sayayım mı?"
"Kafi!" diye homurdandı diğeri. "Yine de Osman nerede acep?"
"Ondan önemlisi Edip Nuri yılanı nerede? Nejat'tan da ses yok."
"İki pislik arkamızdan iş çeviriyor olmasın."
"Edip cesaret edemez ve Nejat Bahri ağzına çaldığımız bir parmak baldan öyle mutlu ki, bu keyiften vaz geçmez. Beni düşündüren başka bir kişi daha var." Bir anlık suskunluktan sonra ekledi. "Edip'in ısrarıyla göreve dahil ettiğimiz, Hüsnü Celal'in oğlu Salih. Ortalıkta sağ salim dolanan bir o kaldı."
Bir düşünce vaktinden sonra son konuşan devam etti. "Sadık Muhsin'in damadı olması da işi zorlaştırıyor. Nejat'ın son raporuna göre, adam şifreyi çözmek üzereydi, yani bize dediği bu ama güvenim yok. Osman ile anlaşamadıklarından başka bildiğim bir haberi de gelmedi."
"Köşkte yapılan aramada evrağa rast gelinmedi, acaba evraklar Salih Hüsnü'de mi?"
"Sanmam, Edip orjinali gence teslim etmeyecek kadar korkaktır. Başka bir yere saklamış olması kuvvetle muhtemel ama nereye?"
"Bulunmaması lehimize olmaz mı?"
Diğeri kızgın bir tonda söylendi. "Planın asıl parçasını nasıl öğreneceğiz? O tertibat olmadan plan bir hiç!"
"Bir fikirdi." diye hoşnutsuz bir tonda söylendi. "Yorgunluktan ne dediğimi biliyor muyum ben?"
"Yorgun olmak ölü olmaktan iyidir!"
Uzun süren bir sessizlik oldu. Ölümün adı dahi insanın boğazında kelimeleri tıkıyordu. Hizmet ettikleri sıradan bir kurul değildi ki, dünyaya hükmeden seçkin bir topluluktu. Sözde görünen saygılı ve çalışkan tüccar kısmı olsa da; buz dağının altında, türlü oyunlarla dünyanın geri kalanını sömüren koca bir ahtapotun kolları görünüyordu.
Önlerindeki yakın zamanda, titizlikle dokunmuş ve zalim bir oyun kuruluyordu. Bu yeni oyun sayesinde insanlık ölüm ve vahşet ile tanışacak ama bu seçkin azınlık birkaç misli kara geçeceklerdi. Bu kardan pay kapmak için yurtlarına, milletlerine hatta kendilerine dahi ihanet edecek kuklalar, hedef seçilen milletlerin içine sızmıştı. Gerçi ahtapotun kolları her yerdeydi ama şimdilik gözleri birkaç ülkenin üzerine kilitlenmişti. Ağzını açmış, dişlerini bu ülkelerin besili kaynaklarına geçirmek için fırsat kolluyordu.
Sessizliği kararsız bir ses bozdu. "Salih Hüsnü'yü alıkoysak mı?"
"Ne için?"
"Sorgulatırız. Bildiği ne varsa öğreniriz."
Diğeri keyifsizce soludu. "Ne maksatla efendi, arı kovanına çomak sokmaktan başka bir işe yaramayacak bir iş için elimizde olmaması gereken bir güçten mi yararlanacağız? Biliyorsun, biz aslında yokuz."
"Nejat Bahri yapabilir ama! Zaten deşifre olsa da ağzını açamadan dilini kopartırız."
"Ah, evet, o yapabilir." dedi düşünceli bir tonda. "Evvela Nejat'ı bulmak gerek."
Sessiz sokakta yankılanan bir nal sesiyle ağızlar kapandı. Arabaya yaklaşan atlıya doğru baktık. Altındaki üniformayı saklamak için üzerine giydiği pelerin haddinden de uzundu, yine de atının hızından açılmasına ve askeri üniformasının açılmasına engel olamıyordu. Gerçi bu sokağa girdiğinden beri tedbiri zaten bırakmıştı, burada onu görebilecek olan gözler ona düşman değildi.
Orta boylu ince bir siluet, atından inerek uzun ve kararlı adımlarla arabanın yanına geldi. Kapıyı tıklatırken sadece arabadakilerin duyabileceği otoriter bir sesle konuştu.
"Gören göz adına haber getirdim."
İzin beklemeden kapıyı açıp içeri daldı. Gölgeden mütevvellit cismin seri hareketleri yüzünden ne içeridekileri görebildik, ne de atlının yüzünü. Selamlaşma olmaksızın gelenin sesi arabanın içinden duyuldu.
"Edip Nuri sarayda tutuluyor." Bu ani haber diğer ikisinin derin bir nefes almasını sağladı, rahatlıktan değil, korkudan. Haberci devam etti. "Ona ulaşmak olanaksız, ben tesadüfen öğrendim."
"Nejat..." Diye sıkıntıyla söylendi biri. "Nejat Bahri nerede?"
"Bilmiyorum."
"Edip Nuri, Osman'ın tutuklusu mu?"
"Öyle"
"Osman'ın sarayda ne halt ettiğini öğrenebildin mi?"
"İlgilenmiyorum."
"Peki, öğrenemez misin?"
"Hayır!"
Kısa cevaplar, tek kelime olsa da; iki adamı ürkütecek kadar derin anlam taşıyordu. Sorumluluğun ağır yükü tamamen bu ikisinin üzerindeydi. Suç atabilecekleri adamlar ortada değildi. Ne yapacaklarını düşünürken çözüm teklifi son gelenden yükseldi.
"Adam konuşmadan onu öldüreyim mi?"
Yine sessizlik ve kafalardan geçen olasılıklar... Son karar riskleri terazide tarttıktan sonra dillendirildi. O da tek kelimeydi.
"Öldür!"
***
Karanlığın gizleyici örtüsü altında gerçekleşen bu sohbetten sonra Edip'in sabaha karşı bir ziyaretçisi olduğunu söylememize gerek yok sanırım. Murat, dikkat çekmemek için kapısına koyduğu adam ile zindanın demir kapısının ardında kurtulmak için dualar eden Edip'in cesedini, bizzat kendisi buldu. Edip de, dışarıda bekleyen nöbetçi gibi o kadar ustalıkla öldürülmüştü ki, boyunlarının tuhaf açısı görülmese uyuyor sanılırlardı. Sarayın içindeki casusun bu kadar becerikli ve usta bir katil olduğunu neden düşünememişti? Kendi görüşmesi bittiğinde doğruca saraya gelmiş ve danıştığı kişinin isteğiyle, bir an önce Edip'i sorgulamak için zindana inmişti. Cesetlerle karşılaşmayı kesinlikle beklemiyordu.
Edip'in burada olduğunun öğrenilmesi için takip edilmesi gerekiyordu ki, o çok dikkatliydi. Yani bir iki gün öncesine kadar çok dikkatliydi, şimdilerde biraz dalgınlaşmıştı. Öfkeden kudurarak kendi odasına çıktı. Nasıl olur da fark etmezdi? Peşindeki bir adamı sezemeyecek kadar mı dalgınlaşmıştı? Hırsını çıkaracak yer ararken aklına başka bir konu takıldı. Ya Salih'in evine gittiğinde de izlenmişse...
Salih'i yanına getirtemezdi çünkü onu sarayda koruyacak tertibatı kuramazdı. Bu, aşağıdaki manzaradan sonra kesin belli olmuştu. Kendisi de sürekli adamın etrafında olamazdı. Salih kendini koruyacak reflekslere sahipti ama çiftlik evindeki gibi yorgun bir anında talihsiz bir saldırı başına gelirse ne yapacaktı? Onu uyanık tutacak gözü açık birine gerek vardı. Başını kaldırıp gözlerini kıstı. Yaşı çok gen çolmasına rağmen bu konuda güvenebileceği tek kişi vardı.
Mustafa'yı Salih'in evine gönderirse, çocuğun zeki gözleri tehlikeyi yaklaşırken sezebilirdi, ayrıca Mustafa'nın dikkat çekmeme konusunda inanılmaz bir yeteneği vardı. Bir iki gün sürecek bu görev, şikâyet edip durduğu derslerinden onu ayıracak olmasına rağmen gerekirse Murat, çocuğun hocalarıyla konuşup arayı kapattırabilirdi. Şu koca sarayda, küçük bir çocuğa bel bağlamak ağırına gidiyordu. Düşmanlar her deliğe sızmışken dürüst, etkisiz; yalancı, bey olmuştu. İçini çekerek Mustafa'yı bulmak için odasından çıktı, önce aşağıdaki cesetlerden kurtulması gerekiyordu elbette.
***
Sabahın erken vakitlerinde yalıda da ayrı bir tartışma yaşanıyordu. Yasemin, hamamdan yeni odaya girmiş Salih'in omzundaki yara dışında başının arkasındaki kesiğe benzeyen yarayı da ıslak saçlarının arasından fark etmişti. Yarı çıplak divanda oturan genç adam yediği azarı sineye çekiyordu ama dudağını da küskünce sarkıtmayı ihmal etmemişti.
Yasemin yaraların iltihaplanmaması için solüsyon sürerken kızgınlığını alamamış söyleniyordu.
"Yalan bir öykü anlatmayın beyefendi, bu yaralar hiç de düştüm, çarptım yaraları değil. Omzunuzdaki sıyrık ne yanmışa benziyor ne kesilmişe; keza başınızdaki de ayrı mesele." Oldukça acıtan sıvıyı genç adamın başına bastırıp inlemesine sebep olduktan sonra tatmin olarak doğruldu. "Suratınızı da asmayın. Valla açıklama yapmadan kurtulamazsınız. Şu tuhaf Osman Bey ile ne işler çeviriyorsunuz?"
"Anlattıklarıma inanmıyorsunuz ki!"
"Mantıklı olsa inanırım." diye homurdanıp, aynı sıvıyı yeniden bastırdı.
"Of!" diye bağıran Salih başını çekmeye çalışınca Yasemin yaralı omzuna elini atarak kımıldamamasını sağladı.
"Hele bir kaçın!" dedi sert bir sesle. "Sakince durup tedaviye katlanmazsanız, Sema anneye sizi ispiyonlarım."
"İyileşen yaranın canına okuyun sonra da tehdit edin." Diyerek kıza dönen Salih, kızın bileklerinden tutup divana ittirdi. "Odadan çıkmanıza izin vermemem gerek sanırım. Ne dersiniz?"
Yasemin üzerine ağırlığını vermeden vücudunun yarısını kullanarak uzanan genç adamın çekiciliğiyle yutkundu. Nemli saçları yakışıklı yüzünün etrafında dalgalanırken Salih ne güzeldi.
"Elimi kolumu sonsuza kadar tutabilecek misiniz?" diye fısıldadı.
Salih eğilip burnunu kızın burnuna sürttü, dudaklarına doğru mırıldadı.
"Bundan kuşkunuz olmasın."
Vaat edilen söz dudaklarla mühürlendi. Salih nefeslenmek için Yasemin'den biraz uzaklaşınca kızın gözlerinin hala kapalı olduğunu fark etti. Uzun kirpikleri göz kapaklarıyla titreşti ama aralanmadı. Kıvrımlı dudakları kiraz misali dolgun ve kırmızıydı. Bu çekici çağrıya dayanamayan Salih yeniden eğildi ve daha uzun bir öpücükle içindeki alevi sevdiğiyle paylaştı.
Dudaklarından ayrılıp karısının hoş kokulu teninde gezinirken Yasemin kısık bir sesle konuştu.
"Kararım hala değişmedi. Ya itiraf ya Sema anne!"
Salih başını kaldırıp zümrüt yeşili gözlere gözlerini kısarak baktı. "Çok inatçısınız."
Yasemin çapkın bir edayla gülümsedi. "Daha bir şey görmediniz."
Salih kızın alnından öperek doğruldu ve elinden tuttuğu karısını kendine çekti. Olayları anlatamazdı, mermi yarası da çok barizdi saklayamazdı. Yasemin'den birkaç gün kaçınmayı becerebilseydi, yaraları dikkat çekmeyecek kadar iyileşecekti ama eşinin hasretine dayanamadı.
Dün gece Salih cennete yaklaşmıştı, kokusunu alacak kadar. Bin bir çiçeklerin arasında ayrı parıldayan Yasemin'in güzelliğiyle mest olmuştu. İlk geceleriydi ama bu kadar masum, bu kadar ateşli ve bu kadar uyumlu bir aşkı asla hayal dahi edememişti. Yasemin'i ruhu mücevher gibi ışıldayan bir melek olarak görmekte haklıydı çünkü saf güzelliğinin ötesinde bir kişiliğe sahipti, kusursuz ve eşsiz.
Düşüncelerinin yoğunluğuyla nefes alamadı, dikkatini toplamak için omzundaki yarayı bandajlamak için sargı bezlerine uzandı. Yasemin hemen elinden alarak yarayı temizleyip sararken Salih gözleri yerde anlattı.
"Size tüm ayrıntıları anlatmak da serbest değilim. Kısa süreceğini umut ettiğim bu iş, tamamen Osman Bey'in sorumluluğundadır. Gerçi işi berbat ettim ve bu arada da gördüğünüz yaraları aldım." Yan gözle tedaviye devam eden suskun Yasemin'e baktı. "Bilinmemesi icap ediyor ama uğursuz bir işle uğraşmıyorum. Bu konuda içiniz rahat olsun."
Yasemin bakışlarını onun yüzüne çevirdi. "Kötü bir iş olduğunu düşünmedim ama size bu zararı veren bir işi de pek tasvip etmiyorum."
"Dedim ya, benim dikkatsizliğim sonucu oldu."
"Dikkatsizlikle mermi yarası almanızın bahanesi olamaz." Dedi yarayı sararken bakışlarını işine çevirdi. "Hafiyelik mi yapıyorsunuz?"
Salih gülümsedi. "Hafiye olsam hoşunuza gider miydi?"
"Heyecanlı bir meslek ama sadece romanlarda okumak güzeldir. Gerçek hayatta ilgilenmenizi istemem. Ayrıca şakayla, lafı geçiştirmeyin, dinliyorum."
"Roman kahramanı olarak tercümanlık yapıyorum diyebilirim o halde. Sanırım bu da sizi heyecanlandırabilir."
Yasemin güldü, sargıya düğüm atarak doğruldu. "Ah, hem de nasıl!" Salih'in çenesini okşayarak tatlı bir sesle konuştu. "Sizinle sakin bir ömür de beni çok mutlu eder Salih Bey. Bu iş ne kadar sürecek?"
Salih genç kızın dokunuşuyla bir anlığına kendinden geçip zihninde bir cevap belirmedi. Soru olduğunu zar zor kavrayan beyninde ilk oluşan yanıt boğuk kelimeleriyle dudaklarından sıyrıldı.
"Bitmiş bile olabilir."
Şifrenin kopyası yangında yitmişti, orjinaline ulaşamayacaklarına göre... Salih aniden irkildi. Murat'ın getirdiği kutu! Nasıl da düşünememişti? Ayağa fırlayarak küçük masanın üzerindeki kutuya doğru yürüdü ve minik kilidini açarak kutuyu araladı.
Kutunun içinde deri kaplı küçük bir defter vardı ve yanında da bir not. 'Gözünü açık tut paşazade!'
Elini saçlarına geçirip söylendi.
"Kahretsin, bu adam bunu nasıl beceriyor yahu!"
Elinde tuttuğu defter, şifreli yazının orjinaliydi. Şehzade Murat bunu nasıl elde etmişti? Hem de bu kadar kısa bir sürede! Şifrenin çoğunu çözmesine rağmen tuttuğu kısa notlar da yanmıştı, neyse ki önemli yerleri ezberinde mevcuttu.
"O nedir?" dedi Yasemin oturduğu divandan kalkarak.
Salih huzur dolu bir nefes aldı ve karısına döndü. "Tercüme etmem gereken yazı, ben kaybettiğimi sanıyordum." Defteri elinde sıkıca tutarak dolaba doğru yürüdü. "Bana bir süre müsaade edin Yasemin Hanım, şu işi tamamlamam gerek."
Açıklamalar onu memnun etmemişti. Salih'in yalan söylediğini de düşünmüyordu, yine de huzursuzdu. Dolaptan kendine bir gömlek seçip üzerine geçiren Salih'i izlerken şimdilik bu kadarına razı olması gerektiğini düşündü. Ve içinden daha fazla zarar görmemesi için dua etti.
"Pek ala, ben de aşağıya ineyim de kahvaltı hazırlığına yardım edeyim."
Birkaç saniye Salih'ten bir tepki almak için bekledi. Genç adam yarım yamalak giydiği gömleğiyle uğraşırken diğer elindeki deftere dalmıştı. Kapıya doğru adımlarken homurdandı.
"Bunun için odadan çıkmam gerekiyor değil mi?"
Yan gözle Salih'e baktı, hiç oralı değildi. Az önce ona türlü kurlar yapan adam neredeydi? Başını umutsuzca sallayıp kocasının yanından ayrıldı, sinirli adımlarla aşağıdaki mutfağa indi. Dilbade ile Münevver'i tartışırken bulmak onu pek şaşırtmadı. Münevver bu kadar şikayet ettiği Dilbade'yi neden burnunun dibine getirmişti ki?
"A, Münevver abla valla kızıyorum ama."
"Sen ocağın altını yakmayı unut, sonra da kızıyorum ama diye söylen. Kızım sen bunca sene mutfakta hiç mi iş öğrenmedin. Ah, nasıl da unutmuşum, kilerde fare avlamaktı senin görevin."
"Benim avcılığım sayesinde erzağımız bize kaldı abla. Sen kendi işine baksana, ben hazır ederim kahvaltıyı."
"Edersin de akşam yeriz herhalde."
Yasemin atışmalarına gülerek mutfağa girdi. "O, bakıyorum güne erken başlamışsınız. Bu kaçıncı tur kavganız?"
"Yasemin Hanım!" diye unlu ellerini birbirine çırpan Dilbade doğruldu. "Benim görevim nedir? Geldiğimden beri Münevver abla, omzuma tünedi, sürekli cıyaklıyor. Ne yapacağımı şaşırdım valla!"
"Halt yemişsin sen, beni baykuş mu sandın edepsiz!"
Dilbade bıkkınca nefes aldı. Yan gözle Münevver'e baksa da konuşmadı. Yasemin olaya el atması gerektiğini anlayarak iki kadına doğru yürüdü.
"Sen eve kahya olarak geldin Dilbade, sana bir aşçı ile evi temizleyecek birilerini ayarlayacağız ama o vakte kadar kim ne iş bulursa onunla uğraşacak."
Münevver kibirli bir tavırla kaşlarını havalandırdı. "Hah, gördün mü? Biz seni yükseltelim sense tüneyen hayvan diye söylen."
"Münevver abla, ne demek istediğimi anladın işte. Hakaret etmedim ki, ne bileyim, ev değişince afalladım."
Münevver, kadına döndü. "Bana bak Dilbade, o hazırladığın yemeklerin içine de tükürürsen dilini kökünden koparırım. Sakın ola, salgılarını içinde tut!"
Yüzü kıpkırmızı olan Dilbade hemen Yasemin'e baktı. "Tövbe, tövbe! İki gözüm önüme aksın küçük hanım, benden bekler misiniz hiç?"
Yasemin konuşamadan Münevver atıldı. "Onu bunu bilmem, seni ne zaman görsem bir şeylerin içine tükürüyorsun. Ayrıca Yasemin bu evin hanımı, küçük hanım demezsen iyi olur. Ve yalakalık da yapma!"
Dilbade iyice morardı kızardı, başını önüne eğdi. "Özür dilerim Yasemin Hanım."
"Münü, Dilbade'nin üzerine bu kadar gitme. Şakanın da dozu yok senin valla."
Münevver de şakacı bir kaş çatışla Dilbade'ye baktı. "Kız, sen hemen alındın mı? Surata bak sen, domates niyetine kessek yeridir."
Yasemin iki kadını mutfakta bırakıp dışarı çıktı. Birbirleriyle uğraşa uğraşa kahvaltıyı hazır edeceklerdi nasıl olsa. Yalı çok büyük değildi ama hesap ettiği kadar çalışan almak zaruriydi. Kendi evlerinden Dilbade'yi getirmişti, diğerleri için de Sema annesine danışmayı düşündü.
Dilbade'nin gönlünü alan Münevver kahvaltı işini ona havale ederek bir koşu Yasemin'in ardından yollandı. Dün gece Hüma'nın yanına gitmediğini biliyordu. Yüzündeki ışıltıya bakılırsa Salih ile tartışmaları tatlıya bağlanmıştı. Kızı müzik odasındaki küçük terasa çıkarken yakaladı.
"Sabah günaydınını es geçip hemen kaçmak da ne olur hınzır?"
Yasemin şaşkınca ona baktı. "Demedim mi?"
"Demedin tabi, söylendin sonra arkanı dönüp gittin." dedi kendini tırabzanın yanındaki demir arkalıklı sandalyeye bırakarak. "Ah, anacığım, ben de yaşlanmışım yahu."
"Üzgünüm dadı, kafam neredeydi acep?" dedi yanındaki sandalyeye ilişen Yasemin.
"Tahmin edeyim mi nerede olduğunu?" diye gözlerini kısarak genç kıza bakınca Yasemin'in yanakları kızardı. Başını öne eğdi. "Dilbade'den sonra en iyi sen kızarıyorsun kuzum. Utanacak ne var bunda, vakti geldi de geçti bile. Sevenlerin vuslatından güzel bir olay olamaz?"
Yasemin utangaçlığından sıyrılamadan omuzlarını nazlı bir edayla kaldırdı. Dadısının yüzüne bakamıyordu. Dün gece de çok utanmıştı ve tecrübesizliğinin Salih'i soğutacağını sanmıştı ama Salih onu öyle nazik sevmişti ki... Kendi tepkilerine kendisi de şaşırmıştı.
"O konu beni alakadar etmez de sana başka bir şey söyleyeceğim Yasemin. Hizmetli dedin ya, bahçe içinde birini bulmak gerek. Şu Seyfi ile Seyfettin'e bırakılmaz, valla mahvederler Hüma'nın bin bir gayretle yaptığı cenneti. Kızcağız o kadar uğraştı, bilir birine teslim etmezsek Hüma'ya dert olur."
Yasemin tatlı anılarından ayılırcasına başını bahçeye çevirdi. Hüma gerçekten de çok çalışmıştı, hala da uğraşıyordu. İş bilir birini bulmazlarsa bahçe iki haftada bostana dönerdi.
"Haklısın dadı, Seyfi Efendiler kapı nöbetçiliği yapsınlar. Hem yorucu olmaz hem de iş edinmiş olurlar. Bahçe için birini bulmak lazım."
Kahvaltıya geçmeden Hüma da onlara katıldı, sonra mutfağa inip Dilbade'ye yardımcı oldular. Salih'i çalışma masasından zorla kaldıran Yasemin doğru dürüst bir lokma yediğine ikna olmadan masadan kaçmasına izin vermedi. Zaten zayıf ve yaralıydı, bir de aç biilaç dolanmasını izleyecek değildi.
***
Salih hızlıca karnını doyurduktan sonra hemen çalışma odasına geçti. Şifreyi tamamen çözmüş şimdi de yazıyı çeviriyordu ama çok karışıktı. On sayfalık yazının yarısı boş laflarla, deyimlerle, bilmecelerle doluydu. Bir kısmında formül hesaplamasına benzeyen bir sayfalık rakam ve işaretler konmuştu. Salih bunun da anlamsız olduğuna hükmetmişken aklına takıldı, bu kısmı bilen birine göstermesi gerekiyordu ama kime?
Sonra anlamlı kısma geçti ve yazıyı deşifre ettikçe damarlarındaki kan dondu. Okuyor, okuyor ve yazıya inanamayarak tekrar okuyordu. Yazılanlar masaldan öte bir hayali yansıtıyordu ama plan gayet mantıklıydı. İsimler tarihler...
Başını defterden kaldırıp boş bakışlarla duvara baktı. Plana göre; içinde birçok milletin heba edileceği dehşetli bir kaos kurgusu hazırlanmıştı. En ince ayrıntısına kadar yazıya dökülen bu kurgu gerçekleşirse; imparatorluklar yıkılacak, milletler yer değiştirecek, halklar fakirleşecek, korku ve dehşetin prangası altında ezilen sömürge devletlere dönüşeceklerdi.
Çok yakında dünyanın yarısının birbirine gireceği büyük bir savaş hazırlığı yapılıyordu. Defterde yazana göre; baş üstat bu savaşı gerekli görüyordu çünkü büyüyen devletleri gelişmekten başka türlü alıkoyamayacaklardı. Sömürdükleri devletler uyanırsa onların kanını içmek zorlaşırdı. Yerine oturan taşları tek bir darbeyle havalandırıp hem bu olaydan kar sağlayacaklar hem de çıkacak buhran zamanlarından...
Salih yazan isimlerin kod kullanılarak ve numaralandırılarak yazıldığını gördü. Gerçek isimlerinden ziyade mensup oldukları teşkilatta kullandıkları hiyerarşi sırası yazılmıştı. Demek ki; bunu Claude'e anlatan kişi, aklınca üyeleri saklamaya çalışmıştı. Fakat akıllı Claude tanımlamaları öyle uygun yazmıştı ki, kimin nereden yarar sağlayacağını yazarken sömürgeci hanedanın ismini zikretmesine gerek kalmamıştı.
Saate baktı. Öğle olmak üzereydi. Acaba şehzade Murat neredeydi, sarayda mı, sokakta mı? Sonra bıraktığı not aklına geldi. 'Gözünü açık tut!'
Defter elinde dışarda gezinemezdi, çok tehlikeliydi. Şehzade Murat'ın bu hususta bir önlem almayı akıl edeceğini tahmin etti. Hemen defteri, masanın kilitli çekmecesine atıp kilitledi. Pencereye yürüyüp sokağa baktı. Meyve ağaçlarının olduğu küçük bir bahçe ve kısa bir yürüyüş yolu vardı. Yalının ön ve arka açısını görebileceği çaprazındaki odaya geçti. Aradığı kişiyi görünce dudağının ucunda ufak bir gülümseme peyda oldu.
Denizden gelecek dalgaları kesmek için yapılan kısa istinat duvarının üstüne tünemiş boyacı çocuk, onu tanımayan gözler tarafından tembellik yapıyor sanılabilirdi. Kasketini uyuyor gibi gözünün üstüne dek çektiği halde, Salih onun dikkatli olduğuna emindi. Pencereden ayrılıp yatak odasına geçti, üzerine bir ceket geçirdi ve aşağıya indi.
Onun yaklaştığını gören Mustafa çabucak doğruldu ve boya tezgâhının başına geçti. Salih temiz ayakkabısını parlatan Mustafa'ya mesajını söyledikten sonra yalıya geri döndü. Mustafa birkaç dakika daha oyalandıktan sonra tembel hareketlerle tezgâhı topladı. Kasketinin altında parıldayan gözleri sokağı tararken sırtına attığı tezgâhla yürümeye başladı.
Mustafa'nın dikkat etmediği tek yön yalıdan taraftı. Meraklı bir çift göz, Salih'in ayakkabı boyatmasından sonra toparlanıp giden çocuğun ardından bakıyordu. Elindeki gübre kovasını kenara bırakan Hüma, çocuk sokağa çıkana dek gözlerini üzerinden ayırmadı. Hem ağabeyinin, hem de bu çocuğun tavrını ilginç bulmuştu. Ailenin en meraklı üyesi olduğundan mıdır bilemeyiz ama bu tuhaflıklar onun gözünden kaçmıyordu.
Mustafa ise izlendiğinden habersiz aylak adımlarla uzun bir süre yürüdü, meyhaneye varınca hemen üstünü değiştirdi. Atına atlayıp saraya koştu. Salih'in haberini şehzadeye iletti, kısa bir süre düşünen Murat kâğıdı kalemi eline alıp bir not yazdı. Mustafa'nın eline tutuşturup yalıya geri gönderdi. Kendisi de düşünceler içinde birkaç saniye oturduktan sonra hızla ayaklandı ve üzerini değiştirmek için yatak odasına yollandı.
Koridorda hiçbir nöbetçi veya asker bırakmamıştı. Ferhat Paşa buna itiraz etse de kararı kesindi. Yaşlı adam sarayda dönen bir şeyler olduğunu bildiğinden şehzadenin canına kast edecek bir casusun bu ıssızlıktan yararlanabileceğini düşünüyordu. Şehzade Murat bu varsayıma soğuk ve intikamcı bir gülümsemeyle cevap verdi.
"Keşke..." dedi kısık bir sesle. "Keşke bunu yapmaya cüret etse... Keşke..."
Ferhat Paşa padişaha bunu rapor etmesi gerektiğini söylediğinde ise Murat'ın hışmıyla karşılaşmış ve Murat, adamı huzurundan kovmuştu. Aslında Murat'ın ikamet ettiği kısım saraydan bağımsız bir yapıydı. Koca sarayda bu tip eklentiler göze çarpmıyordu, zaten yeterince haşmetli bir yapıydı. Bu yüzden hem savunmasız hem de daha güvenli bir yer olduğu varsayılabilirdi. Murat istemediği zaman, koridorunda sinek dahi uçamazdı.
Ferhat Paşa, şehzadenin bu aşırılıklarına alışkın olduğundan saygısızlık olarak kabul etmedi. Nasıl edebilirdi ki, Murat her ne kadar geri plandaysa da bir şehzadeydi. İlk oğuldu. Genç adam kendini önemsemiyor olabilirdi ama padişahın en değerli gözdesinin oğlu olduğu için, padişahın gözünde ayrı bir yeri vardı. Selim'in öldüğünü duyan padişahın nasıl üzüldüğünü biliyordu, aynı son Murat'ın başına gelirse; koruyucusu olarak atanan Ferhat Paşa da fazla yaşamazdı.
Salih sabırsızlıkla Murat'tan gelecek yanıtı bekliyordu. Kendisi mi yoksa Mustafa'yı mı gönderecekti acaba? Seyfi Efendi'ye Osman Bey gelirse hemen alt kattaki karşılama odasına almasını tembihledi fakat adamın anladığından emin olamadı. Çünkü sıcak hava ve yemekte bol kepçe yediği sarmısaklı cacık yüzünden ayakta uyku molası veriyordu ki, çok yakın bir vakitte yatar duruma geçeceği belliydi. Kardeşi çoktan bir yerlere kıvrılmıştı, ortalıkta görünmüyordu.
Yasemin yanına Münevver'i alıp Sema Hanım'ın yanına gittiğinden Salih, can sıkıntısıyla kendini nasıl oyalayacağını bilemedi. Hüma bahçeden çıkmıyordu, eline küçük küreğini almış bir sağı eşeliyordu, bir solu. Salih, genç kızın bir daha yaşam hakkı elde ederse, köstebek olarak dünyaya gelmek isteyeceğinden emindi. Arada kızla dalga geçse de, Hüma'nın bitkiler konusundaki yeteneğiyle içten içe gurur duyuyordu. Hatta koruya yakın elverişli bir alan vardı ve Hüma'ya orasını sera haline getirmesini teklif etmişti. Önerisi bir çığlık ve sıkıca boynuna sarılan bir çift kolla kabul edildiğine göre; Hüma bir süre daha başlarına bela olacaktı.
Mustafa kasketinin altından düşünceli bir ifadeyle saçını kaşıdı, bu onun alışkanlığıydı. Düşünmesine yardım ettiğini sanmayın, sizin de fark ettiğiniz gibi genç delikanlı zaten hızlı düşünen biri. Şimdi aklını kurcalayan ise, göğüs cebinde sakladığı notu vermek için yalıya nasıl gireceğiydi. Yalının demir parmaklıkları onu zorlamazdı ama o iki ihtiyar adamla karşılaşmak istemiyordu.
Salih'in nerede olabileceğini az buçuk kafasında tasarlamıştı, daha önce yalıya birkaç defa girdiğinden evin planını biliyordu. Onun bu keşif gezisinden kimsenin haberi yoktu, gerçi şehzadenin tahmin ettiğini düşünüyordu. Güneş gözlerini kamaştırırken yalının arka tarafındaki pencereleri hızla gözden geçirdi. En iyisi korudan taraftaki duvarı tırmanmaktı, hem kimse görmezdi hem de demir parmaklık yerine duvarı tırmanmak daha kolaydı.
Zayıf bedeninden dökülen eski kıyafetin yenlerini çekiştirerek tembel adımlarla öylesine yürüdü. Korudan yana geçerken demir parmaklıklardan meraksız bakışlarla etrafına hızlıca baktı. Yaşlılar görünmüyordu. Yalının bu yanı da ıssızdı zaten, diğer tarafta denizle buluştuğu için eski bir iskele kalıntısına bağlanıyordu. İskele henüz tamirattan geçmediğinden de bakılacak bir yan değildi.
Bir iki tur öylesine ayaklarının ucundaki küçük taşı sürükleyerek dolandı. Sonra bir kedi kıvraklığıyla duvara tırmanıp diğer tarafa yumuşak bir inişle atladı, hemen eğilip yeni budanmış bir çalının ardında soluklandı. Taze yaprak kokusu ve yeni eşilmiş toprak kokusu insanı mest ediyordu. Bir de yağmur yağsa ortaya çıkan kokularla insan kendini başka bir evrende hissedebilirdi. Gün geçtikçe o bakımsız bahçenin, peri eli değişmişçesine nasıl değiştiğini görmek onu şaşırtıyordu. Sanki güneş batınca, gözlerden sakınan doğa tanrıçası Demeter bahçede yürüyor ve toprağı, bitkileri kutsuyordu.
Daha on beş yaşındaki bir çocuğun böyle edebi düşünmesine şaşmayın. Mustafa'nın vakti olsaydı hemen size bir şiir bile yazabilirdi ama meşguliyeti bu tarz sanatsal hislerini çabucak zihninden geriye atmasını gerektiriyordu. Ayağına geçirdiği çarıklarının uçlarına basarak eve gireceği pencereye doğru ilerlemeye başladı. Bahçede dolanan kız dışında kimsenin olmadığına emindi ki, zaten o kız da diğer taraftaki güllerle ilgileniyordu.
Aşısı yapılmış bir erik ağacının yanında durdu ve bir kere daha pencerelere bakmak için başını kaldırdı. Çalışma odası olduğunu tahmin ettiği pencerenin hızla açılıp Salih'in görünmesini hiç beklemiyordu. Demek geleceğini düşündüğünden nöbetteydi ama adam neden gereksiz bir panikle anlamsızca bağırıyordu?
"Hüma, dur!"
Tam doğrulacakken başının yanında, şakağının üstünde müthiş bir acıyla savruldu. Kulakları çınlayıp gözünün önü tamamen karanlığa teslim olmadan önce bir sesin coşkuyla bağırdığını duydu.
"Yakaladım seni adi hırsız!"
Mustafa görünmediğini düşünüyordu ama bahçenin perisi tetikteydi. Çocuğun bariz ve gayesiz bir şekilde yalının etrafında dolandığını görünce küreğini kapıp pusuya yatmıştı. Gündüz gözüyle eve girecek kadar cüretkâr olduğunu düşünmediği çocuğun bahçe duvarını hızla tırmanıp yalıya doğru yöneldiğini gören Hüma, erik ağacının yanındaki çalıya gizlenmişti. Sonuç olarak da, çocuğu gafil avlamayı başarmıştı.
Yere yıkılan çocuktan gözünü ayırmadan ağabeyine doğru bağırdı.
"Tamam, ağabey, ben baş ettim." Dedi elindeki küreğin sapını iyice kavrayıp ekledi. "Sen yine de gel ama... Şey... Çabuk gel."
Çocuk acıyla inleyince Hüma küreği yeniden havalandırdı ama vurmadı. Kalbi göğsünden çıkacak gibi atıyordu, heyecandan her şeyi berbat etmemek için tüm dikkatini yatan hırsıza verdi. Üzerindeki kıyafeti çuvalı andırıyordu ve başından fırlayan kasketi sayesinde ancak şimdi yüzünü görebiliyordu. O pis ve büyük kasketin altından temiz saçlar ve sevimli bir surat çıkmasını hiç beklemiyordu.
Çocuk darbe aldığı taraftaki gözünü kısarak yüzünü buruşturdu. Küreğin sivri tarafı hassas deriyi kesmiş, ince bir kan sırası birikmeye başlamıştı. Hüma hemen kendini toparlayarak heyecanlı bir sesle tehdidini savurdu.
"Sakın kıpırdama, valla Allah yarattı demem!"
Gözünün birini aralayan Mustafa başında dikilen kıza sinirli bir bakış attı. Ah, başı nasıl da ağrıyordu! Dikkatsizliğine inanamadı, Murat bu aptallığını duyarsa ona bir daha görev vermezdi. Sen o kadar tehlikeli insanları hiç fark ettirmeden izle, sonra da bu ufak kıza yakalan! Olacak iş değildi. Mustafa kimseyi küçümsememesi gerektiğini ve işine her bakımdan odaklanması gerektiğini anladı, hem de acı bir dersle.
"Kıpırdayacak hal mi bıraktın? Of!"
"Oh olsun!" dedi Hüma, hırsızla baş etmenin haklı gururuyla doğrularak. "Kafanı karpuz gibi patlatmadığıma dua et!"
Mustafa elini şakağına götürürken doğrulmaya çalışınca Hüma'nın hışmıyla karşılaştı.
"Kıpırdama dedim, ağabey!"
Başının tepesinde yükselen kürekten sakınan Mustafa durakladı. "Tamam, durdum işte."
Şakağına parmağının ucuyla dokununca keskin bir acı dalgası beynine kadar yükseldi. Gözünden yaş gelecekti neredeyse, karşısında kız olmasa ağlaması içten değildi. Parmağına bulaşan kana sıkıntıyla baktı. Yüzünü yeniden buruşturunca Hüma güldü.
"Çocuk, sen kaç yaşındasın?"
"Sana ne!" diye homurdandı. "Hem bana çocuk deme!"
"Ne diyeyim?" dedi iyice keyiflenen Hüma, elindeki küreği usta bir hareketle sallayarak. "Sana ne mi diyeyim, yoksa adın mı bu?"
Mustafa kaşlarının çatarak onunla eğlenen gardiyanına ters bir bakış attı. Ondan bir baş boyu daha uzun olan bu kız, üzerindeki kıyafetle bahçıvana benzemişti. Pahalı kıyafetinin üstüne giydiği kalın ketenden önlüğün cebine, ellerinden çıkardığı topraklı eldivenleri tıkmıştı, ayaklarında ona büyük gelen tuhaf çizmeler vardı. Saçlarını örmüş, bir başörtüsüyle yarım bağlamıştı. Yanakları hem sıcaktan hem de bahçede çalıştığından kızarmıştı ve koyu mavi gözlerinde zafer parıltıları vardı.
Mustafa, Hüma'yı ilk defa yakından görmüş ve kıza ilk defa bu kadar dikkat etmişti. Salih'in kardeşi olduğunu biliyordu ama kızın varlığıyla ilgilenmesini gerektiren bir olay olmamıştı. Ağabeyini andıran yüz çizgilerine rağmen Hüma'nın zarif yüz hatları aklını karıştırdı. 'Güzel' diye bu yüze mi denirdi acep?
Salih'in sesiyle kendine gelip doğrulmak için hareketlendi ki, yapamadı. Başının arkasına yediği ikinci kürek darbesiyle zaten dönen başı temelli işlevini kapattı. Yüzüstü eşelenmiş toprağın üstüne düştü.
Hüma tamamen tepkisel olarak vurduğu ikinci kürek darbesinden sonra elindeki küreği yere atarak ağzını kapattı. Salih'in onun adının seslenmesi, aynı anda da çocuğun hareketlenmesi aklını karıştırmıştı. Elinde salladığı küreği, olan gücüyle kaçacağını sandığı çocuğun başının arkasına yapıştırmıştı.
"Ay, aman, bu sefer öldürdüm galiba!"
Salih kardeşine uzaklaşması için bağırmıştı ama böyle bir tepki beklemiyordu. Korkuyla ona bakan kıza bıkkın bir bakış atıp Mustafa'nın başına çöktü. Kendinden geçmiş çocuğu kucaklayarak Hüma'ya bakmadan söylendi.
"Ne ağır elin var senin Hüma, bu çocuk hırsız değil. Git, su filan getir de çocuğu ayıltalım."
"Alnında yazmıyor ki, nereden bileyim!" diye homurdanan kız arkasından yürüdü.
"Yalıya gelen başına darbe yemeden çıkamıyor sizin sayenizde, Seyfettin derken sen de az değilmişsin. Bıraksak, İstanbul'da sağlam adam bırakmayacaksınız, maşallah!"
Hüma küskünce dudağını sarkıttı. Ağabeyinin haksız azarı karşısında bozulmuştu. Salih tarafından yalıya taşınan Mustafa ayılmak da nazlanmadı. Şakağındaki şiş daha fena duruyordu, kanın durması için et, ekmek akıllarına ne gelirse koydular. Mustafa bir eli şakağına yükledikleri tertibatta, diğeri kendine olan kızgınlığıyla sıkılmış bir halde düşmanına bakar gibi Hüma'ya bakıyordu.
Hüma'nın da ondan aşağı kalır yanı yoktu. Bu aptal çocuk yüzünden ağabeyinden azar yemesine sinir olarak, tüm hıncını gözlerinden çocuğa yansıtıyordu. Sanki kapışmak için Salih'in odadan çıkması yeterdi.
Salih kapının yanında duran Hüma'ya baktı.
"Bizi yalnız bırakır mısın Hüma?"
Hüma önce ağabeyine, sonra da yüzünde et-ekmek karışımıyla somurtan düşmanına bakıp başını salladı. Odadan çıkarken bir komutan edasıyla başı dik yürümeye gayret etti. Kapıyı dinlemesinde sakınca yoktu, çünkü ne konuşacaklarını merak ediyordu. Yakalanmadığı sürece bu tip casuslukların heyecanlı olduğunu da, çiftlikteyken öğrenmişti.
Salih, kardeşi odadan çıkınca Mustafa'ya döndü.
"Hüma'nın adına özür dilerim Mustafa..." diye lafına başladı.
Mustafa bakışlarını kapıdan alıp Salih'e çevirdi. "Abi, kusura bakma ama..." diyerek gözüyle kapıyı işaret etti ve fısıldadı. "Kapıyı dinliyor."
Salih bir an şaşırdı. Kapıya doğru dikkatle baktığında, eşikteki gölgeyi fark etti. Hayret Hüma hiç böyle bir terbiyesizlik yapmazdı. Bıkkınca oflayarak ayaklandı ve kapıyı aniden açıverdi. Hüma kulağını yapıştırdığı kapının açılmasıyla odaya doğru tökezledi. Dengesini bulup başını kaldırdığında Salih'in kızgın gözleriyle karşılaşınca yutkundu.
"Şey, ağabey, bana seslendin sandımdı"
Salih tek kaşını kaldırdı ve ciddi duruşunu bozmadan başıyla kapıyı işaret etti. Hüma omuzlarını düşürerek kapıya döndü ve utangaç bir sesle mırıldandı.
"Özür dilerim."
Bu işin ustalığını Münevver'den öğrenmeyi aklına yazarak kuyruğunu kıstırıp ağabeyi ile hırsızı yalnız bıraktı. Hüma'yı başlarından savdıktan sonra Mustafa, notu Salih'everdi. Salih düzgün bir el yazısıyla yazılmış notu hızlıca okudu. Murat meyhaneye gelmesini söylüyordu. 'Geride bir şey bırakma!' diye de uyarmayı ihmal etmemişti. Defteri de yanına istediğine göre; deşifre olan yazıyı tam tercüme edene kadar Murat ile uzun bir vakit geçireceklerdi.
Notu okuduktan sonra Mustafa elini uzattı. Salih çocuğun notu ne yapacağını düşünerek kâğıdı ona uzattı. İrice kahverengi gözler sakin bir ifadeyle Salih'e döndü.
"Notla işin bitti mi abi?"
Salih başını olumlu sallayınca, Mustafa küçük kâğıdı parçalara ayırıp kalıntı bırakmayıncaya kadar parça pençik etti. Sonra soğukkanlı ve ciddi bir tavırla ayağa kalktı. Kısa bir baş selamından sonra 'Bana eyvallah o zaman abi!' deyip kapıya yürüdü.
Salih, Hüma ile aynı yaşlarda olan çocuğun Murat'ın hareketlerini mi taklit ettiğini yoksa farkında olmadan ondan alışkanlık mı kaptığını anlayamadı. Ciddiyetini zoraki koruyarak arkasından seslendi.
"Dikkat et kendine!"
Mustafa kapıdan çıkmadan omzunun üstünden utangaç bir bakış attı ve sevimli bir sırıtışla başını sallayıp kapıyı kapattı. Mustafa görevi bitirmenin rahatlığıyla başındaki zonklamaya rağmen neşeli adımlarla aşağıya indi. Başındaki kasketi bahçede düşürmüş olmalıydı, onu alıp bir an önce meyhaneye gitmesi gerekiyordu. Fakat önce yalının etrafında dolanıp şüpheli birileri var mı kontrol edecekti. Hem kasketini almak, hem de görünmeden yalıdan çıkmak için korudan yana geçti.
Saldırıya uğradığı yere vardığında, saldırganın onu beklediğini görünce şaşırdı ama istifini bozmadı. Sinirli bir edayla kollarını kavuşturmuş Hüma kaşlarının altından onu izliyordu. Bir elinde de onun kasketi sallanıyordu. Mustafa ne yapması gerektiğini düşünürken yavaşladı. Kasketi kızın elinden kapıp kaçmalı mıydı yoksa bir beyefendi gibi gidip istemeli miydi?
O içten kararsız dıştan tedbirli yürürken Hüma hırçın bir sesle söylendi.
"Senin yüzünden ağabeyimden azar yedim! Bir daha ziyarete karar verirsen, ön kapıdan girersen sevinirim."
Mustafa kızın karşısında durdu ve aynı şekilde ellerini göğsünde kenetlemiş bulundu. Kızın ondan boyca uzun olması ve aynı hareketi kendisinden önce yapma üstünlüğüne sahip olması nedeniyle bir an boş bulunup yutkundu. Ama duruşunu değiştirmek gururuna dokunacaktı, sabredip öyle kollarını çözmeye karar verdi.
"Valla, elinde kürekle dolaştığını bileydim,kendimi göstere göstere ön kapıdan girmeyi seçerdim. Yoksa seni sevindirmek zerre umurumda değil."
"Madem kafan çalışıyor neden hırsız gibi duvardan atladın?"
Kibirli bir tavırla yüzünü buruşturdu, kendinden uzun olan kızın karşısında komik düşmeyi göze alarak. Sonra küçümser bir tonda konuştu.
"Senin anlayacağın işler değil bunlar." Elini uzattı. "Özür dileyip şapkamı vermelisin bence."
Hüma kasketi çocuğun eline bırakırken üstten bakmaya özen gösterdi.
"Özür dilemesi gereken sensin!"
Mustafa kızın tavrına karşılık omzunu silkti, kasketi başına takıp arkasını döndü.
"Çocuk!" diye Hüma'nın seslenmesiyle yeniden duraklayıp kıza döndü.
"Bana çocuk deme!"
Hüma boğazını temizleyip elindeki mendili ona uzattı.
"Kanıyor, istersen mendili üstüne bastır."
Mustafa bir anlık düşünme kararsızlığından sonra kızın elinden mendili alırken veda niyetine kızın mavi gözlerine kısacık baktı.
"Teşekkür ederim." diye zayıf bir sesle söylenip arkasını döndü.
Mendili şakağına bastırdı. Kendinden emin adımlarla duvara doğru giderken nedense kızın onun ardından bakıp bakmadığını merak ediyordu. Haklı olan oydu, saygısızlık yapmamıştı ki, özür dilesin. Görev icabı gizli olması gerekiyordu ve kızın bunu anlamasını bekleyemezdi. Yine de özür dilenecek bir iş yapmadığını biliyordu, içi rahattı.
Yani, o kadar da rahat değildi. Neden aptal gibi bakmak yerine, kibar bir veda cümlesi söylememişti? Acaba kız bakıyor muydu? İzleme ihtimaline karşılık, havalı bir atlayışla duvarı tırmandı, kendini yukarı çekti. Diğer tarafa atlamadan önce hamlesinin görülüp görülmediğini kontrol etmek için çaktırmadan kıza doğru baktı. Daha doğrusu kızın olması gereken yere... Hüma ortalarda yoktu. Morali bozuldu, omuzları düştü. O zor zıplayışı boşuna mı yapmıştı? Yüzünü buruşturup sokağa atladı ve ayağının ucuna gelen tüm taşları uzağa tekmeleyerek yürümeye başladı.
Hüma ise saklandığı ağacın arkasından çocuğun yüzündeki hayal kırıklığını izlemeyi başarmıştı. Kıkırdayarak eliyle ağzını kapattı. Bu erkek çocukları da çok komikti, yahu. Sürekli hava atma, kendini bir şekilde ispatlamaya çalışma yarışındaydılar. Başını sallayarak doğruldu ve çocuk gelmeden önce yaptığı işin başına döndü. Çocuğun tüm aksiliğine ve elmacık kemiğine yayılan şişliğine rağmen sevimli bir suratı olduğunu kendine itiraf edebilirdi. Çirkindi, ama sevimliydi.
***
Akşam yemeğinde tek düşünceli olan Salih idi. Yasemin ve Hüma gayet neşeliydiler. Münevver dadı ise yalıda değildi. Onu, Sema Hanım'da karşılaştıkları Afife Hanım'ın yanına katıp konağa göndermişlerdi. Birkaç parça eşya ile yarın dönecekti. Salih iki genç kızın sohbetini dinlerken düşünceli halinden biraz olsun sıyrıldı, hatta Hüma bugünkü macerasını Yasemin'e anlatırken gülümsemeye bile başlamıştı. Hüma'nın bu kadar cesurca davranmasını hiç beklemiyordu.
"Yok abla, birinci kürekle bayılmadı, ikincisinde küt diye yüzüstü toprağın içine düşüverdi."
"Bayıltana kadar vurdun demek!" dedi Yasemin kaşlarını havalandırarak.
"Hayır ablacığım, istemeden oldu dedim ya! Ağabeyim bağırınca panikle doğrulmaya çalışan çocuğun başına geçiriverdim." Salih'e döndü. "Değil mi ağabey?"
"Onu bunu bilmem, gelen her konuğu sopayla karşılıyorsunuz. Yarın bir gün gerçek hırsız gelse, badem baklava armağan edersiniz artık."
Ciddi bir tavırla konuşan Salih'e ağzı açık bakan Hüma hemen itiraz etti.
"Allah korusun!" diyerek yumruk yaptığı elini masaya vurup, kulak memesini çekiştirdi. "Konuk, o çocuğun yaptığı gibi arka bahçeden mi gelir?"
"Ön kapıdan geleni de gördük, Seyfettin Efendi örneğin."
Yasemin hoş bir kahkaha patlatınca Salih'in içi eridi, yüzünde genişleyen bir gülümsemeyle tatlı eşine baktı. Parlak gözlerinden saçılan yeşil parıltılarla ona dönen Yasemin neşeyle konuştu.
"Desenize sıra bende, kimsenin başını gözünü patlatmadım sonuçta."
Salih korkar gibi ellerini kaldırdı. "Aman siz durun! Kafa atmaya ilk merak salan sizdiniz Yasemin Hanım. Arabanın içinde bana attığınız kafayı ve Behzat'a salladığınız yumruğu unutmadım."
Gülme sırası Hüma'ya gelmişti. Yasemin kızgın bir sesle söylendi.
"Oh, canıma değsin. İkiniz de hak ettiniz. Gerçi o yumruğun asıl sahibi o çingeneydi ama Behzat Bey'e de yakışmadı değil."
Hüma gülmekten ağrıyan karnını tutarak ekledi. "Güzele ne yakışmaz ayol!"
Son şakaya hepsi birden güldüler. Behzat'ın güzellik merakı hepimizce bilinen bir huydu nasıl olsa. Salih sakinleşen masada Hüma'ya doğru döndü.
"Canım kardeşim, bugün Mustafa'ya olan tepkine hem kızdım hem seninle gurur duydum. Fakat aynı şekilde bir olaya rast gelirsen, kendini koruman ve evdekileri uyarmanı isteyeceğim senden. Kendin müdahale etme, olur mu? Gelen kişi, gerçek bir hırsız veya tehlikeli biri olabilirdi."
"O çocukla başa çıkabileceğimi düşündüm." dedi Hüma başını eğerek, kaşlarının altından ağabeyine baktı. Demek çocuğun ismi Mustafa idi. Buna neden dikkat etmişti ki, ha Mustafa ha... Başka isim aklına gelmedi ve yanakları istemsizce kızardı.
"Çocuk diye kimseyi küçük görme, kimin ne yapabileceğini bilemezsin. Riske girmeden davranmanı rica edeceğim."
"Peki, ağabey." dedi somurtarak.
Salih kardeşine göz kırparak Yasemin'e döndü. Genç kızın yüzünde yumuşak bir ifadeyle onu izlediğini görünce şaşaladı. Yasemin ona döndüğünü fark eder etmez yutkunup doğruldu. Bir an için Salih gözünde hiç düşünmediği bir rolde belirmişti, anlayışlı ve korumacı bir baba.
"Baba..." dedi sonra nefesini kontrol ederek yeniden konuşmayı denedi. "Yani benim babamın bir önerisi vardı, sanırım bu konudaki rahatsızlığınızı giderir. Gerçi babam, Hüsnü Celal babamla konuşmuş, onlar çoktan karar vermiş ama usulen size de soracaklarmış. Babam nedense bu konuda pek ısrarlıydı."
Ah, konuyu ne uzatmıştı... Omuzlarını geriye atıp bir nefeste kalan lafını bitirdi.
"Yalıya bekçi olarak birini göndereceklermiş."
Salih başını salladı. "Çok iyi bir fikir." dedi. "Benim de aklımdaydı zaten."
Aslında kardeşi ile Yasemin'i yalıda bir başlarına bırakmak içinden gelmiyordu, düşünceli hali bu yüzdendi. Henüz Murat ile buluşacağını Yasemin'e söylememişti ve bu ayrılık durumu saniyeler geçtikçe sıkıntısını arttırıyordu. Seyfi kardeşlerin kulağını çekmiş, o dönene dek bahçede turlamalarını söylemişti. Fakat güveni yoktu, elbette.
Yasemin tedirgin bir sesle sordu.
"Aklınızda olmasının sebebi, yokluğunuzun sık olacağından mıdır?"
Salih özür dileyen bakışlarını karısının umutlu gözlerine çevirdi. Yasemin anlamıştı, omuzları düştü ve başını önündeki tabağa indirdi. Konuşmamak için dudağını ısırırken Salih ne diyeceğini bilmeksizin kesik bir solukla doğruldu. Eşine karşı sorumluluğu ile öğrendiği meselenin önemi arasında sıkışıp kalmıştı.
Sessizce onları dinleyen Hüma'ya döndü.
"Eee, Hüma, sera hakkında ne yapmayı düşünüyorsun?"
Hüma coşkusundan uzak bir tonda sera hakkındaki fikirlerini söylerken hiçbirinin aklı anlatılanda değildi. Hüma bile sırf ses olsun diye konuşuyordu. Birkaç soru cevaptan sonra Hüma kitap okuyacağını söyleyerek yanlarından ayrıldı.
Dilbade sofrayı toplarken iki sevgili balkona geçtiler. Yasemin hala ona bakmıyordu. Salih kızın oturduğu sandalyenin yanındaki tırabzana dayandı ve yüzüne doğru eğildi.
"Güzel bakışlarınızı daha ne kadar benden saklayacaksınız?"
Yasemin hoşuna giden bu laf karşısında bir an için çözülse de hemen toparlanıp omuz silkti. Ayağa kalkarak balkonun köşesine gitti ve hafif hırçınlık sezilen bir tonda söylendi.
"Soruma verdiğiniz karşılığın hakkı bu kadardı."
Salih gülümseyerek yanına gidip kızın yüzüne doğru eğildi. Küskünce ona bakan Yasemin'in zümrüt gözlerinde isyankar bir naz okunuyordu. Bir ömür yetmezdi, bakışlarının bu güzelliği doyuncaya dek içmesine.Sevgisi içinde doldu, taştı. Yasemin'i kollarına alıp kıyamete kadar salıvermemeyi isterdi.
Denizden usulca esen ılık bir rüzgar genç kızın saç buklelerini okşadı, hafifçe havalandırdı. Genç adam rahatsız edilmiş saç buklesini parmaklarının arasına alıp yatıştırırken hislerinin verdiği heyecan yüzünden boğuklaşan sesiyle mırıldandı.
"Yokluğumda beni özlüyor musunuz yoksa?"
Siyahın hüküm sürdüğü gökyüzünde, lacivert buğulu ışık huzmeleri kadifemsi bir asilikle ayın çevresine dağılmıştı. Bu hafif buğulu kafesindeki ay, yeryüzüne sihirli aydınlığını yaymaktaydı. Bu sihirden nasibini almış Salih'in gülümseyen gözleri, denize düşen yakamoz gibi ışıltı saçıyordu.
Yasemin usulca başını sağa sola salladı. Salih olumsuz cevaba karşılık gülümsemesi biraz solsa da, çılgınca atan kalbini sakinleştirmek için bu hayal kırıklığını kullandı. Parmakları inci tozuyla bezenmiş yanaklara uzandı, pembeleşen teni parmak uçlarıyla nazikçe okşadı. Bakışlarını yeniden yeşil bakışlara kaldırma cesaretini bulunca konuşabildi.
"Ben sizi özlüyorum." dedi iyice çatallaşan sesiyle. "Çok özlüyorum."
Genç kızın göz pınarları aniden iri damlalarla doluverdi. Salih şaşkınca Yasemin'e bakarken kristal parlaklığında yuvarlak damlalar bir biri ardından al yanaklardan süzülüverdi. Ne olduğunu anlayamayan Salih endişeyle kızın yüzünü avuçları arasına aldı.
"Ne oldu çiçeğim? Neden ağlıyorsun?"
"Gitmekten bahsedip durmayın yalvarırım." diye fısıldadı Yasemin. "Varlığınızın esiri olmuş bu zavallı, dillendirdiğiniz korkuyla yaşayamaz. Ayrılık lafından hiç bu kadar nefret etmemiştim."
Salih başparmaklarıyla yanaklarını okşarcasına gözyaşlarını sildi. Lafa yanlış taraftan başlamış, Yasemin'in yanlış anlamasını sağlamıştı. Kendi kendine sinir olarak nefeslendi.
"Bizi kimse ayıramaz çiçeğim." dedi kararlı bir sesle. "Yeryüzündeki hiçbir güç buna yetmez. Ben hatalı konuştum, özür dilerim."
Ucu hafifçe kızarmış burnunu çeken Yasemin titrek bir sesle konuştu.
"Bu his, bende takıntı oldu sanırım." diye mırıldandı. "Bana Acemborusu derken çok isabetli bir isim takmışsınız."
"Zarifliği yüzünden mi?"
Yasemin hala dökülen yaşlarına rağmen utangaç bir gülümsemeyle yüzünü onun ellerinden çekti ve yine başını salladı. "Hayır, henüz sizin kadar kibirli olamadım. Şey, mendiliniz var mı?"
Salih ya geç anlıyordu ya Yasemin kafasını oldukça karıştırmıştı. Birkaç saniye anlamsızca kızın yüzüne baktıktan sonra irkildi. Elini cebine atarken konuşmak aklına geldi.
"Ah, elbette, buyurun." Sorusuna cevap alabilmek için devam etti. "İsabetimin sebebini merak ettim."
Yasemin hoş bir lavanta kokusunun hakim olduğu mendille gözyaşlarını temizledi. Burnunu da silerek Salih'in meraklı ve tedirgin yüzüne baktı.
"Acemborusu sarıldığı desteğinden bir şekilde ayrılırsa, kurur gidermiş." Dedi ve derin bir nefes alıp kararsızca devam etti. "Saçma bulabilirsiniz ama elimde değil. Boğaza attığım fincanın ardından az mı dua ettim acaba diye düşünmeden edemiyorum."
"Ne fincanı?" dedi Salih. "Aklımın yarısını güzelliğiniz, kalanını sözleriniz alacak anlaşılan."
"Fincan mı dedim ben?" diye doğruldu.
İçinden düşündüğünü sanırken kelimeler sesli mi çıkmıştı acaba? Salih gözlerini kuşkuyla kıstığında, omuzlarını silkti. "Anlatamam, karşınızda rezil olmaya niyetim yok. Kendinizi iyice bulunmaz hint kumaşı sanırsınız sonra."
Salih ellerini tırabzanlara dayayarak, yanından kaçmaya davranan Yasemin'i hapsetti. Genç kız, kafesin kollarını iterek kendine yer açmaya çalışırken bir yandan da söyleniyordu.
"Ne yapıyorsunuz Salih Bey, valla çocuk diyeceğim az kaldı."
Salih kolunun arasında debelenen kıza biraz daha yaklaşınca Yasemin gözlerini irice açarak ona baktı. Gül dudaklarından bir fısıltı anca sıyrıldı.
"Gören olur..."
Salih'in yaramaz busesine direnecek hali yoktu, o kadar da nazlı değildi. Koklar gibi onu öpen yumuşak dudakların ateşiyle erirken, uzaklaştıklarını fark edince unuttuğu nefesi alarak gözlerini araladı.
"Çok şımarıksınız beyefendi." diye mırıldandı, güç almak için elleriyle yaslandığı tırabzanın demirini kavrayarak.
Salih gülümsedi. "Siz de çok huysuzsunuz hanımefendi. Ne var anlatıverseniz?" dedi ve yeniden yaklaştı. "Yoksa işkenceme devam etmem icap edecek."
Ufak bir öpücükten sonra geri çekilince Yasemin kaşlarını çattı. "Bu tarz işkencelerde ustasınız sanırım."
"Elimden geleni ardıma koymam."
Yasemin'in bakışlarında kızgınlık alametlerini gören Salih doğrulup kollarının kızın beline sardı. Yasemin bu sarılışa karşı koymak için ellerini genç adamın omuzlarına yerleştirdi ve nazlı bir edayla ittirdi.
"Beni sinirlendirip sonra da gönlümü almak için sarılamazsınız Salih Bey. Elinizden geleni ardınıza koymadığınız, çevrenizi saran dişilerden belli. Çingene kızından dolayı size hala kızgınım."
"Hayda, olayın üstünden yıl geçti. Ayrıca o bir gösteriydi."
"Gösteri filan anlamam. Halinizden pek memnundunuz."
"Sadece oyuna katılmıştım. Her gün oynandığına eminim." diye söylendi ve debelenmeyi kesen Yasemin'in mis kokan saçlarına bir öpücük konduruverdi. "Bu kadar kıskanç olduğunuzu düşünmezdim."
Yasemin az önceki gözyaşları yüzünden güzelleşen gözlerini onun gözlerine dikti. Kıskanıyordu. Sevdiğini de bu his sayesinde fark etmemiş miydi?
"Kıskanç değilim." dedi kararsız bir sesle.
Salih cazibeli gülümsemelerinden biriyle nefesini keserken konuştu.
"Özlemiyorsunuz, kıskanmıyorsunuz ve benim şımarık, kibirli ve düşünelim... Başka bir şey var mıydı unuttuğum?"
"Suratsız olduğunuzu da düşünüyorum."
Salih'in düzgün kaşları havalandı, sahte bir şaşkınlıkla. "Ah, inanamıyorum. Neyse, ayrıca suratsız olduğumu düşünüyorsunuz."
Yasemin aklına gelmiş gibi ekledi. "Ha, bir de kaba ve ilkel olduğunuzu da hatırlatırım."
Derin bir nefes alan Salih başını sallayarak devam etti. "Tamam, ona da tamam." Yasemin'i kendine doğru çekip bedenlerini birbirine yasladı. "Bütün bu kötü hallerime rağmen beni yine de seviyorsunuz, hem de suçlarımın hepsine katlanma ezasına da katlanıyorsunuz. Siz azize misiniz?"
Yasemin kollarını eşinin boynuna sardı. Bu serbestliğe hala alışamamıştı ama çok hoşuna gidiyordu. Salih'in ona ait olduğunu hissettiriyordu, hem bedenen, hem kalben.
"Azize değilim, çünkü size yalan söyledim." Parmakları gür saçların arasında dolanırken heyecanlı bir sesle devam etti. "Sizi her daim özlüyorum, kıskanıyorum. Başıma gelmeden önce abartı bulduğum tüm duyguları bana yaşattığınız için size kızıyordum. Fakat şimdi Allah'ıma bizi karşılaştırdığı için dua ediyorum. Ben sizsiz yarım kalırmışım."
Salih konuşamadı, dudakları sadece sevdiğinin dudaklarına uzun bir öpücük bırakmak için kımıldayabildi. Sığındıkları balkon köşesinde, yeni sürgün vermiş sarmaşıkların arasında birbirlerine uzun bir süre sarıldılar, gecenin onlara söylediği şarkıyı dinlediler. Sonra Salih hiç istemeden göğsüne başını koymuş narin başı kaldırdı. Yasemin soran gözlerle ona bakınca dudağını ısırıp derdini anlatmaya çalıştı.
"Yasemin'im, ben..." dedi ama devam edemedi. Neden bu kadar zordu, birkaç saatliğine de olsa ayrılmak? Yoksa ayrılık hakkındaki kötü duygu ona da mı nüksetmişti?
Yasemin doğrulup sakin bir sesle sordu. "Kaç günlüğüne?"
"Gün olmaz, belki birkaç saat..." dedi hemen. Gerçi süre hakkında kesinlik yoktu, sadece umuyordu. "Anlattığım görevde bir gelişme oldu, Osman'a açıklama yapmam gerek."
"Yaralanmayacağınız konusunda söz verir misiniz?"
Salih Yasemin'in güzel yüzünü avuçları arasına aldı. "Fincan meselesini anlatın ben de söz vereyim."
Kaşlarını yukarı kaldırdı. "Hayatta olmaz!"
"Büyük laf etmeyin."
"Ettim günümü gördüm zaten." diye homurdandı Yasemin. Ellerini onun ellerinin üstüne koydu. "Peki, o halde sabaha kadar dönerseniz, anlatırım. Dönmezseniz ısrar etmeyi bırakırsınız, olur mu?"
"Hiç yoktan iyidir." dedi, sonra yaklaşıp fısıldadı. "Sabah sizi kollarıma aldığım vakit anlatırsınız."
Yasemin utanarak kızarırken Salih kızın haline güldü ve alnına bir öpücük kondurdu. "Sizi çok seviyorum."
Aldığı öpücüklerle mest olan Yasemin aklına son anda gelen bir olayı anlatmak için doğruldu.
"Neredeyse unutuyordum. Behzat Bey ile Perran'ın nişanı bir sonraki gün yapılacakmış ama nerede olacağını asla tahmin edemezsiniz!"
Salih kendini geri çekip meraklı bir tavırla ona baktığında Yasemin devam etti.
"Gülçehre Teyze'nin büyük köşkünde yapılacakmış!"
"O niye?"
"Doktor amca beyin konağında yapılacaktı ya... Şansa bakın, yandan geçen dere sen taş! Derenin getirdiği tüm pislikler bahçeyi basmış.Kurbağaların hepsi eve yerleşmiş. Kokudan durulmuyormuş. Hayriye Teyze kara kara düşünürken Şefika Teyze nişanı kendi konaklarında yapmayı teklif etmiş ama erkek tarafının evinde nişan mı olur diyen Gülçehre Teyze olayı kestirip atmış. İtiraz mitiraz dinlememiş..."
"Nefes alın Yasemin Hanım." dedi soluksuz konuşan kızı durdurarak. "Yani şimdi nişan takılana dek birbirlerinden haberleri olmayacak mı?"
Yasemin başını salladı. "Biri söylemezse olmayacak."
Parmağının ucuyla çenesine birkaç fiske atan Salih bir süre düşündü.
"Behzat hayatta o nişana gitmez."
"İkna etmemiş miydiniz?"
"İkna ettim ama Perran Hanım'ı kaçırmaması için. Başkasıyla nişanlanmaya gideceğini hiç sanmıyorum."
Yasemin kıvranır gibi ona masumca baktı. "Söylesek mi acaba?"
"Katiyen olmaz. Parmağına o yüzüğü takana dek sevdiğine kavuştuğunu bilemesin serseri. Kusura bakmayın yine kabalaştım ama sizi benden almak için yaptıkları aklıma geldikçe sinirleniyorum."
"Kısmetin önüne geçemedi ama." dedi Yasemin, sözler yine onu alıp bulutlara uçurmuştu.
Salih gülümsedi. "Doğru dedin çiçeğim."
"Böyle güldüğünüzde ağzınıza vurasım geliyor Salih Bey, alışkanlık yapmış sizde. Umarım yasağıma uyuyorsunuzdur."
"Bana kaba diyene bakın! Beni bu yola iten sizsiniz. Yasaklanacak ne var gülmemde, anlamıyorum."
Yasemin küskünce dudağını sarkıttı. Yasağın sebebini çoktandır tahmin eden Salih az kalan vakti oyuncu bir tartışmayla bitirmek istemedi.
"Asmayınız suratınızı, tamam, yasağınıza uyuyorum. Zaten sizden başka yüzümü güldürebilen olmadığı için gönlünüz ferah olsun." Yasemin'in hoşnut bakışıyla rahatladı. "Behzat işine gelince de nişan günü kaçmaması için çuvala koyup köşke getirmem gerekirse gocunmadan yaparım. Siz Perran Hanım'dan haber verin."
"Yarın gider ağzını yoklarım ama babasının sözünden çıkacağını sanmıyorum. Doktor amca biraz dediğim dediktir."
Salih kolunu genç kıza uzattı. "Kararlar verildiğine göre; benim hemen gidip üstümdeki yükü Osman'la paylaşmam gerek. Gün ışımadan kollarımı meleğime dolamam için vaktim az."
Yasemin uzatılan kola girip başını omzuna yasladı. "Sizi hiç salasım yok Salih Bey..."
Salih de gitmek istemiyordu ama durum fenaydı. Açgözlü ve insanlıktan uzak bir senaryo idi okudukları ama olmayacak şey de değildi. Bu kıyametten uzak durmak için vakit geçmeden hareket etmek gerekiyordu. Yine de üzerini değiştirip defter koynunda meyhaneye doğru yürürken, düşündüğü bu felaket kurgusu değildi. Odadan çıkmadan önce bir kez daha tattığı bal dudaklarda kalmıştı aklı. İlk defa çekingenliğinden sıyrılan Yasemin, intikam alırcasına onun veda öpücüğüne karşılık vermişti. Şimdi zavallı Salih işini bitirip geri dönmek için daha da istekliydi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder