"Büyük sırlar vardır, saklanması icap eden. Kudretli insanlara ait olan sırlar, bir gün çözülmeye mahkûmdur." Parmaklarını yavaşça açarken devam etti. "Zaman, sırları kehanete dönüştürür ve elçiler söze döker." Avuçlarını yukarı gelecek şekilde açtı. "İki yol sunulur, seçim yapılması için. Birinde hırsının getirdikleri..." Sağ avcundan incecik siyah bir duman süzüldü. "Diğerinde aklın sesi." sol avucunda beyaz bir duman belirdi. "Kişiye kalan yolu takip etmektir, her adımda kendinden bir şeyler bırakarak."
***
Çölü aşalı iki hafta geçmişti, yolculuk etmek
zorunda kaldığımız vadiye girmeden dinlenecek bir kulübeye dahi rast gelmemiştik.
Akşam çökmeden vadiyi arkamızda bırakmak istiyordum çünkü geniş bir yolu olsa
da duvar misali yükselen uçurumun ortasından yürümek tedirgin ediciydi.
Özellikle yanı başımızda akan nehrin ortasında ada oluşturan kayaların
keskinliği de cabasıydı, ayağın kayıp düşersen vadi boyunca kayalar yüzünden
lime lime olman içten değildi. Yolun tekdüzeliği bir yana alternatifi olmayan
bir güzergaha zorlanıyordum sanki ve bu beni her şeyden çok rahatsız ediyordu.
Neden bildiğim bir ülkeyi bırakıp hiç görmediğim topraklarda geziyordum ve
nereye gidiyordum? Bu sorunun cevabı ardımsıra gelen küçük adamdı ve ona göre
yolum buydu.
Vadinin sonunu işaret eden virajlı yola
geldiğimizde saçlarımı kapatan örtüyü sıyırdım ve atımı durdurdum. Epey geride
kalmış adama doğru döndüm.
“Atını biraz rahatsız etmeye ne dersin? Güneş
batmadan bir köye varmalıyız.”
Kumaş katmanlarının arasından uyuşuk bir ses
duyuldu. “Aceleye gerek yok. Yolun sonunda bir köy var ve vadiden kurtulduk.
Endişelenmeyi bırakabilirsin.”
Başımı salladım. “Bu kadar emin nasıl
oluyorsun anlamıyorum. Daha önce gelmediğini söylemiştin.”
“Bana güven.” Dedi ve ekledi. “Gözün açık
olsun, bu halimle kimseye yakalanmak istemiyorum.”
Yukarı doğru kavislenerek uzayan yola baktım,
etrafımızı saran yüksek tepelerin doruklarını gözümü kısarak kontrol ettim.
Bunu o bana söylemeden de sürekli yapıyordum ama yolun sonuna geldiğimizden ve
önümüzde bir köy olduğunu söylediğinden kontrolü daha sıklaştırmıştım. Yabancı
topraklardaydık, bu yüzden her zamankinden daha dikkatliydim. Yokuşu çıkarken
atımı dürttüm, aramızda mesafe olması uyarımı daha erken yapmamı sağlayacaktı.
“Telaşlanma Jai!” diye seslendi. “Atını
zorlamanın gereği yok.”
Yaklaşık bir senedir birlikteydik, ne o benim
tedbirli halime alışabilmişti ne de ben onun aşırı rahatlığına alışabilmiştim.
Bunca zamandır yakalanmamış olması da ayrı mucizeydi. Her ne kadar tembel ve
sivri dilli olsa da, beni takip eden adam sıradan biri değildi, efsanevi Kealan
ırkının bir üyesiydi. Bir Kealan ile kolay karşılaşamazdınız veya kim olduğunu
anlayamazdınız. Günümüzde ise karşılaşmak çok zordu çünkü yetenekleri yüzünden
nesli oldukça azalmıştı. Acımasız insanlar tarafından yakalanan bir Kealan gücü
tükenene dek sömürülürdü. Kumaş katmanlarının arasında oturan adam içtiği
otlara rağmen atının üstünde durabiliyordu ve bence bu da Txio’nun yeteneğiydi
çünkü ırkının yeteneklerini sergilediğine şahit olmamıştım. Onunla birlikteliğim
kesinlikle isteğim dışında olmuştu. Ben onu değil o beni bulmuştu. Karşı olmama
rağmen bir şekilde birlikte çalışmaya başlamıştık. Şimdi ise ona verdiğim bir
söz yüzünden iş imkanının fazla olduğu imparatorluğun merkezini bırakıp garip
bir ülkede yolculuk yapıyordum.
Yokuş düzelmeye başladığında omzumdaki örtüyü
yeniden başıma geçirdim. Çalıların ve bodur ağaçların arasında göz gezdirerek
ilerledim. Akşamın karanlığı çökmüştü, engebeli devam eden taşlı patika
ilerisini göstermiyordu. Atımı yavaşlattım, son tepeciğe vardığımda aniden
durdum. Gördüğüm manzara canımı sıktı. Gerileyip Txio’nun yaklaşmasını
bekledim. Atının tepesinde olmasına rağmen horlayarak uyuyan adamı uyandırmak
için atının gemini yakaladım ve adamı omzundan sarstım. Txio düşecek gibi
doğruldu ama düşmedi.
“Geldik mi?”
“Sen söyle, geldik mi?”
Txio pelerinin ağırlığını üstünden atarcasına
doğruldu ve kafasını başlığından çıkardı. Uyuşuk iri yeşil gözleriyle öylesine
bakındı. Saçlarının örgüleri arsızca sallanırken dudağını bükerek bana döndü.
“Akşam mı oldu?”
Atının sertçe bıraktım. “Seni işe yaramaz
sıska bizi nereye getirdin?”
“Doğru yer işte Jai, tam da hatırladığım
gibi.”
Dişlerimin arasından hırladım. “Benim
hatırladığım kadarıyla da, köyün askeri bir karargah olduğunu söylemedin.
Biliyor muydun?”
''Elbette biliyordum ama ne fark eder ki?
Askeri birlik veya çiftçi köyü, ufak bir rüşvetle kalacak yer bulabiliriz.
İnsanların efendisi altındır.''
''O dediğin şeyden bende az var.''
Txio umursamazca dudağını büktü ve üstünü
düzeltmeye koyuldu. Aklıma gelen bir fikir gülümsememi sağladı.
“Altın yok ama nefes alan bir Kealan var.
Belki rüşvet olarak seni sunmalıyım.”
Pelerinin düzeltmeyi bırakan Txio sakin bakan
iri gözlerini bana çevirdi. “Bunu yapmayacağını ikimiz de biliyoruz Jai. Burası
küçük bir sınır askeri köyü fazla bir şey istemezler Jai, büyütmene değmez. Hem
geçiş iznimiz de var.''
''Onların sahte olduğunu anlamamaları için
şimdiden dua etmeye başla, Txio.'' dedim ve aşağıya doğru ilerlerken ekledim.
''Şu görüntünü de değiştir yoksa iznini göstermeye zamanım kalmaz.''
Txio yapabildiği tek büyüyü mırıldanarak
peşime düştü. Bir iki saniye sonra yanımdaki atın üzerinde uzun boylu, esmer
tenli, kara sakallı, kaslı bir adam duruyordu. Bir Kaelan ancak şekil
değiştirerek hayatta kalabilirdi yoksa dağılan ırkının üyeleri gibi tutsak
düşebilir ve sonunda ölebilirdi. Ordudan ayrıldığımdan beri, hayatımı kazanmak
için imparatorluğun dört bir yanı dolaşmıştım ama sınırları hiç geçmemiştim.
Ülkesiz biri olmanın ne kadar kötü bir his olduğunu, yabancısı olduğum bu
topraklarda biraz olsun anlamıştım. Gizlenmek ve yaşamak için sürekli ülke
değiştirmek zorunda kalan Txio'nun durumunu daha zordu. O, hep, her yerin
yabancısı olarak kalacaktı.
Pelerinin başlığını düzgünce başıma geçirdim.
Kılıcıma engel olmayacak şekilde pelerinimi düzelttim ve pantolonuma bağlı olan
hançerlerin kınını gevşettim. Kılıcıma hemen uzanamayacak olursam,
hançerlerimle ile birkaç kişiyi bertaraf edebilirim. Doğrudan saldıracaklarını
sanmıyordum ama tedbir her zaman iyiydi. İlk saldırıyı püskürttükten sonrası
zaten çok kolaydı.
Köy, tepe dışında çok açıkta duruyordu.
Korumasızca, birkaç ağacın ve canlı olup olmadığı belli olmayan çalıların
arasında kalmıştı. Sürgün yeri olarak kullanılma olasılığı aklıma geldi çünkü
yerleşim olarak başka bir işe yaramazdı. İlk eve yaklaşmamızla birlikte iki
tane asker meydana çıktı, ellerinde gerilmiş uzun yaylarıyla karşımızda
durdular. İyi bir disiplin aldıkları hareket tarzlarından belliydi.
''Durun!''
Atımı durdurdum ve tek elimin avuç içini
onlara gösterdim. Txio da aynı şeyi yapınca; az önce konuşan asker, dost
selamımıza aldırmadan söylendi.
''Kimsin?''
''Gezginiz.'' dedim sakince.
“İzninizi gösterin!” dedi öne çıkan bir asker.
Txio ile aynı hareketlerle cebimizden
çıkardığımız damgalı kalın parşömeni adama uzattık. Asker bize bakmaya devam
ederek yaklaştı ve acele etmeden damgayı inceledi. Sahte olduğunu fark
edeceğini sanmıyordum ama anlamaları halinde ne yapmam gerektiğini hesap etmeye
başladım. Çok kalabalık değillerdi ama eğitimli görünmeleri canımı sıkıyordu.
Sonunda asker kaşlarını çatıp arkasına doğru baktı, baktığı yöne doğru
dikkatimi çevirdim. Arkalarındaki gölgelerden, geldiğimizden beri hareketsiz
duran pelerinli adam kımıldandı ve öne doğru yürüdü.
''Gezginler bu yolu kullanmaz. Çölü seçmeniz
şaşırtıcı.'' dedi ve başlığının altında parıldayan siyah gözleriyle bizi süzdü.
Adam da bizim gibi, kumdan korunmak için siyah bir peçe takmıştı ve tamamen
siyah bir çöl kıyafeti içindeydi. ''Nereye gidiyorsunuz?''
''Ana şehre.'' dedim yalan söylemeden.
Adamın gözleri kısıldı. Alıcı gözlerle bizi
yeniden süzdü ve yanındakilere bakmadan konuştu. ''Devriyeye devam edin.'' dedi
ve bir el işaretiyle bizi çağırdı. ''Benimle gelin, bineklerinizi burada
bırakın.''
Damgayı inceleyen asker iznimizi bize geri
verip yoldan çekildi. Anlamış mıydı? Anladıysa bizi neden geri göndermiyordu?
Peçeli adamın rütbesini tam olarak kestirememiştim. Kıyafetinde aşina bir
işaret yoktu. Gerçi olsa da nasıl anlayacaktım? Bu ülkenin askeri sistemini
bilmiyordum. Fark ettiğim tek şey, bu adamın buradaki birliğin komutanı olduğu
belliydi. Birliğin kaç kişi olduğu meçhul olduğundan, adamın emrini dinlemek
şimdilik akıllıcaydı. Karanlık olması aleyhimeydi. Gerçi aptal Txio beni daha
önce uyarsaydı, tepede öylece belirmezdim. Böylece karanlığı da lehimize
çevirebilirdik.
Atımdan indim ve yan gözle Txio'nun da aynı
sakinlikle inmesini bekledim. O silahsızdı, bu nedenle benim ikimiz adına da
dikkatli olmam gerekiyordu. Görevim dolayısıyla bu durumlara aşinaydım, benim
için alışkanlık olmuştu. Komutanın peşinden basit yapılmış taş evleri geçtik.
İlerledikçe köy hakkındaki düşüncelerim değişti. Sürgün yeri olması mantıksız
geldi, savaş halindeki bir birlikten daha uyanıktılar. Üstüne üstlük
tahminimden daha çok asker vardı ama baş edebileceğime emindim. Birbirinin aynı
altı evden birinin önünde duran adam, bize döndü.
''İçeri girin.''
''Sorgulama için mi?'' dedim adamın karşısında
dikilerek.
Boyum uzundu ama adam benden bir karış daha
uzun olduğundan kibirli bir tavırla tepeden baktı.
''Sorgulamama gerek var mı?'' dedi. ''Bu gece
için benim misafirim olacaksınız.''
''Sıkıntı vermek istemeyiz.'' dedim.
''Yakınlarda bir han var mı?''
''Yok!'' dedi adam ve uzanıp kapıyı açtı.
Geçmem için çekildi. ''Ayrıca kendi sağlığınız için, umarım bana sıkıntı
vermezsiniz.''
Üstü kapalı tehdidine karşılık adamın yüzüne
kayıtsız bir bakış atarak içeri girdim. Penceresiz evin içi dışarıdan daha
sıcaktı, masanın üzerinde yanan yağ lambasının sayesinde odaya hızlıca göz
attım. İki odalı evin ortasında kare şeklinde bir masa vardı ve yarı bırakılmış
bir yemek üzerindeydi. Sabahtan beri hiçbir şey yemediğimi anımsadım. Çorba
kâsesinin yanında duran ekmek bile gözüme hoş göründü.
''Aç mısınız?''
Adama doğru döndüm. Pelerinini üzerinde
çıkardı ve hafif zırhlı kıyafetiyle kaldı. Belindeki kılıçtan başka silahı
yoktu. Başındaki başlığını çıkarırken adamın sorusunu, ikimiz adına yanıtladım.
''Hayır.''
Başlığın altından, siyah kısa sakalın örttüğü
düzgün hatlara sahip bir yüz ve omuzlarına değen kıvırcık saçlarıyla oldukça
genç biri çıktı. Deri zırhının altında ince kumaştan dizlerine kadar uzanan bir
üstlük vardı ve onun altında da daha kalın kumaştan gömlek ve pantolon. Hayatım
boyunca hiç böyle bir askeri üniforma görmemiştim. Süsü yoktu, rütbesinin düşük
olduğunu tahmin ettim. Adam yan gözle Txio'ya baktı.
''Ya sen?''
Txio başını sağa sola salladı. ''Aç değilim.''
Adamın kendine güveni karşısında şüphelendim.
Komutan olabilirdi ama ne olduğu belirsiz iki kişiyle aynı odada kalmaya
cesaret ettiğine göre; adam ya çok pervasızdı ya da yeteneklerine çok
güveniyordu.
Adam masaya doğru yürürken peçemin altından
Txio'ya kısa bir bakış attım. Bu yolda karşılaşacağımızı bile bile neden
askerlerin arasına atılmıştı? Txio her zamanki kayıtsızlığı ile üstündeki
pelerinini çözdü ve başlığını indirdi. Büründüğü kılık ve iri bedeni, onu
olduğundan daha tehdit edici birine çevirmişti ama görünenin aksine, odadaki
tehdit edici kişi bendim. Komutan, yemeğin başına otururken konuştu.
''Anlatın bakalım, şehre gitmenizin amacı ne?''
Txio komutanın karşısındaki sandalyeye doğru
yürüdü. Ben hala tedbirli bir tavırla dikiliyordum. Sorgu normaldi, sınırı
korumakla görevli olan birinden beklenebilecek bir şeydi. Özellikle güvenli ve
rahat bir yol yerine, sıkıntılı bir çölü tercih etmiş olan iki yolcuyla
karşılaşmışken.
''Bizler gezginiz.'' Dedim soğuk bir sesle.
"Belli bir amacımız yok."
“Belli olan tek amacınız, ana şehre gitmek
mi?”
Sorusu çok yerindeydi, zeki adama karşı
dikkatli konuşmakta yarar olduğunu düşünerek tekdüze bir sesle cevap verdim.
“Ana şehir sadece bir hedef olabilir,
gezginlerin asıl amacı yol almaktır. Bu amacın altında başka bir şey aramak pek
mantıklı değil.”
Komutan kaşlarının altından bana baktı.
İnanmadığı çok belliydi ama benden başka bir cevap alamazdı. Ben bile neden
gittiğimizi bilmiyordum, keza Txio'nun da bildiğini sanmıyordum. Uyuşmuş
kafasından uydurduğu aptalca bir dilek yüzünden bu yola düşmüştük. O sözü
verdiğim güne lanet ediyordum. Kendimden geçecek kadar içecek ne vardı? Sırf
sarhoş kafasının yarattığı bir kapris olduğuna emin olmaya başlamıştım ki, bu
durum beni şaşırtmazdı.
''Gezgine benzemiyorsunuz.'' dedi komutan
parçaladığı ekmeği ağzına attı.
''Kuşkunuz çöl yüzündense.'' dedi Txio, kalın
bir sesle. ''Bu, benim hatam. Kısa olduğunu sandığım için çölü seçmiştim ama
diğer yolu tercih etseydik, daha rahat bir şekilde şehrinize varacaktık.''
''Acelen neydi?'' dedi adam. Pelerinimin
içinde, hançerlerimin saplarını kavradım. Hareketimi sezmesi mümkün değildi ama
adam yine de kuşkulu bakışlarla bana döndü. ''Yetişmen gereken bir şey mi
var?''
Ben ağzımı açamadan Txio lafa girdi. ''Daha
konforlu bir han olabilir ve konuksever biri.''
Komutan sulu çorbasından bir kaşık aldı ve
ekmeğiyle çiğnedikten sonra sırıttı.
''İşte, onu hiçbir yerde bulamazsınız.'' Dedi
bana bakarak ve neşesiz bir tavırla sırıtmaya devam etti.
''Fark ettik.'' dedim adamın siyah gözlerine
bakarak.
Adam başıyla Txio'nun yanındaki sandalyeyi
işaret etti. ''Şimdilik sandalye ile yetin gezgin.'' dedi. ''Bakarsın
konukseverliğim tutar.''
Odanın ortasında dikilmenin bana bir yararı
yoktu. Sandalyeye doğru yürüdüm. Yemeğine dönen komutanın rahat tavırlarına
dikkat kesilmiştim. Gerginliğimi yürüyüşümden okuyan Txio sakin ve kibar bir
sesle konuştu.
''Bineklerimiz dinlendikten sonra yola çıkabiliriz,
tabi izniniz olursa.''
Komutan ses vermeden yemeğini yemeye devam
etti. Karşımdaki adama dikkat etsem de, kulağım dışarıdaki seslere
odaklanmıştı. En küçük bir kılıç sesinde, komutan saydıkları adamı acımadan
öldürmeyi hesap ediyordum ama dışarısı ölüm kadar sessizdi. Kurulmuş bir tuzak
kokusu almıyordum. Adam sonunda kil testiden suyunu içti ve doğruldu.
''Sabahı beklemeniz gerekecek.'' Kısılan
bakışlarıma aldırmadan devam etti. ''Devriye raporu sunmak için yarın ana şehre
gideceğim. Yolu yeniden şaşırmamanız için siz iki gezgine yardımcı olabilirsem,
çok sevinirim.''
Txio hemen atıldı. ''İlginiz için teşekkür
ederiz. Nazik teklifinizi memnuniyetle kabul ediyoruz, değil mi Jai?''
''Elbette!'' diye dişlerimin arasından
homurdandım.
Peşimize bir de bu tuhaf ve rahatsız edici
adamı takmadığı kalmıştı. Fakat sorunsuzca yola düşmek için bu adamın iznine
ihtiyacımız olduğunu ben de biliyordum. İlk defa geldiğim bir ülkede, rast
geldiğim ilk sınır birliğini katletmek hoş karşılanmazdı. Üstelik sonunda altın
da alamayacaktım.
Adam hala üzerimde olan pelerin ve peçeye
kaşlarını çatarak baktı.
''Pek hoşuna gitmedi?'' dedi sorgulayan bir
sesle.
''Gitmesi mi gerekiyordu?'' dedim kibar olmaya
çalışmadan.
Adam sakalını kaşıyarak omzunu silkti.
''Konukseverlik arıyordunuz.''
Yorum yapmadım. Kimsenin konukseverliğine
ihtiyaç duymadığımı bilmesi gerekmiyordu. İhtiyacı olan kişi ben değil, Txio
idi. Adamın lafını düzeltmeden sandalyemde dimdik oturdum. Kavga etmek şu
durumda akıllıca değildi ve anlaşılan bazen ben de kontrolümü sağlayabiliyordum.
Sırtımdaki kılıcın varlığını adamın fark ettiğini düşünüyordum ama
parmaklarımın arasındaki hançerleri tahmin etmiyordu. İlgisini sadece kılıca
çekmek daha akıllıcaydı.
''Madem bir süre için yoldaş olacağız.'' dedi
Txio. ''İsimlerimizi öğrenmemiz iyi olur. Benim adım Txio ve arkadaşımın ismi
de...'' dedi ve beni işaret ettiğinde sözünü komutan tamamladı.
''Jai.''
''Ah!'' Txio sırıttı. ''Daha önce söylemiştim
değil mi? Ne kadar dikkatlisiniz.''
Detaylara bu denli dikkat ettiğine göre; çöle
açılan sıradan bir sınır birliğinin başına bu kadar genç yaşta komutan olarak
atanması normaldi. Adam bize gösterdiğinin fazlasıydı.
Adam Txio'ya bakarak konuştu.
''Benim adım da Nial, sınır devriyelerini
denetlemekten sorumluyum.''
Rütbesini söylememişti, ilgisiz durmak
gerekiyordu ben de öyle yaptım. Tepki ölçmeye çalıştığına göre, amacımızın ne
olduğunu öğrenmeye kesin niyetliydi. Askeri bir konu olup olmadığını anlayana
dek sorgulanacaktık anlaşılan. Benim yerime Txio sorgulamaya davrandı, nedense.
“Yetenekli bir asker olmalısınız.” Dedi Txio
gayet arkadaşcıl bir tavırla. “Bu kadar genç yaşta stratejik bir birliğin
komutanı olmak azımsanacak bir görev değil.”
Adam ifadesiz bir suratla Txio’ya baktı, bir
süre. Sonra soğuk bir alayla konuştu. “Sorumluyum dedim, bu birliğin komutanı
filan değilim.”
Txio hiç bozulmamıştı. “Şimdi anladım.” Dedi
ve samimi bir tavırla gülümsedi.
Nial onun niyetini anlamak ister gibi bir süre
Txio’ya baktıktan sonra yavaşça ayağa kalktı.
''Burada kalabilirsiniz. Sabah erkenden yola
çıkacağız, hazırlığınızı ona göre yapın. Size temizlenmeniz için su
göndereceğim.'' Kapıya doğru yürürken ekledi. ''Bu arada alnınızın ortasına ok
yemek istemiyorsanız, sabaha dek sakın dışarı çıkmayın.''
Adam kapıyı kapatınca doğruca Txio'ya
gözlerimi diktim. Sohbetin amacını ben de adam kadar anlamamıştım ama umurumda
değildi. Durum için kızgın olduğum Txio da benim kadar huzursuzdu ama sinirli
değildi. Tozlu pelerinimi çözerken homurdandım.
''Bir daha aptalca konuşursan o dilini kesip
sana yediririm Txio!''
''Sakin ol Jai.'' Dedi büyüsünü dinlendirmek
için eski haline dönerken. ''Eminim her şey yoluna girecek, ayrıca benim görüme
göre...''
''Görü filan değildi baş belası!'' dedim,
öfkeyle onun lafını ağzına tıkarak. ''Kafan içtiğin otlar yüzünden hayaller
içindeydi.''
''Onlar benim odaklanmamı sağlıyor.'' dedi
kibirlice bana bakarak. “Gereksiz değil.”
''Odaklanmaymış!'' diye homurdandım ve kapının
dışında bir kıpırtı duyunca, bir baş hareketiyle Txio'yu uyardım.
Kapı çalındığında Txio çoktan büyülü sözleri
söyleyip kılık değiştirmişti. İki asker ellerinde ikişer kova su ve bezlerle
içeri girdiler. Nial gibi sade giyinmişlerdi ama yüzlerinde peçe yoktu.
Askerler, benim peçesiz yüzüme garip bir şaşkınlıkla bakarak kovaları kenara
bıraktılar ve Txio onlara teşekkür ederken bakışlarını nihayet benden
çevirdiler. Cevap vermeksizin kapıdan dışarı çıktılar.
Askerler çıkınca diğer odaya gittim,
penceresiz odada bir yatak ve birkaç parça kıyafetin olduğu deri bir çanta
vardı. Adamın bize kendi kaldığı evi verdiğine inandım. Acaba bu
konukseverliğinin ardında başka bir şey mi vardı? Tahta yatağın sağına soluna
baktım, diğer odadan gelen ışık yetersiz olduğundan elimle de yokladım. Normal
bir yataktı, temiz çarşaflara özlemle baktım. Temiz bir yatakta yatmayalı çok
olmuştu, rahatlık benim için önemli değildi ama çöl gezisinin ardından derin
vadi yolunu geçmek iflahımı kesmişti.
Nial’ın kıyafetlerini kontrol etmek için
çantayı kapının önüne getirdim. Kaliteli kumaştan toprak rengi bir gömlek ve
ipek kumaş kemerli kahverengi bir pantolon vardı. Uzun ceketi andıran üstlük
bile oldukça kaliteliydi, yaka ve omuz kenarları gümüş iplikle işlenmiş koyu
kahverengi ipekli bir kumaştan yapılmıştı. Nial'ın basit bir asker olmadığını
ispat edercesine, göğüs kısmında garip şekilli bir işleme vardı. Kıyafetleri
çantasına aynı biçimde bırakırken odaya, yıkanıp temizlenmiş Txio geldi.
Elindeki lambayla odaya göz attı ve iç geçirdi.
''Tek yatak.''
''Evet.'' dedim ve diğer kovalara doğru
yürürken ekledim. ''Salondaki sandalyeleri birleştirirsen, kolayca sığarsın.''
''Ya Nial geri gelirse...'' dedi peşimden
gelerek. ''Beni normal halimde görmesi pek hoş olmaz.''
Kovaları ve bezi aldım. ''Aynı odada
kalabiliriz ama yatak benim!''
Txio yenilgiyle iç geçirdi ve ben temizlenene
kadar salonda bekledi. Kıyafetlerimdeki tozdan tamamen kurtulamasam da
temizlenmek iyi gelmişti. Kovanın içindeki pis suya bakılırsa, en az bir düzine
kova daha gerekiyordu. Elimdekiyle yetinerek, yatak odasına iki sandalyeyi
taşıdık ve birleştirip Txio için kötü bir yatak yaptık. Kılıcımı yatağın
altına, hemen ulaşabileceğim bir yere kaydırdım ve kapının ardında da kalan tek
sandalyeyi ittirdim. Kapının açılması halinde sandalyenin çıkaracağı en ufak
ses, yorgun olan beni kolayca uyandırırdı. İşim bittikten sonra Txio'nun
sızlanmaları karşısında vicdan azabı filan duymaksızın, komutanın tertemiz
yatağına uzandım ve yastığın altındaki hançerime elimi atarak uykuya daldım.
Ertesi gün güneş doğmadan uyandık, kurutulmuş
geyik eti ve sert çavdar ekmeğinden yapılmış kahvaltımızı çabucak yaptık.
Dışarı çıktığımızda Nial çoktan atına kurulmuş, bizim atlarımızın yanında
bekliyordu. Biz atlarımıza doğru yürürken adam yanındaki askerle konuşmayı
bırakıp doğruldu. Başka bir asker de koşarak barakaya girdi, çıktığında elinde dün
gece karıştırdığımız çanta vardı. Asker çantayı Nial’ın atının terkine asarken
biz de atlarımıza binmiştik. Txio ile selamlaşmadan sonra bana kısa bir bakış
attı. Benden tepki olarak ifadesiz bir surat görünce nefeslenip önüne döndü.
İri ve güçlü bir ata binen Nial bizden birkaç
metre önde olduğu halde dikkati bizdeydi, güvenmiyordu. Gerçi önden gittiği
sürece çekinmesi normaldi. Bu kibrini saçma buldum, ben olsam en azından
yanımızda ilerlerdim. Sonuçta biz yabancıydık, niyetimizi bilmiyordu. Anlattığımız
hikayeye de inanmadığı belliydi. Bu adamın özgüveni inanılmazdı, ya da bizden
bir şey beklediğinden önden giderek tahrik ediyordu. Ucunda para olmadığında
kimseye saldırmayacağımı bilmiyordu.
Txio'nun başı aşağıya düşmeye başladığında
atımın yularıyla onun bacaklarına vurdum. Yola çıkalı en fazla dört saat
olmuştu ve Kaelan’ın uykusu gelmeye başlamıştı. Uykulu gözlerini açtı ve çatlak
bir sesle söylendi.
''Mola mı?''
''Hayır!'' diye kestirip attım.
Sesimizi duyan Nial atını durdurdu ve biz
yetişene kadar bekledi. ''Atları dinlendirmemiz gerek.'' dedi Txio'ya bakarak.
''Mola versek iyi olur.''
''Yolumuz uzun mu?''
Nial bana baktı ve peçesini yüzünden sıyırdı.
''Molasız gidilmeyecek kadar uzun.''
''Başka bir yere uğraman gerekiyorsa biz devam
edelim.'' dedim.
Garip bir şekilde parıldayan siyah gözlerini
bana dikti. Bir karar vermeye çalışır gibi ölçüp biçti ve sakince konuştu.
''Doğruca şehre gidiyoruz, kapılar görünene dek benden ayrılmayacaksınız. Bu,
bir öneri değil.''
Yarım ağızla sırıttım. Büyük konuşuyordu. Ve
bana emir veriyordu. Txio yüzümü görmeksizin gelen fırtınayı anlamışçasına söze
karıştı.
''Çok kibarsın Nial, çok memnun oluruz. Senden
iyi rehber mi bulacağız?''
Nial benden bir tepki bekliyordu, istediğini
alamadı. Bineklerimizden indik ve ağır olan çantalarımızı üzerlerinden indirip,
dinlenmeleri için hayvanları rahat bıraktık. Txio ile birlikte uğraşırken, Nial
çirkin dalları olan bir ağacın dibinde oturmuş bizi seyrediyordu. Yemek için
birer buğday ekmeği aldık ve mataradaki suyla katık yapıp atıştırdık. Bu ekmek,
çavdar ekmeğinden daha lezizdi. Nial ise gümüş matarasındaki sıvıdan başka bir
şey yemedi. Sessizliği sonunda bozan o oldu.
''İkinizin arasındaki ilişki ne?'' dedi ağaca
sırtını yasladı.
''İşinle ilgisi olmayan bir soru.'' dedim tek
elimi boşa çıkarmak için matarayı yana bıraktım. İşin doğrusu Nial biraz canımı
sıkmaya başlamıştı.
Nial yarım ağızla sırıttı ama onun da siniri
bozulmuştu. Karşı çıkılmasına pek alışık değildi. ''O halde işim olan bir soru
sorayım. Nereden geliyorsun?''
“Belli değil mi? Yoksa laf olsun diye mi
soruyorsun?”
Nial dudağını büküp doğruldu. “İmparatorluk
büyük, kim bilir nereden geliyorsunuz?”
''Harok.'' dedim. ''İkimiz de Harokluyuz.
Nerkah imparatorluğunun merkez krallığıdır.''
Yalandı. Txio bir Kaelandı, yani tamamen
yabancıydı; ben... Bilmiyordum ama Harok’tan olmadığımı biliyordum. Nial yan
gözle Txio'ya baktı ve yeniden bana dönerken konuştu.
''Nerkah'ı bilirim. Sen neden sürekli
savunmadasın?''
Sadece adama baktım, sessizlik Txio’yu
rahatsız etmiş olacak kımıldandı. “Kesinlikle şahsi almamanız gereken saçma bir
huyudur Nial, zaman geçtikçe alışıyor insan.”
Nial bakışlarını elindeki mataraya indirirken
hafifçe sırıttı. Txio’nun lafını komik bulmuştu ama ben hiç komik bulmamıştım
ve ona da bunu hissettirmek için ters bir bakış attım. Sonra görüşürüz demek
istediğimi anlamıştı. Boğazını temizleyip doğruldu.
“Yola çıkalım mı?”
Nial ve Txio pelerinlerini çıkarmışlar yan
yana önümde ilerliyorlardı. Nial da en az bizim kadar sessiz biriydi. Çantası,
kılıcı ve kemerindeki bıçağından başka eşyası yoktu. Kıvırcık saçlarının
altında görünen altın halka küpesi dışında başka takı takmamıştı. Kendine
güvenli duruşunu saymazsak, sıradan bir yolcudan farkı yoktu. Ona bakan
dikkatsiz gözler, adamın asker olduğunu anlamazdı.
Akşama doğru Kalgan isimli bir kasabaya
vardık. Garip grubumuz dar ve kalabalık sokaklardan geçerken oldukça ilgi
çekmişti. Bir süre daha ilerledikten sonra Nial, pazar yerinin kıyısında durdu.
Kalabalığın gürültüsünü bastırmak için atını döndürüp bana yaklaştı.
''Kasabada kalınacak bir han var, diğerleri
uygunsuz.'' dedi ve başıyla sağdaki iki katlı taş binayı işaret etti. ''Benim
bir yere uğramam gerek, sonra sizi burada bulurum. Başka bir yere gitmeyi
düşünmeyin.''
Ve cevap beklemeden atını döndürüp kalabalığa
karıştı. Txio beni uyarana dek adamı kalabalığın içinde izledim.
''Düşmanca davranmaya gerek yok değil mi
Jai?'' Bakışlarımı esmer tenli yol arkadaşıma çevirdim, Txio sakin bir sesle
ekledi. ''Yetkili bir asker olduğuna eminim. İş bağlantısı konusunda yardımcı
olabilir.''
''Harok’ta yeterince iş vardı.'' dedim
tersleyerek. ''Buraya kadar gelmeye ne gerek vardı?'' adam ağzını açamadan
homurdandım. ''Bir kez daha göründen bahsedersen, kafanı gövdenden ayırırım
Txio!''
Sokak boyunca sıkışmış insanlara göz attım ve
Txio'ya döndüm. ''Hayvanları değiştireceğim. Hızlı ve dinlenmiş bir at işimize
daha çok yarar.''
"Yani kaçmamız gerekirse..." diye
mırıldanan Txio başını salladı ve atından indi. Sırt çantasını çözerek hana
doğru döndü. ''Sen hallet, ben de oda ayarlayayım.''
Hayvanları elden çıkarmak zor oldu. Pazarda
sadece iki satıcı vardı ve pazarlık konusunda hiç esnek değillerdi. Sonunda
değiştirdim, daha iyi birer atla birlikte kalabalıktan kurtulmak için pazarın
sokağından sıyrıldım. Oldukça loş ve dar bir sokaktaydım. Birbirine bitişik
nizamda evler sıralanmıştı ve çoğu, eski bina izlenimi veriyordu. Handan uzakta
kaldığımı fark edince, ata binip o yöne dönmeyi düşünürken, sıradan bir evin
kapısına yaslanmış biri gözüme ilişti.
Tanıdık pelerinli adam, kısa boylu ve zayıf
bir adamla konuşuyordu. Bu normaldi ama asıl tuhaflık, ıssız sokağa rağmen
fısıltıdan daha sessiz bir sesle çabucak konuşmalarıydı. Adam Nial’in
dediklerini büyük dikkatle dinledi, sonra başını sallayarak karşılık verdi. Son
dediği dışında ne konuştuklarını duymamıştım. Zayıf adamın hareketlerinden bir
emir aldığı belliydi. Çünkü başını sallayıp ‘yola hemen çıkarım.’ demişti. Nial
doğrulunca, hemen atları çekip köşeye, gölgelere çekildim. Fazla beklememe
gerek kalmadan, Nial atıyla sokaktan aşağıya doğru hızla geçti. Tanınmamak için
pelerinine iyice sarılmıştı ve başı öne eğik, düşünceliydi.
Boş sokağa bir göz attım. Atların yularını
duvarın çıkıntısına geçirdim. Gölgelerden çıkıp sakin adımlarla, sondaki eve
doğru yürüdüm. Evin önünden yavaşça geçtim ama sıkıca kapalı perdelerin
arasından ışık dahi sızmıyordu. Bizi hiç tanımayan bir adamın bize bu denli
detaylı bir tuzak kurması saçma geldi. Kime ne emrediyordu? Zayıf adam kimdi?
Onca askeri varken neden tenha bir sokaktaki adama ihtiyaç duymuştu? Geri gidip
az önceki kuytu köşeme sığındım. Tam zamanında saklanmıştım. Nial’ın
uzaklaşmasının ardından çok geçmeden evin kapısı açıldı ve zayıf adam yolculuk
pelerini üzerinde sokağa çıktı. Çabucak etrafa bakınıp hızlı adımlarla ileri
yürümeye başladı. Takip etme isteğiyle kımıldandım sonra vaz geçtim. Elimde iki
atın yuları ile gereksiz bir takip yapmam saçma olacaktı.
Hana vardım ve atları ahıra bıraktım. Orta
halli bir handan beklendiği gibi, iyi bir hizmeti yoktu. Atları yemlemesi ve
tımarlaması için genç bir çocuğa gümüş para verdiğimde, çocuğun gözleri
ışıldadı. Saygın konukların buralara uğramadığı belliydi. Taş bina, etraftaki
evlerden daha büyüktü ve pazarın etkisiyle müşteri bakımından kalabalıktı.
Txio'yu masada Nial ile otururken buldum. Ben
son anda kaptığım sandalyeyi yanlarına çekerken, Nial soğuk bir bakış atarak
söylendi.
''Neredeydin?''
Adama bakmaya gerek duymaksızın yanımızdan
geçen garson kızı durdurdum ve yiyecek bir şeyler istedim. Kız masaya elindeki
tepsiden bir maşrapa meyve birası bırakırken çapkın bir bakışla Nial'ı süzmeyi
ihmal etmedi. Garsonun yakında olma nedeninin Nial olduğunu anladım. Şükür,
adam bir işe yaramıştı.
Nial seslice sorusunu yenileyince ona döndüm.
''Bana sürekli soru sorulmasından hoşlanmam
asker.'' Dedim sakin bir sesle.
Nial bana doğru eğildi, kara gözleri tehlikeli
bir parıltıyla ışıldadı. ''Ben de sorumluluğum altındaki insanların ortadan
kaybolmasından hoşlanmam. Şehre kadar sözümden çıkmayacaksın ve gözümün önünde
olacaksın.''
''Sorumluluğun altında değiliz.'' dedim
maşrapaya uzandım. ''Sen kendi işine bak, biz de kendimizin. Aynı yolu kat
ediyoruz diye, emrini dinleyecek değilim.''
''Seni hapse attırmak tek bir sözüme bakar.''
diye homurdandı.
Büyük bir yudum aldım keskin tadı, boğazımı
yakarken umursamazca etrafa bakarak söylendim.
''Seni engelleyen yok.'' dedim. Kalabalık daha
çok küçük tüccarlardan ve günü kapamış satıcılardan oluşuyordu. İlginç bir şey
yoktu. Öfkeli Nial'a geri döndüm. ''Tabi senin amacın dışında, seni engelleyen
yok.''
Nial'ın kaşları iyice çatıldı. Sakladığı her
neyse, şehre bizimle gitmesini gerektiren bir şeydi. Ayrıca kime haber
gönderdiğini de merak ediyordum. Dikkati elden bırakmamalıydım. Txio öne doğru
eğildi ve Nial'a dikkatlice baktı. Merakla sordu.
''Biz senin tutuklun muyuz?''
Onun sakin sorusuna karşılık Nial sinirle ona
bakıp cevap verdi. ''Hayır, fakat şehrin kapılarına kadar benim
sorumluluğumdasınız.''
''O zaman bizi sorunun yapma!'' dedim.
Yemeğim gelince hepimiz doğrulduk ama
gerginlik havada asılı kalmıştı. Garson kız ikisinin boş tabaklarını aldı.
Yemeğimin parasını aldıktan ve içkileri tazeledikten sonra yanımızdan ayrıldı.
Nial diş geçiremediği için bana kinlenmişti. Pelerinimin başlığını geriye
indirdim ve yemek olarak getirilen yanık kokulu, baharatlı, sulu et yemeğini
yemeğe başladım. Ekmek parçasından beri bir şey yemediğim için oldukça
acıkmıştım.
Txio boğazını temizledi.
''Nial, önümüzdeki uzun yolu düşünürsek,
anlaşmaya çalışmamız gerektiğini düşünüyorum. Şehre kadar bizimle gelme
ısrarını anlayamasak da, arkadaşlığın bizim için problem değil. Özgür olduğumuz
için bizi sorgulamayı bir kenara bırakıp rahatlamaya ne dersin?''
"Bizi kendine iş edinmiş Txio, boşuna
nefesini tüketme!" dedim kaşlarımın altından Nial'a bakarak.
Nial sıkıntısının kaynağı benmişim gibi bana
ters bir bakış attı ve masadan kalkıp bara doğru yürüdü. Adam uzaklaşınca Txio
masanın üstüne eğildi ve fısıldadı.
''Adamla ters konuşmayı bırak artık Jai. Onun
ormanında olduğumuzu unutma!''
''Biliyor musun Txio?'' dedim kaşlarımı
çatarak. ''Umurumda değil. Bize bela olan kendisiydi, şimdi de emir vermeye
çalışıyor ve parasını ödemeden kimse bana emir veremez!''
Txio yarım ağızla ekledi. ''Parasını verenler
de emir veremiyor ya, neyse.''
Kimi kast ettiğini gayet iyi biliyordum. Fakat
o pislik adam, yaptığımı hak etmişti. Sırf kendisine yanlışlıkla dokundu diye
yaşlı bir adamı dövmemi emretmişti, ben de cevap olarak onun besili şiş
suratının ortasına yumruğumu gömmüştüm. Adam ayılır ayılmaz beni kovmuş ve biz,
bu küçük anlaşmazlık yüzünden, zengin şehirden uzun bir süre iş alamamıştık.
Hapse girmemem büyük şanstı.
Txio'ya cevap vermeksizin türlü insanın
dolandığı salona bakmaya devam ettim. Eğlenmek için bakınan müşterilere,
fahişeler yardım etmeye çalışıyorlardı. Hatta bir tanesi de barda dikilen
Nial'a musallat olmuştu. Kadın, beline kadar uzanan siyah saçları ve esmer
teniyle oldukça hoş genç bir fahişeydi. Nial'a kendini sunarken tüm işvesini
kullanıyordu ama görünüşe göre pek işe yaramıyordu.
''Öğrendiğime göre en az üç gün daha yolumuz
kalmış.'' diye konuşan Txio'ya döndüm. ''Molalarla çok yakında büyük şehirde
oluruz, sabırlı olmalısın.''
''Bu ülkeyi sevmedim.'' dedim yüzümü
buruşturarak. ''Fırsat varken şu sözde görünün ülkesini değiştir.''
''Nesini sevmedin?'' dedi Txio. ''Sanki
geldiğimiz yer daha mı iyiydi?''
Geldiğimiz yer daha iyi değildi elbette. Soysuzların
yönettiği bir imparatorluktan ne beklenirdi ki? Tepede hanedan içinden seçilen
bir imparator oturuyordu, adam sadece güçlülerin korunduğu bir sistemle ülkeyi
yönetiyordu. Bu sistem yüzünden benim gibilere ihtiyaç vardı, tokları açlardan
korumak için. Çünkü halk çok fakirdi ve zengin insanların onlardan korunması
gerekiyordu. Bir yerden bir yere giderken; ben ve benim gibileri, koruma olarak
kiralarlardı. Bu işi aynı kişi için sürekli yapmayı seçebilirdim ama uzun bir
süre, aynı pisliğe dayanamıyordum. Korumak için para aldığım birine zarar
vermem hoş karşılanmazdı. Uzun süre işsiz kalabilirdim, idam da diğer
olasılıktı.
Aslında fakir halk çok kötü durumdaydı, silah
alacak paraları bile yoktu. Benim işim, hem onları sömüren hem de kendini halk
olarak gösterip zenginleri soymaya çalışan güvenlikten sorumlu askerlerleydi.
Fidye için veya adi bir soygun için zengin soyluların yollarını kesenlerin
asker olduğunu herkes bilirdi ama sistem gereği kimse ses çıkarmazdı.
Askerlikten ayrılma sebebim bu olmuştu. Bozuk düzene uymak istememiştim. Zaten
zorla bulunduğum ordudan, bayağı uğraşarak beni kovmalarını sağladım ve kendime
koruma alanında hiç fena olmayan bir ün elde ettim. Yeteneklerimin herkes
farkındaydı. Tek sorun, uyumsuz kişiliğimdi. Her türlü silahı çok iyi
kullanabilirim ve şimdiye kadar hiçbir dövüşü kaybetmemiştim. Beni askerlikten
kovmaları bu yüzden çok zor olmuştu. Aynı nedenle de koruma işinde, bana
rağmen, müşteri bulabiliyordum. Txio sayesinde birkaç aydır daha kolay olmuştu,
hiç değilse ilk görüşmede işi kaybetmiyordum.
Bu ülke ise vekil bir kraliçe tarafından
yönetiliyordu. Kraliçeye danışmanlık yapan bizzat imparator tarafından seçilmiş
sivil bir kurul vardı ama sonuçta tek yönetici, kraliçeydi. Ana ordu kraliçenin
emrindeydi. Hanedanın başında olan vekil kraliçe, kuzey sınırından gelen bir
kadındı ve bu yüzden onun akrabalarının çoğu, iyi görevleri ele geçirmişlerdi.
İsyancı küçük bir topluluk dışında pek
sorunları yok gibiydi. Gizemli topluluğun amacıyla hiç ilgilenmedim, hırsızlık
olduğunu tahmin ediyordum ve görünüşe göre pek sorun yaratmıyorlardı. Halk
onlar hakkında konuşmaktan çekinmiyordu Konuşulanlardan anladığım buydu. Zaten
Txio benim yerime de araştırma yaptığı için bu tarz yönetim bilgilerini
öğrenmektense, insanlara odaklanmaya çalışıyordum. Yabancı bir yeri, en iyi,
insanlarından tanıyabilirdiniz.
İlk gün dışında Nial bizimle fazla uğraşmadı
ve tartışmaktan uzak durdu. Kaldığımız hanlarda bir iki öğün dışında görüşmedik,
sohbetimiz azalmıştı. Sadece bizi izlediğini biliyordum. İlgisi Txio’dan bana
dönmüştü, sanırım kimin lider olduğunu fark etmişti. Sürekli örttüğü başlığının
altından izlenmek bir süre sonra sıkıcı gelmeye başladı. Üçüncü gün
konakladığımız daha iyi handa da durumumuz farklı değildi. Txio ayin yapmak
bahanesiyle odasına çekilmişti, bu demek oluyordu ki ot içmek istiyordu. Tek
başıma oturduğum masadan kalkıp bar deskine kurulmuş Nial’ın yanındaki boşluğa
yaslandım.
''Hancı, bana bir şişe juson ver.'' dedim ve
bir gümüş parayı tezgaha bıraktım.
Adam arkadaki kilere giderken Nial bana döndü.
''Çok içmiyor musun sen?'' dedi şakacı bir
tavırla.
Önündeki koyu sarı içkiye baktım ve soğuk
bakışlarımı adama yönelttim. ''Senin kadar değil.''
Nial dirseğini tezgaha koyup bedenini bana
çevirdi. ''Bak, seninle ağız dalaşı yapmaya çalışmıyorum. Beni sürekli
terslemen gerekmez.''
''Ben ağız dalaşı yapmam!''
''Demek, huyun bu! Ne kadar kaba olduğunu o
yüzden fark etmiyorsun.''
Hancının getirdiği şişeyi ve uzattığı para
üstünü aldım. Nial hala bana bakıyordu. Bıkkınca adama döndüm.
''Seninle arkadaş olmamıza gerek var mı?''
dedim. ''Huylarım neden seni ilgilendiriyor?''
Nial yüzüme doğru eğildi, içtiği içkinin
kokusu hoş bir rayihayla havaya dağıldı. ''Belki arkadaş olmamız gerekir Jai.''
dedi yavaşça. ''Ne zaman yardıma ihtiyacının olacağı belli olmaz.''
O geri doğrulana kadar gözlerimi onun
gözlerinden ayırmadım. Yanından ayrılmadan önce soğuk bir sesle konuştum.
''Arkadaşlığa inanmam.'' dedim. "Yardıma
da!"
Nial son lafıma yorum yapmaksızın gidişimi
seyretti. İkinci kat merdivenini dönerken bara doğru kısaca baktım, dikkatli
gözleri hala üzerimdeydi. Txio ile paylaşacağımız odaya girdiğimde, onun çoktan
sızmış olduğunu gördüm. Asıl şekline kavuşmuş küçük bedeni yatağın üstüne
yayılmıştı. Diğer yatağın üzerinde benim çantam duruyordu.
Odanın küçük penceresini açtım ve Txio'nun
yaktığı otun küllerini dışarı attım. Odadaki kesif kokuya alıştığımdan pek
yadsımıyordum. Yatağın üzerindeki çantayı yere bıraktım ve pelerinimi çıkarıp
kıyafetimle yatağın üstüne oturdum. Elimde içki şişesinden büyük yudumlar
alarak gözlerimi karşı duvara diktim.
Büyük şehirde ne yapacağımızı bilmiyordum.
Etraftan duyduğum ve Txio'nun topladığı haberlere göre; bu ülke bizimkine
oranla daha güvenliydi. Orta halli insanların bile yanlarında gezdirdikleri
kölelerinden başka korumaları yoktu, köleler de sadece hizmet için vardılar.
Ben, bu tek derdi geçim olan ülkede ne iş yapacaktım?
Şişenin yarılandığını görünce başımın hafifçe
dönmesini normal karşıladım ve kalan içkiyi çantamın içine yerleştirdim. Fazla
eşyam yoktu. İnce deri ve sert metal karışımı özel yaptırdığım zırhım ve
silahlarımın bakımı için yanımda taşıdığım bileyi taşımdan başka demir
kolluklarım vardı. Bıçaklarımı yastığın altına yerleştirdim ve kılıcı yatağın
altına salladıktan sonra sırtüstü yatağa uzandım.
Şafağın sökmesine az kala uyandığımda, Txio
hala uyuyordu. Hazırlanırken ona seslendim. Uyuşuk gözlerini zorla da olsa açtı
ve yüzünü buruşturarak o da hazırlanmaya başladı. Çantamızı alıp aşağıya
indiğimizde aşağı salonda uyuklayan iki sarhoştan başka masaları silen hancıyı
gördüm. Adamdan kahvaltı niyetine yulaflı dünden kalmış ekmek aldım ve atları
almaya giden Txio'yu beklemek için sandalyeye oturdum.
Merdivenlerden inen tanıdık adımları fark
ettiğimde, handan ayrılmak için ayağa kalkmıştım. Arkamı dönmeden gelenin kim
olduğunu biliyordum. Sandalyeye geri oturdum ve Nial'ın yanıma gelmesini
bekledim.
''Tahmin edeyim.'' dedi Nial dibime gelince.
''Tam beni çağırmak için gelecektin.''
Başımı çevirip yukarı, adamın yüzüne baktım.
''Aklımı okudun.''
Nial yarım ağızla sırıtıp hancıdan ekmek
istemek için bara yürüdü. Yolculuk pelerinini üzerine giymiş ve çantasını tek
omzuna atmıştı. Üç ekmek alıp ikisini çantasına attı ve elindeki ekmeği
kemirerek bana yaklaştı. Ayağa kalktım ve birlikte handan çıktık. Txio'yu
ahırda atları eyerlerken bulduk, genç seyis daha uyanamamıştı, bu yüzden görev
Txio'ya kalmıştı.
Güneş doğarken kasabadan uzaklaştık. Txio ve
Nial önden gidiyordu, ben hemen arkalarındaydım. Toprak yolda daha hızlı ve
rahat bir yolculuk yapıyorduk. Hava gibi çevre de değişmişti. Daha ağaçlık ve
nefes alınabilir olması yol arkadaşlarımın tavırlarına yansımıştı. Kılık
değiştirmiş Txio, Nial ile sıradan bir sohbet kurmuştu. Kuzeydeki yabanilerin
saldırılarından bahsediyorlardı. Birliğe kavuşamamış düzensiz kabileler,
yağmacı ve vahşi bir tavırla komşu ülkelerin sınırlarına sürekli
saldırıyorlardı. Ülkenin son kralı, tüm ailesi ile birlikte, yaklaşık yirmi üç
yıl önce katledilmişti. Bu katliamdan sonra her kabile, kendini korumaya
çalışmış ve iyice düşmana dönüşmüşlerdi. Bir bakıma; halk, delirmişti. Artık
insana dair bir eylem yapmıyorlardı. Krallık paramparça olmuştu.
Hiçbir ülke onların sınırından öteye geçmek
istemezdi. Çünkü karşılarında savaşabilecekleri düzenli bir ordu yoktu.
Yıpratıcı saldırılar karşısında, en güçlü ordu bile sonunda dağılırdı. Yabancı
orduların ülkenin sarp dağlarına ve çetin hava şartlarına uyum sağlamaları
zordu. Hal böyleyken karşılarındaki hayalet kabileleri sindirmek olanaksız hale
geliyordu. Komşuları sadece sınırlarını, vahşi kabilelerin saldırılarından
korumaya çalışıyordu. Bunlar bana anlatılanlardı, görüp şahit olduğum bilgiler
değildi ve çoğu da eski bilgiydi. Çok uzun zamandır, detaya inecek kadar barbarların
yanına yaklaşabilen hiç olmamıştı, yani yaklaşıp da sağ kalan. Nerkah
imparatorluğu bile bu vahşilerle uğraşmaktan kaçınırdı.
''Bu gece açıklıkta mola vermemiz gerekecek.''
dedi Nial, yanıma gelerek. ''Rahatsız olmazsın sanırım.''
Yan gözle Txio'ya baktım. Uyurken büyüsünü
kontrol edemiyordu, zaten zayıf büyü gücüyle bu kadar uzun süre dayanmazdı.
Düşünceli bakışım yüzünden Nial güldü.
''Yanlış kişiye mi sordum?''
''Geceleri serin oluyor.'' dedim askere
dönerek. “Durmadan devam etsek yolumuz çok mu uzun?”
''Ateş yakarız ayrıca pelerinlerimiz de var.''
dedi tepkime dikkat kesilerek. “Neden çekiniyorsun?”
Zaten başka çaremiz de yoktu. Txio'yu uzun ve
uykusuz bir gece nöbeti bekliyordu. Umursamazca omzumu silktim.
''Ateş yakılırsa, sorun olmaz.'' Dedim sanki
tek sorun oymuş gibi.
Nial, uzun ince parmaklarıyla uzamış sakalını
kaşıyarak başını ileri çevirdi. ''Bence de sorun olmaz.''
Txio iri dudağını kemirmeye başlamıştı, başına
geleceği kolayca kestirebiliyordu. Şimdiye kadar ikimiz yolculuk ettiğimizden,
saklanması kolay olmuştu. Genelde açıklık alanda kalmamız gerekmezdi.
Görevlerin çoğuna ben yalnız çıktığım için Txio'ya evde kalıp ayin yapmak
düşüyordu.
Karanlık iyice çökünce yoldan ayrılıp
ağaçların arasına çekildik. Gece böceklerinden başka bir ses yoktu. Fazla
uzaklaşmadan etraftaki çalı çırpıyı toplayıp bir ateş yaktık. Nial
hazırlıklıydı, kav taşlarını kullanarak kolayca ateşi yaktı ve çantasından
sabah aldığı ekmeği çıkarıp bize paylaştırdı. Atlarımızın eyerlerine bağlı ince
örtüleri de yere serdikten sonra ufak kampımızı kurduk. Pelerinli oturan bir
tek ben kalmıştım. Nial ekmeğinden ısırdı ve dikkatle beni süzerken yavaşça
çiğnedi. Yuttuktan sonra beni göstererek konuştu.
''Üzerinde ne saklıyorsun?'' dedi. ''Merak
etme, kesenin peşinde değilim.''
Kaşlarımın altından ona baktım. Yüzünde alaycı
bir gülümseme vardı. Txio kendi payını çabucak yemişti, ince örtünün üzerine
yayılarak konuştu.
''Jai konuşmayı sevmez.''
Nial ona döndü. ''Acaba Jai ne sever?''
Txio başını ellerinin üstüne koyup parmaklarını
kenetledi. ''Sevdiği bir şeye rastlamadım.''
Nial'ın kara gözleri birkaç saniye için bana
döndü ve bir şey demeden yere çevrildi. Yolculuğumuz süresince tehdit edici bir
tavrı olmamıştı ama ben hala tüm silahlarımı üzerimde taşıyordum ve Nial'dan
saklıyordum. Tedbirli olmak sonradan başını duvarlara vurmaktan iyiydi. Aklım
hala Kaglan’da konuştuğu habercideydi. Kime ne haber vermeye göndermişti?
Gözlerimi yanan ateşe çevirdim.
''Sen ne saklıyorsun Nial?'' dedim adama
bakmaksızın.
Nial'ın başını kaldırıp bana baktğını
hissettiğimde, bakışlarımı yüzüne diktim. Nial doğruldu ve yarısı yenmiş ekmeği
kenara bıraktı.
''İnanmadığım ama gerçekleşince şaşırdığım
için şüphelendiğim bir görevi yapmaya çalışıyorum. Sakladığım şey, bu
saçmalık.'' dedi sakin bir sesle ekledi. ''Yine de merakımı çeken bir
saçmalık.''
Txio'nun gözlerini kapattığını fark edince,
ayağına bir tekme attım. Uyumaması gerektiğini bilmiyor muydu bu aptal Kaelan?
Txio homurdanarak doğruldu.
''Git, biraz odun bul!'' dedim ateşi
göstererek. ''Gece boyunca yetecek kadar topla.''
Txio sinirli bir kaş çatışla ayağa kalktı ve
uzaklaştı. Tehlikeyi savuşturduktan sonra Nial'a yeniden döndüm.
''Anlatırsan merakını giderebilirim belki.''
Nial güldü ve inanmaz bir baş sallamasıyla
konuştu. ''Hiç sanmıyorum. Yarın büyük şehre gidince sizden kurtulacağım için
anlatmasam daha iyi.''
''Sen bilirsin.'' dedim. Adamın ağzından laf
alamayacaktım. Ayağa kalktım. ''Ben Txio'ya yardım edeyim.''
Karanlıkta Txio'nun yürüdüğü yöne doğru
gittim. Bu gece ay ortalıkta görünmüyordu, yerini tepede asılı duran birkaç
yıldıza bırakmıştı. Txio'yu elinde irili ufaklı birkaç odunla öylesine yürürken
buldum. Geldiğimi fark edince durakladı.
''Tüm gece uyanık kalamam Jai.'' dedi
bıkkınca. ''Şu askere benim otlardan koklatsak nasıl olur?''
Başımı sağa sola salladım. ''Hayır, bu adam
kurnaz, bize de kesinlikle güvenmiyor. En ufak kuşkulu hareketimizde,
düşünmeden bizi öldürür.''
''Yapma...'' dedi Txio. ''Daha o kılıcını
kınından çıkaramadan sen adamı öldürürsün. Çekindiğine inanamıyorum. Ne
değişti? Geçen gün hiç acımadan adamdan kurtulmayı planlıyordun.''
"Sen de engel olmaya çalışıyordun!"
Omzunu silkti. "O uykusuz kalacağımı
öğrenmeden önceydi."
''Bak! Maksat onu öldürüp öldürememek değil
Txio.'' dedim geriye bakarak. Görünürde yoktu. ''Yolda önden gitmesine
bakılırsa bizden bir saldırı bekliyordu, daha doğrusu umuyordu. Çok dikkatli ve
artık incelediği kişi sen değilsin. Saldırıya karşı bu denli rahat olması ise
savaşmayı iyi bildiğini gösterir. Bence bizi ya beklediği biriyle karıştırdı ya
da o vadinin dibinde bizi bekliyordu.''
"Bizi mi bekliyordu?"
"Her neyse, dediğimi unut. Tahmin
etmektense, ne yaptığını çözmeyi tercih ederim. Belki bir fayda sağlarız.
Sadece görünmeye çalıştığı kişi olmadığını biliyorum."
''Bir Kaelan olduğunu sanmıyorum.'' dedi Txio.
Ona baktım. ''Ben de sanmıyorum. Bir Kaelan
için oldukça akıllı biri.''
Txio suratını buruşturdu ve eğilip yerdeki
kuru odunu aldı. ''Sakallı adam hoşuna gitmişe benziyor.''
Sözlerinde ciddi olmadığını bilsem de, ona
ters bir bakış attım. Bana bakıp sırıttı ve çalı çırpı toplamaya devam etti.
Birkaç tane de ben aldım ve sert bir sesle söylendim.
''Uyanık kalıp gözünü dört açacaksın. Kendini
açığa çıkarırsan sana olacak olanları engellemek için kılımı kıpırdatmam.''
''Biliyorum.'' dedi sadece.
Kampa geri döndüğümüzde Nial'ı uzanmış
gökyüzünü izlerken bulduk. Topladıklarımızı kenara bıraktıktan sonra Txio,
uyanık kalmak için çantasından bir kitap çıkardı. Onun kitap okumasını tuhaf
bakışlarla izleyen Nial sonra gözlerini bana çevirdi.
''Sen de okuyabiliyor musun?''
Yalan söyledim. ''Hayır.''
Okuma yazma bilmek, üst bir sınıfa dahil olmak
demekti. Aslında üst sınıftın hepsi de bilmezdi. Eğer o kişi, yönetimdeyse veya
asil bir hanedana sahip ise okuma yazma öğrenirdi. Ordudayken, komutan bana
için çok iyi bir eğitim verilmesini sağlamıştı. Onun sayesinde asillere yaraşır
bir eğitim almıştım. Nial'ın bunu öğrenmesine gerek yoktu. Yine de Nial'ın
yüzünde kısa bir hayal kırıklığı gördüğüme şaşırdım. Belli ki tahmin ettiği
gibi çıkmadığım için bozulmuştu.
''Ya sen?'' dedim, onun yalan söyleyeceğine
emin olarak.
Yattığı yerden doğruldu ve yan gözle kitaba
baktı. ''Okuma yazmam var.'' dedi ve bakışları bana çevrildi. ''İyi bir eğitim
aldım.''
Seçkin bir sınıfa dahil olduğunu hiç
saklamadan açığa vurmuştu. Ya da bu ülkede eğitim almak çok kolaydı. Ateşin
oynaştığı karanlık gözlerine baktım.
''Asil bir soydan geliyor olmalısın.''
Nial küçümser bir tavırla güldü. ''Asil bir
soy...'' dedi alaycı bir sesle. ''Asillik kandan gelmez, insanın kendisinde
vardır.''
Txio'nun gözlerini kitaptan kaldırdığını
hissettim, bizim sohbetimiz ilgisini daha çok çekmişti. Pelerinimin başlığını
düzeltirken kayıtsızca konuştum.
''Bu sözünden anladığım kadarıyla, sen kabul
görmeyen, çoktan düşmüş bir hanedana üyesin.'' Nial'ın kaşları çatıldı ve
sinirli bir tavırla başını çevirdi. Sözlerim hedefini vurmuş olmalıydı.
Alınganlığının başka açıklaması olamazdı. Rahat bir tonda konuştum. ''Beni
çözmeye çalışmazsan, ben de senin canını sıkmam Nial. Sen bir şeyler
saklıyorsan, benim de saklama hakkım var. Bir daha beni sorgulama!"
Nial yüzünü buruşturdu. ''Ne özelliğin var ki,
bundan rahatsız oluyorsun? Sıradan bir sohbetti.''
''Sevmem.'' dedim kısaca ve Txio'ya döndüm.
''Bu geceki nöbet senin.''
''Benim de hiç uykum yoktu zaten.'' dedi Txio
homurtudan farkı olmayan bir sesle.
Sırtımı dönüp pelerinime iyice sarıldım. Hava
soğuk değildi ama ellerim bıçaklarımın saplarındayken kendimi daha rahat
hissediyordum. Benim de uykum yoktu ama Nial'ın sorularından sıkılmıştım.
Kıpırdamadan uzun süre uzandım. Nial'ın uyumadığını biliyordum. Eline aldığı
bir ağaç dalını bıçağıyla yontuyordu. Benim uyuduğumu düşünüp yavaş sesle Txio
ile konuştu.
''Sen de uyu, ben beklerim. Uykum gelince,
seni uyandırırım.''
''Dedim ya, uykum yok.'' dedi Txio.
''Benim de yok.'' diye dişlerinin arasından
söylendi. Elindeki dalı daha sertçe yontmaya başladı. Birkaç saniyelik
sessizlikten sonra kısık sesle konuştu. ''İkiniz, uzun süredir mi birlikte
geziyorsunuz?''
''Sayılır.'' dedi Txio.
''Bunun kadar aksi biriyle nasıl anlaşabiliyorsun?''
Txio güldü. ''İnan, ben de bunu kendime
defalarca sordum. Fakat yanıtı yok, sanırım onunla olmak bir süre sonra alışkanlık
yapıyor. İnsanın kendine işkence çektirmesi gibi...''
Nial'ın da güldüğünü işitince sinirim bozuldu.
İki sersem benim uyduğumu düşünüp hakkımda konuşuyorlardı, sabah bunu hesabını
Txio’ya sormayı aklıma koydum. Kısık sesle gülen Nial sonunda durdu.
''Büyük şehre gidince dikkatli olun. Sizi
suçlamalarına yol açacak hiçbir şey yapmayın. Köle tacirleri göz koydukları birini
almak için tuzak kurup sizi mahkûm ettirebilir.''
''Mahkûmları mı?'' dedi Txio. ''Mahkûmlar köle
olarak satılabiliyor mu?''
''Siz yabancısınız. Herhangi bir şey için
kolaylıkla suçlanabilir ve hapse atılabilirsiniz. Köle tacirleri bedelini
ödedikten sonra mahkûmları satın alabiliyor, çünkü hapse giren herkes cezası
bitene kadar köle olarak sayılır. Eğer böyle bir şey olursa, başka biri
tarafından bedel ödenene kadar köle olarak damgalanırsınız.''
''Çok adice!'' dedi Txio tiksinir gibi bir
sesle. ''Bizler özgür insanlarız.''
Nial derin bir nefes alıp devam etti.
''Başınıza derde girerse, bana ulaşın. Her hangi bir görevliye ismimi
söylemeniz yeterli. Ben size yardım ederim.''
''Merak etme dikkatliyiz.''
''Anlamıyorsun.'' dedi fısıltı gibi bir sesle.
''Köle tacirleri uyumsuz kişileri bulmakta ustadırlar ve sivri tavırlar,
onların tuzağına düşmenizi kolaylaştırır.''
Ne demek istediğini ben anlamıştım. Nial'ın
düşüncesine göre; yabancı olduğumuz fark edilince, bana çatmaları yeterli
olacaktı. En küçük atışmada kendimizi hapiste bulmamız olasıydı ve elbette
tacirlerin emrinde. Harkon'dan farkı yoktu, biz de askerler adiydi burada da
tacirler. Nial aklınca, Txio'yu beni kontrol altında tutması için uyarıyordu.
''Tuzakları bize vız gelir.'' dedi Txio
kendinden emin bir sesle.
''Seni bilmem de...'' dedi Nial. ''Onun işi
zor.''
''Jai, aklı başında biridir. Kendini tehlikeye
atacak bir şey yapmaz ama uyarın için teşekkür ederim. Göz önünde tutacağım.''
''Yine de bana haber etmeniz yeterli.''
Kendini tutamayan Txio şüpheci bir sesle
konuştu. ''Bize neden yardım ediyorsun?''
Nial bir süre suskun kaldıktan sonra cevap
verdi. ''Daha önce dediğim aynı sebepten. İnanmadığım görev için… Yani birkaç
gün öncesine kadar inanmıyordum.''
Sohbeti kestiler ve ben de uyuyabildim. Sabaha
karşı alışıldık bir horlamayla uyandım. Hemen ayağa fırladım ve sesin geldiği
yönden önce, Nial'ın yattığı yere baktım. Adam sırtını, sönmüş ateşe doğru
dönmüş, pelerinine sıkıca sarılmış uyuyordu. Sonra doğruldum ve sesin geldiği
ağaca doğru hızlandım.
Txio asıl haline kavuşmuş, ağaca sırtını
yaslamış, kısa bacaklarını önde çaprazlamış mışıl mışıl uyuyordu. Sinirle
bacağına bir tekme atınca, koca gözleri aniden açıldı, hemen eğilip ağzını
kapattım. Az daha küfrü basacaktı.
''Hemen şekil değiştir ahmak!'' diye
fısıldadım ve elimi ağzından çektim.
Txio, az ötede uyuyan Nial'a bakarken büyülü
kelimeleri mırıldandı. Ayağa kalktım. Uyumasının sebebi hemen yanında
duruyordu. Handa yarıladığım şişe şu anda boştu. Bacaklarına yeniden tekme
attım.
''Pis ayyaş.''
Txio homurdanarak ayağa kalktı. ''Tek başıma
bitirmedim Jai, dostumuz da yardım etti.''
''Eee, değişen ne? Hala pis bir ayyaşsın.''
dedim. ''Bir daha böyle bir sorumsuzluk istemiyorum Txio, ciddiyim. En küçük
ihmalinde eve geri döneriz.''
''Ama...''
''Sus!'' diye dişlerimin arasından hırladım ve
sessizce uyuyan adamı işaret ettim. Fısıltıyla ekledim. ''Bir asker için çok
sessiz uyuyor.''
Txio burnunu kırıştırdı. ''O saatlerdir öyle,
söyledi ya, asil biriymiş.''
Küçümser bir bakış attım. ''Ne yani, asil kandan
olunca horlanmıyor mu?''
''Daha kibar uyuyor olabilirler.''
''Kes saçmalamayı Txio.'' Diye tısladım ve
yenice aydınlanan havaya baktım. Güneş henüz doğmamıştı, sabahın serinliği
keskinliğini hissettiriyordu. Gökyüzünde tek tük büyük yıldızlar kalmıştı.
''Doğru yoldayız, değil mi?''
Txio beni onayladı. ''Doğru yoldayız. Bu adam
bizi oyalamıyor.''
Bakışlarımı, uzun bedenini bir şekilde
sarmalamış adama kaydırdım. ''Umarım oyalamaz da.''
Kampımızı topladıktan sonra Nial bizi bir
ormana doğru yönlendirdi. Ormanın ortasından geçeceğimizi söylemişti,
sonrasında büyükşehre ulaşacaktık. Ormana girer girmez sürekli örttüğü
başlığını indirdi ve yüzünü açığa çıkarttı. Bize yakın ilerliyordu, neredeyse
yan yanaydık.
Tiz bir kuş sesi yankılandığında biraz daha
hızlandı, ona ayak uydurduk. Başka kuş sesleri de vardı ama o tiz ses, ormandan
çıkana dek sanki bizi takip etti. Bunun bir işaret olduğunu anlamamak için
aptal olmak gerekiyordu ve ben de aptal görünmeye karar verdim. Sorgusuzca
çaktırmadan etrafa bakındım. Ağaçların tepelerinde dikkatli bakmadığım sürece
fark etmeyeceğimiz insanların olduğunu görmek beni şaşırtmadı. Kuş sesini
çıkaran bu ağaç renklerine bürünmüş insanlardı ve geçişimizi bildiriyorlardı.
Görmezden geldim.
Ormandan çıktıktan sonra Nial biraz yavaşladı.
Yol kıvrılarak bir tepeyi dolandıktan sonra aşağıya inmeye başladı. Aşağıdaki
vadiye kurulmuş kocaman şehri gördüğümde şaşkınlığımı saklayamadım. Gerçekten
de çok büyük bir şehirdi. Bazı alanları surlarla çevrili şehir, geniş surların
ötesine taşmıştı. Tarlalar ve büyük konaklarla bezenmiş alan, ülkenin kalbiymiş
izlenimini veriyordu. Tarlaların hepsinde yoğun bir çalışma vardı, köleler
sıcak güneşin altında toprakla uğraşırlarken başlarında eli kırbaçlı ve silahlı
bekçiler dolanıyordu.
Büyükşehre yaklaştığımızda yol toprak yoldan
düzgün bir yola dönüştü. Nial yüzünde ciddi bir ifadeyle devasa giriş kapısına
doğru atını mahmuzladı. Peşinden biz de koşturduk. Kapıdaki askerler Nial’ın
gelişiyle dikleştiler ve kapılar biz daha ulaşamadan açıldı. Saygıyla selam
durmalarına şaşırdım. Duraksamadan büyükşehre daldık. Nial dörtnala sokakları
geçti ve üç katlı bir hanın önünde durdu. Koşup gelen seyise gitmesini işaret
ettikten sonra atını bana çevirdi.
“Maron’a hoş geldiniz.” dedi. “Sizi ana şehre
sorunsuzca getirdim, tıpkı söz verdiğim gibi.”
Txio yanımda durdu, benim yerime konuştu.
“Teşekkürler Nial.” dedi. “Her şey için teşekkür ederiz.”
Nial bana bakmaktan vaz geçip Txio’ya döndü.
“Sana söylediklerimi unutma Txio.” dedi soğuk bir sesle ve başıyla hanı
gösterdi. “Son bir öneri olarak, burada konaklayın. Şehrin en kaliteli
hanıdır.’’
Onu yardım için zorlamamıştık ama adam bizi
buraya kadar getirmişti. Küçük bir kibarlığı hak ediyordu. İyiliğini takdir
etmeye karar verdim.
“Merak etme, sorun çıkarmayacağız.”
Nial kara bakışlarını bana çevirdi ve yanağını
kemirerek bir süre baktı. Hakkımızda hala kararsızdı. Sabırsızlanan atının
başını okşayarak konuştu.
“Merak etmiyorum. Ama sorun çıkarırsanız,
yeniden karşılaşmak zorunda kalırız, bunu istemezsin değil mi?”
“Bu olasılık karşısında, bir daha yüzümüzü
görmek zorunda kalmayacağını söyleyebilirim.”
Nial başını kibirli bir tavırla doğrulttu ve
atını çevirip sokağın yukarısına doğru sürdü. Txio derin bir nefesle söylendi.
“Adam yardımdan başka bir şey yapmadı yine de
adamı tersliyorsun. Biraz daha kibar ol Jai.”
“Kibar olmayı senden mi öğreneceğim?”
“Ben iyi bir örneğim.” dedi ve karşımızdaki
hana doğru baktı. “Ve çok yorgunum, hadi hana yerleşelim. Uykuya ihtiyacım
var.”
Onu durdurdum. “Burada kalamayız. Başka bir
han bulalım.”
“Neden Jai? Rahatlık iki adım ötemizdeyken
neden bela için uğraşıyoruz?”
Adamın kaybolduğu sokaktaki kalabalığı süzdüm,
görünürde yoktu. Txio’ya döndüm. “Güvenmediğim birinin önerdiği yerde kalmam.”
“Sen kimseye güvenmezsin ki!” diye sızlandı
Txio.
“Sana güvendim ya!” dedim sinirli bir sesle.
“Ve bak şimdi neredeyiz?”
Txio oflayarak atını çevirdi ve başka bir han
bulana dek iki saat sokaklarda dolandık. Askerler ikişer kişilik devriyelerle
halkı kontrol ediyorlardı. Her çeşit insan görmek mümkündü ama çoğu köleydi.
Efendileri genelde rahat koltuklarında otururken köleleri her şeye
koşuyorlardı. İçimde bir huzursuzluk vardı ve izleniyor hissinden
kurtulamamıştım. Gerçi bu his ne zaman yabancı bir yere gelsem peşimi
bırakmazdı.
İki katlı bir handa nihayet bir oda
bulabildik. Hanın geniş bir de ahırı vardı. Yerleştikten sonra Txio hemen
uykuya daldı ama benim karnım açtı. Aşağıya inip yiyecek bir şeyler istedim ve
yemeğim gelene kadar getirdiği köpüklü içkiden içtim. Ilıktı ve ilk birkaç
yudumda midem bulanmıştı. Açlıktan olduğunu düşündüm, gerçi içkinin tuhaf
kokusu yüzünden de olabilirdi.
Salonun uzak köşesindeydim ve buradan herkesi
görebiliyordum. Han pek seçkin olmadığından, müşterileri de ona uygundu. Akşama
doğru kalabalıklaştı ve birkaç asker de eğlenmek için hana geldi. Ben ikinci
tabağımla ilgilenirken yüzümü gizlediğim başlığının altından dikkatle salonu
gözetliyordum. Hayatım boyunca diken üstünde yaşadığım için bu hareketim
sıradandı. Txio bile bu tavrıma alışmıştı, ilk aylardaki kadar rahatsız
olmuyordu.
Yanmayan şöminenin yanındaki masadan
kahkahalar yükselince bakışlarımı adamlara diktim. Genç bir adam gururlu bir
tavırla sandalyesinde gerindi. Yanındaki sakallı, zoraki olduğu belli bir
abartı ile kahkaha atarak adamın omzuna vurdu ve seslice konuştu.
“Seni yenebilecek biri bu ülkede yok Kuarta!”
dedi. “Saraya girince bizi unutmazsın, değil mi?”
Kuarta denen adam sarhoş bir sallanmayla
sakallıyı itti. “Git işine, saraya girdiğimde senin sokağından geçeceğimi mi
sanıyorsun?”
Çevredekiler gürültüyle adamın söylediklerine
güldüler ve genç bir fahişe adama yanaştı.
“Peki, beni tanır mısın Kuarta?”
Kuarta kendine yılışan kadına alıcı gözlerle
baktıktan sonra burnunu çevirdi. “Saraydaki köleler bile senden daha güzelken
seni nasıl hatırlayayım?”
Kadın öfkeyle adama saldırmaya kalktı ama adam
kadının bu sahte saldırısını karşılayıp kollarından tuttu ve kucağına çekti.
Güçsüz karşı koymasına aldırmadan, dudaklarını kadının dudaklarına bastırdı.
İçkinin tesiriyle tüm salon adamın bu gösterisini alkışladı ve ıslıkladı.
Askerler bile eğleniyorlardı.
Kadın adamı uzun uzun öptükten sonra
gömleğinin yakasından tutarak ayağa kaldırdı. Adamı peşinden sürükleyerek
salondan çıktı. Adamın gidişinden sonra birkaç dakika daha deliren müşteriler
kendi masalarına dönünce gürültü normale döndü. Garsona işaret ettim ve
önümdeki boş maşrapayı gösterdim. Adam bardan içki sürahisini alıp yanıma geldi,
boş maşrapaya uzanınca bileğinden tuttum.
“Deminki adam neden bahsediyor?”
“Kim?” dedi adam kaşlarını çatarak.
“Şu fahişeyle giden adam.” diye hatırlatıp
içki parasının yanına bir tane daha sikke bıraktım. Garson uzandı ve sikkeleri
cebine atarken sorumu cevapladı.
“O Kuarta, şehrin en iyi avcısı. Yakında
prensin koruması olacak, yani sınavı geçtiğinde ki, geçeceğine eminiz.”
“Ne sınavı?” diye lafını kestim. Korumaya
ihtiyaç duyan bir prens! Yeterince askeri yok muydu? Kulağıma çok saçma gelse
de, bu ülkeyi fazla tanımadığım için yorumumu kendime sakladım.
Garson onu çağıran adama kısa bir bakış
attıktan sonra bana hızlıca cevap verdi.
“Koruma seçimi için yapacakları zorlu sınav.”
dedi. “En son üç ay önce yapılmıştı. Sınavı geçen adam, daha bir ayını
doldurmadan isyancılar tarafından öldürüldü. Alnının ortasına bir hançer
saplanmış halde sarayın bahçesinde bulundu. Kimse hiçbir şey görmemişti.” Dedi
ve kısık bir sesle ekledi. “Laf aramızda, prensin korumaları fazla yaşamaz.”
Birkaç masadan daha çağırılınca adama izin
verdim. Sandalyeme yayılıp adamın sözlerini düşündüm. Prens için koruma sınavı…
Amacını merak etsem de, sınav için istekli değildim. Koruma olarak ünüm fena
değildi. Ordudan ayrıldığımdan beri aldığım hiçbir görevde başarısız
olmadığımdan, aldığım işler gayet doyurucuydu. Fakat hiçbir zaman prens kadar
büyük bir iş almamıştım, genelde tüccarlara hizmet vermiştim. Bu işin içinde
bir tutarsızlık vardı ve bulaşmaya niyetim yoktu. Txio’nun beni buraya
sürüklemesinin nedenin bu sınav olması durumunda verdiğim sözden caymayı ciddi
olarak düşündüm. Kendimi bildim bileli kraliyet ailelerinden hiç hoşlanmazdım.
Geç olmuştu.
Yemeğim ve içkim bittiği halde boş boş insanları seyrediyordum. Salondaki
sarhoş ve fahişe sayısı fazlalaşınca odama gitmeye karar verdim. Kıyafetlerimle
yatağa devrilir devrilmez huzursuz bir uyuya daldım.
Sabah odamın kapısının açıldığını duyunca
hızla kalktım ve yastığın altındaki bıçağımı gelene çektim. Txio hemen kapının
ağzında durmuş, benim açılmaya çalışan gözlerime bakıyordu. Onu gördüğümü fark
edince, homurdanarak odaya girdi ve kapıyı kapattı.
“Bir gün şu bıçak elinden fırlayacak diye çok
korkuyorum.”
Bıçağı yastığın üzerine bıraktım ve yüzümü
ovuşturdum. “Öyle bir şey olmayacağını biliyorsun, ben görmeden vurmam.”
“Beni görmekten hoşlanmadığın bir an
olabilir.” dedi gerçek haline geçerek.
“Olabilir.” diye gerindim. “Gece ayin yaptın
mı?”
Txio’nun büyük gözleri ışıldadı. “Evet, buraya
neden geldiğimizi gördüm.” Dedi ve perdeyi açmak için pencereye yürüdü. “Yeni
işin için senin adını yazdırdım bile.”
Omzumun üstünden ona baktım. Txio perdeyi açtı
ve bana döndü. “Sabırsız davrandığımı biliyorum ama bana verdiğin söze
dayanarak sana sormadan ismini bugün yapılacak yarışmaya yazdırdım.”
“Lanet olası!” diye homurdandım. “Sakın bana
prensi korumam gerektiğini söyleme!”
“Biliyor musun?” diye kaşlarını çattı. “Nasıl
öğrendin?”
“O aptal yarışmaya girmeyeceğim Txio. Unut
bunu! Ben korumaların en iyisiyim ve bunu, saçma bir yarışmayla kanıtlamaya
çalışacak değilim.”
“En iyisi olduğunu, biz ve geldiğimiz yer
biliyor ama bunlar bilmiyor.” dedi yatağa doğru yürüyerek. “Bu yarışmaya
girmelisin…”
Lafını kestim. “Hayatta olmaz!”
“Söz verdin Jai!”
“O söz, seninle büyük şehre gelmem içindi.”
“Oyunbozanlık yapma Jai, görüme uyacağını
söylemiştin.”
Yatağa geri uzandım. Tüm gün tembellik yapma
isteğiyle ellerimi başımın arkasında birleştirdim. “Senin kehanetin bu
yolculuktu ve bitti. Ayrıca ortada bir görü olduğundan bile kuşkuluyum.”
Kaelan sinirle söylendi. “Bu gördüğüm kehanet
çok güçlü ve parçalı! Bunu…”
“Hayır.” dedim umursamazca.
Txio homurdandı. “Adını yazdırdım, katılmak
zorundasın!”
Yan gözle ona baktım ve sırıttım. Zorunda
olmak konusunda ne düşündüğümü çok iyi bilirdi. Fakat Txio pes etmeyecekti.
Derin bir nefes alıp daha sakin konuştu.
“Senden tek bir şey istedim Jai. Yarışma hemen
öğleden sonra başlayacak. Lütfen, yeniden düşün.”
Ben ona bakmayı sürdürünce omuzları düştü. Ve
yatağın üzerine zıplayarak yanıma oturdu. “Yarışmaya girmen ve yeteneksiz
davranman gerekiyor. Kabiliyetini saklamalısın.”
Güldüm. “Ahmak olma Txio. Yarışmayı
kazanmamamı mı istiyorsun?”
“Ben senden sadece beceriksiz olmanı istiyorum.
Yarışmayı kazanma.”
Gözlerimi tavana çevirdim. “Benimle dalga
geçiyorsun. Bunca yolu kazanmamam gereken bir yarışmaya girmem için mi
getirdin?”
“Yapman gereken bu.” diye ellerini iki yana açtı.
Ne basitti! Onun işi hafifleştirmesine karşın
gerildim. Onun tersine benim için yenilmek, sanki yenilmek ölüm kalım
savaşıydı. Homurdandım.
“Ben şimdiye kadar hiçbir meydan okumayı
kaybetmedim.”
Txio yüzüme doğru eğildi. “Ama bunu
kaybedeceksin.”
Gözlerimi onun yüzüne diktim, bu isteğinde hiç
olmadığı kadar ciddiydi. Çocuğa benzeyen yüzü sertti ve kaşları çatıktı. Bir
karşılaşmayı isteyerek kaybedemezdim. Bu, benim yaşama şeklime aykırıydı.
Yapamazdım. Dudağımı çiğneyerek bir süre düşündüm. Txio konuştuğunda hala bir
karar vermeye çalışıyordum.
“Koruma için düzenlenmiş bir yarışmayı
kaybetmek senin ününe bir zarar vermez Jai. Burada kimse seni tanımıyor.
Sınavlara gir ve beceriksizlik yap, kaybet. Sonra da kendi evimize dönelim.”
Tek kaşımı kaldırdım. “Dönüşümüzü de gördün
mü?”
Txio küçük burnunu kırıştırdı ve yataktan
indi. “Henüz görmedim ama kaybettiğin bir yarışmadan sonra başka ne yapabiliriz
ki?”
Kapıya doğru yürürken büyülü sözleri söyledi
ve biçim değiştirdi. Yeniden iri ve koyu tenli adama dönüştükten sonra bana
döndü.
“Yarışma vaktinde bir asker gelip seni alacak.
Lütfen, adama zorluk çıkarmadan o saçma yarışmaya gir ve hayatının en berbat
savaşını yap.”
Açtığı kapıdan çıkıp gitti ve beni düşünceler
içinde bıraktı. Tamam, isteğini yapmaya karar verdim diyelim. İçgüdü ve anlık
hareketlerime nasıl söz geçirecektim? Çoğu zaman savunmam kendiliğinden ortaya
çıkıyordu. Bu konuda vahşi bir hayvandan farkım yoktu. Bazen karşımdaki
rakibimi bile ürküttüğüm olurdu. Saldırıdan çok savunmaya odaklanmaya çalışmak
belki en iyi yöntem olabilir ve sanırım bunu başarabilirim. Yataktan tek
hamlede indim. Yarışma için giyindim ve sonra yere oturup kapım çalınana dek
kılıç ve bıçaklarımı iyice biledim. Yenilmeyi nasıl başaracaktım?
Gelenler Txio ve ardında iki askerdi. Askerler
küçümser bir tavırla beni süzdü ve biri öne çıktı.
“Jai Valer.” dedi tok bir sesle. “Sadece
kılıcını al ve bizimle gel!”
Kılıcımı sırtımdaki kına taktım ve bıçaklarımı
bacaklarıma sabitlediğim yerlerinden çıkartıp yatağın üstüne bıraktım. Txio
bizimle gelmeyecekti, o yüzden onun yanından geçerken sinirli bir bakışla
yüzüne bakmayı ihmal etmedim. Gülümsedi.
“İyi şanslar Jai.”
Neşesiz bir sırıtışla dudağımı büktüm ve
askerlerin peşinden sarayın yolunu tuttum. Askerler sanki bir suçluymuşum gibi
beni ortalarına almışlardı. Üzerimde gömlek ve pantolon dışında sadece kılıcım
vardı. Pelerinimi almaya gerek duymamıştım, hava ılıktı. Zırhımı da
giymediğimden oldukça sıradan görünüyordum.
Saray şehrin ortasındaydı, tepeye kurulmuş
kocaman ve gösterişli bir binaydı. Çevresini kale surlarına benzeyen bir setle
çevirmişlerdi. Ana giriş, devasa bir kapıyla kapanmıştı. Biz girişe doğru
gitmedik, önünde uzanan yoldan ağaçların arasından geçerek askeri talim yeri
olduğunu düşündüğüm toprak bir alana döndük. Kalabalık olacağını düşünmüştüm
ama dört askerin nöbet tuttuğu kapıyı geçtiğimizde arenaya benzeyen alanda en
fazla otuz beş - kırk kişinin olduğunu gördüm. Bunların dokuz tanesi de
yarışmacıydı.
Her biri iri ve kaslı adamlardı, en iyi
zırhlarını giydikleri belliydi. Ben en son geldiğimden alandaki herkesin
gözleri bana döndü ve kısa bir şaşkınlıktan sonra aptalca sırıtmaya başladılar.
Küçümseyen gülümsemeleri karşısında, Txio’nun kaybetme önerisi kafamdan
siliniverdi. İçimi kavuran hırsla diğer yarışmacıları süzdüm ve yerime doğru
yürürken gölgeliğin altında duran on kişiye göz gezdirdim. Seçim yapacak
kişiler bunlar olmalıydı. Hepsi iyi giyimli ve zengin görünüyordu, yaşlıydılar.
Saç ve sakallarından anladığım kadarıyla, savaşçı da değillerdi. Uzun ve süslü
cüppeler giymişlerdi. En ortalarında oturan adam, hepsinden yaşlıydı ve kısık
gözleri bizi süzüyordu. Hiçbirinden hoşlanmadım.
Yaşlı grubundan ve yarışmacılardan başka,
üniformalı askerler etrafımıza dağılmışlardı. Dün gece handa gördüğüm avcının
yanına dikildim ve kollarımı göğsümde kenetledim. Yenilmem gerektiğini kendime
sürekli hatırlatmalıydım yoksa hırs yapıp hepsini devirmem içten değildi.
Yanımdaki huzursuzca kımıldadı.
“Boşuna yoruldun, çelimsiz.” dediğinde yan
gözle avcıya baktım. Adam yüzünde kocaman bir gülümsemeyle devam etti. “Yine de
şanslı günündesin, canını fazla acıtmamaya çalışacağım…”
“Kes sesini!” dedim dişlerimin arasından.
Adamın rengi birden soldu ve diğerlerini
hızlıca baktı. Diğer adamlar da beni duymuştu ve gülmeye başlamışlarken, sert
bir ses, onları kendilerine getirdi.
“Sessiz olun!”
Bağıran askere doğru baktım, adam ise gölgeli
koltuklarında oturan gruba bakıyordu.
“Değerli Fariz, buyurun söz sizin!”
En yaşlı adam bize doğru bakarak askere
teşekkür etti ve devam etti.
“Hepiniz buraya neden geldiğinizi
biliyorsunuz. En iyiyi seçmeye çalışıyoruz. Yarışma sonucunda yaralanan veya
ölen olabilir, bunu göze alarak geldiğinizi varsayıyorum. İsminizi yazdırdıktan
sonra vaz geçemeyeceğinizi de biliyorsunuz. Onayımızı kazanan kişi, prensin
koruması olacak ve görevini başarıyla yaptığı takdirde, iyi bir gelirin sahibi
olacak. Eğer görevde yetersiz kalırsa, doğal olarak idam edilecek.”
Adamın umursamaz konuşması ilgimi çekti, sanki
gereksiz bir şey yapıyorduk. Yani prensi korumaya gerek yoktu ama bir nedenle
yapılması için zorlanıyorlardı. Ayrıca prens lafını ne denli basit bir tonla
söylediğini fark ettim. Prens pek sevilmeyen biri olmalıydı veya aslında pek
önemsenmeyen. Hiç asalet unvanı söylemeden adını bile anmadan doğruca prens
demişti. Yaşlı adam başını yana çevirdi.
“Komutan!” dediğinde, başım gölgeli alanın
yanında duran askere çevrildi. “Yarışmayı başlatın.”
Komutan dediği adam, bizi bu şehre getiren
Nial idi ama şu haliyle tanınmak çok zordu. Basit kıyafetini bırakmış, göğsünü
kapatan ve kaslı kollarını açığa çıkaran deri bir zırh giymişti. Pantolonu
düzgün ve çizmesi pırıl pırıldı. Onu gördüğümde tanıyamamam normaldi ama bu
farkındalık, dikkatimi toplamam gerektiğini bana hatırlattı. Genç komutanın
çenesini kaplayan sakalları artık yoktu ve iyice gençleşmiş yüzünde kızgın bir
bakışla doğrudan bana bakıyordu. Beni gördüğüne kesinlikle memnun değildi.
Dikkatli olmalıydım, benden kuşku duyması halinde rütbesi nedeniyle korkunç bir
düşman olabilirdi.
Nial heykel duruşunu bozarak bakışlarını
yüzümden çekti ve uzun adımlarla ortaya geçti.
“Önce atış konusunda sınanacaksınız!” dedi gür
sesiyle. “Eleme yok. Pes edemezsiniz. Herkes ciddi bir şekilde yaralanmadığı
sürece yarışma devam edecek. Sonunda kazananı, değerli danışmanlarımız
seçecek.”
Ne saçmalık! Gülmemek için kendimi zor tuttum.
Madem kazananı danışmanlar seçecekti, bunca safsataya ne gerek vardı?
Ciddiyetimi bozmadan Nial’ı izlemeye devam ettim. Nial, artık bana bakmıyordu,
diğer yarışmacılara doğru konuşuyordu.
Bizi hedef tahtalarına yönlendirdi ve yirmi
metre ötedeki hedefleri vurmamız için her birimize üçer ok ve yay verildi. Bu
uzaklık benim için çocuk oyuncağıydı. Fakat Txio’nun isteğine boyun eğdim ve üç
atışımı da hedefin üzerine gelişigüzel dağıttım. Ortalama bir atış yaptığımı
düşünerek diğerlerine baktım. Kuarta denen avcı dışında, diğerlerinin benden
farkı yoktu. Kuarta hepsini aynı noktaya göndermişti ve bu da hedefin tam
ortasıydı. Avcı, başarısından dolayı gururla doğrulup Nial’a baktı. Nial,
kusursuz atışlardan onun istediği kadar etkilenmemişti.
Sonra hız ve tepki yarışması yapıldı. Adamlar
benim için çok yavaştı, özellikle engellerde. Yine verdiğim söze uyarak,
kendimi tutmaya özen gösterdim. Engellerin hiç değilse birine takılmayı
düşünüyordum ama düşenlerin halini görünce vaz geçtim. Özellikle denge
tahtasından düşerek çamura bulananları izleyince, yavaş ama takılmadan
engelleri geçmeyi seçtim. Kuarta bunda da iyiydi, birinci gelmeyi başardı. Bu
gidişle koruma işini o alacaktı. Fakat avcı yorulmuştu ve diğerleri için de bu
kısım iyi gelmemişti. Ben de yorulma taklidi yapmaya çalıştım ama çok sahte
göründüğünü fark edince fazla abartmadım. Üçüncü yarışma, bıçak atma
yarışmasıydı. İçim içimi yiyerek berbat atışlar yaptım. Hedefi bulmamak için
çabalarken ellerim titriyordu.
Bu konuda Kuarta’ya bir rakip çıkmıştı, orta
boylu esmer bir adam tam bir bıçak ustası gibi atışlar yaptı ve Kuarta’nın yüzü
öfkeden kıpkırmızı oldu. Ben iyice gerilere düşmüştüm. Canımı sıkan bir şeydi
ve dişlerim birbirine kenetlendiğinden sızlamaya başlamıştı. Lanet yarışmanın
bir an önce bitmesi bekliyordum ve yola düşmek için sabırsızlanıyordum.
Kılıç dövüşünde de zayıf durmak için zorlandım
hatta rakibim olan ağır ve beceriksiz adama yenilmeye çalışırken kolumdan
yaralandım. Sonunda kılıcımı elimden fırlattırması için ona bir şans
verdiğimde, iyi değerlendirdi ama başka bir atağa karşı da hazırlıklıydım. Eğer
kılıcını bana sallasaydı, intikamımın tadına bakacaktı. Adam akıllı davranıp
zaferini ilan etmesi için Nial’a baktı. Nial sinirli bir tavırla adamı
onayladı. Ben de ayağa kalktım ve yerdeki kılıcımı alarak yenilenlerin yanına
doğru yürüdüm. Nial’ın yanından geçerken bana bakmadan konuştu.
“Kolunu göster.”
İlerde yaralıları tedavi eden şifacıları
kastediyordu. Az olsa da hala kanayan kesik beni güçten düşürmezdi, zaten şu
anda güce de ihtiyacım yoktu. Yarışma benim için bitmişti.
“Gerek yok.” dedim ve gömleğimin kolunu yırtıp
kendi kendine sardım ve yenilenlerin ötesinde durdum.
Başımı danışmanların olduğu yöne çevirdim. Üç
kişi beni izliyordu, büyük ihtimalle burada ne aradığımı merak ediyor
olmalıydılar. Ne yalan söyleyeyim, ben de merak ediyordum.
Kılıç dövüşünden sonra altı kişi sağlam
kalmıştık. Kuarta rakibini kötü yaralamıştı ve adam yarı ölü bir halde alandan
çıkarıldı. Sol kolumdaki kesikten artık kan akmıyordu ama tüm kolum kan içinde
kalmıştı. Rezil bir halde sıraya girdik. İki kişi dışında hepimiz dağılmıştık,
Kuarta ve benimle dövüşen adam. Ayakta kaldığımız için hala yarışma devam
ediyordu, sıkıntıyla iç geçirdim.
Bir sonraki karşılaşmayı bıkkınca beklerken
yaşlı adam Nial’ı yanına çağırdı. Nial saygılı bir tavırla adamı dinledikten
sonra tüm grup ayağa kalktı ve alanı terk etti. Nial onlar gözden kaybolana dek
arkalarından baktı. Gözlerindeki öfke köze dönüşmüş bir halde bize döndü ve her
birimizi teker teker süzdü.
Kızgın bakışları benim üzerimde durdu ve tok
bir sesle konuştu.
“Jai, sen seçildin!”
Yanlış duyduğumu düşünerek önce hareket
etmedim. Kuarta bağırmasaydı, durmaya da devam edecektim.
“Hile var! Bu… Bunu seçemezsiniz!”
Nial ateş saçan gözlerini adama çevirdi.
“Neden seçemezmişiz?”
“Bir yarışma bile kazanmadı!” diyerek öne
adımladı ve beni gösterdi. “Ayrıca o… O, bir kadın!”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder