Kehanet / 1.Kısım






***
Kudretlilerin yeryüzünde yürüdükleri zamanlardı o günler.
  Sözleri sözdü asil yüreklerin, çünkü halklar özgür ve topraklar bereketliydi derler.
  O konuşanlar ki, şimdi toprağın altında kuru kemikler...
  Girince saf kalplere, kuşkunun zehirli tohumları
  Ayrıldı, kudret bedenden ve zayıfladı ruhlar...
  Kelimeler zamana karıştı, vakit beklenir oldu.
 
  Derler ki; Kehanetler ortaya çıktığında, düşecek maskeler
  Yıkım ve ölümü beraberinde getirecekler...
  Zamanında, masum zihinlere kötülük ekenler...
 
  Umut hala var...
  En karanlık şafağın ardından birlikte yükselecekler,
  Ya da şafakla birlikte mezarlarına gömülecekler.

  Kehanet çemberi tamamen kapanana dek hala umut var...

***

            "Büyük sırlar vardır, saklanması icap eden. Kudretli insanlara ait olan sırlar, bir gün çözülmeye mahkûmdur." Parmaklarını yavaşça açarken devam etti. "Zaman, sırları kehanete dönüştürür ve elçiler söze döker." Avuçlarını yukarı gelecek şekilde açtı. "İki yol sunulur, seçim yapılması için. Birinde hırsının getirdikleri..." Sağ avcundan incecik siyah bir duman süzüldü. "Diğerinde aklın sesi." sol avucunda beyaz bir duman belirdi. "Kişiye kalan yolu takip etmektir, her adımda kendinden bir şeyler bırakarak."

  ***

 


Nemli ve soğuk bir mağaranın içinde, kumaş pelerinin katmanları içinde kaybolmuş bir adam, bağdaş kurmuş oturuyordu; bir yandan da öne arkaya yavaşça sallanıyordu. Biraz ötesinde, karanlığı hafifçe çatlatan bir meşale yere saplanmış; zayıf ışığıyla, isler çıkararak dans ediyordu. Adamın çevresine çizilmiş rünler, dalgalanarak parıldıyor ve mağarayı az da olsa aydınlatıyordu. Derken rünler güçlü bir ışıltıyla parladı ve yavaşça parlaklıkları azalırken adam aniden duruverdi. Bir süre hiç kıpırdamayan küçük adam pelerinin içinde titredi ve kısa bir dua ile öne doğru eğildi. Tıslar gibi bir ses çıkardı ve kemerindeki keseye uzandı.
Ayinin gereği yavaş hareketlerle kesenin içinden siyah bir tutam ot çıkardı. İncecik parmaklarından siyah bir is çıkarak havaya karıştı. Bu bilinçli hareketi yapamıyor olması gerekirdi çünkü meditasyona odaklanınca başka bir evrene geçiş yapılırdı. Bu dünyayla işi olmazdı. Fakat bu adam sıradan biri değildi. Her iki boyuta da hakim olacak kudrete sahipti.
Otları yere bıraktı ve avuçlarının içine hava üfleyip otlara doğru avucunu açtı. Otlar birden alev aldılar. Adam sayıklar gibi sallandı ve pelerinin başlığı iyice yüzünü örtecek şekilde düştü. Mağarayı fısıltılar sarmaya başlamıştı. Adam sesini biraz daha yükseltince fısıltılar durgunlaştı ve sadece onun anlayabileceği bir dilden konuşmaya başladılar. Aynı anda o da sözleri kendi dilinde tekrarlamaya başladı.
“Ejderin kükreyişi sardığında yeri göğü, korku süzülecek karanlığın kalbine… Güçler sınanacak, vakti geldiğinde. Altın denizinin ötesine geç, ölmüş olanı dirilt. Ve son savaşı başlat. Ölüm, kanatlarını açtığında, kucağına düşmekten sakın.”
Adamın kapalı olan göz kapakları aralandı ve gözleri beyaz bir ışıkla parlamaya başladı. Tüten dumanlardan bir nefes aldı ve nefesini geri verirken konuştu.
“Kehanet zamanla sarmalanıyor.”
Sözleri biter bitmez mağara bir bebek sesiyle yankılandı. Etrafına çizdiği şekiller parlaklığını yitirmeye başlamıştı. Küçük adamı saran aura titreşti ve başını hafifçe kaldırdı. Simsiyah kürelere dönüşmüş gözlerini bebek sesine doğru çevirdi. Yorgun bir sesle mırıldandı.
“Az önce beni dinlemedin mi? Henüz sıran gelmedi ufaklık.”
***

Çölü aşalı iki hafta geçmişti, yolculuk etmek zorunda kaldığımız vadiye girmeden dinlenecek bir kulübeye dahi rast gelmemiştik. Akşam çökmeden vadiyi arkamızda bırakmak istiyordum çünkü geniş bir yolu olsa da duvar misali yükselen uçurumun ortasından yürümek tedirgin ediciydi. Özellikle yanı başımızda akan nehrin ortasında ada oluşturan kayaların keskinliği de cabasıydı, ayağın kayıp düşersen vadi boyunca kayalar yüzünden lime lime olman içten değildi. Yolun tekdüzeliği bir yana alternatifi olmayan bir güzergaha zorlanıyordum sanki ve bu beni her şeyden çok rahatsız ediyordu. Neden bildiğim bir ülkeyi bırakıp hiç görmediğim topraklarda geziyordum ve nereye gidiyordum? Bu sorunun cevabı ardımsıra gelen küçük adamdı ve ona göre yolum buydu.

Vadinin sonunu işaret eden virajlı yola geldiğimizde saçlarımı kapatan örtüyü sıyırdım ve atımı durdurdum. Epey geride kalmış adama doğru döndüm.

“Atını biraz rahatsız etmeye ne dersin? Güneş batmadan bir köye varmalıyız.”

Kumaş katmanlarının arasından uyuşuk bir ses duyuldu. “Aceleye gerek yok. Yolun sonunda bir köy var ve vadiden kurtulduk. Endişelenmeyi bırakabilirsin.”

Başımı salladım. “Bu kadar emin nasıl oluyorsun anlamıyorum. Daha önce gelmediğini söylemiştin.”

“Bana güven.” Dedi ve ekledi. “Gözün açık olsun, bu halimle kimseye yakalanmak istemiyorum.”

Yukarı doğru kavislenerek uzayan yola baktım, etrafımızı saran yüksek tepelerin doruklarını gözümü kısarak kontrol ettim. Bunu o bana söylemeden de sürekli yapıyordum ama yolun sonuna geldiğimizden ve önümüzde bir köy olduğunu söylediğinden kontrolü daha sıklaştırmıştım. Yabancı topraklardaydık, bu yüzden her zamankinden daha dikkatliydim. Yokuşu çıkarken atımı dürttüm, aramızda mesafe olması uyarımı daha erken yapmamı sağlayacaktı.

“Telaşlanma Jai!” diye seslendi. “Atını zorlamanın gereği yok.”

Yaklaşık bir senedir birlikteydik, ne o benim tedbirli halime alışabilmişti ne de ben onun aşırı rahatlığına alışabilmiştim. Bunca zamandır yakalanmamış olması da ayrı mucizeydi. Her ne kadar tembel ve sivri dilli olsa da, beni takip eden adam sıradan biri değildi, efsanevi Kealan ırkının bir üyesiydi. Bir Kealan ile kolay karşılaşamazdınız veya kim olduğunu anlayamazdınız. Günümüzde ise karşılaşmak çok zordu çünkü yetenekleri yüzünden nesli oldukça azalmıştı. Acımasız insanlar tarafından yakalanan bir Kealan gücü tükenene dek sömürülürdü. Kumaş katmanlarının arasında oturan adam içtiği otlara rağmen atının üstünde durabiliyordu ve bence bu da Txio’nun yeteneğiydi çünkü ırkının yeteneklerini sergilediğine şahit olmamıştım. Onunla birlikteliğim kesinlikle isteğim dışında olmuştu. Ben onu değil o beni bulmuştu. Karşı olmama rağmen bir şekilde birlikte çalışmaya başlamıştık. Şimdi ise ona verdiğim bir söz yüzünden iş imkanının fazla olduğu imparatorluğun merkezini bırakıp garip bir ülkede yolculuk yapıyordum.

Yokuş düzelmeye başladığında omzumdaki örtüyü yeniden başıma geçirdim. Çalıların ve bodur ağaçların arasında göz gezdirerek ilerledim. Akşamın karanlığı çökmüştü, engebeli devam eden taşlı patika ilerisini göstermiyordu. Atımı yavaşlattım, son tepeciğe vardığımda aniden durdum. Gördüğüm manzara canımı sıktı. Gerileyip Txio’nun yaklaşmasını bekledim. Atının tepesinde olmasına rağmen horlayarak uyuyan adamı uyandırmak için atının gemini yakaladım ve adamı omzundan sarstım. Txio düşecek gibi doğruldu ama düşmedi.

“Geldik mi?”

“Sen söyle, geldik mi?”

Txio pelerinin ağırlığını üstünden atarcasına doğruldu ve kafasını başlığından çıkardı. Uyuşuk iri yeşil gözleriyle öylesine bakındı. Saçlarının örgüleri arsızca sallanırken dudağını bükerek bana döndü.

“Akşam mı oldu?”

Atının sertçe bıraktım. “Seni işe yaramaz sıska bizi nereye getirdin?”

“Doğru yer işte Jai, tam da hatırladığım gibi.”

Dişlerimin arasından hırladım. “Benim hatırladığım kadarıyla da, köyün askeri bir karargah olduğunu söylemedin. Biliyor muydun?”

''Elbette biliyordum ama ne fark eder ki? Askeri birlik veya çiftçi köyü, ufak bir rüşvetle kalacak yer bulabiliriz. İnsanların efendisi altındır.''

''O dediğin şeyden bende az var.''

Txio umursamazca dudağını büktü ve üstünü düzeltmeye koyuldu. Aklıma gelen bir fikir gülümsememi sağladı.

“Altın yok ama nefes alan bir Kealan var. Belki rüşvet olarak seni sunmalıyım.”

Pelerinin düzeltmeyi bırakan Txio sakin bakan iri gözlerini bana çevirdi. “Bunu yapmayacağını ikimiz de biliyoruz Jai. Burası küçük bir sınır askeri köyü fazla bir şey istemezler Jai, büyütmene değmez. Hem geçiş iznimiz de var.''

''Onların sahte olduğunu anlamamaları için şimdiden dua etmeye başla, Txio.'' dedim ve aşağıya doğru ilerlerken ekledim. ''Şu görüntünü de değiştir yoksa iznini göstermeye zamanım kalmaz.''

Txio yapabildiği tek büyüyü mırıldanarak peşime düştü. Bir iki saniye sonra yanımdaki atın üzerinde uzun boylu, esmer tenli, kara sakallı, kaslı bir adam duruyordu. Bir Kaelan ancak şekil değiştirerek hayatta kalabilirdi yoksa dağılan ırkının üyeleri gibi tutsak düşebilir ve sonunda ölebilirdi. Ordudan ayrıldığımdan beri, hayatımı kazanmak için imparatorluğun dört bir yanı dolaşmıştım ama sınırları hiç geçmemiştim. Ülkesiz biri olmanın ne kadar kötü bir his olduğunu, yabancısı olduğum bu topraklarda biraz olsun anlamıştım. Gizlenmek ve yaşamak için sürekli ülke değiştirmek zorunda kalan Txio'nun durumunu daha zordu. O, hep, her yerin yabancısı olarak kalacaktı.

Pelerinin başlığını düzgünce başıma geçirdim. Kılıcıma engel olmayacak şekilde pelerinimi düzelttim ve pantolonuma bağlı olan hançerlerin kınını gevşettim. Kılıcıma hemen uzanamayacak olursam, hançerlerimle ile birkaç kişiyi bertaraf edebilirim. Doğrudan saldıracaklarını sanmıyordum ama tedbir her zaman iyiydi. İlk saldırıyı püskürttükten sonrası zaten çok kolaydı.

Köy, tepe dışında çok açıkta duruyordu. Korumasızca, birkaç ağacın ve canlı olup olmadığı belli olmayan çalıların arasında kalmıştı. Sürgün yeri olarak kullanılma olasılığı aklıma geldi çünkü yerleşim olarak başka bir işe yaramazdı. İlk eve yaklaşmamızla birlikte iki tane asker meydana çıktı, ellerinde gerilmiş uzun yaylarıyla karşımızda durdular. İyi bir disiplin aldıkları hareket tarzlarından belliydi.

''Durun!''

Atımı durdurdum ve tek elimin avuç içini onlara gösterdim. Txio da aynı şeyi yapınca; az önce konuşan asker, dost selamımıza aldırmadan söylendi.

''Kimsin?''

''Gezginiz.'' dedim sakince.

“İzninizi gösterin!” dedi öne çıkan bir asker.

Txio ile aynı hareketlerle cebimizden çıkardığımız damgalı kalın parşömeni adama uzattık. Asker bize bakmaya devam ederek yaklaştı ve acele etmeden damgayı inceledi. Sahte olduğunu fark edeceğini sanmıyordum ama anlamaları halinde ne yapmam gerektiğini hesap etmeye başladım. Çok kalabalık değillerdi ama eğitimli görünmeleri canımı sıkıyordu. Sonunda asker kaşlarını çatıp arkasına doğru baktı, baktığı yöne doğru dikkatimi çevirdim. Arkalarındaki gölgelerden, geldiğimizden beri hareketsiz duran pelerinli adam kımıldandı ve öne doğru yürüdü.

''Gezginler bu yolu kullanmaz. Çölü seçmeniz şaşırtıcı.'' dedi ve başlığının altında parıldayan siyah gözleriyle bizi süzdü. Adam da bizim gibi, kumdan korunmak için siyah bir peçe takmıştı ve tamamen siyah bir çöl kıyafeti içindeydi. ''Nereye gidiyorsunuz?''

''Ana şehre.'' dedim yalan söylemeden.

Adamın gözleri kısıldı. Alıcı gözlerle bizi yeniden süzdü ve yanındakilere bakmadan konuştu. ''Devriyeye devam edin.'' dedi ve bir el işaretiyle bizi çağırdı. ''Benimle gelin, bineklerinizi burada bırakın.''

Damgayı inceleyen asker iznimizi bize geri verip yoldan çekildi. Anlamış mıydı? Anladıysa bizi neden geri göndermiyordu? Peçeli adamın rütbesini tam olarak kestirememiştim. Kıyafetinde aşina bir işaret yoktu. Gerçi olsa da nasıl anlayacaktım? Bu ülkenin askeri sistemini bilmiyordum. Fark ettiğim tek şey, bu adamın buradaki birliğin komutanı olduğu belliydi. Birliğin kaç kişi olduğu meçhul olduğundan, adamın emrini dinlemek şimdilik akıllıcaydı. Karanlık olması aleyhimeydi. Gerçi aptal Txio beni daha önce uyarsaydı, tepede öylece belirmezdim. Böylece karanlığı da lehimize çevirebilirdik.

Atımdan indim ve yan gözle Txio'nun da aynı sakinlikle inmesini bekledim. O silahsızdı, bu nedenle benim ikimiz adına da dikkatli olmam gerekiyordu. Görevim dolayısıyla bu durumlara aşinaydım, benim için alışkanlık olmuştu. Komutanın peşinden basit yapılmış taş evleri geçtik. İlerledikçe köy hakkındaki düşüncelerim değişti. Sürgün yeri olması mantıksız geldi, savaş halindeki bir birlikten daha uyanıktılar. Üstüne üstlük tahminimden daha çok asker vardı ama baş edebileceğime emindim. Birbirinin aynı altı evden birinin önünde duran adam, bize döndü.

''İçeri girin.''

''Sorgulama için mi?'' dedim adamın karşısında dikilerek.

Boyum uzundu ama adam benden bir karış daha uzun olduğundan kibirli bir tavırla tepeden baktı.

''Sorgulamama gerek var mı?'' dedi. ''Bu gece için benim misafirim olacaksınız.''

''Sıkıntı vermek istemeyiz.'' dedim. ''Yakınlarda bir han var mı?''

''Yok!'' dedi adam ve uzanıp kapıyı açtı. Geçmem için çekildi. ''Ayrıca kendi sağlığınız için, umarım bana sıkıntı vermezsiniz.''

Üstü kapalı tehdidine karşılık adamın yüzüne kayıtsız bir bakış atarak içeri girdim. Penceresiz evin içi dışarıdan daha sıcaktı, masanın üzerinde yanan yağ lambasının sayesinde odaya hızlıca göz attım. İki odalı evin ortasında kare şeklinde bir masa vardı ve yarı bırakılmış bir yemek üzerindeydi. Sabahtan beri hiçbir şey yemediğimi anımsadım. Çorba kâsesinin yanında duran ekmek bile gözüme hoş göründü.

''Aç mısınız?''

Adama doğru döndüm. Pelerinini üzerinde çıkardı ve hafif zırhlı kıyafetiyle kaldı. Belindeki kılıçtan başka silahı yoktu. Başındaki başlığını çıkarırken adamın sorusunu, ikimiz adına yanıtladım.

''Hayır.''

Başlığın altından, siyah kısa sakalın örttüğü düzgün hatlara sahip bir yüz ve omuzlarına değen kıvırcık saçlarıyla oldukça genç biri çıktı. Deri zırhının altında ince kumaştan dizlerine kadar uzanan bir üstlük vardı ve onun altında da daha kalın kumaştan gömlek ve pantolon. Hayatım boyunca hiç böyle bir askeri üniforma görmemiştim. Süsü yoktu, rütbesinin düşük olduğunu tahmin ettim. Adam yan gözle Txio'ya baktı.

''Ya sen?''

Txio başını sağa sola salladı. ''Aç değilim.''

Adamın kendine güveni karşısında şüphelendim. Komutan olabilirdi ama ne olduğu belirsiz iki kişiyle aynı odada kalmaya cesaret ettiğine göre; adam ya çok pervasızdı ya da yeteneklerine çok güveniyordu.

Adam masaya doğru yürürken peçemin altından Txio'ya kısa bir bakış attım. Bu yolda karşılaşacağımızı bile bile neden askerlerin arasına atılmıştı? Txio her zamanki kayıtsızlığı ile üstündeki pelerinini çözdü ve başlığını indirdi. Büründüğü kılık ve iri bedeni, onu olduğundan daha tehdit edici birine çevirmişti ama görünenin aksine, odadaki tehdit edici kişi bendim. Komutan, yemeğin başına otururken konuştu.

''Anlatın bakalım, şehre gitmenizin amacı ne?''

Txio komutanın karşısındaki sandalyeye doğru yürüdü. Ben hala tedbirli bir tavırla dikiliyordum. Sorgu normaldi, sınırı korumakla görevli olan birinden beklenebilecek bir şeydi. Özellikle güvenli ve rahat bir yol yerine, sıkıntılı bir çölü tercih etmiş olan iki yolcuyla karşılaşmışken.

''Bizler gezginiz.'' Dedim soğuk bir sesle. "Belli bir amacımız yok."

“Belli olan tek amacınız, ana şehre gitmek mi?”

Sorusu çok yerindeydi, zeki adama karşı dikkatli konuşmakta yarar olduğunu düşünerek tekdüze bir sesle cevap verdim.

“Ana şehir sadece bir hedef olabilir, gezginlerin asıl amacı yol almaktır. Bu amacın altında başka bir şey aramak pek mantıklı değil.”

Komutan kaşlarının altından bana baktı. İnanmadığı çok belliydi ama benden başka bir cevap alamazdı. Ben bile neden gittiğimizi bilmiyordum, keza Txio'nun da bildiğini sanmıyordum. Uyuşmuş kafasından uydurduğu aptalca bir dilek yüzünden bu yola düşmüştük. O sözü verdiğim güne lanet ediyordum. Kendimden geçecek kadar içecek ne vardı? Sırf sarhoş kafasının yarattığı bir kapris olduğuna emin olmaya başlamıştım ki, bu durum beni şaşırtmazdı.

 ''Gezgine benzemiyorsunuz.'' dedi komutan parçaladığı ekmeği ağzına attı.

''Kuşkunuz çöl yüzündense.'' dedi Txio, kalın bir sesle. ''Bu, benim hatam. Kısa olduğunu sandığım için çölü seçmiştim ama diğer yolu tercih etseydik, daha rahat bir şekilde şehrinize varacaktık.''

''Acelen neydi?'' dedi adam. Pelerinimin içinde, hançerlerimin saplarını kavradım. Hareketimi sezmesi mümkün değildi ama adam yine de kuşkulu bakışlarla bana döndü. ''Yetişmen gereken bir şey mi var?''

Ben ağzımı açamadan Txio lafa girdi. ''Daha konforlu bir han olabilir ve konuksever biri.''

Komutan sulu çorbasından bir kaşık aldı ve ekmeğiyle çiğnedikten sonra sırıttı.

''İşte, onu hiçbir yerde bulamazsınız.'' Dedi bana bakarak ve neşesiz bir tavırla sırıtmaya devam etti.

''Fark ettik.'' dedim adamın siyah gözlerine bakarak.

Adam başıyla Txio'nun yanındaki sandalyeyi işaret etti. ''Şimdilik sandalye ile yetin gezgin.'' dedi. ''Bakarsın konukseverliğim tutar.''

Odanın ortasında dikilmenin bana bir yararı yoktu. Sandalyeye doğru yürüdüm. Yemeğine dönen komutanın rahat tavırlarına dikkat kesilmiştim. Gerginliğimi yürüyüşümden okuyan Txio sakin ve kibar bir sesle konuştu.

''Bineklerimiz dinlendikten sonra yola çıkabiliriz, tabi izniniz olursa.''

Komutan ses vermeden yemeğini yemeye devam etti. Karşımdaki adama dikkat etsem de, kulağım dışarıdaki seslere odaklanmıştı. En küçük bir kılıç sesinde, komutan saydıkları adamı acımadan öldürmeyi hesap ediyordum ama dışarısı ölüm kadar sessizdi. Kurulmuş bir tuzak kokusu almıyordum. Adam sonunda kil testiden suyunu içti ve doğruldu.

''Sabahı beklemeniz gerekecek.'' Kısılan bakışlarıma aldırmadan devam etti. ''Devriye raporu sunmak için yarın ana şehre gideceğim. Yolu yeniden şaşırmamanız için siz iki gezgine yardımcı olabilirsem, çok sevinirim.''

Txio hemen atıldı. ''İlginiz için teşekkür ederiz. Nazik teklifinizi memnuniyetle kabul ediyoruz, değil mi Jai?''

''Elbette!'' diye dişlerimin arasından homurdandım.

Peşimize bir de bu tuhaf ve rahatsız edici adamı takmadığı kalmıştı. Fakat sorunsuzca yola düşmek için bu adamın iznine ihtiyacımız olduğunu ben de biliyordum. İlk defa geldiğim bir ülkede, rast geldiğim ilk sınır birliğini katletmek hoş karşılanmazdı. Üstelik sonunda altın da alamayacaktım.

Adam hala üzerimde olan pelerin ve peçeye kaşlarını çatarak baktı.

''Pek hoşuna gitmedi?'' dedi sorgulayan bir sesle.

''Gitmesi mi gerekiyordu?'' dedim kibar olmaya çalışmadan.

Adam sakalını kaşıyarak omzunu silkti. ''Konukseverlik arıyordunuz.''

Yorum yapmadım. Kimsenin konukseverliğine ihtiyaç duymadığımı bilmesi gerekmiyordu. İhtiyacı olan kişi ben değil, Txio idi. Adamın lafını düzeltmeden sandalyemde dimdik oturdum. Kavga etmek şu durumda akıllıca değildi ve anlaşılan bazen ben de kontrolümü sağlayabiliyordum. Sırtımdaki kılıcın varlığını adamın fark ettiğini düşünüyordum ama parmaklarımın arasındaki hançerleri tahmin etmiyordu. İlgisini sadece kılıca çekmek daha akıllıcaydı.

''Madem bir süre için yoldaş olacağız.'' dedi Txio. ''İsimlerimizi öğrenmemiz iyi olur. Benim adım Txio ve arkadaşımın ismi de...'' dedi ve beni işaret ettiğinde sözünü komutan tamamladı.

''Jai.''

''Ah!'' Txio sırıttı. ''Daha önce söylemiştim değil mi? Ne kadar dikkatlisiniz.''

Detaylara bu denli dikkat ettiğine göre; çöle açılan sıradan bir sınır birliğinin başına bu kadar genç yaşta komutan olarak atanması normaldi. Adam bize gösterdiğinin fazlasıydı.

Adam Txio'ya bakarak konuştu.

''Benim adım da Nial, sınır devriyelerini denetlemekten sorumluyum.''

Rütbesini söylememişti, ilgisiz durmak gerekiyordu ben de öyle yaptım. Tepki ölçmeye çalıştığına göre, amacımızın ne olduğunu öğrenmeye kesin niyetliydi. Askeri bir konu olup olmadığını anlayana dek sorgulanacaktık anlaşılan. Benim yerime Txio sorgulamaya davrandı, nedense.

“Yetenekli bir asker olmalısınız.” Dedi Txio gayet arkadaşcıl bir tavırla. “Bu kadar genç yaşta stratejik bir birliğin komutanı olmak azımsanacak bir görev değil.”

Adam ifadesiz bir suratla Txio’ya baktı, bir süre. Sonra soğuk bir alayla konuştu. “Sorumluyum dedim, bu birliğin komutanı filan değilim.”

Txio hiç bozulmamıştı. “Şimdi anladım.” Dedi ve samimi bir tavırla gülümsedi.

Nial onun niyetini anlamak ister gibi bir süre Txio’ya baktıktan sonra yavaşça ayağa kalktı.

''Burada kalabilirsiniz. Sabah erkenden yola çıkacağız, hazırlığınızı ona göre yapın. Size temizlenmeniz için su göndereceğim.'' Kapıya doğru yürürken ekledi. ''Bu arada alnınızın ortasına ok yemek istemiyorsanız, sabaha dek sakın dışarı çıkmayın.''

Adam kapıyı kapatınca doğruca Txio'ya gözlerimi diktim. Sohbetin amacını ben de adam kadar anlamamıştım ama umurumda değildi. Durum için kızgın olduğum Txio da benim kadar huzursuzdu ama sinirli değildi. Tozlu pelerinimi çözerken homurdandım.

''Bir daha aptalca konuşursan o dilini kesip sana yediririm Txio!''

''Sakin ol Jai.'' Dedi büyüsünü dinlendirmek için eski haline dönerken. ''Eminim her şey yoluna girecek, ayrıca benim görüme göre...''

''Görü filan değildi baş belası!'' dedim, öfkeyle onun lafını ağzına tıkarak. ''Kafan içtiğin otlar yüzünden hayaller içindeydi.''

''Onlar benim odaklanmamı sağlıyor.'' dedi kibirlice bana bakarak. “Gereksiz değil.”

''Odaklanmaymış!'' diye homurdandım ve kapının dışında bir kıpırtı duyunca, bir baş hareketiyle Txio'yu uyardım.

Kapı çalındığında Txio çoktan büyülü sözleri söyleyip kılık değiştirmişti. İki asker ellerinde ikişer kova su ve bezlerle içeri girdiler. Nial gibi sade giyinmişlerdi ama yüzlerinde peçe yoktu. Askerler, benim peçesiz yüzüme garip bir şaşkınlıkla bakarak kovaları kenara bıraktılar ve Txio onlara teşekkür ederken bakışlarını nihayet benden çevirdiler. Cevap vermeksizin kapıdan dışarı çıktılar.

Askerler çıkınca diğer odaya gittim, penceresiz odada bir yatak ve birkaç parça kıyafetin olduğu deri bir çanta vardı. Adamın bize kendi kaldığı evi verdiğine inandım. Acaba bu konukseverliğinin ardında başka bir şey mi vardı? Tahta yatağın sağına soluna baktım, diğer odadan gelen ışık yetersiz olduğundan elimle de yokladım. Normal bir yataktı, temiz çarşaflara özlemle baktım. Temiz bir yatakta yatmayalı çok olmuştu, rahatlık benim için önemli değildi ama çöl gezisinin ardından derin vadi yolunu geçmek iflahımı kesmişti.

Nial’ın kıyafetlerini kontrol etmek için çantayı kapının önüne getirdim. Kaliteli kumaştan toprak rengi bir gömlek ve ipek kumaş kemerli kahverengi bir pantolon vardı. Uzun ceketi andıran üstlük bile oldukça kaliteliydi, yaka ve omuz kenarları gümüş iplikle işlenmiş koyu kahverengi ipekli bir kumaştan yapılmıştı. Nial'ın basit bir asker olmadığını ispat edercesine, göğüs kısmında garip şekilli bir işleme vardı. Kıyafetleri çantasına aynı biçimde bırakırken odaya, yıkanıp temizlenmiş Txio geldi. Elindeki lambayla odaya göz attı ve iç geçirdi.

''Tek yatak.''

''Evet.'' dedim ve diğer kovalara doğru yürürken ekledim. ''Salondaki sandalyeleri birleştirirsen, kolayca sığarsın.''

''Ya Nial geri gelirse...'' dedi peşimden gelerek. ''Beni normal halimde görmesi pek hoş olmaz.''

Kovaları ve bezi aldım. ''Aynı odada kalabiliriz ama yatak benim!''

Txio yenilgiyle iç geçirdi ve ben temizlenene kadar salonda bekledi. Kıyafetlerimdeki tozdan tamamen kurtulamasam da temizlenmek iyi gelmişti. Kovanın içindeki pis suya bakılırsa, en az bir düzine kova daha gerekiyordu. Elimdekiyle yetinerek, yatak odasına iki sandalyeyi taşıdık ve birleştirip Txio için kötü bir yatak yaptık. Kılıcımı yatağın altına, hemen ulaşabileceğim bir yere kaydırdım ve kapının ardında da kalan tek sandalyeyi ittirdim. Kapının açılması halinde sandalyenin çıkaracağı en ufak ses, yorgun olan beni kolayca uyandırırdı. İşim bittikten sonra Txio'nun sızlanmaları karşısında vicdan azabı filan duymaksızın, komutanın tertemiz yatağına uzandım ve yastığın altındaki hançerime elimi atarak uykuya daldım.

Ertesi gün güneş doğmadan uyandık, kurutulmuş geyik eti ve sert çavdar ekmeğinden yapılmış kahvaltımızı çabucak yaptık. Dışarı çıktığımızda Nial çoktan atına kurulmuş, bizim atlarımızın yanında bekliyordu. Biz atlarımıza doğru yürürken adam yanındaki askerle konuşmayı bırakıp doğruldu. Başka bir asker de koşarak barakaya girdi, çıktığında elinde dün gece karıştırdığımız çanta vardı. Asker çantayı Nial’ın atının terkine asarken biz de atlarımıza binmiştik. Txio ile selamlaşmadan sonra bana kısa bir bakış attı. Benden tepki olarak ifadesiz bir surat görünce nefeslenip önüne döndü.

İri ve güçlü bir ata binen Nial bizden birkaç metre önde olduğu halde dikkati bizdeydi, güvenmiyordu. Gerçi önden gittiği sürece çekinmesi normaldi. Bu kibrini saçma buldum, ben olsam en azından yanımızda ilerlerdim. Sonuçta biz yabancıydık, niyetimizi bilmiyordu. Anlattığımız hikayeye de inanmadığı belliydi. Bu adamın özgüveni inanılmazdı, ya da bizden bir şey beklediğinden önden giderek tahrik ediyordu. Ucunda para olmadığında kimseye saldırmayacağımı bilmiyordu.

Txio'nun başı aşağıya düşmeye başladığında atımın yularıyla onun bacaklarına vurdum. Yola çıkalı en fazla dört saat olmuştu ve Kaelan’ın uykusu gelmeye başlamıştı. Uykulu gözlerini açtı ve çatlak bir sesle söylendi.

''Mola mı?''

''Hayır!'' diye kestirip attım.

Sesimizi duyan Nial atını durdurdu ve biz yetişene kadar bekledi. ''Atları dinlendirmemiz gerek.'' dedi Txio'ya bakarak. ''Mola versek iyi olur.''

''Yolumuz uzun mu?''

Nial bana baktı ve peçesini yüzünden sıyırdı. ''Molasız gidilmeyecek kadar uzun.''

''Başka bir yere uğraman gerekiyorsa biz devam edelim.'' dedim.

Garip bir şekilde parıldayan siyah gözlerini bana dikti. Bir karar vermeye çalışır gibi ölçüp biçti ve sakince konuştu. ''Doğruca şehre gidiyoruz, kapılar görünene dek benden ayrılmayacaksınız. Bu, bir öneri değil.''

Yarım ağızla sırıttım. Büyük konuşuyordu. Ve bana emir veriyordu. Txio yüzümü görmeksizin gelen fırtınayı anlamışçasına söze karıştı.

''Çok kibarsın Nial, çok memnun oluruz. Senden iyi rehber mi bulacağız?''

Nial benden bir tepki bekliyordu, istediğini alamadı. Bineklerimizden indik ve ağır olan çantalarımızı üzerlerinden indirip, dinlenmeleri için hayvanları rahat bıraktık. Txio ile birlikte uğraşırken, Nial çirkin dalları olan bir ağacın dibinde oturmuş bizi seyrediyordu. Yemek için birer buğday ekmeği aldık ve mataradaki suyla katık yapıp atıştırdık. Bu ekmek, çavdar ekmeğinden daha lezizdi. Nial ise gümüş matarasındaki sıvıdan başka bir şey yemedi. Sessizliği sonunda bozan o oldu.

''İkinizin arasındaki ilişki ne?'' dedi ağaca sırtını yasladı.

''İşinle ilgisi olmayan bir soru.'' dedim tek elimi boşa çıkarmak için matarayı yana bıraktım. İşin doğrusu Nial biraz canımı sıkmaya başlamıştı.

Nial yarım ağızla sırıttı ama onun da siniri bozulmuştu. Karşı çıkılmasına pek alışık değildi. ''O halde işim olan bir soru sorayım. Nereden geliyorsun?''

“Belli değil mi? Yoksa laf olsun diye mi soruyorsun?”

Nial dudağını büküp doğruldu. “İmparatorluk büyük, kim bilir nereden geliyorsunuz?”

''Harok.'' dedim. ''İkimiz de Harokluyuz. Nerkah imparatorluğunun merkez krallığıdır.''

Yalandı. Txio bir Kaelandı, yani tamamen yabancıydı; ben... Bilmiyordum ama Harok’tan olmadığımı biliyordum. Nial yan gözle Txio'ya baktı ve yeniden bana dönerken konuştu.

''Nerkah'ı bilirim. Sen neden sürekli savunmadasın?''

Sadece adama baktım, sessizlik Txio’yu rahatsız etmiş olacak kımıldandı. “Kesinlikle şahsi almamanız gereken saçma bir huyudur Nial, zaman geçtikçe alışıyor insan.”

Nial bakışlarını elindeki mataraya indirirken hafifçe sırıttı. Txio’nun lafını komik bulmuştu ama ben hiç komik bulmamıştım ve ona da bunu hissettirmek için ters bir bakış attım. Sonra görüşürüz demek istediğimi anlamıştı. Boğazını temizleyip doğruldu.

“Yola çıkalım mı?”

Nial ve Txio pelerinlerini çıkarmışlar yan yana önümde ilerliyorlardı. Nial da en az bizim kadar sessiz biriydi. Çantası, kılıcı ve kemerindeki bıçağından başka eşyası yoktu. Kıvırcık saçlarının altında görünen altın halka küpesi dışında başka takı takmamıştı. Kendine güvenli duruşunu saymazsak, sıradan bir yolcudan farkı yoktu. Ona bakan dikkatsiz gözler, adamın asker olduğunu anlamazdı.

Akşama doğru Kalgan isimli bir kasabaya vardık. Garip grubumuz dar ve kalabalık sokaklardan geçerken oldukça ilgi çekmişti. Bir süre daha ilerledikten sonra Nial, pazar yerinin kıyısında durdu. Kalabalığın gürültüsünü bastırmak için atını döndürüp bana yaklaştı.

''Kasabada kalınacak bir han var, diğerleri uygunsuz.'' dedi ve başıyla sağdaki iki katlı taş binayı işaret etti. ''Benim bir yere uğramam gerek, sonra sizi burada bulurum. Başka bir yere gitmeyi düşünmeyin.''

Ve cevap beklemeden atını döndürüp kalabalığa karıştı. Txio beni uyarana dek adamı kalabalığın içinde izledim.

''Düşmanca davranmaya gerek yok değil mi Jai?'' Bakışlarımı esmer tenli yol arkadaşıma çevirdim, Txio sakin bir sesle ekledi. ''Yetkili bir asker olduğuna eminim. İş bağlantısı konusunda yardımcı olabilir.''

''Harok’ta yeterince iş vardı.'' dedim tersleyerek. ''Buraya kadar gelmeye ne gerek vardı?'' adam ağzını açamadan homurdandım. ''Bir kez daha göründen bahsedersen, kafanı gövdenden ayırırım Txio!''

Sokak boyunca sıkışmış insanlara göz attım ve Txio'ya döndüm. ''Hayvanları değiştireceğim. Hızlı ve dinlenmiş bir at işimize daha çok yarar.''

"Yani kaçmamız gerekirse..." diye mırıldanan Txio başını salladı ve atından indi. Sırt çantasını çözerek hana doğru döndü. ''Sen hallet, ben de oda ayarlayayım.''

Hayvanları elden çıkarmak zor oldu. Pazarda sadece iki satıcı vardı ve pazarlık konusunda hiç esnek değillerdi. Sonunda değiştirdim, daha iyi birer atla birlikte kalabalıktan kurtulmak için pazarın sokağından sıyrıldım. Oldukça loş ve dar bir sokaktaydım. Birbirine bitişik nizamda evler sıralanmıştı ve çoğu, eski bina izlenimi veriyordu. Handan uzakta kaldığımı fark edince, ata binip o yöne dönmeyi düşünürken, sıradan bir evin kapısına yaslanmış biri gözüme ilişti.

Tanıdık pelerinli adam, kısa boylu ve zayıf bir adamla konuşuyordu. Bu normaldi ama asıl tuhaflık, ıssız sokağa rağmen fısıltıdan daha sessiz bir sesle çabucak konuşmalarıydı. Adam Nial’in dediklerini büyük dikkatle dinledi, sonra başını sallayarak karşılık verdi. Son dediği dışında ne konuştuklarını duymamıştım. Zayıf adamın hareketlerinden bir emir aldığı belliydi. Çünkü başını sallayıp ‘yola hemen çıkarım.’ demişti. Nial doğrulunca, hemen atları çekip köşeye, gölgelere çekildim. Fazla beklememe gerek kalmadan, Nial atıyla sokaktan aşağıya doğru hızla geçti. Tanınmamak için pelerinine iyice sarılmıştı ve başı öne eğik, düşünceliydi.

Boş sokağa bir göz attım. Atların yularını duvarın çıkıntısına geçirdim. Gölgelerden çıkıp sakin adımlarla, sondaki eve doğru yürüdüm. Evin önünden yavaşça geçtim ama sıkıca kapalı perdelerin arasından ışık dahi sızmıyordu. Bizi hiç tanımayan bir adamın bize bu denli detaylı bir tuzak kurması saçma geldi. Kime ne emrediyordu? Zayıf adam kimdi? Onca askeri varken neden tenha bir sokaktaki adama ihtiyaç duymuştu? Geri gidip az önceki kuytu köşeme sığındım. Tam zamanında saklanmıştım. Nial’ın uzaklaşmasının ardından çok geçmeden evin kapısı açıldı ve zayıf adam yolculuk pelerini üzerinde sokağa çıktı. Çabucak etrafa bakınıp hızlı adımlarla ileri yürümeye başladı. Takip etme isteğiyle kımıldandım sonra vaz geçtim. Elimde iki atın yuları ile gereksiz bir takip yapmam saçma olacaktı.

Hana vardım ve atları ahıra bıraktım. Orta halli bir handan beklendiği gibi, iyi bir hizmeti yoktu. Atları yemlemesi ve tımarlaması için genç bir çocuğa gümüş para verdiğimde, çocuğun gözleri ışıldadı. Saygın konukların buralara uğramadığı belliydi. Taş bina, etraftaki evlerden daha büyüktü ve pazarın etkisiyle müşteri bakımından kalabalıktı.

Txio'yu masada Nial ile otururken buldum. Ben son anda kaptığım sandalyeyi yanlarına çekerken, Nial soğuk bir bakış atarak söylendi.

''Neredeydin?''

Adama bakmaya gerek duymaksızın yanımızdan geçen garson kızı durdurdum ve yiyecek bir şeyler istedim. Kız masaya elindeki tepsiden bir maşrapa meyve birası bırakırken çapkın bir bakışla Nial'ı süzmeyi ihmal etmedi. Garsonun yakında olma nedeninin Nial olduğunu anladım. Şükür, adam bir işe yaramıştı.

Nial seslice sorusunu yenileyince ona döndüm.

''Bana sürekli soru sorulmasından hoşlanmam asker.'' Dedim sakin bir sesle.

Nial bana doğru eğildi, kara gözleri tehlikeli bir parıltıyla ışıldadı. ''Ben de sorumluluğum altındaki insanların ortadan kaybolmasından hoşlanmam. Şehre kadar sözümden çıkmayacaksın ve gözümün önünde olacaksın.''

''Sorumluluğun altında değiliz.'' dedim maşrapaya uzandım. ''Sen kendi işine bak, biz de kendimizin. Aynı yolu kat ediyoruz diye, emrini dinleyecek değilim.''

''Seni hapse attırmak tek bir sözüme bakar.'' diye homurdandı.

Büyük bir yudum aldım keskin tadı, boğazımı yakarken umursamazca etrafa bakarak söylendim.

''Seni engelleyen yok.'' dedim. Kalabalık daha çok küçük tüccarlardan ve günü kapamış satıcılardan oluşuyordu. İlginç bir şey yoktu. Öfkeli Nial'a geri döndüm. ''Tabi senin amacın dışında, seni engelleyen yok.''

Nial'ın kaşları iyice çatıldı. Sakladığı her neyse, şehre bizimle gitmesini gerektiren bir şeydi. Ayrıca kime haber gönderdiğini de merak ediyordum. Dikkati elden bırakmamalıydım. Txio öne doğru eğildi ve Nial'a dikkatlice baktı. Merakla sordu.

''Biz senin tutuklun muyuz?''

Onun sakin sorusuna karşılık Nial sinirle ona bakıp cevap verdi. ''Hayır, fakat şehrin kapılarına kadar benim sorumluluğumdasınız.''

''O zaman bizi sorunun yapma!'' dedim.

Yemeğim gelince hepimiz doğrulduk ama gerginlik havada asılı kalmıştı. Garson kız ikisinin boş tabaklarını aldı. Yemeğimin parasını aldıktan ve içkileri tazeledikten sonra yanımızdan ayrıldı. Nial diş geçiremediği için bana kinlenmişti. Pelerinimin başlığını geriye indirdim ve yemek olarak getirilen yanık kokulu, baharatlı, sulu et yemeğini yemeğe başladım. Ekmek parçasından beri bir şey yemediğim için oldukça acıkmıştım.

Txio boğazını temizledi.

''Nial, önümüzdeki uzun yolu düşünürsek, anlaşmaya çalışmamız gerektiğini düşünüyorum. Şehre kadar bizimle gelme ısrarını anlayamasak da, arkadaşlığın bizim için problem değil. Özgür olduğumuz için bizi sorgulamayı bir kenara bırakıp rahatlamaya ne dersin?''

"Bizi kendine iş edinmiş Txio, boşuna nefesini tüketme!" dedim kaşlarımın altından Nial'a bakarak.

Nial sıkıntısının kaynağı benmişim gibi bana ters bir bakış attı ve masadan kalkıp bara doğru yürüdü. Adam uzaklaşınca Txio masanın üstüne eğildi ve fısıldadı.

''Adamla ters konuşmayı bırak artık Jai. Onun ormanında olduğumuzu unutma!''

''Biliyor musun Txio?'' dedim kaşlarımı çatarak. ''Umurumda değil. Bize bela olan kendisiydi, şimdi de emir vermeye çalışıyor ve parasını ödemeden kimse bana emir veremez!''

Txio yarım ağızla ekledi. ''Parasını verenler de emir veremiyor ya, neyse.''

Kimi kast ettiğini gayet iyi biliyordum. Fakat o pislik adam, yaptığımı hak etmişti. Sırf kendisine yanlışlıkla dokundu diye yaşlı bir adamı dövmemi emretmişti, ben de cevap olarak onun besili şiş suratının ortasına yumruğumu gömmüştüm. Adam ayılır ayılmaz beni kovmuş ve biz, bu küçük anlaşmazlık yüzünden, zengin şehirden uzun bir süre iş alamamıştık. Hapse girmemem büyük şanstı.

Txio'ya cevap vermeksizin türlü insanın dolandığı salona bakmaya devam ettim. Eğlenmek için bakınan müşterilere, fahişeler yardım etmeye çalışıyorlardı. Hatta bir tanesi de barda dikilen Nial'a musallat olmuştu. Kadın, beline kadar uzanan siyah saçları ve esmer teniyle oldukça hoş genç bir fahişeydi. Nial'a kendini sunarken tüm işvesini kullanıyordu ama görünüşe göre pek işe yaramıyordu.

''Öğrendiğime göre en az üç gün daha yolumuz kalmış.'' diye konuşan Txio'ya döndüm. ''Molalarla çok yakında büyük şehirde oluruz, sabırlı olmalısın.''

''Bu ülkeyi sevmedim.'' dedim yüzümü buruşturarak. ''Fırsat varken şu sözde görünün ülkesini değiştir.''

''Nesini sevmedin?'' dedi Txio. ''Sanki geldiğimiz yer daha mı iyiydi?''

Geldiğimiz yer daha iyi değildi elbette. Soysuzların yönettiği bir imparatorluktan ne beklenirdi ki? Tepede hanedan içinden seçilen bir imparator oturuyordu, adam sadece güçlülerin korunduğu bir sistemle ülkeyi yönetiyordu. Bu sistem yüzünden benim gibilere ihtiyaç vardı, tokları açlardan korumak için. Çünkü halk çok fakirdi ve zengin insanların onlardan korunması gerekiyordu. Bir yerden bir yere giderken; ben ve benim gibileri, koruma olarak kiralarlardı. Bu işi aynı kişi için sürekli yapmayı seçebilirdim ama uzun bir süre, aynı pisliğe dayanamıyordum. Korumak için para aldığım birine zarar vermem hoş karşılanmazdı. Uzun süre işsiz kalabilirdim, idam da diğer olasılıktı.

Aslında fakir halk çok kötü durumdaydı, silah alacak paraları bile yoktu. Benim işim, hem onları sömüren hem de kendini halk olarak gösterip zenginleri soymaya çalışan güvenlikten sorumlu askerlerleydi. Fidye için veya adi bir soygun için zengin soyluların yollarını kesenlerin asker olduğunu herkes bilirdi ama sistem gereği kimse ses çıkarmazdı. Askerlikten ayrılma sebebim bu olmuştu. Bozuk düzene uymak istememiştim. Zaten zorla bulunduğum ordudan, bayağı uğraşarak beni kovmalarını sağladım ve kendime koruma alanında hiç fena olmayan bir ün elde ettim. Yeteneklerimin herkes farkındaydı. Tek sorun, uyumsuz kişiliğimdi. Her türlü silahı çok iyi kullanabilirim ve şimdiye kadar hiçbir dövüşü kaybetmemiştim. Beni askerlikten kovmaları bu yüzden çok zor olmuştu. Aynı nedenle de koruma işinde, bana rağmen, müşteri bulabiliyordum. Txio sayesinde birkaç aydır daha kolay olmuştu, hiç değilse ilk görüşmede işi kaybetmiyordum.

Bu ülke ise vekil bir kraliçe tarafından yönetiliyordu. Kraliçeye danışmanlık yapan bizzat imparator tarafından seçilmiş sivil bir kurul vardı ama sonuçta tek yönetici, kraliçeydi. Ana ordu kraliçenin emrindeydi. Hanedanın başında olan vekil kraliçe, kuzey sınırından gelen bir kadındı ve bu yüzden onun akrabalarının çoğu, iyi görevleri ele geçirmişlerdi.

İsyancı küçük bir topluluk dışında pek sorunları yok gibiydi. Gizemli topluluğun amacıyla hiç ilgilenmedim, hırsızlık olduğunu tahmin ediyordum ve görünüşe göre pek sorun yaratmıyorlardı. Halk onlar hakkında konuşmaktan çekinmiyordu Konuşulanlardan anladığım buydu. Zaten Txio benim yerime de araştırma yaptığı için bu tarz yönetim bilgilerini öğrenmektense, insanlara odaklanmaya çalışıyordum. Yabancı bir yeri, en iyi, insanlarından tanıyabilirdiniz.

İlk gün dışında Nial bizimle fazla uğraşmadı ve tartışmaktan uzak durdu. Kaldığımız hanlarda bir iki öğün dışında görüşmedik, sohbetimiz azalmıştı. Sadece bizi izlediğini biliyordum. İlgisi Txio’dan bana dönmüştü, sanırım kimin lider olduğunu fark etmişti. Sürekli örttüğü başlığının altından izlenmek bir süre sonra sıkıcı gelmeye başladı. Üçüncü gün konakladığımız daha iyi handa da durumumuz farklı değildi. Txio ayin yapmak bahanesiyle odasına çekilmişti, bu demek oluyordu ki ot içmek istiyordu. Tek başıma oturduğum masadan kalkıp bar deskine kurulmuş Nial’ın yanındaki boşluğa yaslandım.

''Hancı, bana bir şişe juson ver.'' dedim ve bir gümüş parayı tezgaha bıraktım.

Adam arkadaki kilere giderken Nial bana döndü.

''Çok içmiyor musun sen?'' dedi şakacı bir tavırla.

Önündeki koyu sarı içkiye baktım ve soğuk bakışlarımı adama yönelttim. ''Senin kadar değil.''

Nial dirseğini tezgaha koyup bedenini bana çevirdi. ''Bak, seninle ağız dalaşı yapmaya çalışmıyorum. Beni sürekli terslemen gerekmez.''

''Ben ağız dalaşı yapmam!''

''Demek, huyun bu! Ne kadar kaba olduğunu o yüzden fark etmiyorsun.''

Hancının getirdiği şişeyi ve uzattığı para üstünü aldım. Nial hala bana bakıyordu. Bıkkınca adama döndüm.

''Seninle arkadaş olmamıza gerek var mı?'' dedim. ''Huylarım neden seni ilgilendiriyor?''

Nial yüzüme doğru eğildi, içtiği içkinin kokusu hoş bir rayihayla havaya dağıldı. ''Belki arkadaş olmamız gerekir Jai.'' dedi yavaşça. ''Ne zaman yardıma ihtiyacının olacağı belli olmaz.''

O geri doğrulana kadar gözlerimi onun gözlerinden ayırmadım. Yanından ayrılmadan önce soğuk bir sesle konuştum.

''Arkadaşlığa inanmam.'' dedim. "Yardıma da!"

Nial son lafıma yorum yapmaksızın gidişimi seyretti. İkinci kat merdivenini dönerken bara doğru kısaca baktım, dikkatli gözleri hala üzerimdeydi. Txio ile paylaşacağımız odaya girdiğimde, onun çoktan sızmış olduğunu gördüm. Asıl şekline kavuşmuş küçük bedeni yatağın üstüne yayılmıştı. Diğer yatağın üzerinde benim çantam duruyordu.

Odanın küçük penceresini açtım ve Txio'nun yaktığı otun küllerini dışarı attım. Odadaki kesif kokuya alıştığımdan pek yadsımıyordum. Yatağın üzerindeki çantayı yere bıraktım ve pelerinimi çıkarıp kıyafetimle yatağın üstüne oturdum. Elimde içki şişesinden büyük yudumlar alarak gözlerimi karşı duvara diktim.

Büyük şehirde ne yapacağımızı bilmiyordum. Etraftan duyduğum ve Txio'nun topladığı haberlere göre; bu ülke bizimkine oranla daha güvenliydi. Orta halli insanların bile yanlarında gezdirdikleri kölelerinden başka korumaları yoktu, köleler de sadece hizmet için vardılar. Ben, bu tek derdi geçim olan ülkede ne iş yapacaktım?

Şişenin yarılandığını görünce başımın hafifçe dönmesini normal karşıladım ve kalan içkiyi çantamın içine yerleştirdim. Fazla eşyam yoktu. İnce deri ve sert metal karışımı özel yaptırdığım zırhım ve silahlarımın bakımı için yanımda taşıdığım bileyi taşımdan başka demir kolluklarım vardı. Bıçaklarımı yastığın altına yerleştirdim ve kılıcı yatağın altına salladıktan sonra sırtüstü yatağa uzandım.

Şafağın sökmesine az kala uyandığımda, Txio hala uyuyordu. Hazırlanırken ona seslendim. Uyuşuk gözlerini zorla da olsa açtı ve yüzünü buruşturarak o da hazırlanmaya başladı. Çantamızı alıp aşağıya indiğimizde aşağı salonda uyuklayan iki sarhoştan başka masaları silen hancıyı gördüm. Adamdan kahvaltı niyetine yulaflı dünden kalmış ekmek aldım ve atları almaya giden Txio'yu beklemek için sandalyeye oturdum.

Merdivenlerden inen tanıdık adımları fark ettiğimde, handan ayrılmak için ayağa kalkmıştım. Arkamı dönmeden gelenin kim olduğunu biliyordum. Sandalyeye geri oturdum ve Nial'ın yanıma gelmesini bekledim.

''Tahmin edeyim.'' dedi Nial dibime gelince. ''Tam beni çağırmak için gelecektin.''

Başımı çevirip yukarı, adamın yüzüne baktım. ''Aklımı okudun.''

Nial yarım ağızla sırıtıp hancıdan ekmek istemek için bara yürüdü. Yolculuk pelerinini üzerine giymiş ve çantasını tek omzuna atmıştı. Üç ekmek alıp ikisini çantasına attı ve elindeki ekmeği kemirerek bana yaklaştı. Ayağa kalktım ve birlikte handan çıktık. Txio'yu ahırda atları eyerlerken bulduk, genç seyis daha uyanamamıştı, bu yüzden görev Txio'ya kalmıştı.

Güneş doğarken kasabadan uzaklaştık. Txio ve Nial önden gidiyordu, ben hemen arkalarındaydım. Toprak yolda daha hızlı ve rahat bir yolculuk yapıyorduk. Hava gibi çevre de değişmişti. Daha ağaçlık ve nefes alınabilir olması yol arkadaşlarımın tavırlarına yansımıştı. Kılık değiştirmiş Txio, Nial ile sıradan bir sohbet kurmuştu. Kuzeydeki yabanilerin saldırılarından bahsediyorlardı. Birliğe kavuşamamış düzensiz kabileler, yağmacı ve vahşi bir tavırla komşu ülkelerin sınırlarına sürekli saldırıyorlardı. Ülkenin son kralı, tüm ailesi ile birlikte, yaklaşık yirmi üç yıl önce katledilmişti. Bu katliamdan sonra her kabile, kendini korumaya çalışmış ve iyice düşmana dönüşmüşlerdi. Bir bakıma; halk, delirmişti. Artık insana dair bir eylem yapmıyorlardı. Krallık paramparça olmuştu.

Hiçbir ülke onların sınırından öteye geçmek istemezdi. Çünkü karşılarında savaşabilecekleri düzenli bir ordu yoktu. Yıpratıcı saldırılar karşısında, en güçlü ordu bile sonunda dağılırdı. Yabancı orduların ülkenin sarp dağlarına ve çetin hava şartlarına uyum sağlamaları zordu. Hal böyleyken karşılarındaki hayalet kabileleri sindirmek olanaksız hale geliyordu. Komşuları sadece sınırlarını, vahşi kabilelerin saldırılarından korumaya çalışıyordu. Bunlar bana anlatılanlardı, görüp şahit olduğum bilgiler değildi ve çoğu da eski bilgiydi. Çok uzun zamandır, detaya inecek kadar barbarların yanına yaklaşabilen hiç olmamıştı, yani yaklaşıp da sağ kalan. Nerkah imparatorluğu bile bu vahşilerle uğraşmaktan kaçınırdı.

''Bu gece açıklıkta mola vermemiz gerekecek.'' dedi Nial, yanıma gelerek. ''Rahatsız olmazsın sanırım.''

Yan gözle Txio'ya baktım. Uyurken büyüsünü kontrol edemiyordu, zaten zayıf büyü gücüyle bu kadar uzun süre dayanmazdı. Düşünceli bakışım yüzünden Nial güldü.

''Yanlış kişiye mi sordum?''

''Geceleri serin oluyor.'' dedim askere dönerek. “Durmadan devam etsek yolumuz çok mu uzun?”

''Ateş yakarız ayrıca pelerinlerimiz de var.'' dedi tepkime dikkat kesilerek. “Neden çekiniyorsun?”

Zaten başka çaremiz de yoktu. Txio'yu uzun ve uykusuz bir gece nöbeti bekliyordu. Umursamazca omzumu silktim.

''Ateş yakılırsa, sorun olmaz.'' Dedim sanki tek sorun oymuş gibi.

Nial, uzun ince parmaklarıyla uzamış sakalını kaşıyarak başını ileri çevirdi. ''Bence de sorun olmaz.''

Txio iri dudağını kemirmeye başlamıştı, başına geleceği kolayca kestirebiliyordu. Şimdiye kadar ikimiz yolculuk ettiğimizden, saklanması kolay olmuştu. Genelde açıklık alanda kalmamız gerekmezdi. Görevlerin çoğuna ben yalnız çıktığım için Txio'ya evde kalıp ayin yapmak düşüyordu.

Karanlık iyice çökünce yoldan ayrılıp ağaçların arasına çekildik. Gece böceklerinden başka bir ses yoktu. Fazla uzaklaşmadan etraftaki çalı çırpıyı toplayıp bir ateş yaktık. Nial hazırlıklıydı, kav taşlarını kullanarak kolayca ateşi yaktı ve çantasından sabah aldığı ekmeği çıkarıp bize paylaştırdı. Atlarımızın eyerlerine bağlı ince örtüleri de yere serdikten sonra ufak kampımızı kurduk. Pelerinli oturan bir tek ben kalmıştım. Nial ekmeğinden ısırdı ve dikkatle beni süzerken yavaşça çiğnedi. Yuttuktan sonra beni göstererek konuştu.

''Üzerinde ne saklıyorsun?'' dedi. ''Merak etme, kesenin peşinde değilim.''

Kaşlarımın altından ona baktım. Yüzünde alaycı bir gülümseme vardı. Txio kendi payını çabucak yemişti, ince örtünün üzerine yayılarak konuştu.

''Jai konuşmayı sevmez.''

Nial ona döndü. ''Acaba Jai ne sever?''

Txio başını ellerinin üstüne koyup parmaklarını kenetledi. ''Sevdiği bir şeye rastlamadım.''

Nial'ın kara gözleri birkaç saniye için bana döndü ve bir şey demeden yere çevrildi. Yolculuğumuz süresince tehdit edici bir tavrı olmamıştı ama ben hala tüm silahlarımı üzerimde taşıyordum ve Nial'dan saklıyordum. Tedbirli olmak sonradan başını duvarlara vurmaktan iyiydi. Aklım hala Kaglan’da konuştuğu habercideydi. Kime ne haber vermeye göndermişti? Gözlerimi yanan ateşe çevirdim.

''Sen ne saklıyorsun Nial?'' dedim adama bakmaksızın.

Nial'ın başını kaldırıp bana baktğını hissettiğimde, bakışlarımı yüzüne diktim. Nial doğruldu ve yarısı yenmiş ekmeği kenara bıraktı.

''İnanmadığım ama gerçekleşince şaşırdığım için şüphelendiğim bir görevi yapmaya çalışıyorum. Sakladığım şey, bu saçmalık.'' dedi sakin bir sesle ekledi. ''Yine de merakımı çeken bir saçmalık.''

Txio'nun gözlerini kapattığını fark edince, ayağına bir tekme attım. Uyumaması gerektiğini bilmiyor muydu bu aptal Kaelan? Txio homurdanarak doğruldu.

''Git, biraz odun bul!'' dedim ateşi göstererek. ''Gece boyunca yetecek kadar topla.''

Txio sinirli bir kaş çatışla ayağa kalktı ve uzaklaştı. Tehlikeyi savuşturduktan sonra Nial'a yeniden döndüm.

''Anlatırsan merakını giderebilirim belki.''

Nial güldü ve inanmaz bir baş sallamasıyla konuştu. ''Hiç sanmıyorum. Yarın büyük şehre gidince sizden kurtulacağım için anlatmasam daha iyi.''

''Sen bilirsin.'' dedim. Adamın ağzından laf alamayacaktım. Ayağa kalktım. ''Ben Txio'ya yardım edeyim.''

Karanlıkta Txio'nun yürüdüğü yöne doğru gittim. Bu gece ay ortalıkta görünmüyordu, yerini tepede asılı duran birkaç yıldıza bırakmıştı. Txio'yu elinde irili ufaklı birkaç odunla öylesine yürürken buldum. Geldiğimi fark edince durakladı.

''Tüm gece uyanık kalamam Jai.'' dedi bıkkınca. ''Şu askere benim otlardan koklatsak nasıl olur?''

Başımı sağa sola salladım. ''Hayır, bu adam kurnaz, bize de kesinlikle güvenmiyor. En ufak kuşkulu hareketimizde, düşünmeden bizi öldürür.''

''Yapma...'' dedi Txio. ''Daha o kılıcını kınından çıkaramadan sen adamı öldürürsün. Çekindiğine inanamıyorum. Ne değişti? Geçen gün hiç acımadan adamdan kurtulmayı planlıyordun.''

"Sen de engel olmaya çalışıyordun!"

Omzunu silkti. "O uykusuz kalacağımı öğrenmeden önceydi."

''Bak! Maksat onu öldürüp öldürememek değil Txio.'' dedim geriye bakarak. Görünürde yoktu. ''Yolda önden gitmesine bakılırsa bizden bir saldırı bekliyordu, daha doğrusu umuyordu. Çok dikkatli ve artık incelediği kişi sen değilsin. Saldırıya karşı bu denli rahat olması ise savaşmayı iyi bildiğini gösterir. Bence bizi ya beklediği biriyle karıştırdı ya da o vadinin dibinde bizi bekliyordu.''

"Bizi mi bekliyordu?"

"Her neyse, dediğimi unut. Tahmin etmektense, ne yaptığını çözmeyi tercih ederim. Belki bir fayda sağlarız. Sadece görünmeye çalıştığı kişi olmadığını biliyorum."

''Bir Kaelan olduğunu sanmıyorum.'' dedi Txio.

Ona baktım. ''Ben de sanmıyorum. Bir Kaelan için oldukça akıllı biri.''

Txio suratını buruşturdu ve eğilip yerdeki kuru odunu aldı. ''Sakallı adam hoşuna gitmişe benziyor.''

Sözlerinde ciddi olmadığını bilsem de, ona ters bir bakış attım. Bana bakıp sırıttı ve çalı çırpı toplamaya devam etti. Birkaç tane de ben aldım ve sert bir sesle söylendim.

''Uyanık kalıp gözünü dört açacaksın. Kendini açığa çıkarırsan sana olacak olanları engellemek için kılımı kıpırdatmam.''

''Biliyorum.'' dedi sadece.

Kampa geri döndüğümüzde Nial'ı uzanmış gökyüzünü izlerken bulduk. Topladıklarımızı kenara bıraktıktan sonra Txio, uyanık kalmak için çantasından bir kitap çıkardı. Onun kitap okumasını tuhaf bakışlarla izleyen Nial sonra gözlerini bana çevirdi.

''Sen de okuyabiliyor musun?''

Yalan söyledim. ''Hayır.''

Okuma yazma bilmek, üst bir sınıfa dahil olmak demekti. Aslında üst sınıftın hepsi de bilmezdi. Eğer o kişi, yönetimdeyse veya asil bir hanedana sahip ise okuma yazma öğrenirdi. Ordudayken, komutan bana için çok iyi bir eğitim verilmesini sağlamıştı. Onun sayesinde asillere yaraşır bir eğitim almıştım. Nial'ın bunu öğrenmesine gerek yoktu. Yine de Nial'ın yüzünde kısa bir hayal kırıklığı gördüğüme şaşırdım. Belli ki tahmin ettiği gibi çıkmadığım için bozulmuştu.

''Ya sen?'' dedim, onun yalan söyleyeceğine emin olarak.

Yattığı yerden doğruldu ve yan gözle kitaba baktı. ''Okuma yazmam var.'' dedi ve bakışları bana çevrildi. ''İyi bir eğitim aldım.''

Seçkin bir sınıfa dahil olduğunu hiç saklamadan açığa vurmuştu. Ya da bu ülkede eğitim almak çok kolaydı. Ateşin oynaştığı karanlık gözlerine baktım.

''Asil bir soydan geliyor olmalısın.''

Nial küçümser bir tavırla güldü. ''Asil bir soy...'' dedi alaycı bir sesle. ''Asillik kandan gelmez, insanın kendisinde vardır.''

Txio'nun gözlerini kitaptan kaldırdığını hissettim, bizim sohbetimiz ilgisini daha çok çekmişti. Pelerinimin başlığını düzeltirken kayıtsızca konuştum.

''Bu sözünden anladığım kadarıyla, sen kabul görmeyen, çoktan düşmüş bir hanedana üyesin.'' Nial'ın kaşları çatıldı ve sinirli bir tavırla başını çevirdi. Sözlerim hedefini vurmuş olmalıydı. Alınganlığının başka açıklaması olamazdı. Rahat bir tonda konuştum. ''Beni çözmeye çalışmazsan, ben de senin canını sıkmam Nial. Sen bir şeyler saklıyorsan, benim de saklama hakkım var. Bir daha beni sorgulama!"

Nial yüzünü buruşturdu. ''Ne özelliğin var ki, bundan rahatsız oluyorsun? Sıradan bir sohbetti.''

''Sevmem.'' dedim kısaca ve Txio'ya döndüm. ''Bu geceki nöbet senin.''

''Benim de hiç uykum yoktu zaten.'' dedi Txio homurtudan farkı olmayan bir sesle.

Sırtımı dönüp pelerinime iyice sarıldım. Hava soğuk değildi ama ellerim bıçaklarımın saplarındayken kendimi daha rahat hissediyordum. Benim de uykum yoktu ama Nial'ın sorularından sıkılmıştım. Kıpırdamadan uzun süre uzandım. Nial'ın uyumadığını biliyordum. Eline aldığı bir ağaç dalını bıçağıyla yontuyordu. Benim uyuduğumu düşünüp yavaş sesle Txio ile konuştu.

''Sen de uyu, ben beklerim. Uykum gelince, seni uyandırırım.''

''Dedim ya, uykum yok.'' dedi Txio.

''Benim de yok.'' diye dişlerinin arasından söylendi. Elindeki dalı daha sertçe yontmaya başladı. Birkaç saniyelik sessizlikten sonra kısık sesle konuştu. ''İkiniz, uzun süredir mi birlikte geziyorsunuz?''

''Sayılır.'' dedi Txio.

''Bunun kadar aksi biriyle nasıl anlaşabiliyorsun?''

Txio güldü. ''İnan, ben de bunu kendime defalarca sordum. Fakat yanıtı yok, sanırım onunla olmak bir süre sonra alışkanlık yapıyor. İnsanın kendine işkence çektirmesi gibi...''

Nial'ın da güldüğünü işitince sinirim bozuldu. İki sersem benim uyduğumu düşünüp hakkımda konuşuyorlardı, sabah bunu hesabını Txio’ya sormayı aklıma koydum. Kısık sesle gülen Nial sonunda durdu.

''Büyük şehre gidince dikkatli olun. Sizi suçlamalarına yol açacak hiçbir şey yapmayın. Köle tacirleri göz koydukları birini almak için tuzak kurup sizi mahkûm ettirebilir.''

''Mahkûmları mı?'' dedi Txio. ''Mahkûmlar köle olarak satılabiliyor mu?''

''Siz yabancısınız. Herhangi bir şey için kolaylıkla suçlanabilir ve hapse atılabilirsiniz. Köle tacirleri bedelini ödedikten sonra mahkûmları satın alabiliyor, çünkü hapse giren herkes cezası bitene kadar köle olarak sayılır. Eğer böyle bir şey olursa, başka biri tarafından bedel ödenene kadar köle olarak damgalanırsınız.''

''Çok adice!'' dedi Txio tiksinir gibi bir sesle. ''Bizler özgür insanlarız.''

Nial derin bir nefes alıp devam etti. ''Başınıza derde girerse, bana ulaşın. Her hangi bir görevliye ismimi söylemeniz yeterli. Ben size yardım ederim.''

''Merak etme dikkatliyiz.''

''Anlamıyorsun.'' dedi fısıltı gibi bir sesle. ''Köle tacirleri uyumsuz kişileri bulmakta ustadırlar ve sivri tavırlar, onların tuzağına düşmenizi kolaylaştırır.''

Ne demek istediğini ben anlamıştım. Nial'ın düşüncesine göre; yabancı olduğumuz fark edilince, bana çatmaları yeterli olacaktı. En küçük atışmada kendimizi hapiste bulmamız olasıydı ve elbette tacirlerin emrinde. Harkon'dan farkı yoktu, biz de askerler adiydi burada da tacirler. Nial aklınca, Txio'yu beni kontrol altında tutması için uyarıyordu.

''Tuzakları bize vız gelir.'' dedi Txio kendinden emin bir sesle.

''Seni bilmem de...'' dedi Nial. ''Onun işi zor.''

''Jai, aklı başında biridir. Kendini tehlikeye atacak bir şey yapmaz ama uyarın için teşekkür ederim. Göz önünde tutacağım.''

''Yine de bana haber etmeniz yeterli.''

Kendini tutamayan Txio şüpheci bir sesle konuştu. ''Bize neden yardım ediyorsun?''

Nial bir süre suskun kaldıktan sonra cevap verdi. ''Daha önce dediğim aynı sebepten. İnanmadığım görev için… Yani birkaç gün öncesine kadar inanmıyordum.''

Sohbeti kestiler ve ben de uyuyabildim. Sabaha karşı alışıldık bir horlamayla uyandım. Hemen ayağa fırladım ve sesin geldiği yönden önce, Nial'ın yattığı yere baktım. Adam sırtını, sönmüş ateşe doğru dönmüş, pelerinine sıkıca sarılmış uyuyordu. Sonra doğruldum ve sesin geldiği ağaca doğru hızlandım.

Txio asıl haline kavuşmuş, ağaca sırtını yaslamış, kısa bacaklarını önde çaprazlamış mışıl mışıl uyuyordu. Sinirle bacağına bir tekme atınca, koca gözleri aniden açıldı, hemen eğilip ağzını kapattım. Az daha küfrü basacaktı.

''Hemen şekil değiştir ahmak!'' diye fısıldadım ve elimi ağzından çektim.

Txio, az ötede uyuyan Nial'a bakarken büyülü kelimeleri mırıldandı. Ayağa kalktım. Uyumasının sebebi hemen yanında duruyordu. Handa yarıladığım şişe şu anda boştu. Bacaklarına yeniden tekme attım.

''Pis ayyaş.''

Txio homurdanarak ayağa kalktı. ''Tek başıma bitirmedim Jai, dostumuz da yardım etti.''

''Eee, değişen ne? Hala pis bir ayyaşsın.'' dedim. ''Bir daha böyle bir sorumsuzluk istemiyorum Txio, ciddiyim. En küçük ihmalinde eve geri döneriz.''

''Ama...''

''Sus!'' diye dişlerimin arasından hırladım ve sessizce uyuyan adamı işaret ettim. Fısıltıyla ekledim. ''Bir asker için çok sessiz uyuyor.''

Txio burnunu kırıştırdı. ''O saatlerdir öyle, söyledi ya, asil biriymiş.''

Küçümser bir bakış attım. ''Ne yani, asil kandan olunca horlanmıyor mu?''

''Daha kibar uyuyor olabilirler.''

''Kes saçmalamayı Txio.'' Diye tısladım ve yenice aydınlanan havaya baktım. Güneş henüz doğmamıştı, sabahın serinliği keskinliğini hissettiriyordu. Gökyüzünde tek tük büyük yıldızlar kalmıştı. ''Doğru yoldayız, değil mi?''

Txio beni onayladı. ''Doğru yoldayız. Bu adam bizi oyalamıyor.''

Bakışlarımı, uzun bedenini bir şekilde sarmalamış adama kaydırdım. ''Umarım oyalamaz da.''

Kampımızı topladıktan sonra Nial bizi bir ormana doğru yönlendirdi. Ormanın ortasından geçeceğimizi söylemişti, sonrasında büyükşehre ulaşacaktık. Ormana girer girmez sürekli örttüğü başlığını indirdi ve yüzünü açığa çıkarttı. Bize yakın ilerliyordu, neredeyse yan yanaydık.

Tiz bir kuş sesi yankılandığında biraz daha hızlandı, ona ayak uydurduk. Başka kuş sesleri de vardı ama o tiz ses, ormandan çıkana dek sanki bizi takip etti. Bunun bir işaret olduğunu anlamamak için aptal olmak gerekiyordu ve ben de aptal görünmeye karar verdim. Sorgusuzca çaktırmadan etrafa bakındım. Ağaçların tepelerinde dikkatli bakmadığım sürece fark etmeyeceğimiz insanların olduğunu görmek beni şaşırtmadı. Kuş sesini çıkaran bu ağaç renklerine bürünmüş insanlardı ve geçişimizi bildiriyorlardı. Görmezden geldim.

Ormandan çıktıktan sonra Nial biraz yavaşladı. Yol kıvrılarak bir tepeyi dolandıktan sonra aşağıya inmeye başladı. Aşağıdaki vadiye kurulmuş kocaman şehri gördüğümde şaşkınlığımı saklayamadım. Gerçekten de çok büyük bir şehirdi. Bazı alanları surlarla çevrili şehir, geniş surların ötesine taşmıştı. Tarlalar ve büyük konaklarla bezenmiş alan, ülkenin kalbiymiş izlenimini veriyordu. Tarlaların hepsinde yoğun bir çalışma vardı, köleler sıcak güneşin altında toprakla uğraşırlarken başlarında eli kırbaçlı ve silahlı bekçiler dolanıyordu.

Büyükşehre yaklaştığımızda yol toprak yoldan düzgün bir yola dönüştü. Nial yüzünde ciddi bir ifadeyle devasa giriş kapısına doğru atını mahmuzladı. Peşinden biz de koşturduk. Kapıdaki askerler Nial’ın gelişiyle dikleştiler ve kapılar biz daha ulaşamadan açıldı. Saygıyla selam durmalarına şaşırdım. Duraksamadan büyükşehre daldık. Nial dörtnala sokakları geçti ve üç katlı bir hanın önünde durdu. Koşup gelen seyise gitmesini işaret ettikten sonra atını bana çevirdi.

“Maron’a hoş geldiniz.” dedi. “Sizi ana şehre sorunsuzca getirdim, tıpkı söz verdiğim gibi.”

Txio yanımda durdu, benim yerime konuştu. “Teşekkürler Nial.” dedi. “Her şey için teşekkür ederiz.”

Nial bana bakmaktan vaz geçip Txio’ya döndü. “Sana söylediklerimi unutma Txio.” dedi soğuk bir sesle ve başıyla hanı gösterdi. “Son bir öneri olarak, burada konaklayın. Şehrin en kaliteli hanıdır.’’

Onu yardım için zorlamamıştık ama adam bizi buraya kadar getirmişti. Küçük bir kibarlığı hak ediyordu. İyiliğini takdir etmeye karar verdim.

“Merak etme, sorun çıkarmayacağız.”

Nial kara bakışlarını bana çevirdi ve yanağını kemirerek bir süre baktı. Hakkımızda hala kararsızdı. Sabırsızlanan atının başını okşayarak konuştu.

“Merak etmiyorum. Ama sorun çıkarırsanız, yeniden karşılaşmak zorunda kalırız, bunu istemezsin değil mi?”

“Bu olasılık karşısında, bir daha yüzümüzü görmek zorunda kalmayacağını söyleyebilirim.”

Nial başını kibirli bir tavırla doğrulttu ve atını çevirip sokağın yukarısına doğru sürdü. Txio derin bir nefesle söylendi.

“Adam yardımdan başka bir şey yapmadı yine de adamı tersliyorsun. Biraz daha kibar ol Jai.”

“Kibar olmayı senden mi öğreneceğim?”

“Ben iyi bir örneğim.” dedi ve karşımızdaki hana doğru baktı. “Ve çok yorgunum, hadi hana yerleşelim. Uykuya ihtiyacım var.”

Onu durdurdum. “Burada kalamayız. Başka bir han bulalım.”

“Neden Jai? Rahatlık iki adım ötemizdeyken neden bela için uğraşıyoruz?”

Adamın kaybolduğu sokaktaki kalabalığı süzdüm, görünürde yoktu. Txio’ya döndüm. “Güvenmediğim birinin önerdiği yerde kalmam.”

“Sen kimseye güvenmezsin ki!” diye sızlandı Txio.

“Sana güvendim ya!” dedim sinirli bir sesle. “Ve bak şimdi neredeyiz?”

Txio oflayarak atını çevirdi ve başka bir han bulana dek iki saat sokaklarda dolandık. Askerler ikişer kişilik devriyelerle halkı kontrol ediyorlardı. Her çeşit insan görmek mümkündü ama çoğu köleydi. Efendileri genelde rahat koltuklarında otururken köleleri her şeye koşuyorlardı. İçimde bir huzursuzluk vardı ve izleniyor hissinden kurtulamamıştım. Gerçi bu his ne zaman yabancı bir yere gelsem peşimi bırakmazdı.

İki katlı bir handa nihayet bir oda bulabildik. Hanın geniş bir de ahırı vardı. Yerleştikten sonra Txio hemen uykuya daldı ama benim karnım açtı. Aşağıya inip yiyecek bir şeyler istedim ve yemeğim gelene kadar getirdiği köpüklü içkiden içtim. Ilıktı ve ilk birkaç yudumda midem bulanmıştı. Açlıktan olduğunu düşündüm, gerçi içkinin tuhaf kokusu yüzünden de olabilirdi.

Salonun uzak köşesindeydim ve buradan herkesi görebiliyordum. Han pek seçkin olmadığından, müşterileri de ona uygundu. Akşama doğru kalabalıklaştı ve birkaç asker de eğlenmek için hana geldi. Ben ikinci tabağımla ilgilenirken yüzümü gizlediğim başlığının altından dikkatle salonu gözetliyordum. Hayatım boyunca diken üstünde yaşadığım için bu hareketim sıradandı. Txio bile bu tavrıma alışmıştı, ilk aylardaki kadar rahatsız olmuyordu.

Yanmayan şöminenin yanındaki masadan kahkahalar yükselince bakışlarımı adamlara diktim. Genç bir adam gururlu bir tavırla sandalyesinde gerindi. Yanındaki sakallı, zoraki olduğu belli bir abartı ile kahkaha atarak adamın omzuna vurdu ve seslice konuştu.

“Seni yenebilecek biri bu ülkede yok Kuarta!” dedi. “Saraya girince bizi unutmazsın, değil mi?”

Kuarta denen adam sarhoş bir sallanmayla sakallıyı itti. “Git işine, saraya girdiğimde senin sokağından geçeceğimi mi sanıyorsun?”

Çevredekiler gürültüyle adamın söylediklerine güldüler ve genç bir fahişe adama yanaştı.

“Peki, beni tanır mısın Kuarta?”

Kuarta kendine yılışan kadına alıcı gözlerle baktıktan sonra burnunu çevirdi. “Saraydaki köleler bile senden daha güzelken seni nasıl hatırlayayım?”

Kadın öfkeyle adama saldırmaya kalktı ama adam kadının bu sahte saldırısını karşılayıp kollarından tuttu ve kucağına çekti. Güçsüz karşı koymasına aldırmadan, dudaklarını kadının dudaklarına bastırdı. İçkinin tesiriyle tüm salon adamın bu gösterisini alkışladı ve ıslıkladı. Askerler bile eğleniyorlardı.

Kadın adamı uzun uzun öptükten sonra gömleğinin yakasından tutarak ayağa kaldırdı. Adamı peşinden sürükleyerek salondan çıktı. Adamın gidişinden sonra birkaç dakika daha deliren müşteriler kendi masalarına dönünce gürültü normale döndü. Garsona işaret ettim ve önümdeki boş maşrapayı gösterdim. Adam bardan içki sürahisini alıp yanıma geldi, boş maşrapaya uzanınca bileğinden tuttum.

“Deminki adam neden bahsediyor?”

“Kim?” dedi adam kaşlarını çatarak.

“Şu fahişeyle giden adam.” diye hatırlatıp içki parasının yanına bir tane daha sikke bıraktım. Garson uzandı ve sikkeleri cebine atarken sorumu cevapladı.

“O Kuarta, şehrin en iyi avcısı. Yakında prensin koruması olacak, yani sınavı geçtiğinde ki, geçeceğine eminiz.”

“Ne sınavı?” diye lafını kestim. Korumaya ihtiyaç duyan bir prens! Yeterince askeri yok muydu? Kulağıma çok saçma gelse de, bu ülkeyi fazla tanımadığım için yorumumu kendime sakladım.

Garson onu çağıran adama kısa bir bakış attıktan sonra bana hızlıca cevap verdi.

“Koruma seçimi için yapacakları zorlu sınav.” dedi. “En son üç ay önce yapılmıştı. Sınavı geçen adam, daha bir ayını doldurmadan isyancılar tarafından öldürüldü. Alnının ortasına bir hançer saplanmış halde sarayın bahçesinde bulundu. Kimse hiçbir şey görmemişti.” Dedi ve kısık bir sesle ekledi. “Laf aramızda, prensin korumaları fazla yaşamaz.”

Birkaç masadan daha çağırılınca adama izin verdim. Sandalyeme yayılıp adamın sözlerini düşündüm. Prens için koruma sınavı… Amacını merak etsem de, sınav için istekli değildim. Koruma olarak ünüm fena değildi. Ordudan ayrıldığımdan beri aldığım hiçbir görevde başarısız olmadığımdan, aldığım işler gayet doyurucuydu. Fakat hiçbir zaman prens kadar büyük bir iş almamıştım, genelde tüccarlara hizmet vermiştim. Bu işin içinde bir tutarsızlık vardı ve bulaşmaya niyetim yoktu. Txio’nun beni buraya sürüklemesinin nedenin bu sınav olması durumunda verdiğim sözden caymayı ciddi olarak düşündüm. Kendimi bildim bileli kraliyet ailelerinden hiç hoşlanmazdım.

 Geç olmuştu. Yemeğim ve içkim bittiği halde boş boş insanları seyrediyordum. Salondaki sarhoş ve fahişe sayısı fazlalaşınca odama gitmeye karar verdim. Kıyafetlerimle yatağa devrilir devrilmez huzursuz bir uyuya daldım.

Sabah odamın kapısının açıldığını duyunca hızla kalktım ve yastığın altındaki bıçağımı gelene çektim. Txio hemen kapının ağzında durmuş, benim açılmaya çalışan gözlerime bakıyordu. Onu gördüğümü fark edince, homurdanarak odaya girdi ve kapıyı kapattı.

“Bir gün şu bıçak elinden fırlayacak diye çok korkuyorum.”

Bıçağı yastığın üzerine bıraktım ve yüzümü ovuşturdum. “Öyle bir şey olmayacağını biliyorsun, ben görmeden vurmam.”

“Beni görmekten hoşlanmadığın bir an olabilir.” dedi gerçek haline geçerek.

“Olabilir.” diye gerindim. “Gece ayin yaptın mı?”

Txio’nun büyük gözleri ışıldadı. “Evet, buraya neden geldiğimizi gördüm.” Dedi ve perdeyi açmak için pencereye yürüdü. “Yeni işin için senin adını yazdırdım bile.”

Omzumun üstünden ona baktım. Txio perdeyi açtı ve bana döndü. “Sabırsız davrandığımı biliyorum ama bana verdiğin söze dayanarak sana sormadan ismini bugün yapılacak yarışmaya yazdırdım.”

“Lanet olası!” diye homurdandım. “Sakın bana prensi korumam gerektiğini söyleme!”

“Biliyor musun?” diye kaşlarını çattı. “Nasıl öğrendin?”

“O aptal yarışmaya girmeyeceğim Txio. Unut bunu! Ben korumaların en iyisiyim ve bunu, saçma bir yarışmayla kanıtlamaya çalışacak değilim.”

“En iyisi olduğunu, biz ve geldiğimiz yer biliyor ama bunlar bilmiyor.” dedi yatağa doğru yürüyerek. “Bu yarışmaya girmelisin…”

Lafını kestim. “Hayatta olmaz!”

“Söz verdin Jai!”

“O söz, seninle büyük şehre gelmem içindi.”

“Oyunbozanlık yapma Jai, görüme uyacağını söylemiştin.”

Yatağa geri uzandım. Tüm gün tembellik yapma isteğiyle ellerimi başımın arkasında birleştirdim. “Senin kehanetin bu yolculuktu ve bitti. Ayrıca ortada bir görü olduğundan bile kuşkuluyum.”

Kaelan sinirle söylendi. “Bu gördüğüm kehanet çok güçlü ve parçalı! Bunu…”

“Hayır.” dedim umursamazca.

Txio homurdandı. “Adını yazdırdım, katılmak zorundasın!”

Yan gözle ona baktım ve sırıttım. Zorunda olmak konusunda ne düşündüğümü çok iyi bilirdi. Fakat Txio pes etmeyecekti. Derin bir nefes alıp daha sakin konuştu.

“Senden tek bir şey istedim Jai. Yarışma hemen öğleden sonra başlayacak. Lütfen, yeniden düşün.”

Ben ona bakmayı sürdürünce omuzları düştü. Ve yatağın üzerine zıplayarak yanıma oturdu. “Yarışmaya girmen ve yeteneksiz davranman gerekiyor. Kabiliyetini saklamalısın.”

Güldüm. “Ahmak olma Txio. Yarışmayı kazanmamamı mı istiyorsun?”

“Ben senden sadece beceriksiz olmanı istiyorum. Yarışmayı kazanma.”

Gözlerimi tavana çevirdim. “Benimle dalga geçiyorsun. Bunca yolu kazanmamam gereken bir yarışmaya girmem için mi getirdin?”

“Yapman gereken bu.”  diye ellerini iki yana açtı.

Ne basitti! Onun işi hafifleştirmesine karşın gerildim. Onun tersine benim için yenilmek, sanki yenilmek ölüm kalım savaşıydı. Homurdandım.

“Ben şimdiye kadar hiçbir meydan okumayı kaybetmedim.”

Txio yüzüme doğru eğildi. “Ama bunu kaybedeceksin.”

Gözlerimi onun yüzüne diktim, bu isteğinde hiç olmadığı kadar ciddiydi. Çocuğa benzeyen yüzü sertti ve kaşları çatıktı. Bir karşılaşmayı isteyerek kaybedemezdim. Bu, benim yaşama şeklime aykırıydı. Yapamazdım. Dudağımı çiğneyerek bir süre düşündüm. Txio konuştuğunda hala bir karar vermeye çalışıyordum.

“Koruma için düzenlenmiş bir yarışmayı kaybetmek senin ününe bir zarar vermez Jai. Burada kimse seni tanımıyor. Sınavlara gir ve beceriksizlik yap, kaybet. Sonra da kendi evimize dönelim.”

Tek kaşımı kaldırdım. “Dönüşümüzü de gördün mü?”

Txio küçük burnunu kırıştırdı ve yataktan indi. “Henüz görmedim ama kaybettiğin bir yarışmadan sonra başka ne yapabiliriz ki?”

Kapıya doğru yürürken büyülü sözleri söyledi ve biçim değiştirdi. Yeniden iri ve koyu tenli adama dönüştükten sonra bana döndü.

“Yarışma vaktinde bir asker gelip seni alacak. Lütfen, adama zorluk çıkarmadan o saçma yarışmaya gir ve hayatının en berbat savaşını yap.”

Açtığı kapıdan çıkıp gitti ve beni düşünceler içinde bıraktı. Tamam, isteğini yapmaya karar verdim diyelim. İçgüdü ve anlık hareketlerime nasıl söz geçirecektim? Çoğu zaman savunmam kendiliğinden ortaya çıkıyordu. Bu konuda vahşi bir hayvandan farkım yoktu. Bazen karşımdaki rakibimi bile ürküttüğüm olurdu. Saldırıdan çok savunmaya odaklanmaya çalışmak belki en iyi yöntem olabilir ve sanırım bunu başarabilirim. Yataktan tek hamlede indim. Yarışma için giyindim ve sonra yere oturup kapım çalınana dek kılıç ve bıçaklarımı iyice biledim. Yenilmeyi nasıl başaracaktım?

Gelenler Txio ve ardında iki askerdi. Askerler küçümser bir tavırla beni süzdü ve biri öne çıktı.

“Jai Valer.” dedi tok bir sesle. “Sadece kılıcını al ve bizimle gel!”

Kılıcımı sırtımdaki kına taktım ve bıçaklarımı bacaklarıma sabitlediğim yerlerinden çıkartıp yatağın üstüne bıraktım. Txio bizimle gelmeyecekti, o yüzden onun yanından geçerken sinirli bir bakışla yüzüne bakmayı ihmal etmedim. Gülümsedi.

“İyi şanslar Jai.”

Neşesiz bir sırıtışla dudağımı büktüm ve askerlerin peşinden sarayın yolunu tuttum. Askerler sanki bir suçluymuşum gibi beni ortalarına almışlardı. Üzerimde gömlek ve pantolon dışında sadece kılıcım vardı. Pelerinimi almaya gerek duymamıştım, hava ılıktı. Zırhımı da giymediğimden oldukça sıradan görünüyordum.

Saray şehrin ortasındaydı, tepeye kurulmuş kocaman ve gösterişli bir binaydı. Çevresini kale surlarına benzeyen bir setle çevirmişlerdi. Ana giriş, devasa bir kapıyla kapanmıştı. Biz girişe doğru gitmedik, önünde uzanan yoldan ağaçların arasından geçerek askeri talim yeri olduğunu düşündüğüm toprak bir alana döndük. Kalabalık olacağını düşünmüştüm ama dört askerin nöbet tuttuğu kapıyı geçtiğimizde arenaya benzeyen alanda en fazla otuz beş - kırk kişinin olduğunu gördüm. Bunların dokuz tanesi de yarışmacıydı.

Her biri iri ve kaslı adamlardı, en iyi zırhlarını giydikleri belliydi. Ben en son geldiğimden alandaki herkesin gözleri bana döndü ve kısa bir şaşkınlıktan sonra aptalca sırıtmaya başladılar. Küçümseyen gülümsemeleri karşısında, Txio’nun kaybetme önerisi kafamdan siliniverdi. İçimi kavuran hırsla diğer yarışmacıları süzdüm ve yerime doğru yürürken gölgeliğin altında duran on kişiye göz gezdirdim. Seçim yapacak kişiler bunlar olmalıydı. Hepsi iyi giyimli ve zengin görünüyordu, yaşlıydılar. Saç ve sakallarından anladığım kadarıyla, savaşçı da değillerdi. Uzun ve süslü cüppeler giymişlerdi. En ortalarında oturan adam, hepsinden yaşlıydı ve kısık gözleri bizi süzüyordu. Hiçbirinden hoşlanmadım.

Yaşlı grubundan ve yarışmacılardan başka, üniformalı askerler etrafımıza dağılmışlardı. Dün gece handa gördüğüm avcının yanına dikildim ve kollarımı göğsümde kenetledim. Yenilmem gerektiğini kendime sürekli hatırlatmalıydım yoksa hırs yapıp hepsini devirmem içten değildi. Yanımdaki huzursuzca kımıldadı.

“Boşuna yoruldun, çelimsiz.” dediğinde yan gözle avcıya baktım. Adam yüzünde kocaman bir gülümsemeyle devam etti. “Yine de şanslı günündesin, canını fazla acıtmamaya çalışacağım…”

“Kes sesini!” dedim dişlerimin arasından.

Adamın rengi birden soldu ve diğerlerini hızlıca baktı. Diğer adamlar da beni duymuştu ve gülmeye başlamışlarken, sert bir ses, onları kendilerine getirdi.

“Sessiz olun!”

Bağıran askere doğru baktım, adam ise gölgeli koltuklarında oturan gruba bakıyordu.

“Değerli Fariz, buyurun söz sizin!”

En yaşlı adam bize doğru bakarak askere teşekkür etti ve devam etti.

“Hepiniz buraya neden geldiğinizi biliyorsunuz. En iyiyi seçmeye çalışıyoruz. Yarışma sonucunda yaralanan veya ölen olabilir, bunu göze alarak geldiğinizi varsayıyorum. İsminizi yazdırdıktan sonra vaz geçemeyeceğinizi de biliyorsunuz. Onayımızı kazanan kişi, prensin koruması olacak ve görevini başarıyla yaptığı takdirde, iyi bir gelirin sahibi olacak. Eğer görevde yetersiz kalırsa, doğal olarak idam edilecek.”

Adamın umursamaz konuşması ilgimi çekti, sanki gereksiz bir şey yapıyorduk. Yani prensi korumaya gerek yoktu ama bir nedenle yapılması için zorlanıyorlardı. Ayrıca prens lafını ne denli basit bir tonla söylediğini fark ettim. Prens pek sevilmeyen biri olmalıydı veya aslında pek önemsenmeyen. Hiç asalet unvanı söylemeden adını bile anmadan doğruca prens demişti. Yaşlı adam başını yana çevirdi.

“Komutan!” dediğinde, başım gölgeli alanın yanında duran askere çevrildi. “Yarışmayı başlatın.”

Komutan dediği adam, bizi bu şehre getiren Nial idi ama şu haliyle tanınmak çok zordu. Basit kıyafetini bırakmış, göğsünü kapatan ve kaslı kollarını açığa çıkaran deri bir zırh giymişti. Pantolonu düzgün ve çizmesi pırıl pırıldı. Onu gördüğümde tanıyamamam normaldi ama bu farkındalık, dikkatimi toplamam gerektiğini bana hatırlattı. Genç komutanın çenesini kaplayan sakalları artık yoktu ve iyice gençleşmiş yüzünde kızgın bir bakışla doğrudan bana bakıyordu. Beni gördüğüne kesinlikle memnun değildi. Dikkatli olmalıydım, benden kuşku duyması halinde rütbesi nedeniyle korkunç bir düşman olabilirdi.

Nial heykel duruşunu bozarak bakışlarını yüzümden çekti ve uzun adımlarla ortaya geçti.

“Önce atış konusunda sınanacaksınız!” dedi gür sesiyle. “Eleme yok. Pes edemezsiniz. Herkes ciddi bir şekilde yaralanmadığı sürece yarışma devam edecek. Sonunda kazananı, değerli danışmanlarımız seçecek.”

Ne saçmalık! Gülmemek için kendimi zor tuttum. Madem kazananı danışmanlar seçecekti, bunca safsataya ne gerek vardı? Ciddiyetimi bozmadan Nial’ı izlemeye devam ettim. Nial, artık bana bakmıyordu, diğer yarışmacılara doğru konuşuyordu.

Bizi hedef tahtalarına yönlendirdi ve yirmi metre ötedeki hedefleri vurmamız için her birimize üçer ok ve yay verildi. Bu uzaklık benim için çocuk oyuncağıydı. Fakat Txio’nun isteğine boyun eğdim ve üç atışımı da hedefin üzerine gelişigüzel dağıttım. Ortalama bir atış yaptığımı düşünerek diğerlerine baktım. Kuarta denen avcı dışında, diğerlerinin benden farkı yoktu. Kuarta hepsini aynı noktaya göndermişti ve bu da hedefin tam ortasıydı. Avcı, başarısından dolayı gururla doğrulup Nial’a baktı. Nial, kusursuz atışlardan onun istediği kadar etkilenmemişti.

Sonra hız ve tepki yarışması yapıldı. Adamlar benim için çok yavaştı, özellikle engellerde. Yine verdiğim söze uyarak, kendimi tutmaya özen gösterdim. Engellerin hiç değilse birine takılmayı düşünüyordum ama düşenlerin halini görünce vaz geçtim. Özellikle denge tahtasından düşerek çamura bulananları izleyince, yavaş ama takılmadan engelleri geçmeyi seçtim. Kuarta bunda da iyiydi, birinci gelmeyi başardı. Bu gidişle koruma işini o alacaktı. Fakat avcı yorulmuştu ve diğerleri için de bu kısım iyi gelmemişti. Ben de yorulma taklidi yapmaya çalıştım ama çok sahte göründüğünü fark edince fazla abartmadım. Üçüncü yarışma, bıçak atma yarışmasıydı. İçim içimi yiyerek berbat atışlar yaptım. Hedefi bulmamak için çabalarken ellerim titriyordu.

Bu konuda Kuarta’ya bir rakip çıkmıştı, orta boylu esmer bir adam tam bir bıçak ustası gibi atışlar yaptı ve Kuarta’nın yüzü öfkeden kıpkırmızı oldu. Ben iyice gerilere düşmüştüm. Canımı sıkan bir şeydi ve dişlerim birbirine kenetlendiğinden sızlamaya başlamıştı. Lanet yarışmanın bir an önce bitmesi bekliyordum ve yola düşmek için sabırsızlanıyordum.

Kılıç dövüşünde de zayıf durmak için zorlandım hatta rakibim olan ağır ve beceriksiz adama yenilmeye çalışırken kolumdan yaralandım. Sonunda kılıcımı elimden fırlattırması için ona bir şans verdiğimde, iyi değerlendirdi ama başka bir atağa karşı da hazırlıklıydım. Eğer kılıcını bana sallasaydı, intikamımın tadına bakacaktı. Adam akıllı davranıp zaferini ilan etmesi için Nial’a baktı. Nial sinirli bir tavırla adamı onayladı. Ben de ayağa kalktım ve yerdeki kılıcımı alarak yenilenlerin yanına doğru yürüdüm. Nial’ın yanından geçerken bana bakmadan konuştu.

“Kolunu göster.”

İlerde yaralıları tedavi eden şifacıları kastediyordu. Az olsa da hala kanayan kesik beni güçten düşürmezdi, zaten şu anda güce de ihtiyacım yoktu. Yarışma benim için bitmişti.

“Gerek yok.” dedim ve gömleğimin kolunu yırtıp kendi kendine sardım ve yenilenlerin ötesinde durdum.

Başımı danışmanların olduğu yöne çevirdim. Üç kişi beni izliyordu, büyük ihtimalle burada ne aradığımı merak ediyor olmalıydılar. Ne yalan söyleyeyim, ben de merak ediyordum.

Kılıç dövüşünden sonra altı kişi sağlam kalmıştık. Kuarta rakibini kötü yaralamıştı ve adam yarı ölü bir halde alandan çıkarıldı. Sol kolumdaki kesikten artık kan akmıyordu ama tüm kolum kan içinde kalmıştı. Rezil bir halde sıraya girdik. İki kişi dışında hepimiz dağılmıştık, Kuarta ve benimle dövüşen adam. Ayakta kaldığımız için hala yarışma devam ediyordu, sıkıntıyla iç geçirdim.

Bir sonraki karşılaşmayı bıkkınca beklerken yaşlı adam Nial’ı yanına çağırdı. Nial saygılı bir tavırla adamı dinledikten sonra tüm grup ayağa kalktı ve alanı terk etti. Nial onlar gözden kaybolana dek arkalarından baktı. Gözlerindeki öfke köze dönüşmüş bir halde bize döndü ve her birimizi teker teker süzdü.

Kızgın bakışları benim üzerimde durdu ve tok bir sesle konuştu.

“Jai, sen seçildin!”

Yanlış duyduğumu düşünerek önce hareket etmedim. Kuarta bağırmasaydı, durmaya da devam edecektim.

“Hile var! Bu… Bunu seçemezsiniz!”

Nial ateş saçan gözlerini adama çevirdi. “Neden seçemezmişiz?”

“Bir yarışma bile kazanmadı!” diyerek öne adımladı ve beni gösterdi. “Ayrıca o… O, bir kadın!”

Hiç yorum yok:

Seri Hikayelerin Düzeni

TUTSAK SERİSİ 1. Kitap    Tutsak 2. Kitap    Anahtar 3. Kitap    Dünya 4.Kitap    Cehennem Hikayelerin dizilişi bu şekildedir. Diğer ...