AV
Şimşek gibi daldılar ucu bucağı görünmeyen ormana... Diğer ucu Svallia'nın sınırlarına kadar uzanıyordu, Roast Orman'ının. Slea, hızla arkalarında kalırken Prados'un ormanın içindeki diğer yüzünü görme fırsatı buldular. Dev ormanın içinde, belirli aralıklarla dizilmiş, ağaçtan yapılma, kümeler halinde ev olmaktan çok uzak yapılar yer alıyordu, Slea da ki ışıltıdan eser yoktu burada. Kirli yüzlü ve açlığı, kemiklerinin çıkıklığından belli çocuklar, Prados'un orman halkını oluşturuyordu.
Çok güçlü bir ülkeydi Prados, hele Svallia dağıldıktan sonra iyice güçlenmişti. Ordu olarak da, ekonomik açıdan da Priest ile baş edebilecek tek ülke gibi görünüyordu, ama diğer tüm güçlü ülkelerdeki gibi burada da belli bir grup çok lüks bir hayat tarzı sürerken geri kalanlar, bir anlamda ölüme terk ediliyordu. Hayatları için mücadele etmek zorundaydılar, yoksa açlıktan ölürlerdi.
Bu karmaşık ve eşitsiz insan topluluğundan nasıl bir ulus yapılabileceğini aklı almıyordu Tung'un. Hoş, kendi kabilesi hiç ülke olamadığından bunu anlaması da pek mümkün görünmüyordu. Yine de Alback'ın işi çok zor olduğu belliydi. Adaletli bir gelir dağılımı her ülke için çok önemliydi, ama görünen oydu ki; onca gösteriş ve zenginliğine rağmen Prados'da, daha açlıktan ölmeyi bile engelleyemiyordu kral. Gelir dağılımı adaleti bu ülke için lükstü, bu insanları savaşçı haline getirmeden önce açlıktan ölmemelerini sağlamak gerekiyordu.
Vraksim, ışıltılı başkentlerinin göz alıcı maskesinin altındaki asıl yaşamı, beraberindeki iki yabancının görmesinden pek hoşnut değildi. Belki de bu yüzden atını doludizgin sürüyordu, at ağzından köpükler çıkarıyordu artık. Biraz daha bu hızla durmadan devam ederlerse çatlayacaktı zavallı hayvan, Tung da bunu anlamıştı ama ağzını açıp bir şey söylemeyi uygun görmedi. Bu sırada Alback'ın sesi duyuldu:
-"Vraksim! Yavaş biraz, bu acele niye? Biraz dinlenmeye ihtiyacımız var."
Baş vezir de fazla gergin olduğunu fark ederek:
-"Babanız sizinle acilen görüşmek istiyordu. Sanırım bu yüzden panik yaptım ben de biraz. Yoldan geldiğinizi göz ardı etmemeliydim prensim, üzgünüm. Burada mola verebileceğimiz çok güzel bir yer var, biliyorsunuz küçükken oynamanız için sizi ve Prenses Daria'yı buraya getirirdi Vivien. Çok yakınız oraya..."
Alback'ın yüzündeki yorgunluk çizgileri, ışıltılı gülümsemesiyle bir anda dağıldı. Lea'ya dönerek:
-"Evet, hatırlıyorum orayı! Lea, birazdan dünya üzerindeki en güzel yeri göreceksin, hazır ol!"
Lea, boş gözlerle baktı prensin çocuksu neşesine. Yorgunluktan perişan hali, sanki bir büyüyle neşeye dönüşmüştü, hakikaten insana enerji pompalıyordu. Vivien'de de vardı aynı şey, o sesiyle yapıyordu aynı etkiyi, Alback gülümsemesiyle...
* * *
Beş dakika geçti geçmedi, bir anda dev bir şelalenin ikiye böldüğü yemyeşil bir vadiye girdiler. Hava bir anda incelmişti, sanki dünya değiştirmiştiler. Yeşilin her tonu seçiliyordu vadinin iki yamacında, kulaklarında şelaleden dökülen suyun yoğun ama dinlendirici şırıltısı yankılanıyordu.
Tung da daha önce bu kadar güzel bir yer gördüğünü hatırlamıyordu. Suyun şırıltısı, çok yüksek bir oktavdı, ama her nasılsa insanın kulaklarını yormaktan çok dinlendiriyordu. Suyun kenarında yavaşça eğildi, elini yarıya kadar suya soktu. O kadar soğuktu ki; elinin hemen uyuşmaya başladığını fark edip geri çıkardı. Bir yandan da kuş cıvıltısı olduğunu tahmin ettiği hafif sesler de geliyordu kulağına, Lea'ya baktığında kızın adeta büyülenmiş olduğunu fark etti. Göğüslerinin hızlı hızlı inip kalmasından ne kadar heyecanlandığı belliydi, sanki havayı tümüyle içine çekmek ister gibi soluk alıyordu. Alback'ın yüzünde de salakça bir gülüş vardı. Tyruslu, bu etkilenmişliğe bir son vermesi gerektiğini düşündü ve Vraksim'e:
-"Yiyecek bir şeyler bulayım. Sen de bir ateş yak."
Baş vezir, güzel bir rüya görürken uyandırılan birisinin, kendine yeni gelen garip bakışlarıyla Tung'u süzdü ve ekledi:
-"Tabi, tabi. Burada onlarca geyik vardır, birisini avlayıp getirirsen hepimize yeter. Tabi burada bu kadar uzun kalmayacaksak o zaman balık falan da avlayabiliriz. Bir an önce kralıma yetişmeliyiz."
Alback söze girdi:
-"Hayır, Vraksim, biraz oyalanmamızda bir sakınca yok. Çocukluğumdan beri gelmemiştim buraya, Lea'yı biraz gezdirmek istiyorum. Tung'a yardım edelim önce, yiyecek bir şeyler bulalım."
Lea, gördüğü güzellikler karşısında adeta aptallaşmıştı. Tüm hareketleri otomatikleşmiş gibi davranıyordu, Alback'ın onu elinden tutup yavaşça çekiştirerek vadinin yeşil yamaçlarından birine doğru götürdüğünü hayal meyal hatırlıyordu.
Dört kişi birlikte yürüyordu. Vraksim geride kalmış ateşi yakmaya uğraşırken Tung, Daria, Alback ve Lea yemyeşil bir kırda yürüyorlardı. Herkes başka bir âlemdeydi, Lea etrafındaki güzelliğe bakıp bakıp iç geçiriyor, garip ama komik sesler çıkarıyordu. Alback, güzel bir şey göstermenin verdiği gurur dolu bir saflıkla, aynı zamanda da yüzünden akan bir sevgi yoğunluğuyla Lea'ya bakıyordu.
Tung, hiçbir şeyi umursamaz bir halde yürüyor, gördüğü mükemmel ötesi doğa mucizesini garipsediğini sezdirmemeye çalışarak kulaklarını ve gözlerini dört açmış avlayacak bir şeyler arıyordu. Daria ise ağabeyi ve Lea arasında olabilecekleri düşünüp tatlı tatlı gülümsüyor, gözünün kenarıyla da Tung'u inceliyordu.
"Nasıl bir adam bu acaba?" diye düşündü Daria. Kendisine bakışını anımsıyordu, iliklerine kadar ürperdiğini hissetmişti. Sanki içini görüyormuş gibiydi kendisine bakışı, birazdan uzanıp atmaktan çok çırpınmakta olan minik kalbini tutacak, sonra da söküp gözlerinin önünde bir lokmada yutacaktı. Ürperti dalgası yine karıncalandırmaya başlamıştı tenini Daria'nın, Tung'dan cidden korkuyordu. Ağabeyi yanında olmasa ne yapardı, hiçbir fikri yoktu. Her sıkıştığında olduğu gibi yine ağabeyine sığınacaktı ve annesiyle birlikte en güvendiği liman oydu. Tam bu sırada Tung'un da başını çevirip doğrudan gözlerinin içine baktığını fark etti. Utançla hemen başını önüne eğdi, ama kızardığı belli oluyordu.
Tung bir kahkaha patlattı, Alback ve Lea da dönüp ona baktılar. Lea kızın adeta yere yapışmış bakışlarını görünce işkillendi, anlamak isteyen gözlerle kıza baktı. Tung, yeniden bildiği, tanıdığı ya da tanıdığını sandığı Tung oluncaya kadar onu çok yakından izlemeliydi, özellikle bu kız etraftayken:
-"Ne oldu? Neden gülüyorsun?"
Tung kendisini toparlayarak:
-"Neden? Burada gülmek yasak mı?"
Alback da gülümsedi:
-"Tabi ki değil. İnsan burada gülüp eğlenmeyecek de nerede yapacak bunları? Burası her şeyin merkezi; güzelliğin, mutluluğun, sevginin..."
Tung, Alback ile Lea'nın kenetlenmiş ellerine baktı ve gülümsedi:
-"Hıım, görüyorum."
Lea, ısrarla Daria'ya bakmaya devam ediyordu ki, Tung'un iğneli sözünü duyunca kendine geldi. Elinden tutmuş olan Alback'a baktı ve hızla elini çekti. Alback bozulmuştu. Adamı kırmak istemiyordu Lea, ama farkında olmadan elinden tutmuştu. İlk kez bir adamla el ele yürümüştü, hiç kendinde değildi gerçi ama yine de böyle yapmış olduğunu bilmek bile tuhaf hissettirmişti kendisini. Alback'a gülümsedi, adamın alındığı her halinden belliydi.
-"Senin bunu anlayamayacağını biliyorum. Yani hayatında hiç kimsenin elinden tuttun mu?"
Lea'dan yönelen soru Tung'a saldırı gibi gelmişti. Tam cevap vermeye hazırlanırken Daria'nın kocaman açılmış gözlerle kendisine bakmakta olduğunu fark etti. Kız cidden cevabı çok merak ediyor olmalıydı, büyük lacivert gözlerinin içince oynaşan merak, ancak bir çocukta bu kadar açıkça seçilebilirdi. Kızın gözlerindeki saflık, Tung'un başını başka yere döndürdü:
-"Tabiî ki hayır! Ben bir savaşçıyım! Böyle saçma şeylerle uğraşmam!"
Taş, direk Alback'a gönderilmişti, ama prens bunu umursamayacak kadar Lea'ya odaklanmıştı. Simsiyah saçları, ucundaki kırmızı kakül, bembeyaz teni... Her şeyiyle aradığı kızı vurguluyordu sanki, hep hayalini kurduğu kraliçesi olacak olan peri masallarındaki kızı...
Ağabeyinin yerine Daria cevap verdi:
-"O zaman siz gerçek aşka da inanmazsınız... Birinin elini tutmak neden saçma olsun ki, kalbinden akanı ellerinde toplayıp sevdiğinin kalbine, yine onun elleri aracılığıyla yollamak... Onun sıcaklığını hissetmek... Bence hiç de saçma değil."
Kız bunları söyledikten sonra yine başını önüne eğdi. Kırılganlığı biraz daha artmış gibiydi sanki, Lea yeni bir şefkat dalgasıyla dolmakta olduğunu fark ederek Tung' a baktı.
Adam şaşkınlık içerisindeydi, kızın konuşmaları çok etkilemişti kendisini. İçeriği zırvalıktan ibaretti Tung için, ama bunları söylerken ki gözleri, dudak hareketleri, sesinin tonu söylediklerine nasıl da inandığını gösteriyordu genç kızın. Saflığın bu boyutunu, inançla destekleneni hiç kimsede görmemişti daha önce, böyle insanların yaşadığını bile düşünemiyordu. Ses tonunu ayarladı, kız cidden yürürken bile titriyordu yanında:
-"Sen hiç saraydan çıkmadın sanırım. Gerçek dünyada böyle şeyler olmaz. Ancak sana anlatılan peri masallarında olur."
Kız, nemlenmiş gözlerle baktı Tung'a, korkusunu bir an unutmuştu, buğulu bakıyordu. Normal birisini eritecek bakışlar, Tung'un şaşkınlığını arttırmaktan başka pek bir işe yaramadı. Daria da boşa uğraştığını fark edip önüne dönmüştü ki önlerinden şimşek gibi bir geyik geçti. Lea hemen hareketlendiyse de geyik aradaki mesafeyi çoktan açmış, nokta haline dönmüştü. Tung:
-"İkiye ayrılalım. İki grup olarak avlanırız, böylece daha fazla bu kadar boş şeyleri konuşmak zorunda kalmayız. İkinizi ayırmayayım ben. Kampta görüşürüz."
Alback, yürümeye başladıklarından beri belki de ilk kez Tung'a baktı ve:
-"Ya Daria? Siz de ikiniz mi gideceksiniz? Ona dikkat edersin değil mi?"
Daria şok olmuştu, çok güvendiği ağabeyi, sevgilisiyle yalnız kalabilmek uğruna kendisini bir barbarın insafına terk edivermişti işte. İnanamıyordu genç kız buna, kendisi için hiç endişelenmiyordu bile. Sürekli o kıza bakıyordu Alback. "Pekâlâ" dedi içinden, "Onunla giderim ben de. Her ne olacaksa olsun." Ama Tung'un sesi aksini söylüyordu:
-"Kesinlikle olmaz. Ben yalnız avlanırım, o geri dönsün. Vraksim'e yardım eder."
Alback bu fikre karşı çıktı:
-"En azından yarım saattir yürüyoruz, buradan geriye yalnız yollayamam kardeşimi. Onu geri götürüp av aramaya geri dönmemiz de çok mantıksız. Seninle gelsin, merak etme çok fazla konuşmaz."
Daria, renkten renge giriyordu ağabeyi konuştukça, "Ne münasebet!" diyebildi sadece. Yine de kendisine acıklı gözlerle bakmakta olan Lea'dan başkasına duyuramamıştı sesini. Lea, buna kesinlikle izin vermeyecekti, bir kuzuyu kurda emanet etmek gibi bir şey olurdu sonucu. Normal zamanda bile Tung'un bu yeni hali yüzünden Daria'yı ondan uzak tutmaya çalışırken şimdi ağabeyi onu direk Tyruslunun kucağına itmişti. Bu arada Tung ekledi:
-"Sizinle neden gelmiyor? O kadar sessizse sizi de rahatsız etmez."
Daria'nın sabrı taşmıştı artık:
-"Yeter bu kadar! Ben kendi başımın çaresine bakabilirim!"
Bunları söyleyip önündeki ilk patikadan saptı ve hızlı hızlı yürümeye başladı. Alback arkasında bağırdı ama Daria dönüp ağabeyine bakmadı bile. Tung, umarsızca omuz silkti ve batıya doğru giden kızın arkasından bir bakış attı, kendisi de kuzey batıya doğru yürümeye başladı. Alback hala kız kardeşinin adını bağırıyorken ona döndü ve:
-"Tamam, kes bağırmayı. Biraz alan bırak kıza, dışarıdaki yaşamı da öğrenmesi gerek. Göz kulak olurum ona merak etme..."
Lea, afallamış gözlerle ona baktı ve:
-"Sen mi birisine göz kulak olacaksın? Hım, Alback, sanırım Daria'yı bulup bizimle birlikte götürmeliyiz."
Tung, sinirli bir bakış attı:
-"Beğenmiyorsan kendin git peşinden!"
Lea sağ göğsünün altını işaret ederek:
-"Beğenmek değil, daha çok deneyim diyelim..."
Tung hırladı ve arkasını dönerek yürümeye devam etti. Lea da öfkelenmişti, Alback'ı kolundan çekerek onu kuzey doğuya doğru sürükledi. Alback'ın aklı kız kardeşinde olsa da, gözü Lea'nın tuttuğu kolundaydı, küçük, narin ve alabildiğine beyaz parmaklarına bakıyordu kızın...
KORKUNUN BÜYÜSÜ
Tüm algıları açıktı, gerçek bir avcıydı artık. Yalnızca avına odaklanmıştı, bir pars gibi usulca yaklaşmaktaydı. Gözleri, geyiğin otlamakta olduğu yerin biraz önüne kaydı, hamlesine başladığı aşamada ne kadar ileri gitmesi gerektiğini kestirmeye çalışıyordu. Kabaca bir hesap yaptı kafasında, bu mesafeden açığa çıkmadan daha fazla yaklaşamazdı hayvana, hamle yapmak içinde fazla gerideydi. Ancak yüksek bir yerden aşağı doğru bir hamle yapabilirse; hayvanı, kılıç menzilinde tutabilecekti, gözü hemen yandaki uzun meşe ağacına ilişti. Hızla planını şekillendirip kafasında son hesaplarını da yaptı.
Geyik iyice tedirgin olmuştu artık, başka bir yerde otlanmaya karar verdiği sırada çalıların arasından üzerine fırlayan ok gibi bir karaltıyı fark etti. Hızla arkasına dönerek, daha ikinci adımında müthiş bir hıza çıkacağı o ünlü kaçışını yapmaya başladı. Prados geyikleri hızlarıyla ünlüydüler, birçok kişi onların okla bile avlanamayacağını düşünüyordu. Tatlarıyla hızları doğru orantılıydı bu geyiklerin, her ikisi de baş döndürücüydü.
Tung üç adım attı, önce sağı ile en az beş metre ileri fırladı, sol ayağıyla dengesini buldu, tekrar sağ adımını bütün gücünü üst baldırında toplayarak attı ve geyiğe doğru değil ağaca doğru sıçradı. Üç metre kadar üstteki ikinci dalı yakaladı ve tek eliyle kendini yukarı çekip altındaki dala bastı, sonra da tüm ağırlığını öne vererek geyiğin üzerine uçtu, aynı anda da boştaki eliyle kılıcını havada çekti. Dalı tutan elini de bıraktığında yeterli yükseklikten geyiğin üzerine düşüyordu.
Adeta bir hava saldırısı kurgulamıştı Tyruslu. Geyik ne kadar hızlanırsa hızlansın, Tung kendi enerjisini onu kovalayarak harcamayacaktı; doğa, kovalama işini kendisi yapıyordu artık. Yer çekimini kullanıyordu şimdi, kendisi sadece kılıca ve geyiğe vuracağı yere odaklanmıştı.
Geyik, yine de olağanüstü bir hızla sıçradı, Tung yere yaklaştığında mesafenin kılıç boyunun üzerinde açılıp açılmadığını düşünüyordu. "Zaten eğer bu tuzağı alt edebilecek kadar hızlanmışsa yaşamayı da hak etmiştir." diye düşündü. Kaldırdığı kılıcını vurabildiği kadar sert ve gidebildiği kadar uzağa indirdi. Geyik az daha kurtuluyordu darbeden, son anda bacağının arka kısmında bir yarığı ancak oluşturabilmişti Tung.
Yere çömelmiş biçimde düştü ve yüksekliğin etkisiyle iki – üç kez yuvarlandıktan sonra ancak durabildi. Bu sırada kaybettiği zamanda, geyik de arayı epeyce açmıştı. Bir bacağı yaralı da olsa halen normal bir geyik kadar hızlıydı, yine de o doğaüstü hızı kalmamıştı. Av başarılı olmamıştı, yine de geyiğin en önemli özelliğini törpülemişti Tung. Artık o da sıradan bir geyik kadar hızlıydı.
Tam bu sırada otların arasında, ancak hassas kulakların duyabileceği bir çıtırtı duydu. Ses, o kadar ufaktı ki, ya çok küçük bir şeyler dolaşıyordu orada, ya da takipçisi, kendisi gibi sinsice yaklaşmakta olan bir avcıydı. Tung, sesin azlığına bakarak böylesi mükemmel bir avcının buralarda bulunamayacağına kanaat getirerek ilkine ihtimal verse bile yine de tedbirli olmakta yarar vardı. Olduğu yerde durdu, bir yandan da gözü atık iyice uzaklaşmış olan geyikteydi. Hızla arkasını döndü ve kılıcını çalılara doğru savurdu, bir hamlede yarım metrelik çalılığın üstünü yarı yarıya biçti.
Çığlık bile atamamıştı Daria, sessizce çömelmiş kalmıştı olduğu yerde. Gözlerinde korkuyla titreşen iki gözbebeği, o kadar açılmıştı ki Tung bir an kızın yüzünün sadece gözlerden oluşmuş olduğunu düşündü. Yavaşça kızın üzerine doğru eğildi ve titreyen kolundan tutup kaldırdı. Kız yaprak gibi titriyordu. Tung:
-"Ne yapıyorsun burada! Az daha zarar görecektin, sana beklemeni söylemiştim."
Kız titremekten konuşamıyordu, büyük mavi safir taşları gibi iri iri açılmış ve bu haliyle Alback'ın gözlerinden farkı olmayan lacivert gözlerini Tung'a dikerek:
-"Ben... Ben... Şey... Yiyecek bir şeyler bulurum diye... Şey..."
Daria'nın korkusu, Tung'a çok ilginç gelmişti. Kız sanki ölecek gibi titriyordu, hayatında bu kadar korkan başka birini görmemişti. Ölümün kıyısına gelen insanlar görmüştü, onlar bile bu hale gelmiyordu. Tamam, kızın başının üzerinden kılıcını geçirmişti, ölebilirdi. Yine de bu kadar titremesi, çok tuhaftı, en baskın duygusunun tam zıddıydı. Kendisinin aynadaki yansımasını görüyordu sanki: kendi güçlü, bu kız güçsüz; kendi öfkeli, bu kız korkan; kendi erkek, bu kız...
Daria, lacivert gözleriyle kendisine bakarak halen titremekteydi, onu küçük bir hayvana benzettiğini anımsadı Tung. Gülümsedi, bir fare kadar ancak ses çıkarabiliyordu. Usulca belinden tutup kendisine çekti kızı, sırtından göğsüne doğru bastırdı ve sarıldı. Kıza karşı gerçekten garip bir yakınlık hissediyordu, bunda şehvet yoktu, duygusallıkta yoktu aslında. Sadece korunması gereken çok değerli bir şeyi korumak gibiydi, o an ne olursa olsun onu korurdu. Bunu da kıza göstermesinde bir sakınca yoktu. Kız da ona sarıldı ve hıçkırıkları azalana kadar o şekilde biraz beklediler. İlk kez yapıyordu böyle bir şeyi, karşı cinsten birine, hiç bir art niyet taşımaksızın, sırf onu sakinleştirmek için sarılacağını rüyasında görse inanmazdı.
Biraz sonra aklına kaçan geyik geldi Tung'un, kızdan yavaşça ayrıldı. Daria da artık kendine gelmişti, daha normal bakıyordu. Gözbebeklerinin içinde gezinen hüzün parçaları, halen yerinde duruyordu ama zaten Daria'nın da en büyük özelliğiydi bu. Tung kıza gülümsedi ve:
-"Sanırım geyiği kaçırdık. Yenisini arayalım. Beni dinleyip usluca beklemeyeceksin anlaşılan, o zaman bana yardım et, daha kolay yaparız bunu. Sen iyi misin?"
Kız cevap vermek yerine sadece olumlu anlamda başını salladı. Kocaman lacivert gözlerini Tung'a dikti ve öylece baktı. Adamın hafif serzenişli ama yumuşak konuşması hoşuna gitmişti kızın. Korkusu azalmış gibiydi sanki, Tung'a daha güvenli bakıyordu. Ürkekliğiyle karşısındaki kolaylıkla etkiliyordu kız. Tung, onun bunu bilerek yaptığını sanmıyordu tabii ama yine de bu sonucu değiştirmiyordu.
Kızın kolundaki elini biraz daha gevşetti, yavaşça aşağı doğru kaydırdı. Önce bileğine, arkasından da avuçlarının içine düştü eli. Kız da sanki bunu bekliyormuş gibi kafese giren kuşu avlarcasına avucunu kapatıp Tung'un eline kavradı. Tung bir an şaşırdı, elini hızlıca çekmek istediyse de hemen kurtaramadı kızın avuçlarından. Tam bu sırada da göz göze geldi kızla, Daria çekingen bir tonda:
-"Biraz böyle yürüyebilir miyiz? Ağabeyim ben ne zaman korksam elimden tutar. Sakinleştiriyor beni."
Tung ne diyeceğini, ne yapacağını şaşırmıştı, kızı reddetmek istemiyordu. Ama az önce el ele tutuşmakla ilgili söylediklerinden sonra bunu yapmak, kendisine garip geliyordu. Sanki birileri içinden kendisine kahkahalarla gülüyordu. Seslice yutkundu ve içindeki sese bir "Kapa çeneni!" yolladı, sonra da kızın avuçlarının tuttuğu elini diğer elin üzerine kapayıp yürümeye başladı.
Kızın eli, adamın avuçlarında kaybolmuş gibiydi, boy farkı yüzünden de arkasında adeta sürükleniyordu. Yine de halinden memnun gibi görünüyordu, cidden sakinleşiyordu. Tung'un da hoşuna gitmemiş değildi böyle yürümek, ilk kez yaşadığı bir deneyimdi, tıpkı Lea'nın ki gibi. Kıza gözünün kenarıyla baktı, sonra yüzünde aptal bir gülümsemeyle önüne dönüp adımlarını biraz daha hızlandırdı. Garip şekilde Lea'nın nasıl hissetmiş olabileceği sorusu geldi aklına. O da garipsemiş miydi acaba bunu? Beyninde çakan cümleyle irkildi:
-"Kendine gel. Yine yumuşuyorsun."
Toparlandı genç adam, haklıydı, diğeri. Kendisini ne zaman bıraksa sünepe bir romantiğe dönüşüyordu. Bu ahmaklığı artık bırakmalıydı.
TUZAK
Bir süredir tek kelime bile etmeden yürümüşlerdi, Lea ve Alback. Prens, kafasında ne söyleyebileceğini tartmaya çalışıyordu, bir konu açıp Lea ile sohbet etmek, o an için tek arzusu haline gelmişti. Lea'nın ise onu umursadığı yoktu, yanında kendisiyle beraber yürüdüğünü bile unutmuş gibiydi. Aklı Tung'daydı genç kızın, ne yapıyor olabileceğini düşündü. Onu Daria ile yalnız bırakmak ne kadar doğruydu, bunu sorguluyordu.
Adamın kendinde olmadığı açıktı, neler olmuştu acaba? Kendiliğinden kontrol etmeye başlamış olabilir miydi diğerini? "Hayır, hayır" diye düşündü yeniden, öyle olsa bu kadar bile insani kalamazdı, en azından gördüğü kadarıyla. Kendisi bunu yaşadıklarıyla anlamlandıramıyordu, daha doğrusu Tung'un yaşadığı şekilde olmuyordu kendi dönüşümü. O hep hâkimdi kendisine, savaşırken de Lea gibi düşünüyordu. Tung'da farklı gelişiyordu işler, zaten Lea'yı korkutan da buydu. Bu sırada Alback'ın sesini duydu:
-"Ne kadar güzel değil mi? Küçüklüğümde gelirdim buralara, Daria ile birlikte..."
Lea prense baktı, ne dediğini anlamaya çalıştığı kısa bir süre hiçbir tepki vermedi. Sonunda:
-"Evet, gerçekten çok güzelmiş." diyebildi.
Tung'u bir türlü atamıyordu kafasından genç kız, bu konuda bir şeyler yapmazsa çok geç olacaktı. Sadece arayışını değil zaten bulduğunu bile kaybedecekti böyle giderse. "Ne olursa olsun" diye geçirdi içinden, "Tung'u kaybetmeyeceğim."
Prense döndü, az önceki konuşma girişimini berbat ettiği için bayağı bozulmuş olan genç adama sıcacık bir gülümseme yolladı ve hemen karşılığını aldı. Adamın mükemmel bir gülümsemesi olduğunu unutmuştu bir an, şaşırdı. Bir parça mum ışığı yollamış, karşılığında güneşten bir huzme ile karşılığını almıştı sanki. Yeniden heyecanlı bir ses tonu ile:
-"Daria nereye gitmiş olabilir? Geri dönebilecek mi tek başına?"
Alback da gülümsemesini yarıda kesti ve:
-"Benimde aklım onda kaldı aslına bakarsan. Keşke hiç bırakmasaydım. Gidip onu arasak mı diye sana soracaktım."
Lea olumlu anlamda başını salladı ve hemen ormanın tehditkâr gölgelerine doğru bir adım attı. Alback tekrar:
-"Belki de Tung onu bulmuştur. Endişelenmeye gerek yoktur."
Lea'nın kanı çekildi bir an, prensin yüzüne baktı ve tekrar yürüdüğü patikaya odaklandı. "Asıl o zaman endişelenmeyi gerektirecek bir şey var" dedi içinden.
Geri dönüp Daria ve Tung'u aramaya koyuldular. Çok geçmeden bir iz buldular, bir çalılığa takılmış kanlı bir kumaş parçası. Alback hırsla:
-"Bu Daria'nın elbisesi! Lanet olsun, onu yalnız bırakmamalıydım!"
Küçük bir parça kumaş, otlara takılmış öylece duruyordu. Alback'ın onu fark etmesi bile mucizeydi aslında, Lea da tehlikeyi fark etmişti, "Yapmış olamazsın..." diyordu içinden. "Hayır Tung, yapmamış ol böyle bir şeyi." Adımlarını iyice hızlandırdılar, artık neredeyse koşuyorlardı. Nereye olduğunu bile bilmeden, sadece koşarak prensesi arıyorlardı.
***
Yerde tuhaf bir biçimde, sanki kendisi yiyebilsin diye konmuş mantarları, içinden geçen bin türlü tedirgin seğirmeyle ama büyükte bir iştahla yiyordu geyik. Sanki yedikçe doymayacak gibiydi, hep daha büyük bir açlıkla burnunu zemine vuruyordu. Biraz daha ilerleyip son ayağını da kumaşa bastığı anda gerilen iplerin sesini duydu, hızla geriye doğru sıçramaya çalıştı ama o kısmın, çoktan ağacın dalına çekilmiş olduğunu fark etti. Çaresizce çılgın gibi hareket ediyordu ama yapabileceği de pek bir şey kalmamıştı.
Kızın içinde kaybolduğu, ürkekliğini ve korkularını gizlediği geniş şalını kullanarak bir tuzak kurmuştu ve o kıvrandıkça, Tung da hayvanı oracıkta öldürüp kızın pelerine benzer elbisesini kanla kirletmek istemiyordu. Yine de iyiden iyiye yırtılıyordu şimdi şal, Tung kızın gözlerinin içine çaresizce baktı ve adeta özür diledi. Kız, gülümseyerek karşılık verdi, Tung'un bu hali çok eğlendirmişti kendisini.
Üzerine soğuk olabilir diye yeşil kadifeden bir üstlük almıştı ama hava beklediğinde güzel çıkınca elinde taşımaya karar vermişti. Tung'un aklına gelen kapan kurma fikri ile bu elbiseden vazgeçmek zorunda kaldı, pek de umursamıyordu aslında ama Tung'un bu mahzun bakışlarına fazlasıyla değer olduğunu düşündü. Genç adamın o hali, cidden çok şirin gelmişti Daria'ya.
Tung, kılıcını çekip ağacın üzerinden kendisini geyiğe doğru bıraktı. Aşağı yumuşakça indi ve kumaşın alt tarafından, Daria'nın sırtına gelen bölgeden kılıcını geçirdi. Birkaç kez sarsılan geyik, boynunun hemen üzerinden çıkan kılıcın etkisiyle yavaş yavaş çırpınmayı bıraktı ve artan kan kaybıyla kendisini rahat, hiç bitmeyecek bir uykuya bıraktı.
Elbisesi mahvolmuştu kızın, tuzak kurmak için onun şalını istemek çok kötü bir fikirdi. Yine de geyiği başka türlü yakalayamayacaklardı, elbisenin rengi çimlerle aynıydı. Başka herhangi bir şey kullansaydılar, o geyik kesinlikle bunu fark ederdi. Yine de tekrar bakınca her yeri parça parça olmuş ve kanla kaplanmıştı, sırtında da koca bir delik açmıştı elindeki kılıçla. Hafifçe kıza baktı.
Daria, elleriyle yüzünü kapatmış, geyiği o halde görmemek için gözlerini sıkıca yummuştu. Gülümsedi Tung, elbisenin dallara bağladığı iplerini kılıcıyla keserek yere düşürdü. Hayvanın tam olarak canını verdiğinden emin olduktan sonra da arka bacaklarından birini tuttu ve havaya doğru hafifçe kaldırdı.
Gözlerini açıp neler olduğuna bakan Daria, adamın gücüyle şaşkına dönmüştü, hiç ağırlığı yokmuş gibiydi sanki geyiğin. Tüm kanın süzülmesini bekledikten sonra otların üzerine bıraktı hayvanı, sonra da eğilip az önce bir geyiği kolaylıkla havaya kaldırabilen kuvvetli elleriyle Daria'nın kanlı ve delik deşik elbisesini narince aldı yerden. Garip bir zıtlık vardı bu iki harekette; Daria'yı şaşkına çeviren kuvvet, bir anda elbiseye dokunmaya bile kıyamayan narinliğe evrilmişti sanki.
Elbiseyi usulca yerden aldı Tyruslu, kıza doğru, gözbebeklerinin içinde özürlerle dolu bir ifadeyle baktı. Daria tekrar gülümsedi, omzunu "Sorun yok" der gibi silkti. Elbiseyi orada bırakıp geyiği omzuna aldı ve yürümeye başladılar. Daria gülümsemesine engel olamıyordu, Tung'un o suçlu bakışı, nedense o an çok şirin gelmişti kendine. O güldükçe de adam geriliyor ve tekrar yavru bir köpek gibi bakıyordu. Bu durumu bakışlardan ziyade konuşarak atlatmak, daha mantıklı gelmiş olacak ki:
-"Geyiğin elbisenin üzerine geleceğini nasıl biliyordun?"
Tung, bakışlarındaki beceriksiz ifadeyi hızla sildi. Özür dilemek, yapamadığı bir şeydi ama şu an konu avcılıktı, bu da şüphesiz kendi alanıydı:
-"Geyikler yer mantarını çok sever, ama burun yapıları topraktan köklerini çıkartmalarına engel olur. Sadece üstünü yerler ve kökünün tadıyla ilgili içgüdüsel bir merak duyarlar. Hem o elbisenin rengi çimlerle aynı renkti, bu geyik çayır mantarına bayılıyor. Ben de mantarların üstünü kesip elbisenin üstüne doğru dizdim. Ama hesap edemediğim şey geyiğin fazla büyük olmasıydı, elbiseni yırttı. Ben de zaten yırtıldığı için kılıcı üzerinden sapladım. Tekrar üzgünüm..."
Daria gülümsedi:
-"Hayır, hiç önemli değil. Zaten fazlalık geliyordu elime. Aslında o kadar sağlam olduğunu sanmıyordum, muhtemelen kollarına attığın düğüm sayesinde o geyiği yerin bir metre üstünde taşıyordu! Sadece bağlayarak bu kadar yükü taşıyacak bir giysi yaptığına inanamıyorum! Sanırım bir atı bile taşıyabilirdi..."
Tung çok sıcak bir gülümsemeyle karşılık verdi kızın esprisine, arkasından ekledi:
-"Sana bir elbise borcum var. Bunu düğümlerle mi yapayım istiyorsun?"
Kız bu kez tebessüm etti:
-"Yapabilir misin gerçekten? Düğüm konusundaki yeteneğini gördüm gerçi ama tamamı bağcıktan oluşmuş bir elbise hiç görmemiştim daha önce."
-"Düğüm atmanın da bir tekniği vardır. İstersen gösteririm sana bir gün, nerede işine yarayacağını asla bilemezsin."
-"Buna memnun olurum."
Tung bir anda durdu, yerde bir şeye gözlerini dikmiş bakıyordu. Avcılık alevi yeniden gözlerinde parlayarak Daria'ya döndü ve onun meraklı gözlerle kendisine baktığını görünce, bir an ne söyleyeceğini unuttu. Kızın saflığı şaşırtıyordu Tung'u, her seferinde şapşallaşıyordu biraz ve daha kötüsü, bu durum kızması gerekirken ilk baştaki kadar öfkelendirmiyordu kendisini. Aptallaşmaya alışmak, cidden çok can sıkıcıydı ve en azından bunu normal karşılama işine sinirli kalmayı başarabiliyordu:
-"Kan izleri! Önceki yaraladığım geyik olmalı! Buralarda bir yerlerde olsa gerek, kan kaybına bakılırsa pek zor bir av olmayacak bizim için."
Daria, daha Tung'un neden bahsettiğini anlamadan adam çoktan koşmaya başlamıştı bile. Koşmaya başlamadan önce de boştaki eliyle kendi elini yakaladığını fark etti. Adamın arkasından uçurtma gibi sürükleniyordu, her üç adımından birisi yere değmiyordu ama gene de hoş bir histi. Tung ise yeni keşfettiği bu şeyin adeta müptelası olmuş gibiydi, sürekli elinden tutmak istiyordu kızın.
Geyiği fark ettiği gibi omzunda tuttuğu ölü geyiği bir bilek hareketiyle arkaya itti, hemen pusu içini uygun bir yer aramaya davrandı. Tüm bunları yaparken Daria'nın elini halen bırakmadığını şaşırarak, biraz da utanarak fark etti. Daria genç kızlığa yeni geçiyordu, en azından çocukluk çağını geçtiği kesindi. Ama onunla ilgili hissettiği herhangi bir cinsel dürtü söz konusu bile değildi kendisi için. Yine de sonuçta kızdı ve Salma'nın bu el ele tutuşma işini köyünde kendisiyle dalga geçen bir ifadeyle yüzüne gülümsediğini gördü bir an için.
Kızla birlikte buldukları bir taş oyuğun arkasına çömeldiler. Taşlık bir patika gibiydi burası, sol tarafta kayalıklar yükseliyordu. Hayvan canından bezmiş gibi yürüyordu ve şimdi çömeldikleri yerden geçerken kan izlerini de taş oyuğun üzerine bırakmıştı. Tung onu düşündüğünden kötü yaralamış olmalıydı. Daria'ya doğru döndü ve:
-"Ben arkasından dolanacağım. İlk hamlede yakalayamazsam bu tarafa doğru kaçacaktır. Ayağa kalkman ürkmesi için yeterli, sakın yoluna çıkma. Zaten solumuzda gidebileceği bir yer yok, bu yaralı ayakla kayalığa çıkamaz. Tek bir yöne dönebilir, ben de orada olacağım."
Bunları söyledi ve neredeyse sürünerek, ama aynı zamanda da sıçrayarak, gizinden ödün vermeden, yine de büyük bir hızla kayalığa tırmanmaya davrandı. Daria, onun çevikliğini ve bu kadar zıtlığı nasıl olup ta iç içe geçirebildiğini şaşkınlıkla izlerken Tung da çoktan patikanın arkasına geçmişti. Geyik hiçbir şeyden şüphelenemeyecek kadar bitkin görünüyordu, Tung kolay bir av olacağını düşündü.
Tam saldırmak için ayağa kalkmıştı ki vızıldayarak kendisine doğru uçan bir ok, kulaklarında çınlayan "Dur! Hayır!" şeklindeki bir çığlıkla birlikte yüzünü hafifçe keserek yanındaki ağaca saplandı. Sol yanağından kan sızarken Tung da seğiren bir kaşla okun atıldığı yöne döndü...
HEDEFİ ISKALAYAN OKUN İNTİKAMI
-''Aptal! Hemen oralarda bir yerlerde olman gerekirdi, hangi cehennemdeydin!"
-"Kızın elini tutmakla o kadar meşguldün ki, zaten orada olduğumu göremedin. Hayatını bana borçlusun!"
-"Ne yaptın ki sana borçluymuşum? Hedefi ıskaladılar, sadece şanslıydım."
Tung, bir yandan içindeki lanetiyle hesaplaşıyor, bir yandan da uçar adım okun atıldığı yöne doğru gidiyordu. O anda Alback'la göz göze geldi, oku kendisine atan o olmalıydı. Yeni bir oku yaya yerleştirme çabasındaydı, oldukça beceriksiz sayılırdı bu konuda ama daha da ilginci, aralarındaki hızla kapanmakla birlikte en azından yüz metre olan mesafeye rağmen dolmuş gözlerini, Tung'dan ayırmamasıydı. Adamın, bildiği bir derdi yoktu kendisiyle ama bir şekilde şu an kendisini öldürmek istediği açıktı. Yıldırım gibi bir fikir "Lea yüzünden mi acaba?" diye geçti kafasından.
Aralarındaki mesafe, birkaç saniye içinde kapandı. Alback, bu sırada yeni oku yaya yerleştirmişti ve tam Tung'a doğru kaldırdığı sırada Tyruslu, çevik bir hareketle yanındaki ağaca doğru sıçradı. Ayağıyla ağacın gövdesine bastı ve yine kulaklarında yankılanan ama bu kez iki farklı "Hayır!" nidasıyla birlikte prensin üzerinden geçti, bir takla atarak hemen arkasındaki alana indi. Alback yayı tam o anda bıraktı, bir metreden kısa bir mesafeden Tung'a doğru okunu savurmuştu.
Tung'un kılıcını çekmesiyle kendisine doğru gelen oku tam ortadan ikiye bölmesi bir oldu. Bu mesafeden nasıl olup da kılıcı çekmiş, dahası kaldırıp oku bloke etmişti? Alback, şaşkın, yaşla kaplı gözlerine inanamıyordu.
Tung, ekseni etrafında bir kez daha dönüp aralarındaki kısa mesafeyi de ivmelenerek kapattı ve bu sırada kılıcını kabzasından iki eliyle tutarak başının üzerinden arkasına aldı. Alback, elindeki yayı yere bırakıp kılıcına davranırken bir yandan da zamanında çıkarıp çıkaramayacağını tartıyor, aynı anda da bir damla yaş kopup yanaklarından aşağı süzülüyordu. Tung'un kılıcı, yıldırımı andıran bir sesle kılıcını çekmekte geç kalmış prensin başına doğru, havayı keserek alçalmaya başladı. Yeni bir:
-"Hayır!" sesi daha duyunca Tyruslu. Prensin başının derisine dokunan metal anında durdu.
Sarı saçlarının içinde bir yer kesilmiş olsa gerek ki hafifçe kan sızıyordu prensin başından, alnından başlayıp dudaklarına kadar süzülen ince bir hat...
O seslerin kime ait olduğunu görmek için başını kaldırdı Tung, hemen arkada heyecandan titreyerek kendisine bakmakta olan Lea'yı gördü. Kız, ellerini yumruk yapmış ve adeta öylece kasılıp kalmıştı. Durmasını isteyen nidalar ondan yükselmişti, sonuncusunun Alback için olduğu kesindi. Ama ilk anda oktan kurtulmasına yardımcı olan, dikkatini toparlamasını sağlayan ses de muhtemelen ona aitti.
Bakışları kızın sağ elinde sıkmakta olduğu kıpkızıl olmuş elbiseye kaydı, Daria'nın mahvettiği elbisesi olduğunu anlamıştı hemen. Sorun bir anda aydınlanmıştı kafasında, Daria'nın o anda başlayan ve gitgide yaklaşmakta olan çığlıkları da probleme noktayı koyacaktı. Sakince konuştu:
-"Derdini anladım sanırım prens!"
Bunu söylediği anda, aynı ağzı ve dili kullandığı ve tam olarak söylemek istediği şeyleri söylediği halde, sesin kendisine ait olmadığını fark etti. O, oradaydı, yüzeyde ya da yakın bir yerlerde değil, tam olarak kılıcı tutan kişiydi. Yüzeye yakın olmakla ilgili söylediği şeyler geldi aklına Tung'un, demek ki hep yakınlarda bir yerlerdeydi ve şimdi de vücudunun tüm kontrolüne sahipti.
"Peki ama neden hala kendim gibiyim?" diye düşündü, cevabı zaten kendisinin de bildiğini fark etti. Lanet, kaderini tamamen kendisine bırakmıştı artık, aralarındaki gizli savaşın sona erdiğini biliyordu ama beklemediği, diğer karakterinde mutlak liderliğini kendisine bırakmış olmasıydı. Sesini tekrar düzenledi ve bu kez Lea'ya dönerek:
-"Bana olan güvenine hayran kaldım. Gerçekten..."
Ses, bu kez kendi sesiydi, normale dönmüştü demek ki. Yine yakınlarda bir yerdeydi, özellikle Alback'ın okunu bir metreden ikiye böldüğü düşünülürse; yakın kavramı, gerçekten çok "yakın" oluyordu. Nefesi kadar yakınındaydı lanet.
Tung, ancak hayalini kurabileceği bir şeyi fark etmişti, diğeri istediği anda gelecek, savaşçısının kontrolünü üstlenecek ama zihin kontrolü hep kendisinde kalacaktı. Bu çok şey demekti aslında, istemediği o karanlık şeylerin, karakterini kaplayan kötülüğün son bulması demekti. Artık çocuk ve kadın öldürmeyeceği anlamına geliyordu, durmak istediği an durabilecekti. Kendisine kötü gelen hiçbir şeyi yapmak zorunda değildi, kendini kaybedip geri ayıldığında yaşanan pişmanlıklar son bulmuştu artık. Bir manyak değildi, olmayacaktı.
Savaş alanındaki kabiliyetleri yüzünden bu hastalıklı kişiliğe göz yumulurdu hep, artık bu da gereksizdi. Güçlüydü, ölümcüldü ama kendindeydi. Birden harika hissetmeye başlamıştı kendisini, bir anda hayatı değişmişti genç Tyruslunun. Hayalleri artık daha ulaşılabilirdi, daha kolay bir gelecek planı yapabilecekti. Yüzüne yavaşça gelmekte olan sırıtış, Lea'nın kekeleyen sözleriyle kesildi:
-"Ben, ben... Çok üzgünüm, biz sanmıştık ki! Yani..."
Daria, olduğu yere çökmüş, hıçkırıklar içinde ağlıyordu. Ağabeyiyle göz temasını kaybetmemeye özen gösteriyor ama Tung'un ne yapacağını da kestiremediğinden yanına gidemiyordu. Tung, kendisini toparladı, iç hesaplaşmasına sonra devam edebilirdi. Gerçi hesaplaşacak bir şey kalmamıştı ortada, tıpkı rüyalarında gördüğü gibi, laneti armağana dönüşmüştü artık. Bu bir hediyeydi kendisine, şimdi emindi bundan.
İçinde bulunduğu duruma bir göz attı. Daria yerde hıçkıra hıçkıra ağlıyor. Lea ellerini zaten beyaz olan tenini artık şeffaflaştıracak derecede sıkmış başı önünde gözleriyle adeta toprağı kazıyor. Alback kız kardeşini gördüğünden beri, yüzüne gelip yerleşmiş huzur ifadesiyle garip bir rahatlama yaşıyordu. Kılıcı tam prensin başının üzerindeydi ve kendisini az çok tanıyan herkes prensin nasıl olup da halen hayatta olduğuna akıl sır erdiremezdi. İşi biraz oyuna dökmeye karar verdi. Duruşuna ve sesine güçlü ve kendinden emin bir ciddiyet kattı ve:
-"Elbiseyi gördün ve benim onu öldürdüğümü mü düşündün? Ben Tyrusluyum Prados prensi, sana ona göz kulak olacağımı söylemişsem bunu yaparım ve ona yeryüzünde nefes alan hiçbir yaratık zarar veremez. Ben sana bunu söylediğim halde, geldin ve beni öldürmeye çalıştın."
Biraz duraksadı, sonra sesini daha da yumuşatarak:
-"Şimdi sana ne ceza vermeliyim?"
Alback sessizdi, yüzünde kaybettiği en sevdiği oyuncağını geri bulmuş bir çocuğun huzuru ve çocuksu mutluluğu kalmıştı. Onun yerine Lea konuştu:
-"Bak, ne diyeceğimi bilemiyorum. Sana güvenmediğim için gerçekten çok üzgünüm ve..."
Tung onun konuşmasını kesti:
-"Hayır, hayır. Prensin söylemesini istiyorum, hayatıma kasteden oydu çünkü. Kendisi olsa nasıl bir ceza düşünürdü? Suçlu olduğuna inanan birisi onu öldürmeye çalışsa ve sonradan suçsuzluğu ortaya çıksa, dahası böyle birini cezalandırmak için eline benimki gibi bir fırsat geçse ne yapardı?"
Lea tekrar konuştu:
-"Bu benim yüzümden oldu. Eğer birini cezalandırmak istiyorsan bana yap. Bunun sorumlusu benim..."
-"Sana demin de söylemiştim, bana olan güvenine hayran kaldım. Seninle bir problemim yok, sadece intikamımı istiyorum prensten. Buna da hakkım var, öyle değil mi Prados'un varisi?"
Alback bu kez başını önüne eğdi. Sadece "evet" anlamında sallayabildiği başından halen kan sızıyordu. Arkasındaki otlardan bir hışırtı duydu, Daria'nın bu kadar sesi çıkarmak için ne yapmış olduğunu merak ederek o yöne döndü. Kız kırılgan gözlerini Tung'a dikerek:
-"Hepsi benim hatam. Elbisemi o şekilde orada bırakmamalıydım, beni önemseyen insanların onu görünce telaşlanacaklarını düşünmeliydim, aptalca hareket ettim."
Bunu söyledikten sonra Tung'a doğru bir adım attı ve devam etti:
-"Ben sana güvendim ve halen güveniyorum. Bundan şüphen yok sanırım."
Tung kızı aşağıdan yukarıya doğru şöyle bir süzdü ve gülümsedi. Yaptığı küçük oyun, en azından bu kızda işe yarayacağa benziyordu. Bu küçük kızın özgüvenini kazanması gerekiyordu ve bu iyi bir fırsattı. Sesini yeniden kontrol edip Daria'ya:
-"Elbisen konusunda sana söylediğim şeyi hatırlıyorsundur. Sana borçlu olduğumu söylemiştim ama bunu hayatımla ödeyeceğimi söylemedim. Ve şimdi beni neyle suçluyorlar, farkında mısın?"
Daria, yavaş yavaş kendisine doğru ilerliyordu. Tam gözlerinin içine bakıyordu genç Tyruslunun:
-"Biliyorum ve senden ağabeyim adına özür dilerim. Yine de anlamalısın ki o benim için, ben de onun için çok önemliyiz. Elbisemi ortalıkta bırakmak benim hatamdı ve bu yüzden yanlış anlamış olması normal. Lütfen, benim yaptığım bir hatayı ağabeyime ödetme."
Tung kıza adeta gözleriyle gülümsedi. Bir "aferin" gönderdi içinden, sonra tekrar:
-"Onu bırakmam için bana bir sebep söyle Daria. Beni tekrar öldürmeyi denemeyeceğine nasıl emin olabilirim ki? Yani beni yanlış anlamaya bu kadar meyilliyken?"
Daria artık Tung'un yanındaydı. Usulca elini uzattı ve Tyruslunun bileğine dokundu. Yavaş ve narin hareketlerle elini belli belirsiz bir temasla adamın elinin üzerinde gezdirdi dokunuşlarını. Daria kırılgan vücudunu, büyük bir güvenle kendisine yasladı ve temasını dokunuşa çevirerek adamın elini tuttu. Yavaşça kılıçtan ayırıp avuçlarının birbirine dokunmasını sağlarken, bu kadar kırılgan birinin nasıl olup ta ellerini kılıçtan böylesine kolaylıkta söküp aldığını hayretle gördü Tung. Avucunun sıcaklığı, yavaş yavaş bedenine yayılırken kızın buğulu nefesini kendisinden neredeyse yarım metre aşağıdan hissetti, kız bu arada parmaklarının ucunda yükselmişti:
-"Ben sana güveniyorum. Yanlış bir şey yapmayacağına adım gibi eminim. Sen de bana güven, ağabeyim bir daha asla böyle bir şey yapmayacak."
Tam gözlerinin içine bakıyordu Tung'un, genç Tyruslu da daha fazla uzatmamaya karar verdi. Zaten bu el ele tutuşma olayına yeni alışırken hiç bilmediği, hiç hissetmediği tuhaf duygularla uğraşmak istemiyordu. Daria'ya kibarca gülümsedi ve prensin başının üzerindeki kılıcını kınına geri soktu:
-"Pekala, Daria'ya güveniyorum. Ama kaçırdığımız geyik senin sorumluluğunda ve bu yüzden herkesten az yemek yiyeceksin prens."
Prens Alback, tebessümle şaşkınlık arasında garip bir yüz ifadesi takındı. Ne söyleyeceğini ne yapacağını bilemiyordu. Kararsızlığı sesine de yansıdı ve kekeledi.
-"Ben... Ben..."
Gözü, Daria'nın ve Tung'un kenetlenmiş ellerine takıldı, ne söyleyeceğini bir türlü toparlayamıyordu kafasında. Başı önünde doğruldu ve arkasını dönerek kamp alanına doğru yürümeye başladı:
-"Daria! Gel yanıma."
VE TEHLİKELİ
Yürümeye başladıklarından beri Alback, Daria'nın bir an olsun elini bırakmamıştı. Kamp kurdukları alana kadar epey bir yolları olduğu düşünüldüğünde, kız kardeşi için cidden çok endişelenmiş olmalıydı. Kılıcını adamın başının üzerinde tuttuğunda, gözlerinde dolaşan şeyin ölüm korkusu değil kız kardeşi için duyduğu endişe olduğunu fark etmişti Tung.
Prens, ya kendi ölümünden cidden hiç korkmuyordu ya da kız kardeşinin başına gelmiş olabileceğini düşündüğü şey yüzünden henüz bunu düşünmeye vakit bulamamıştı. Her iki durumda da Daria'nın yanında bulunması en doğru kişini o olduğu açıktı. Ailesiyle ilgili pek bir şey anlatmasa da aile bağları, kızın kırılganlığından anlaşılabiliyordu, annesine olan düşkünlüğü ve ağabeyi... Prens güçlü görünmeye çalışsa da aslında kız kardeşi onun zayıf yönüydü, bu kadar kırılgan ve hassas küçük bir kızın sorumluluğunu yıllardır sırtında taşıyordu.
Aslında büyük bir iyilik yapmıştı onlara Tung, kızın kendisine olan güvenini tazelemişti, daha doğrusu alevlendirmişti. Daha önce bu kızın bu kadar kendine güvenerek ve özgüvenin, bir ritimle yürüyüşüne yansımasına da izin vererek adımlar attığını hiç sanmıyordu Tyruslu. Kız, o kırılgan bakışlarını halen koruyordu, ama artık gerektiği zamanda gereken dirayeti gösterebildiğini de görmüş ve bunun getirdiği inanç, kendine güvenini pekiştirmişti.
Şimdi farkında değildi belki ama prens Alback da bu duruma müteşekkir olmalıydı, yakında da olacaktı. Geleceğin Prados kralının zayıf karnını güçlendirmiş, ona iyiliklerin en büyüğünü yapmıştı. Kız kardeşini kaybetme düşüncesi, buna ufak bir bedeldi ama Tung'a göre kazanımları buna değerdi.
Kendi keyfine de diyecek yoktu Tung'un. Tamamen kontrolü altına aldığını düşünüyordu artık lanetini, bu da kendi kazanımıydı. Hepsinden ve her şeyden önemli olan da buydu.
Alback ve kız kardeşini bırakıp hemen yanında yürümekte olan Lea'ya kaydı gözü. Lea, bir süredir hiç konuşmuyordu, sadece orada, elinde Daria'nın kanlı elbisesiyle bir şeyler gevelemiş, ondan sonra da susmuştu. Önüne bakarak yürüyordu, kendisine sımsıkı sarılmış, elleriyle de dirseklerini altından tutmuştu. Tung ona doğru bir gülümseme fırlattı, kendisine bakmasa da bunu fark etmiş olacağını umdu. Kızın yanına yaklaşarak:
-"Hiç konuşmuyorsun. Canını ne sıkıyor?"
Lea yutkundu:
-"Bir şey yok. Sadece düşünüyordum."
Tung merakla sordu:
-"Ne düşünüyorsun peki?"
-"Babamı bulmalıyım bir an önce. Kafam biraz karışık, üzgünüm."
Tung, kızın konuyu değiştirdiğini anladı ve sustu. Kolları birbirine değecek kadar yakın yürüyorlardı, Lea'nın kendisine sarılmış biçimde yürüdüğü düşünüldüğünde bu cidden çok yakındı. Lea yavaşça başını kaldırdı ve Tung'a baktı. Tyruslunun başka bir şey söyleme niyetinin olmadığını anlayınca kendisini konuşmak zorunda hissetti:
-"Sana güvenmediğim için gerçekten üzgünüm. Görülen kanıtlar her zaman doğruyu göstermiyor. Beni bağışla lütfen..."
Tung olduğu yerde durdu. O kadar yakın yürüyorlardı ki, Lea'nın sağ baldırı, adamın sol kalçasına çarptı. Lea'da durdu ve ileri doğru baktı, Alback ve Daria onları duymamış olduklarından tempolu yürüyüşlerine devam ederek arayı açıyorlardı. Tam Tung'a dönmeye niyetlenmişti ki adamın kırmızı ve yumuşak dudaklarının kendi dudakları üzerine kapandığını hissetti. Ne olduğunu bile anlamamıştı genç kız, ensesini kavrayan el, kendisini ona doğru çekiyordu.
Ağzını güçlükle aralayabilmişti ve o küçük boşluktan giren Tung'un dili, kızın şokunu ürpertiye çeviriyordu. Kızın ağzının içini keşfederken, diğer elini de beline atıp kendisine doğru çekti adam, artık vücutları yapışıktı. Aralarında sadece kızın kendi üzerine kenetlediği ve öylece unuttuğu elleri kalmıştı, yine de bu, genç adamdan yükselen şiddetli arzunun kıza doğru akmasına engel olmuyordu.
Lea da ilk şoku atlattıktan sonra ağzının içinde gezinen genç savaşçının dilini kendi diliyle keşfetti, sanki hep oraya aitmiş de uzun bir yolculuktan dönmüş gibi sahiplenmiş ve konuğuna sarılmıştı. Lea ellerini yavaşça çözerek Tung'a sarılmak istedi. Yine de sonradan bunu yapamadı, iki yana düşmesine izin verdi. Adam, kızı kendisine öyle bir yaslamıştı ki, neredeyse üstlerinde elbise yokmuş gibi bütünleşmişti iki beden. Sarıldıkça sanki içine akıyor, diğer yandan da ağzından kızın ruhuna doğru sızmaya çabalıyordu. Daha fazla bütünleşemezlerdi, resmen iç içeydiler artık.
Tir tir titriyordu Lea, içinde kükreyen lavlar, kızın vücudunu aleve çevirmişti. Hayatında ilk kez böylesine tutkulu bir şey yaşıyordu, öpücük de diyemiyordu buna. Arzusu kendisini de utandırdı, bir şeyler yapmalıydı yoksa hissettiği tutku hepten kendisini kasıp kavuracaktı.
* * *
Kızdan yavaşça ayrıldı Tung, önce dudaklarının sert teması, yumuşadı, arkasından yavaşça kızın ağzından çıktı. Sol eliyle tuttuğu ensesini bıraktı, parmakları Lea'nın güzel yüzüne doğru kaydı. Sağ eliyle kendisine bastırmaya devam ediyordu halen. İkisi de birbirinin arzusuyla kavrulmuşlardı bir an, Lea'nın bacakları titriyordu. Tung ise gülümseyen gözlerle kendisine bakıyordu.
Diğer elini de kızın belinden çekti, sonra da gerilemeye başladı ki bu, öpücüğün etkisi yüzünden Tung için hayli zor olacaktı! Yüzünden yavaşça aşağı doğru kaydırdığı eli, kızın sağ avucuna kadar inip orada durdu. Daria'dan öğrendiği gibi kızın avucunu kendi avucuyla birleştirip ellerini üzerine kapattı. Bu şekilde de birkaç adım attılar, adamın özgüveni ve rahatlığı adeta üstünden akıyordu. Tung'un yeni bir değişim dalgasını atlattığında iyice kanaat getirdiğinde eli, kızın ellerinden yavaşça kayarken Lea'nın güçlükle çıkan mırıltısını duydu:
-"Bu nedendi şimdi?"
Tung, kıza sıcacık bir gülümseme yolladı, sesine yansıtmaya çalışarak:
-"Bana olan güveninin çok da fazla olmadığını biliyordum. Ama ölmemi neden istemiyorsun? Sadece lanetten kurtulmak için olduğunu söyleme, buna inanmam!"
Sesine tekrar kavuşup kavuşmadığını anlamak için önce hafifçe öksürdü Lea. Her yanını basan ateş hafiflemiş görünüyordu:
-"Tabi ki ölmeni istemem, bunu neden isteyeyim ki?"
-"O kızı öldürdüğümü düşünüyordun ve yine de ölmemi istemedin. Ok, yanımdaki ağaca saplanmadan epey önce sesin kulaklarıma gelmişti. Sonra iki kez daha duydum aynı haykırışını..."
Lea omzunu silkti:
-"Tepkiydi sadece!"
-"Evet, o öpücük de tepkiydi, bir an kendimi sana sarılmaktan alıkoyamadım."
Lea kızarmıştı, ama gülümsüyordu da. Yeniden kollarını kendisine sararken Tung'la göz göze gelmemeye dikkat etti ve:
-"Hım, ilginç tepkilerin varmış."
Tung da gülümsedi:
-"Senin de öyle..."
KARANLIKTAKİ ADIMLAR
Karanlık henüz çökmüştü ve yavaş yavaş üzerlerine bir örtü gibi serilmeye başlayan akşamın alacakaranlığında, etrafta gölgelerin uçuştuğu, ucunun bucağının nerede başlayıp nerede bittiğinin hissedilemeyeceği bir vadinin ortasında gibiydiler. Bu kadar güzel bir yerin nasıl olup ta birkaç saat içinde böylesine değişik bir hal almış olabileceğine akıl sır ermiyordu. Sanki her taraf, garip şekiller ve hayaletlerle kaplıydı; ağaçlar, çatırdayarak yanmakta olan odunlardan çıkan ateşin gölgesinde dans eder gibiydi. Garip bir şekle bürünmüştü sanki tüm orman, ışığın altında huzur veren hali şimdi sadece ürkütüyordu.
Çok fazla zaman kaybetmişlerdi, avlanırken ve sonrasında. Karanlığın çökeceğini hesaba katarak ufak tefek şeylerle açlıklarını geçiştirmeliydiler ve bir an önce Kralın ana kampına ulaşmalıydılar. Bunu yapmak yerine mini bir av partisi düzenlemiş, peşi sırada yaşanan olaylar nedeniyle daha avladıkları geyiği bile tadamadan karanlığa esir düşmüşlerdi.
Gerçi Tung mutluydu, aynı gün içinde kendisiyle ilgili hayatının belki de en önemli gizemini çözmek konusunda çok önemli bir adım atmıştı ve geyik etinden çok daha leziz iki dudak tatmıştı. İlk kez birileriyle el ele tutuşmuştu ve şimdi de ateşin üzerine yatay biçimde astıkları geyiği, içinden geçen sopa yardımıyla çeviriyordu.
İyice kızarmış sırt etini görünce geyiğin artık yerini yemeğe bıraktığını anladı. Ortamın güvensiz hali ve günün yorgunluğuyla gerilen sinirlerinden olsa gerek, ateşteki her çıtırdamada Daria da sıçrıyor, yeni bir korku dalgası sarıyordu çocuk denebilecek kalbini. Alback da ona biraz daha sarılıyor ve teninin sıcaklığıyla kız kardeşini sakinleştirmeye çabalıyordu.
Tung, Lea ile göz göze geldi. Çakmak çakmak gözleri, doğrudan kendisini ve hareketlerini izliyordu. Bakışları öylesine delici ve keskindi ki, sanki kız doğrudan içini görüyordu genç adamın. Ürperdiğini hissetti Tyruslu. Kendisi başka insanlara bu şekilde bakmaya alışıktı ama ilk kez birisi de bu şekilde ona bakıyordu. Ne yapacağını şaşırmış gibiydi, doğrudan kızın gözlerinin içine bakmak da bir çözüm olmamıştı. İkinci denemesinde konuşmayı becerdi:
-"İyice acıkmışsındır, sabahtan beri bir şey yemedik."
Lea, hayır anlamında başını iki yana salladı. Bunu yaparken bile, doğrudan kendine kenetlenmiş gözlerinde hiçbir oynama olmamıştı, adeta üzerine saplanmıştı. Kalçalarının üzerinden başlayarak sırtına doğru çıkmakta olan ürperti, sıcak bir battaniye gibi sardı Tung'u. Daria'nın ve Alback'ın bir şeyler söylediğini fark etmedi bile. Ağzı kurumuştu, kulakları uğulduyor ve dizleri de tutmuyordu. Ayağa kalksa düşeceğinden adı gibi emindi.
Bu kesinlikle lanetin işiydi Tung'a göre, kızın içinde de bir tane vardı ve kendisininkine temas etmeye çalışıyordu. Öpüşmeleri çok etkileyiciydi ve o an, orada kızla birlikte olmayı gerçekten istemişti, ancak şu anda Lea'yı isteyen kendisi değildi. Hâkimiyetinin hepten kaybolmaya başladığını fark ederken, Prados prensesinin omzuna dokunuşuyla sarsılarak kendine geldi ve gözlerini Lea'dan çekebildi. Yavaşça Daria'ya döndü ve kızın kıpırdanmakta olan dudaklarını okumaya çabaladı. Vücudu halen normal tepki veremiyordu. Daria:
-"Hey, iyi misin? Deminden beri cevap vermiyorsun, çok yorulmuş olmalısın. Bırak yemek işiyle ben ilgileneyim. Açlıktan ölüyoruz!"
Tung hiçbir şey demedi, itiraz da etmedi. Sadece ayağa kalkarsa dizleri kendisini taşıyabilecek miydi, onu merak ediyordu. Hoş, dizleri üzerine hangi ara düştüğü konusunda da en ufak bir fikri bile yoktu.
Geri geri emekleme - yürüme arası bir şeyler yaparak, az önce oturmakta olduğu kütüğün üstüne döndü. Neler olduğunu anlamaya çalışıyordu, ama aklındaki yegâne şey, Lea'nın içleri yanmakta olan mavi gözleriydi. Siyahın ve mavinin nasıl olup ta karışmadığı yine de birbirinin içine böylesine kusursuzca geçtiğini çözemiyordu. Dahası sanki bir an o gözler, birer el olmuş, ruhunu yakalayıp parmakları arasında sıkmıştı.
Çok kız tanımıştı Tung, her türlü cilveye maruz kalmıştı, ama böylesini ilk kez yaşamıştı. Bakışlarından saf bir arzu akıyordu kızın ve en garibi bu hiç Lea'ya göre değildi. Birkaç saat önceki yakınlaşmaları mı onu bu hale getirmişti, yoksa bu da mı lanetin etkisiydi, pek bir fikri yoktu Tyruslunun. Bildiği tek şey bu bakışa karşı koyamayacağıydı, kız kendisine böyle bakarak dizlerinin bağını bile çözebiliyorsa başka her istediğini de yaptırabilirdi. Bir an, onun her istediğini yapmanın pek de kötü bir şey olmayabileceğini düşündü.
Alback, Daria ve epeyce bir süredir kendileriyle seyahat ettiklerini bile unuttuğu Vraksim, sanki hayatlarında ilk kez yemek yer gibi yiyorlardı, bu kadar aç olabileceklerini düşünmemişti Tung. Kendisi hiç açlık hissetmiyordu, Lea da oturduğu yerden kalkmamıştı bile. Alback'ın istekli davetlerine ve yemek yedirme çabasına rağmen tek lokma bile almamıştı ağzına. Daria da çocuk gibi sürekli konuşuyordu, devamlı etin lezzetinden bahsedip duruyordu. Bir an kızın coşkunluğundan ve bu çocuksu coşkunun yarattığı yoğun gürültüden sıyrılmak istediğini fark etti.
Yavaşça oturduğu yerden kalktı ve ormanın içine doğru yürümeye başladı. O kadar karanlıktı ki, gözlerini kapatsa da pek bir şey değişmeyecekti, gece görüşünü kaybetmeyeceğini bilse gözlerini kapayıp sadece rüzgarın ve etrafın sesini dinleyerek, kulağına güvenerek hareket edecekti. Yine de savaşçı içgüdüleri, gece görüşüne nerede ihtiyacı olacağını kestiremediğinden sürekli hazır tutması gerektiğini söylüyordu kendisine.
Rüzgarın ağaçlardaki uğuldaması ve epeyce geride kalan yanan ateşin çıtırtısı, omzuna değen elle bir anda durdu. Her yer, her şey donmuştu adeta, hiçbir ses hiçbir hareket yoktu artık. Lanetin Tung'a kazandırdığı özelliklerden birini yaşıyordu şu an, ama hep diğeri faydalanıyordu bunun nimetlerinden.
Sadece savaş alanında, aşırı adrenalinle birlikte, tüm hayatı ağır çekimdeymiş gibi yaşıyordu ve artık bu duyguyu kendi benliğindeyken de hissedebiliyordu. Hala buna alışkın olmadığını fark etti ama o anda ilgilenmesi gereken asıl problemin ona arkadan yaklaşıp dokunan şey olduğunu da biliyordu. Yine de sanki o gelenin kim olduğunu içten içe tahmin ediyor, daha doğrusu umuyordu; savaşçı Tung, ilk kez gafil avlanmıştı ve buna da pek aldırmıyordu.
TESLİMİYET... VE AZAP
Arkasını dönmedi, sadece boynunu hafifçe çevirip arkasına baktı. Kızıl korların içindeki aynı mavilik, bir kez daha sarmalamaya başlamıştı bile kendisini. Gözlerini usulca kapadı, ne olacağı umurunda bile değildi. Boğazına saplanacak bir ok, bir kılıç ya da bıçak... Her ne olursa artık hiç biri zihninde yer işgal etmiyordu. Saldırılabileceği muhtemel yerler, muhtemel silahlar hiç önemli değildi artık, tek düşündüğü şey alev alev yanan o gözlerdi. Tekrar ruhuna girmesi düşüncesi bile hem korkuyla dolduruyor hem heyecanlandırıyordu genç Tyrusluyu. Titremeye başlamıştı ve karşısındaki bunu kolaylıkla hissedebilirdi.
Ufak bir dalın çıtırdamasını duydu iyice hassaslaşmış kulakları, kendisine doğru bir adım atılmış olmalıydı. Sonra hiçbir "normal" insanın duyamayacağı kadar küçük bir ses daha, "Lanete şükretmeliyim" dedi içinden. Dudaklarında bir çift yumuşaklık hissetti, buğulu bir nefes, adeta alev almış kendisini de içine çekmeye çabalıyordu. Hayır mı demesi yoksa aldırmaması mı gerektiğini bilemiyordu, bunu diyebilecek iradeye sahip miydi, onu da bilemiyordu. Tam bu sırada o iki ıslak, yanan ve yeryüzünün o an için en yumuşak iki nesnesi, kendi dudaklarının üstüne kapandı.
Nefes bile alamıyordu genç Tyruslu, sadece dudaklarının üzerindeki o iki nesnenin, nasıl olup ta bir insana ait olabildiğini çözemiyordu. Az önce gözlerinden girip ruhuna dokunmasından korktuğu o görünmez el, şimdi dudak şekline girmiş adeta içine akıyordu. Ağzının içinde dolaşmakta olan tatlı dili de, beyninde bambaşka noktaları uyarıyor ve içinde bulunduğu durumun en ücradaki merkezine her saniye biraz daha sürükleniyordu. Lea'nın burnundan çıkan nefesi, üst dudağına çarptıkça yaşadığın şeyin gerçekliğini sorgulamaktan vazgeçiyor, yine de her seferinde "Bu bir hayal olmalı" diye düşünmekten de kendisini alamıyordu.
Sert bir hareketle kızı belinden yakalayıp kendine doğru çekti. Sanki bir daha hiç kopmak istemeyecek gibi sarılmıştı, vücutlarını tek bir parça haline getirmeye çabalıyordu. Yavaşça kızın dudaklarından geriye çekilirken, onun da yaprak gibi titremekte olan bedenini kendine iyice yasladığını fark etti. Bir eli, kızı belinden sıkarken diğer eli de kızın kalçalarına doğru kaydı.
Lea, Tung'un omzuna doğru başını koydu ve titremeleri biraz daha arttı. Dizleri tutmuyordu artık, karşısındaki adam, onun belinden tutmuyor olsa olduğu yere yığılıp kalacak gibiydi. Tyruslunun nefesini boynunda hissediyordu, şahdamarının hemen üzerinde ılıkça geziniyordu. Genç adamın parmakları, hayatı boyunca hiç kimsenin dokunmadığı bölgeleri okşuyor, ılık nefesi de ısrarla şahdamarına basıyordu.
Gözlerini kapayıp tekrar açmaya çalıştığında yeni bir kasılma daha hissetti, yerinden çıkmaya çalışan kalbinin üzerinde kendisini tutmakta olan el geziniyordu ve adeta onu orada tutmaya çabalıyordu. Sanki sökülecek gibi atıyordu genç kızın yüreği, Tung da avuçlarının içindeki göğsü biraz daha sıkıp bıraktıkça daha da hızlanmaya çabalıyordu, dayanacak gücünün kalmadığını fark etti. Gözlerini açmaktan vazgeçip kendisini tamamen "lanetdaş"ına bıraktı.
***
Gözlerini hafifçe araladı Tung, her şeyin normal olduğunu görmek istiyordu. Hiçbir şeyin normal olmadığını biliyordu aslında, gözleriyle görmese de avuçlarının içindeki yumuşak sıcaklık, yanında yatmakta olan kişinin çıplak ısısıyla birleşerek "normal" kavramını beyninden uzaklaştırmaya çabalıyordu.
Hafifçe doğruldu, Lea çıplak ve dişil güzelliğiyle yanında yatıyordu. Bir kolu kızın altında kalmıştı, o eliyle kızın bir göğsünü sıkmış ve sanki eli, o şekilde kilitlenip kalmıştı. Arkası dönüktü Lea'nın, nefes seslerinden uyuduğu anlaşılıyordu. Dün gece tek bir vücut olma gayretlerinin tamamlanmış olduğunu, Lea'nın çıplak kalçalarını gördüğü zaman anladı. Onu hiç bu şekilde düşünmemişti genç adam, zaten halinden de şikâyetçi sayılmazdı. Bu kıza bu şekilde ömrünün sonuna kadar sarılıp yatmak istiyordu, hiçbir şeye aldırmaksızın, hiçbir şeyle uğraşmaksızın, savaşsız, politikasız...
Yine de içgüdüsel olarak etrafı kolaçan etti gözleriyle, her yer sakindi ve güneş doğmaya çalışıyordu. Güvende olduğunu anlayınca yeniden içindeki sıcaklığa yöneldi, yanındaki baş yavaşça dönerek dün geceki alevli bakışlardan birini daha fırlattı. Güçlükle anlaşılan bir sesle:
-"Ne oldu? Bir şey mi var?"
Tung gülümsedi. Boştaki eliyle kızın saçlarındaki kırmızı bukleyi okşayarak:
-"Bir şey yok. Güneş doğmuş bile sayılmaz henüz. Uyu sen. Ben yanındayım."
Bunu söyledikten sonra da kızın altındaki elini hafifçe kapattı, avucunun içindeki dolgun göğüs de beraberinde sıkılmış oldu. Lea belli belirsiz tebessüm etti, o da fark etmişti ki bu duyguya alışabilirdi, hatta sevmişti bile...
***
Yerinden doğrulduğu gibi çılgınca koşmaya başladı Tung. Sanki bir an dursa vücudunu parçalayacak olan kılıçlara hedef olacaktı. Durmayıp koşmaya devam etse, bu sefer salgıladığı aşırı enerji bacaklarını tüketip iflas ettirecek, kalbi de bu tempoya daha fazla dayanamayıp olduğu yerde parçalanacaktı. Sağ kolundan kanlar sızıyordu, ne zaman bu hale geldiğini bir türlü aklı almıyordu, Lea'nın nerede olduğunu da bilmiyordu.
Bastığı yer sert topraktı, önceki gece gördüğü büyük ağaçlar da etrafındaydı ama artık bir orman gibi görünmüyordu. Arkasında ne olduğunu bile bilmediği kişilerden kaçarken kaybolmuş olmalıydı, ama bütün bunları ne zaman yaptığıyla ilgili hiçbir fikri yoktu. Daha ne kadar bu kaçışı sürdürebilirdi, onu da bilmiyordu.
Bu işin sorumlusunun diğer kişiliğin olduğunu düşündü, kendisi uykudayken yeniden baskın hale gelmiş ve her nasılsa yine başını belaya sokmuş olmalıydı, yine de gelen seslerin kalabalığından ve kolunun durumundan anlıyordu ki bu sefer işi hiç kolay olmayacaktı. İçinde bir yerlere doğru uzandı, ama aradığını bulamamanın verdiği dehşetli korku bütün benliğini sardı.
Orada değildi diğeri, savaş meydanlarında kontrolü hep ele alan o güç içini doldurmuyordu artık. Laneti kendisini terk etmişti, o an bunun bir lanet değil de bir insana verilebilecek en güçlü silah olabileceği gerçeğiyle yeniden yüzleşti. Son bir kez sesi yettiği kadar kendi içine doğru haykırdı. Ses yoktu, hiç orada olmamıştı sanki.
Bacakları yavaş yavaş beyninden gelen emri uygulayamamaya başladı, hızı azaldı önce Tung'un. Peşinden gelmekte olan belki onlarca zırh sesi duyuyordu, yaklaşmaktaydılar ama Tung'un artık kaçacak takati kalmamıştı. Geri dönüp savaşmaktan başka çaresi kalmamış gibiydi ama bu durumda çok da bir şansı olmadığını biliyordu. Bu kalabalığa kaşı fazladan güce ihtiyacı vardı ama o da kendisini terk etmişti. Lea'nın güzel yüzü geldi bir an gözlerinin önüne, çaresizlik ve hüzün hızla içini kapladı genç Tyruslunun. "Lea" diye inledi, olduğu yere iki dizinin üzerine yığıldı kaldı. Kendisine olabildiğince sıkı bir şekilde sarıldı ve başını da öne doğru eğdi, neredeyse toprağa değecekti.
Gözlerini adeta kör eden bir pırıltı, bir anda etrafı sardı. Neler olduğunu anlamak için başını hafifçe kaldırdı Tung, az önceki tempolu koşusu yüzünden bütün kasları hareket halindeydi, nabız gibi atıyordu. Dikkatini toparlayarak ışığın kaynağını aradı. Hızla yaklaşmakta olan zırh sesleri artık önemini yitirmişti, ışık kör ediciydi belki ama kesinlikle insana huzur veriyordu. Derince bir nefes aldı ve biraz içinde tuttu. Bu sırada kapadığı göz kapaklarını hafifçe araladı ve etrafı bir kez daha inceledi.
Işığın kaynağını bulduğunda az kalsın nefesi kesiliyordu genç adamın. Lea karşısında gülümseyerek ona bakıyordu, bir hiçliğin tam ortasında durmuş gülümseyen ve anlayışlı bir yüzle kendisine bakıyordu. Işık huzmesinin içinde değildi, direk kaynağıydı. Etrafına ışık saçıyordu ve o kadar güzel gülümsüyordu ki kendisine, sanki ışığın asıl kaynağı bu gülüşün içindeydi.
Vücudunu da doğrulması için zorladı Tung, karşısındakinin yüzüne daha net bakmak istiyordu. Bir ses kulaklarında, bütün benliğinde, kaslarında, hatta kemiklerinde ve iliklerinde yankılandı:
-"Sakin ol Tyruslu, içini bana aç. Bırak gireyim, mücadele etme benimle. Mutluluk sana çok yakın."
Sesin sahibi Lea değildi, görüntü ona ait olsa da ses tamamen farklıydı. Kendisini neden "Tyruslu" diye çağırdığını merak etti, "Bu Lea olamaz" diye yeniden geçirdi içinden. Başını iki yana salladı, karşısındaki şey kesinlikle insan değildi, ne olduğunu bilmiyordu ama nedense bütün benliğiyle ona güvenmek istiyordu. Sanki yıllardır aradığı kaybolmuş bir parçası canlanmış, ete ve kemiğe bürünüp karşısında duruyordu. Gülümsedi, titreyen bir sesle:
-"Nasıl açayım? Bilmiyorum ki..."
Işıkların içindeki Lea da kendisine gülümsedi. Yerden bir karış kadar havalanmıştı, bedeni tam ortasından geçen bir demir varmış gibi sabit kalarak öne doğru paralel şekilde yattı. Kendisine doğru süzülmeye başladı, başı önde ayakları arkasındaydı ve sanki havada uçarak üzerine doğru geliyordu. Dudaklarına dokunan ılık nefes, irkiltti Tung'u, öpecek gibi duruyordu. Sonra garip bir şey oldu, ışığın kaynağı, hafifçe geriye doğru çekildi ve birden üzerine atıldı. Aralık duran iki dudağının arasından içine doğru aktı.
Gözünün önünden yıldırım hızıyla görüntüler geçmeye başladı. Tanımadığı birileri, yaşanılan bir şeyler, hiç görmediği mekânlar şelale gibi aktı gözlerinin önünden. O kadar çok şey görmüştü ki, bunları nasıl birleştireceği hakkında hiçbir fikri yoktu. Tanımadığı kişilerin, bilmediği yerlerde, hakkında hiçbir fikrinin olmadığı şeyler yapmasının kendisiyle alakasını kuramıyordu kafasında. "Neydi bu şimdi?" diye düşünürken az önce gözlerinin önüne çakan yıldırım bir anda sanki beyninin içinde de şakladı. Aslında her şeyi bildiğini fark etti, o insanların kim olduklarını, yaşadıkları yerleri, başlarına gelenleri...
ZORAKİ ANLAŞMA
Yeniden iki büklüm olmuştu ışıklar saçan kadının karşısında. Bembeyaz, Lea'nın ki kadar beyaz eller uzanıp çenesine dokundu. Yavaşça yukarı doğru kaldırdı Tung'un başını, kendisine baktırmak ister gibiydi. Gülümsedi:
-"Benim kim olduğumu biliyorsun."
Tung sadece başını sallayabildi. Kadın devam etti:
-"Artık kendinin ve yoldaşının da kim olduğunu biliyorsun. Başına gelen şeylerle, lanetle ilgili isteklerin artık gerçekleştirebilirsin Tung. Ama ne yazık ki kurduğun hayaller gerçek olamayacak kadar güzel. Bunu sen de biliyorsun değil mi?"
Tung seslice yutkundu. Artık onun Lea olmadığını biliyordu:
-"Sen; bunu, bana ve Lea'ya veren perisin. İstersen onun bende kalmasını da sağlayabilirsin. Şu an lanete çok ihtiyacım var, lütfen, Lea'yı korumalıyım."
"Lanet" dediği anda bunu hiç söylememesi gerektiğini düşündü. Peri yine tatlı tatlı gülümsedi:
-"Hayır Tung, her şeyin bir zamanı vardı ve sen bu zamanı tamamladın. Görevini yerine getireceksin ve ondan sonra bu "armağan" senden alınacak. Biliyorsun, armağanın içinde laneti de gizliyor. Yani hür bırakılacaksın."
Tung sinirlenmişti:
-"Ben zaten hürüm! Hep öyleydim!"
-"Tabiî ki öyleydin. Çünkü hep içinde benim parçam vardı, senin lanet dediğin şey."
Tung, az önce sinirlendiği için neredeyse utanmıştı. Bu kadar güzel konuşan, her tarafı ışıklarla aydınlatan birisine nasıl sesini yükseltebilmişti ki? Kızgınlığı bu sefer kendisine yöneldi. Sesini tekrar düzenledi ve:
-"Peki, sen nasıl istersen. Ama görevimi tamamladığımı nereden bileceğim?"
-"Anlayacaksın, ilk gördüğün anda bunu anlayacaksın genç adam. Hiçbir şeyi boşuna yaşamadın, her olaydan bir şeyler edindin. Artık her şeyi biliyorsun ve asıl güç bilgidir."
Tung'un yüzü allak bullak olmuştu:
-"O zaman bütün bu yaşadıklarımın bana ne kazandırdığını söyle. Neredeyse yirmi yıldır senin alnıma yazdığın görev için mi yaşadım yani?"
Peri, yüzünün asılmasını gizlemeye gerek bile duymadı. Tung için üzüldüğünü göstermekten çekinmeden ellerinden tuttu ve:
-"Benim sana hediyem Lea idi. Ama ne çare ki bu hediyeden bir insan ömrü boyunca bile yararlanamayacaksın. Görevini alnına daha doğarken ben yazdım, bu doğru. Ama yaşam ve ölüme ben karar veremem. Biricik Lea'mı mutlu görmek, tek amacımdı, ama onun bile yaşamını ben kontrol edemiyorum."
Bu sözlerden sonra ışıltılar saçan bir damla yaş, tam elinin üzerine düştü Tung'un. Karşısında gördüğü en mistik varlık, kendisi ve yaşamının kalanı için ağlıyordu. Durumun ironisi, kendisini de gülümsetti. Teskin edici bir sesle:
-"Pekâlâ, nerede son bulacak bu bahsettiğin zaman?"
Peri yüzünü yerden kaldırmadan yanıtladı:
-"Armağanın, ya da senin deyiminle lanetin elinden alındıktan kısa bir süre sonra."
-"Peki onu nasıl alacaksın? Sanırım biz artık birbirimizi anlıyoruz ve bana itaat ediyor."
-"Yaşadıklarının sana katkılarından bahsederken bunu kastetmiştim. Artık onu kontrol edebilirsin, istediğin an istediğin gibi kullanabilirsin. Ama onu, oraya koyan sen değildin ki, alınmasına da engel olabilesin! Çok üzgünüm..."
Tung perinin elleri avucunun içindeyken yavaşça doğruldu. Ne bacaklarındaki acı ne yorgunluğu ne de az önce zırhlarının sesini duyduğu peşindekiler umurunda değildi artık. Her şeyi bilmenin huzuru vardı yüzünde, her şeye hakimdi. Bu sefer kendisi perinin çenesine hafifçe dokunup kaldırdı. Işıltılı varlığın bir uzvuna dokunmak bile tüylerini diken diken etmeye yetti:
-"Onu benden alman... Nasıl hissettirecek?"
Peri artık hıçkırıyordu, gözlerinden akan yaşlar nehirler gibiydi:
-"Bir anda olacak. Hissedeceksin, içinden çekilip alınacak. Aniden yalnız bırakılacaksın."
Tung acı acı gülümsedi:
-"Lea'dan bahsediyordum."
Peri bir süre dondu kaldı. Kelimeleri nasıl bir araya getireceği ile ilgili hiçbir fikri yoktu. Zaten kelimelere gerek de yoktu. Bakışları ve gözlerinin içinden akan yaşlar Tung'a bilmesi gereken her şeyi anlatıyordu. Perinin ellerini usulca bıraktı, gülümsedi ve saygıyla başını eğdi:
-"Seni tanımak güzeldi. Artık geri dönmeliyim, her şeyi bildiğime göre bir şeyleri engelleme şansım da yok. Peşimden koşanlarla başlayacağım işe, bakalım lanetim geri dönecek mi bana?"
Arkasını döndü ve az önce çılgınlar gibi koştuğu yönün tam aksi istikamette yine aynı tempoyla koşmaya başladı. Gözlerinin yaşarması, rüzgardan mı başka bir şeyden miydi, düşünmek bile istemiyordu.
***
Sarsılarak uyandı Tung, yavaşça doğrulmaya çalıştı. Nefes almaya çabalıyordu bir yandan da, ama ne yapsa soluk alamıyordu bir türlü. Tüm ciğerleri boşalmış gibiydi, aklında onlarca şey vardı. Bütün kemiklerin sancıyor, kulaklarının uğulduyordu.
Lea'nın sesini o sırada duydu:
-"Hadi, kalk artık. Sabah oldu. Az daha göreceklerdi bizi!"
Tung'u bileğinden yakaladı ve çekmeye başladı:
-"Kalk hadi, hemen giyinmelisin Alback ile kardeşinin sesini duydum demin."
Gülümsemesi bir anda yüzünde dondu kaldı genç kızın. Adamın bileği adeta buz gibiydi, şaşkınlıkla bir adım geriye gitti. Elleri Tung'un bileğinden kayarken,
-"Neler oluyor?" diyebildi.
O sırada avucunun kanla boyanmış olduğunu gördü Lea, ağzından çıkan hayret ve korku nidasına engel olamadı.
Hemen Tung'un üzerine örttüğü örtüyü çekip aldı, genç adamın kolundan akan kanın kaynağını bulmaya çalışıyordu. Bir yandan da sessizce bir şeyler söylüyor, Tung'u kendisine cevap vermesi için zorluyordu. Sonunda uğuldama sona erdiğinde Lea'nın ağzından çıkanlar bir anlam kazanmaya başlamıştı:
-"Ne oldu, bir yere mi çarptın kolunu? Tanrılar adına, kana bak! Yanlışlıkla kesmiş olmalısın, dün nasıl dikkat edemedik? İnanamıyorum!"
Tung, kızın elini tuttu ve yavaşça kaldırdı.
-"Sakin ol, bir yerlere takılmış olmalı, ciddi bir şey değil."
Bunları söylediği anda gördüğü rüya aklına geldi. Kan gerçekti, "Acaba bir rüya değil miydi?" diye geçirdi içinden. Hemen içine doğru uzandı. Oradaydı, sakince yatmış bekliyordu sanki. Kendisine ihtiyaç duyacağı zamanı bekliyordu. Daha ilginci, kana olan açlığı bastırılmış gibiydi lanetin, sanki bir gece önce o alışıldık katliamlarından birini yapmış gibi rahattı lanet.
Gece yaşadıklarını düşününce, kızın daha önce bahsettiği "lanetini kontrol altında tutmaya yardım etmekten" kastettiği şeyin bu olabileceğini anladı. Neredeyse sırıtarak gülerken her kan açlığından Lea'nın ve bembeyaz teninin yanında uyanmayı da lanetinin kendisine bahşettiği güzel bir armağan olacağını kabul etti. Rahat bir nefes aldı, ancak o zaman dikkatini yeniden Lea'ya verebildi. Kızın korkulu yüzünü biri kanlı olan iki elinin arasına aldı ve dudaklarına bir öpücük kondurarak sürekli hareket etmekte olan ağzını durdurdu.
Lea konuşmaya çalışmayı bıraktı, kendisini Tyruslunun dudaklarına teslim etti. Bir süre o şekilde kaldıktan sonra Tung, güzel kızdan usulca ayrıldı ve hangi ara eline geçirdiği anlaşılamayan bir bez parçasıyla, seri bir hareketle kolunu alttan sardı. Lea'nın şaşkın ama utanmış yüzüne baktı ve gülümsedi:
-"Dünkü ok sıyırmış olmalı. Sanırım kalkmaya çalışırken yeniden kanattım, büyütülecek bir şey yok."
Lea, gözlerini adamın çıplak teninden alamıyordu ayrıca altında pantolonunun olmasına sevinmişti. Kendisini tutamamaktan korkuyordu, çünkü arzu, adeta vücudunun içinde dans ediyordu. Bir gece önce yaşadıkları şey aklına gelince yine yanaklarını ateş bastı, hemen toparlanarak ayağa kalktı. Gözü halen Tung'daydı:
-"Bu kadar çok kan akması bence normal değil. Ama çok fazla gariplik yaşadık, o yüzden sanırım gariplikleri normal karşılamayı öğrenmeliyim."
Zorlukla gülümseyebildi, Tung'u her hücresiyle tekrar tekrar istiyordu. Adeta susamıştı adama ve bu his daha düne kadar baskın değildi. Adamı ilk gördüğünden beri ondan etkilendiğini artık gizlemiyordu kendisinden, yine de dün gece Tung'la birlikte sanki arzusunu kilitlediği kutunun kapağını açmıştı. Başını iki yana salladı ve kendisine gülümseyen boş gözlerle bakmakta olan adama dönüp:
-"Kalksan iyi olur. Vraksim'i bulup yola çıkmalıyız. İyi hissediyor musun kendini?"
-"Dediğim gibi, ciddi bir şey değil. Alback'la Daria nerede?"
-"Az önce uyandım, gidip baktım yerlerinde yoktular. Vraksim'e bakındım, o da toparlanıyordu. Geri dönüp seni uyandırmaya karar verdim bende."
Tung hınzırca güldü:
-"Sadece giyinip beklediğini düşünmüştüm ben de. Dün geceden sonra oldukça enerjiksin."
Kızın güzel yüzü, yavaşça öne doğru düştü. Kıpkırmızı olduğunu biliyordu onun Tung, kızıl perçemi yerde olan yüzünü adeta ikiye bölen, ucu kanlı bir hançer gibi uzanıyordu. Çok tatlı görünüyordu bu haliyle. Ne söyleyeceğini şaşırmış gibiydi, bu hali şirinliğini bir kademe daha arttırıyordu.
Sonunda başını kaldırdı ve Tung' un gözlerinin içine arzuyla, hatta şehvetle bakarak:
-"Ne olacak bundan sonra?"
Tung şaşırmıştı, ne söyleyeceğini tartmaya çalışıyordu. Soruya soruyla karşılık vermesi gerektiğini düşündü:
-"Neyden sonra ne olacak?"
Lea gülümsedi:
-"Dün gece yaşadıklarımızdan sonra..."
-"Nasıl yani, tekrarını mı soruyorsun?"
Gülümsemesi yavaş yavaş yüzünde dondu genç adamın, rüyası o kadar gerçekti ki görüntüler parça parça tekrar geçiyordu gözlerinin önünden. Sanki geleceği izliyor gibiydi, kendi ölümünü görmüş, daha doğrusu ölümüne giden o yolu hissetmişti. Ne düşüneceğini bilemiyordu genç adam, Lea'nın gözlerine baktı tekrar. Bir şeyler söylemiş olmalıydı ki öfkeli bir utangaçlıkla kendisine bakıyor, bir cevap bekliyordu. O kadar tatlıydı ki o an, çekip öpmek istedi.
Sessizliği fazla uzamış olacak ki Lea tekrar konuştu:
-"Kendini beğenmişin tekisin, bunu biliyorsun..."
Genç Tyruslu güldü, gerçekten içinden gelen sıcacık bir gülüştü bu. Lea da içinin ısındığını hissetti bir an, o da gülümseyerek karşılık verdi karşısındaki adama. Tung doğrularak ayağa kalktı ve kızı belinden tutarak kendisine doğru son bir kez daha çekti, itiraz etmesine fırsat bırakmadan dudaklarına sıcacık bir öpücük kondurdu. Lea, adamın dudaklarının sıcaklığını belli belirsiz hala hissederken Tung, çoktan arkasını dönüp giyeceklerini yerden almış ve kamp kurdukları alana doğru yürümeye başlamıştı bile.
Lea ancak gözünü açabildi, adamın her hareketi kendisini etkiliyordu. Ayakları yine yerden kesilmişti, yüzündeki sırıtışı silmeye çalıştı. Kendini kaptırdığı bir çağlayanın içinde, aksi yöne yüzmeye çalışmak gibiydi Tung'a karşı koymak. Ama neden bu kadar mutluydu? Neden bu kadar hoşuna gitmişti onunla birlikte olmak, kendisini çekip öpmesi?
Nasıl bu kadar çok kaptırmıştı kendisini bu adama, ne zaman dolmuştu da şimdi taşıyordu kalbinden bu duygular, bilemiyordu. Başını iki yana salladı, "Kendine gel" diye mırıldandı ve iki yanağına hafif birer tokat attıktan sonra o da yola koyuldu. Hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı gibi bir his vardı içinde...
NEYE NİYET, NEYE KISMET...
* Planlarını gece gibi karanlık ve geçilmez yap ve hareket ettiğinde yıldırım gibi in! (Sun Tzu)
* Stratejisi olmayanları sadece yenilgi bekler! (Sun Tzu)
* Çok havlayan değil, kılıcı sağlam tutan bilek kazanır. (Tyruslu Tung)
***
Atlar, çatlarcasına koşuyordu. Ağızlarından köpükler saçan hayvanların ayakları adeta yere değmiyordu. Herkesi bir başka duygu yoğunluğu kaplamış gibiydi; Lea babasına çok yaklaştığını hissediyor, bir yandan da Tung ile önlerinde şekillenen kaderi, mükemmel bir orman manzarasının eşliğinde duyumsuyordu. Tung ise, Lea ile yaşadığı şeylerin etkisiyle iç içe geçmiş rüyasını ve daha da önemlisi lanetine hükmetmeyi başararak kaderini kendi avuçlarına almanın çekici sarhoşluğunu yaşıyordu. Daria, bu ufak maceradan Tung'la birlikte en karlı çıkanı olmuştu. Kendine güveni tazelenmiş, artık bir çocuk olmadığını net bir biçimde kendine ispatlamıştı, son derece iyi hissediyordu.
Alback'ın hali ise içler acısıydı, o sadece yirmi dört saat önce gülünce yüzünde güller açan, herhangi bir Prados kızının aklını kaybettirebilecek sıcacık gülümseyişi gitmiş, sanki bir günde senelerce yaşlanmıştı. Yüzü hala çok yakışıklıydı, ama artık bakışları çok buğuluydu. İçinde acılar gizliydi o gözlerin, tamamı hayatının son günü yaşadığı deneyimlerden oluşmuş acı deneyimler...
Gözünden bile sakındığı kız kardeşinin bir anda artık hayatta olmayabileceği ihtimaliyle yüzleşmek yerle bir etmişti genç prensi. Peşi sıra da, aynı gecenin sabahında hayatını birleştirebileceğini düşündüğü Lea'yı, Tung'la dudak dudağa görmesi son darbe olmuştu onun için. Derin bir nefes alıp önüne bakmaya çalışıyordu ama kaburgalarının içinde bir yer sızlıyor ve nefes almak şöyle dursun dik bile duramıyordu. Kardeşi de ondaki bu değişimi fark etmiş ama sabah sormaya cesaret edememişti, daha sonra da yıldırım hızına çıkan süratleri nedeniyle bu konuyu konuşmaya fırsat olmamıştı.
Güneş yavaşça en tepeye çıkarken en öndeki Vraksim, doludizgin giden grubu bir el hareketiyle yavaşlaması için uyardı. Tung, atının yularını yavaşça gererek hayvanı yavaşlattı, zavallı atın ağzından köpükler çıkıyordu, biraz daha o hızda hareket etse çatlayacak gibiydi.
Neden yavaşladıklarını sormak için Vraksim'e doğru ilerlemeye çabaladığı anda, az ilerde kümeleşmiş insan grupları gözüne ilişti Tung'un. Ormanın bu bölümü çok garipti, sanki bir savaş meydanını andırıyordu. Öbek öbek insan grupları, karıncalar gibi çalışıp bir şeylerle uğraşıyordu. Dev saman balyaları uygun şekilde stoklanmıştı ve ambar benzeri yerlere sürekli bir şeyler taşınıyordu.
Meraklı bakışlarla etrafını incelerken gözü Alback'a takıldı. Prens de garipseyerek bakınıyordu, neler olduğuyla ilgili en ufak bir fikri yok gibiydi. "İşte bu çok ilginç" diye düşündü genç adam. "Ülkenin müstakbel kralı, ülkesinde dönen şeyleri bilmiyor. Hem de bu kadar büyük çaplısını... Babası ondan ne kadar büyük bir şeyi gizliyor acaba?" diye geçirdi içinden. Hoş, geçtikleri mesafenin uzunluğu düşünüldüğünde hala Prados' da olduklarından da emin değildi.
Vraksim Alback'a dönerek:
-"Prensim, az sonra göreceklerinize hazırlıklı olmanızı tavsiye ederim. Biliyorsunuz, ülkemiz zor bir dönemden geçiyor ve..."
Bir el hareketiyle baş veziri durdurdu, Alback. Hareketindeki otorite, Tung'un gözünden kaçmamıştı:
-"Bunları geç Vraksim, sadece gerçeği söyle. Babam aslında ava falan çıkmadı değil mi?"
Vraksim toparlanmaya çalışır gibi boğazını temizledi ve:
-"Hayır efendim, tam olarak değil. Bir süredir yoğun hazırlıklar içindeydik, ülkemizi olası bir savaşa hazır hale getirmek için çabalıyorduk. Benim sürgün prensle yaptığım görüşmenin neticesi de beklediğimizden iyi geçti. Dostlarımızla müttefikliğimizi pekiştirdik, artık hazırlıklarımızı son aşamaya taşıyabileceğimize karar verdi babanızda. Tahta çıkış kutlamalarını yarıda kesip ava çıktığını söylemesi bu yüzden."
Bu noktada söze Tung girdi:
-"Dostlarınızla müttefikliğinizi ilerletirken eski düşmanlarınızla da dost olmaya mı karar verdiniz?"
Prens Tung'a döndü ve:
-"Bu bizim iç işimiz. Biraz uzakta kalırsan sevinirim."
Buz gibi bir sesle söylemişti bunu, Tung bile şaşırmıştı. Prens bir hayli soğutmuştu arayı belli ki. "Beni ilgilendirmez" diye geçirdi aklından, omuz silkerek diğer yana döndüğünde Lea ile göz göze geldi, kızın şaşkınlığı da gözlerinden okunuyordu sanki.
Vraksim'in sesi tekrar duyuldu ve yeni bir şaşkınlık dalgası yarattı grubun üzerinde:
-"Aslında prensim, burada bulunmaması gereken tek kişi Lea. Sonuçta teknik olarak Tung da bizim müttefik tanımımızın içine giriyor. Ülkesinden sürgün edilmiş ve Tyrus Tegini'nin hayatına kast etmiş de olsa, o da bizim saflarımızda sayılır."
Daria'dan garip bir hayret nidası yükseldi bu kez:
-"Aaa! Nasıl olur?"
Lea şaşkın şakın etrafına bakınıyor, söyleneni anlamaya çalışıyordu. Prensin yüzü iyice asıldı:
-"Ne saçmalıyorsun Vraksim! Ne düşmanı? Kursk mu o?"
Vraksim sustu ve önüne baktı. Ama Tung, onun bu suskunluğunun saygısından ileri gelmediğini anlamıştı:
-"Kursklara hazırlanmıyorlar."
Sustu ve ortamdaki tepkiyi ölçtü, herkesin pür dikkat kendisini dinlediğini anladı ve konuşmasına devam etti:
-"Ne saklıyorsun baş vezir? Hazırlandığınız savaş Priest ile mi?"
Ensesindeki bütün tüylerin diken gibi olduğunu hissetti Lea, buz gibi bir duş yapmış gibiydi. Vraksim ağzını açtığı anda ona döndü, söyleyecekleri kaderini çizecek kadar önemli geliyordu o an:
-"Sanırım Tung, olayın bir kısmını çözdü."
Prense dönerek diğerlerini işaret etti ve:
-"Onların yanında tüm detayları size anlatamam. Müttefik de olsak demin de dediğiniz gibi, bu sonuçta bizim iç meselemiz. Tabii Sposk ve Roast ile askeri paktımız çoktandır var ve Tyrus da buna eklenmek üzere. Müttefik ordular, Stear komutasında Priest'te zafere yürüyecek ve ondan sonra tek bir yumruk olarak Kurskların tepesine inebileceğiz. Şimdilik söyleyebileceğim sadece şu; Lea'nın babası sürgün prens Stear, bizim, Sposkların ve Roastlıların, Priest'in başında görmek istediğimiz kral. Marin'in suyu ısındı artık, o tahtta zaten hak ettiğinden uzun süre kaldı."
Lea, iliklerine kadar titrediğini hissetti. Bir defa bu adam, Stear'ın babası olduğunu nereden biliyordu? Tung söylemiş olabilir miydi? Adama göz ucuyla baktığında, onun da aynı şeyi kendisine sorar gözlerle baktığını görünce biraz daha huzursuzlandı. Kendisiyle ilgili bu bilgi bir sır değildi elbette, yine de kendisi bile asıl babasını ıssız bir kayalığın içinde yaşayan mistik bir güçten öğrenmişken nasıl oluyordu da yaşadığı yere fersah fersah uzaktaki bir baş vezir, bundan haberdar olabiliyordu?
Sonra Kral Marin hakkında herhangi bir şey bilmiyordu, onu hayatında hiç görmemişti, ama bir Priest kızı olarak yetiştirmişti onu Beatrice, o da kendisini öyle hissediyordu. Krala savaş ilan etmeye niyetlenen kişi, kendi öz babası da olsa bir şekilde kendisini mevcut kralı korumak zorunda hissetti. Ayrıca bir Kursk savaşı vardı ortada, neden ilk hedef o değildi de Priest'ti? Aklında onlarca soru varken Vraksim'e döndü ve:
-"Ne saçma bir fikir bu! Kursklar hemen kapıda beklerken biz birbirimizi mi yiyeceğiz burada? Dünyanın en güçlü iki ülkesi birbirine girdiğinde bundan kim karlı çıkacak zannediyorsunuz? Benden daha tecrübelisiniz bu konularda, lütfen söyleyin bana..."
Vraksim bıyık altından gülümsedi. Başını "biliyordum" anlamında sağa sola salladı, sonra parıldayan gözlerle Lea'ya dönerek:
-"Priest'e karşı kimsenin düşmanlık beslediği yok kızım, tam tersi o halkı Marin gibi bir beceriksizin elinden kurtarmayı amaçlıyoruz. Onun yüzünden Kursklar hiç olmadıkları kadar güçlüler, onun yüzünden tehditleri tüm dünyayı etkiliyor, açlık sefalet hep onun yüzünden. Priest'deki yangın tüm dünyayı etkiliyor ve ülkeler artık boş boş oturmaktan farklı şeyler yapmaya karar verdi. Baban Stear da Kursklara öncelik verilmesini istiyordu ancak Prados'a geldikten sonra Kralım onun da fikrini değiştirdi. Umarım beni anlıyorsundur?"
Lea olumlu anlamda başını salladı ama hala bu durumu aklı almıyordu. Nasıl olurda bu en güçlü iki ulus birbirine girerdi? Asıl düşman orada beklerken Priest'e inecek darbe ihanetle eş anlamlı sayılmaz mıydı? Ne düşüneceğini bilemiyordu Lea, hisleri ise sadece Tung'u gösteriyordu. Onun yanından ayrılmaması gerektiğine dair garip bir his vardı içinde...
***
Dev bir etkinlik alanı gibiydi meydan. Merakla inceliyordu etrafı Tung, kimi gruplar başlarında tok sesli düşük rütbeli eğitim komutanlarıyla kılıç ve ok talimi yapıyor, kimileri de karıncalar gibi sırtlarında kendilerinden büyük devasa yükler taşıyordu. Üzerleri battaniye benzeri eski örtülerle rastgele kapatılmaya çalışılmış ama sağından solundan kalan açıklıklardan içinde ne olduğu anlaşılabiliyordu.
Tung'un atının hemen yanından geçen ilk adamın sırtında savaş malzemeleri vardı mesela, pullu zırhtan yapılmış bir eldiven kenardan taşmış öylece duruyordu. Az ilerdeki yükünün ağırlığıyla iki büklüm olmuş adamın, dikkatli bakıldığında içi elmayla dolu bir küfe taşıdığı anlaşılıyordu. Herkes bir şeylerin ucundan tutmuş, güçlerinin yettiği ölçüde bir hazırlığa girişmişti.
Tung, bir yandan da göz ucuyla prense bakıyordu. Vereceği tepkileri ve yüzünün alacağı şekli merak ediyordu ama adamın yüzüne sabahtan beri gelip yerleşen o mutsuz ve karamsar hava, hala yerinde duruyordu. Ara sıra göz göze geldiklerinde de buz gibi bakıyor ve karşısındakini adeta soğukluğuyla mühürlüyordu.
Bir gün önceki o Kursk öldürüp savaştan çıkmış bile olsa neşeli ve güldüğünde karşısındakini eriten müthiş yüz hatlarından eser yoktu. Küçük zaman dilimlerinde böylesi keskin dönüşümler, normalde çok ürkütücüydü ama Tung'un daha kötüsünü daha kısa sürede ve sürekli yaşadığı düşünülürse, bu da bir şeydi. Panikle veziri soru yağmuruna tutup etrafına korkmuş bir hava vermesindense bu hali daha tercih edilebilirdi.
Atının üzerinde dik bir biçimde Lea'ya döndü genç adam. Kız, ufukta bir yerlere dalmış öylece bakıyordu, kafasından neler geçtiğini tahmin bile edemiyordu Tung. Babasını göreceği için çok heyecanlı olmalıydı, ya da belki de annesinden ayrılmasına sebep olduğu için öfkeli... Priest'e karşı bir öfke besliyordu içinde bir yerlerde, ama Marin'i de kral olarak gördüğü ve koruması gerektiğini düşündüğüne şüphe yoktu.
Kendi ülkesi için geçerli olmasa da dünyanın geri kalanı bir Kursk sorunu yaşıyordu, evinden uzakta geçirdiği zamanda bunu öğrenmişti. Nüfus olarak diğer tüm toplumların tamamından kat kat daha fazla olan bu kuzey ülkesi, sürekli daha sıcak alanlara yağma saldırıları düzenler ve bastıkları köylerden – şehirlerden bulabildikleri ganimetlerle hayatlarını devam ettiriyorlardı. Aslında oldukça fakir olan bu devasa kuzey ülkesi ve insanları, güneyin, özellikle güneybatının büyük zenginliklerini fırsat olarak görüyor ve durmak bilmeden, askeri denemeyecek kadar küçük ve eğitimsiz birliklerle ama büyük de bir sabırla sürekli saldırıyorlardı.
Yine Vraksim'den öğrendiği bir diğer bilgi de Kurskların ordusunun iki farklı savaş stratejisinin bulunduğuydu, bunlardan ilki ülkedeki genç erkeklerin sırf yiyecek bir şeyler ya da geceyi birlikte geçirecekleri kadınlar bulma umuduyla bir araya gelerek köyleri tehdit eden ufak saldırı gruplarıydı. Bu basit grupları belirli bir disiplin altında örgütleseler, en büyük orduya sahip olan Priest'in bile neredeyse üç katı büyüklüğe kolaylıkla çıkabileceğini söylemişti yaşlı vezir.
İkinci ve daha büyük olan savaş gücü, Kursk merkez ordusuydu. Küçük birliklerle askeri bir biçimde örgütlenmeleri, hantallıktan uzak, üstün manevra kabiliyetleri ve ülkede doğan erkek çocukların en seçkinlerini bu orduya almaları nedeniyle sahip oldukları önemli asker sayısı gibi bir sürü sızdırılmış bilgi kırıntısı vardı onlarla ilgili.
Vraksim'in dediğine göre merkez ordusu çok nadir savaşa giriyordu Kurskların, yıldırım gibi hareket eden öncü atlı birlikleriyle köyleri, kasabaları, şehirleri basıyor, muharip güçleri iyice yıprattıktan sonra asıl kuvvet gelip o bölgeyi eziyordu, sonrası ise adamların keyiflerine göre birkaç gün ilâ birkaç hafta arasında değişiyordu. Bunlar diğerleri gibi basit timler değil, kara zırh giyen asıl Kursk ordusuydu. İstila edilen bölgenin büyüklüğüne ve kaynaklarına bağlıydı istilanın süresi, bölgede kadın, şarap, para gibi şeyler çoksa istila da uzun sürüyordu. Ne zaman ki güçlü devletlerden birinin o bölgeye müdahalesi olursa hemen kaçıyordu merkez birlikleri.
Kursklar kendi ülkesi için hiç tehdit olmamıştı, ancak dünyanın geri kalanı, özellikle zengin bölgeleri çok çekiyordu bu yağmacılardan. Yakın Kursk tehlikesi düşünüldüğünde, bütün dünya birleşip Kursk tehdidini ortadan kaldıracaksa ve bu orduları da süper güç Priest yönetecekse orduların başında olmasını istedikleri kişi kesinlikle Kral Marin değildi. Vraksim'in devlet işlerindeki yeteneğine ve engin bilgisine bizzat şahit olmuştu, Kursklar konusunda kendisine çok önemli bilgiler vermişti. Kalmarr da her ne kadar aşağılık bir kişiliğe sahipse de aynı oranda diplomasi bilgisiyle doluydu.
Bunlara ilaveten üç ülkenin ve kendi ülkesinin krallarının biat edip etrafında birleşmek için, Marin'in tüm öfkesini üzerlerine çekmeyi göze almaları da çok ilginçti. Stear'ı kendisi de çok merak ediyordu, sahip olduğu nasıl bir karakter ve liderlik vasfıysa onları görmeyi çok istiyordu. Ya da belki tahta geçince vereceği bazı tavizlerin sözünü de veriyor olabilirdi diğer ülkelere, yine de sürgün bir varisi desteklemek, hele ki bu kişi Priest'in varisiyse çok ciddi bir riskti ve tavizden fazlasını gerektiriyordu.
Marin, bu üç ülkeyi ve hatta Tyrus'u tek tek avlayıp parça parça edebilirdi. Şimdi hepsi birleşmiş bir biçimde Priest kadar, belki ondan da güçlüydüler, tek sorun başlarındaki liderdi. Bu sırada Lea'nın da kendisine bakmakta olduğunu gördü Tung, içinden "Umarım baban düşündükleri kadar iyidir" dedi ve tekrar önüne döndü.
Vraksim, biraz daha hızlandırdı atını, oluşturulan alan, yapay bir karargâhı andırıyordu. Ağaçlardan oluşmuş doğal saklanma yerinin ortasındaki bölge parça parça stoklanmış malzeme ve yiyeceklerle sarılmış, ortasındaki ikinci katman eğitim amaçlı olarak hazırlanmıştı. Bu alandaki ağaçlar kesilmiş ve yakın dövüş eğitimi için yerler samanlarla kaplanarak zeminin yumuşaklığı arttırılmıştı. Vraksim bu bölgeye atını sokmadı, etrafından dolaştı. Diğerleri de onu izledi, içerilere doğru gitmeye devam ettiklerine göre daha içlerde bir katman daha olmalıydı.
Tahmininde yanılmadığını gördü Tyruslu, üçüncü bölge ok ve mızrak çalışmaları için ayrılmış, ayrıca iki yanında içlerinde onlarca at bulunan dev haralarla çevrelenmişti. Lojistiğin en dış katmana konuşlandırılması ilk başta saçma gelse de çok ciddi bir hazırlık içerisinde oldukları apaçık seçiliyordu. Bu da savaşın müttefik ordular açısından komuta merkezinin Slea olması anlamına geliyordu. Savaş sırasında malzeme ya da personel gereksinmeleri, bu noktadan koordine edilecekti ve Prados' un başkenti, gerçek anlamda bir merkez olarak kullanılacaktı. Belki millerce geride kalmıştı Slea, ama bulundukları bölgeye birkaç gün uzaklıkta, o ölçekte bir şehir kesinlikle çok stratejikti.
Katmanların merkezinde kurulmuş komuta çadırının önüne kadar geldiklerinde, kampa girdiklerinden beri neredeyse çeyrek saatlik dakika geçmişti. At üzerinde, on beş dakikalık bir yürüyüşle merkeze ulaşabiliyorlardı, bu da oluşturulan alanın yarıçapının ne kadar uzun bir mesafe olduğu anlamına geliyordu ki hazırlığın akıllarında canlanması daha kolay oluyordu.
Yeterli asker ve silah bulunması durumunda başarı muhtemeldi; Marin, Priest'in dışına çekilecek ve bu merkezden desteklenerek küçük öbekler halinde eritilip yavaş yavaş imha edilecekti. Tung'un savaşçı içgüdülerine dayanarak kafasında şekillenen muhtemel plan buydu. Başarı şansları yüksekti, hatta bir aksilikle karşılaşmazlarsa Marin'i hiç kimse kurtaramazdı. Tabii dünyanın en güçlü ülkesi, bu kadar yıpratıldığında meydana gelebilecek olası bir Kursk saldırısı nasıl durdurulacaktı, bunun da düşünülmüş olduğunu sanıyordu.
Şimdi düşününce Kurskların asıl ordusunu caydıran en önemli etkenin, güçlü ülkelerin muharip birliklerini istila edilmesi muhtemel bölgelere yakın alanlarda sürekli devriye gezdirmeleri olduğu açıktı ve o tüm savaşçı birlikler, epeyce uzun bir süre birbirlerini yemekle meşgul olacaklardı. Kursklar, düşleyemeyecekleri bir fırsatla karşı karşıya kalmak üzereydiler.
ALEVLENEN KİN
Vraksim, yaşından beklenmeyecek bir çeviklikle atından indi. Tung ve Lea da onu izlediler, Daria biraz geride kalmıştı. Ağabeyinin bakışları, sabahtan beri endişelendiriyordu kendisini, hiç konuşmadan gelmişlerdi buraya kadar. Hala yüzünden okunuyordu genç prensin sıkıntısı. Üzülüyordu Daria onun için, usulca yaklaştı yanına. Kız kendisine gülümseyerek:
-"Demek babam bizi kandırmış ava gidiyorum diye. Annem duyunca ne söyleyecek bakalım."
Alback, buz gibi bakışlarını Prados prensesinin üzerine dikti. Gözleriyle o kadar çok şey söylemişti ki kız başını önüne eğmek zorunda hissetti kendini. Alback, kız kardeşini üzdüğünü anlamıştı. Yüzüne güzel ama inandırıcı olmayan bir tebessüm kondurdu ve Daria'ya:
-"Evet, bunu söylerken ben de yanlarında olmak istemem."
Bunu söyledi, bir an duraksadı ve ekledi:
-"Tabi olabilirsem..."
Daria'nın atı, duracak kadar yavaşladı. Alback, bu kez de başını çevirip ona bakmak zorunda hissetti kendini. Kızın yüzü iyice düşmüştü. Atını çevirdi ve kız kardeşinin yanına gitti prens:
-"Hey! Neyin var ufaklık? Neden üzgünsün?"
Daria yaşlı gözlerle baktı ağabeyine. Sözleri boğazına düğümlenmişti. Alback tıslar gibi:
-"Sakın burada bunu yapma! Yeter, sıkıldım artık olur olmaz yerlerde ağlamandan!"
Bunu söyledi ve ağzından çıktığı anda dediğine pişman oldu. Yine de pişman olmak için artık çok geç olduğunu, kızın süzülmekte olan gözyaşlarından anlamıştı. Elini kızın saçlarına doğru uzatmak istedi, bu onu sakinleştirebilirdi ama yine de bulundukları yeri anımsadığında, bunu sonra yapması gerektiğini düşündü. Daria, buğulu ve iri iri açılmış gözleri ile iki yanağından süzülmekte olan yaşlarla bakıyordu kardeşinin yüzüne. Yavaşça arkasını döndü ve atını Vraksim'e doğru hızlandırdı.
Lea çoktan beri Daria'ya bakıyordu, Alback'ın tavrı kendisineydi muhtemelen. Kızı kendileriyle birlikte getirmelerini sorguluyordu, bu kadar küçük ve zayıf bir kız, kraliçeden bile gizlenirken neden tek başına burada olması gerekmişti? Vraksim, Tung'a ve kendisine bile fazlalık gözüyle bakarken, yaşlı vezirin Daria'yı kendileriyle birlikte buralara sürüklemesinin bir anlamı olmalıydı.
Bu kadar narin bir kızın, içinde bulundukları ortam düşünüldüğünde gerçekten korunması gerekiyordu. Alback'ın bunu yapabileceğine emindi, yine de kızın o an orada bulunması, farklı bir amaç için olmalıydı. Baş vezirin kesinlikle bu kız için de planları olmalıydı. Kıza daha yakın kalmaya karar verdiği sırada Vraksim, usulca koluna girdi ve:
-"Seninle baban hakkında konuşmam gereken şeyler var. Gel benimle, birazdan onu göreceksin. Tanışacağın için çok heyecanlı olmalısın."
Bu sözleri dışında ne söylese kolunu çekip Daria'nın yanına gitmeye devam ederdi Lea, ama en hassas noktasından vurmuştu yaşlı vezir onu.
"Beni onun yanından bilerek mi uzaklaştırdı, bir şeylerden şüphelendiğimi mi anladı acaba?" diye düşünüyordu bir yandan da.
Aklı kızda ve prenste kalmıştı genç kızın, arkasına baka baka yürürken Tung'u aradı gözleriyle. Onun da küçük prensese baktığını, dahası ortada yine kendilerine söylenmeyen bir şeylerin döndüğünü fark etmiş gözlerini görünce içi rahatladı. Tung onunla ilgilenebilirdi.
Daha birkaç gün öncesine kadar Tung'un ona bakışlarının kendisini ne kadar rahatsız ettiğini düşününce çok ciddi bir tezat oluşturuyordu bu hissi, ama artık bazı şeyler farklıydı. Tung, artık bir yol arkadaşı değildi, onun hoşlandığı, kendisini kaptırdığı, Beatrice'in o hep karşısına çıkacağını söylediği adamdı. Buna artık kesinlikle emindi ve kaderdaşına çok güveniyordu.
Lea, devasa çadıra girdiğinde, gözlerinin karanlığa alışması için biraz beklemesi gerekti. Aklı Daria ve Alback'daydı, yine de içinde garip bir kıpırtı hissediyordu. Midesinde kelebekler uçuşuyordu sanki, derin nefesler alarak hızlanan kalbini yavaşlatmayı ve adrenalin düzeyini normalleştirmeye çabaladı.
Vraksim sürekli konuşuyor, devamlı kendisine bir şeylerden bahsediyordu. Söylediği her şeyi duyuyordu Lea, ama anladığı hiçbir şey yoktu. Adam sadece gürültü yapıyor gibiydi, garip açılarla hareket eden ağzına takılmıştı gözleri. Etrafına bakmak için başını çevirdi, fonda Vraksim'in kurduğu cümlelerin çıkardığı gürültüler eşliğinde, çevresini incelemeye koyuldu.
Çadır, hiç de daha önce gördüklerine benzemiyordu, devasa bir iç hacmi vardı. Dışarıdan hiç de böyle görünmüyordu halbuki, çok alelade duruyordu. İhtişam içeride daha yoğundu, gerçek bir kral çadırı gibiydi. Altından sırmalarla işlenmiş çadır bezi ilk anda fark edilmese de, karanlığa alışan gözler, altının o kendisine has pırıltılı ihtişamını zihninin ilgili bölümüne iletiyor ve alabildiğine etkiliyordu.
Çadırın biraz ilerisinde, dev bir masa göze çarpıyordu, diklemesine yerleştirilmişti çadıra ve üzerindeki beyaz, basit masa örtüsü, iki yanındaki altın işlemelerle garip bir tezat oluşturuyordu. Masanın üzerindeki nesnelerin tüm detaylarını seçebiliyordu Lea, altın yemek kâseleri, yanlarında beyaz altından işlemeli kaşıklar, çatallar, hatta çatalların üzerindeki işlemelere kazınmış Prados kraliyet amblemi bile. Başını iki yana salladı genç kız, lanetin etkisini çok yakından hissediyordu yine.
Kulaklarında yankılanan, Vraksim'e ait olmayan bir sesle ürperdi bir an:
-"Hoş geldiniz. Ben de sizi bekliyordum. Vraksim, benimle bir konuda görüşmek istediğinizi belirtmişti küçük hanım. Umarım yardımcı olabileceğim bir şeydir?"
Lea gözlerini kırpıştırdı. Boş gözlerle bakıyordu karşısındaki adama, kendisinden sadece biraz uzundu. Çok etkileyici bir ses tonu vardı, konuşma vurgusu mükemmeldi. Gözlerinin buğulu mavisi, kendine has bir huzuru içinde barındırıyordu. Sert yüzü kemikli ve köşeliydi, burun yapısı tıpkı kendisini andırıyordu.
Kalçasıyla belinin birleştiği çukurdan sırtına doğru yükselen bir ürperti hissetti o an, babasına bakıyordu...
* * *
Tung ve Alback, birbirlerine öfkeli gözlerle bakıyordu. Bu adam cidden canını sıkmaya başlamıştı Tyruslunun. Lea'dan hoşlandığı ve onu ormanda kendisiyle birlikte görmesini sorun ettiği her halinden belliydi. Bununla birlikte, Lea ile olan sorununu kıza yansıtması da garipti.
Yaptığı çözümleme şuydu Tung'un: ortada Vraksim'in tertiplediği dönmekte olan bir dolap vardı ve daha ilginci muhtemelen Prens bundan haberdardı. Lea ile birlikte oldukları gece, hiç kimsenin kendilerini aramaya gelmemesi, olsa olsa vezirin fırsattan istifade prensle konuştuğu ve bazı şeyler hakkında onu bilgilendirdiği anlamına gelirdi. Adamın bir anda düşen elektriği, "Belki dönemem..." türünden duygu sömürüleri, Lea için yaşadığı kıskançlık krizleri, aslında Daria ile ilgili bir şeyler döndüğünü düşündürüyordu Tyrusluya.
"Bekleyelim bakalım." dedi kendi kendine, "Neler olacağını görelim. Kız kardeşini seven birisi sonuçta, onun kötülüğüne bir şey yapmaz. Yine de bu süreçte kıskanç "saf aşık" rolüne devam etmesine izin vermeliyim. Prens, baş vezir kadar kurnaz değil, mutlaka bir yerlerde açık verecektir." Bu kampa geldiklerinden beri kız kardeşine karşı takındığı tavırdı ona böylesi şeyleri düşündürten, az önce de kızı yine ağlatmıştı. Öfkeli bir ses tonu takındı:
-"Daria, Prados prensesidir. Bence bu kadar adamın önünde onunla bu şekilde konuşman, gelecekte aileni zora sokar."
Alback neredeyse burnundan soluyordu:
-"Kapa çeneni! Kahrolası bir Tyruslu olman bile burada bulunmayı hak etmediğinin kanıtı iken senden kardeşimle ilgili tavsiye alacak değilim. Nerede olduğunu unutma!"
Tung dişlerini biraz daha sıktı:
-"Ben de nerede olduğumu senden öğrenecek değilim ahmak prens! Söyleyecek bir şeyin varsa açık konuş, üstü kapalı tehditlerle kaybedecek zamanım yok! Ayrıca ormanda bana emanet etmekte sakınca görmemiştin. Ne oldu, ne değişti birden korumacı ağabey?"
"Bu kadarı yeter!" dedi içinde Alback. Taşıyabileceğinden fazlasını yüklemişti adam sırtına. Hızla öne doğru atıldı genç prens, kolunu omzunun arkasına doğru, bir yay gibi gerdi. Tung'un tam suratıydı hedefi, o kendini beğenmiş kalkık burnunu dümdüz edip suratına yapıştıracaktı.
Tung da bunu bekliyordu, adamın niyetini daha kolunu kaldırmadan anlamıştı. "Gel bakalım!" dedi içinden, farkında olmadan dövüş pozisyonunu almıştı bile.
Prensin yumruğu kendisine doğru yola çıkmıştı ki Daria'nın çığlığı duyuldu:
-"Kesin şunu!
Ardından da gök gürlemesini andıran bir haykırış yükseldi:
-"Alback!"
Bıçakla kesilmiş gibi öylece durdu Alback'ın hareketi. Kolu sanki bir kuklaya aitmiş ve kullanıcısı ipi gevşetmiş gibi, öylece yanına düşüverdi. Bütün kasları, ismini söyleyen o ses karşısında adeta pelte halinde yerçekiminin etkisine girmiş, Tung'un omuzları üzerinden bir yere bakıyordu.
Tung şaşırmıştı prensin bu haline, sese doğru dönmek istedi. Düşmanına sırtını dönmek, kavga sırasında pek yapmayacağı bir şeydi, yine de şu an bir tehdit gibi görünmüyordu az önce kendisine esip gürleyen genç adam.
Arkasını döndüğünde, az önce yoğunluğuyla Prados veliahdının içindeki öfke topluluğunu, adeta domino taşları gibi deviren sesin sahibiyle göz göze geldi. Ancak bu kadar tezat olabilirdi ses ve görüntü, Tung bu adamı dışarıda görse kolayca Slea'nın taşrasında yaşayan dilencilerden sanabilirdi. Eğilmiş, iki büklüm olmuş garip bir bedeni, zayıflıktan kemikleri sayılacak hale gelmiş dengesiz vücut yapısı ve başında bir taç olduğunu düşündüren, parlamayı bile reddeden, Tung'un altın olduğunu umduğu sarı bir metal takılıydı.
Hayretle açıldı gözü Tyruslunun, Alback'a doğru bütün vücudunu kullanarak dönüp baktı ve tekrar krala döndü. Bu garip adamdan çıkan ürün, 1.85 boylarında, altın sarısı saçları, karşısındakini eriten gülüşü ve kaslı vücut yapısıyla adeta "Ben kralım!" diye bağıran Alback'tı.
Kral sakince gülümsedi. Bu tarz bakışlara alışık olmalıydı. Ne var ki gözlerini Tung'dan Alback'a doğru çevirince, içlerindeki sevecenlikte yerini, sabırdan uzak, acımasız disiplin pırıltılarına bırakıyordu. Oğluna bakışlarında sevgi yoktu, gerçi Tung'da bu tarz göz temaslarına alışıktı. Demek ki Prados da az çok Tyrus'a benziyordu, sevgi gösterileri Priest'teki kadar hoş karşılanmıyordu burada da. Hoş, Lea da pek nasibini almamıştı bu durumdan, hem öksüz hem de yetim büyümüştü.
Prados kralı Tung'a doğru bir adım attı ve kibarca gülümsedi:
-"Ülkeme hoş geldin. Adım Pollack. Prados ülkesinin kralıyım. Oğlumun kabalığı yüzünden özür dilerim. Çok genç ve sabırsız bir erkekten beklenen kaba bir tavır."
Tung, adamın adını daha önce de duymuş olsa da, bir kralın özür dilemesindeki erdemi fark etti, tam adama "Önemi yok." demek üzere ağzını açmıştı ki, Prados kralının arkasında dağ gibi yükselen hayatındaki en büyük düşmanı ile yüzleşti. Öfkeyle soludu:
-"Bu aşağılık herifin yanında dururken size tek söyleyebileceğim sırtınızı kollamanız gerektiğidir."
Kalmarr'ın öfkeyle buruşan yüzüne bakmadan arkasını döndü ve hızlı adımlarla oradan uzaklaştı. Alback yeniden öfkeleniyordu. Tung'un arkasından:
-"Hey! Prados kralının huzurunda olduğunu unutuyorsun! Babama saygı göstereceksin!"
Normal bir zamanda olsa, dönüp bu şımarık prense ağzının payını vermekte bir an bile tereddüt etmezdi. Ama o an, cidden en son ihtiyacı olan şey Kalmarr'ın yüzünü tekrar görmekti. Bu adamın eceli kendi elinden olacaktı. Kaderini baştan yazması gerekse bile bu adamı öldürmeden, kendisi de bu dünyadan ayrılmayacaktı. Yüzüne ufak bir tebessüm geldi yine. Bu tebessümün sebebi, "laneti" ile arasındaki yeni ilişkiydi, kaşında tek bir seğirme bile olmamıştı bütün gün.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder