KALPTEN ÖTE -1-


Bugünün benim en mutlu günüm olması gerekiyordu, gerçi öyle de başlamıştı. Fakat şu saatte, kaderin kötü bir cilvesiyle, zavallı ben, odama kapanmış hüngür hüngür ağlıyordum. Nasıl bu duruma gelmiştim? Küçük bir yanlış anlaşılma yüzünden, ipek ilmek, boynuma geçmek üzereydi ve kurtulmak için benim yapabileceğim hiçbir şey yoktu. Bir rezaleti göze alamazdım. Beybabam ve hanımannem bu münasebetsiz asiliğime bir kılıf uyduramazlardı.
Mendilime sümkürürken dadım Münevver aceleyle odaya girdi. Beni salya sümük ağlarken görünce yumuk yüzünü çekilmez hale getiren bir kaş çatışla söylenmeye başladı.
"A benim tez çeneli yavrum!" dedi elimden mendili kaptı. Onaylamaz bir bakışla, salyalarım sayesinde iyice ıslanmış mendile baktıktan sonra, işe yaramayacağına kanaat getirmiş olacak; mendili omzunun üstünden attı. Bir yenisini almak için komodine eğildi. "Kendini harap etme artık kuzucuğum. Olacak olan olur, ağlama."
Temiz bir mendille doğruldu ve yüzümdeki yaşları kurulamaya başladı. "Bak hasta olacaksın, sonra. Kıyamam sana nazlı çiçeğim."
"Münü, ben o adamla evlenmek istemiyorum."
Eli belinde doğruldu. "A, kızıyorum ama! Başa gelen çekilir. Sen kaşındın."
Elbisesinin eteklerine sarıldım. "Bir çare bul Münü, bu değildi benim istediğim. Behzat'tan başkasına varmam ben. Öldürürüm kendimi!"
"Tövbe, tövbe! Ağzından yel alsın." dedi korkuyla. "Sakın ha! Günahkâr şeyler düşünme!"
Yalvaran gözlerle, küçüklüğümden beri aşina olduğum yüze baktım. Derdime çare bulamayacağını biliyordum ama bir ümit, aklına son anda bir şey gelir diye yalvarmaktan da geri kalmıyordum. Nice yaramazlıklarımı örtbas etmiş bu tatlı kadın, kendi ellerimle odunu bastığım bu cehennemde beni yalnız bırakmıştı. Yüzümü mis kokan ellerinin arasına aldı ve alnıma bir öpücük kondurduktan sonra gözlerime baktı.
"Ay parçası güzel kızım, misafirlerimiz teşrif etti, edecek. Sen babanın asaletine yakışır bir duruşla konukları karşıla, gayrisini sonra düşünürüz."
Bileklerine sarıldım, saatlerdir ilk defa yüzüm gülüyordu. "Sahi mi? Bir çıkar yol bulacak mısın?"
Boncuk gözlerini tavana bıkkınca dikti. "Dolanmış bir yumak ipe, kaldır götür der beni eşiğe!" diye söylendi ve başını sallayarak yanaklarımı okşadı. "Akıllı uslu olursan bir çaresini bulabiliriz Yasemin'im. Bugün istenirsen, akşama bohçanı eline verecek değil ki, beybaban."
"Bunları da göndersin." dedim suratımı asarak. "Daha öncekileri göndermişti ya."
Münevver bıkkınca soluklandı ve doğruldu. "Aynı şey mi? Sen adama ümit ver sonra da kapıdan döndür. Ayıp kızım." dedi ve gözünü kıstı. "Bakarsın hoşuna gider, pek iyi bir gençmiş duyduğuma göre. Baban, bu sefer ki talibinden pek hoşnut görünüyor."
Omzumu silktim. Daha önce karşılaşmıştım ama nasıl biri olduğuna zerre dikkat etmemiştim. Gözlerimi kamaştıran başka bir güneşin parlaklığıyla mest olduğumdan, onun ışığı altındaki diğer canlıları, aşık gözlerim es geçmişti. Cemiyette sürekli ismi geçtiğinden değildi bu hayranlığım. Nice kızlar aşkından ölüp bitiyordu, biliyordum. Bense kayık sefasında gözlerimiz birleştiğinden beridir... O dakikadan itibaren zavallı kalbim, maşuk Behzat'ın hayaliyle dolup taşıyordu. O bahçe yürüyüşünde öylesine gördüğüm gönlümün şehzadesi, ilk karşılaştığımda aklımı çelmişti. Beni peşinden sürüklemişti.
Dadım omzumu dürtünce kendime geldim. "Daldın yine delifişek. Hadi hazırlan, öğle yemeğinden sonra geleceklerdi, eli kulağındadır."
İstemeye istemeye yataktan kalkıp yüzümü yıkamak için odama bitişik küçük hamama ayaklarımı sürüdüm. Can çıkmayınca umut kesilmez derler, belki bir şey olurdu babam beni vermekten vaz geçerdi. Ya da ailesi beni görünce vaz geçerdi... Kim bilir...
Dadımla kavga ederek, siyah dantelalı elbisemi zor bela üstüme geçirdim. Neymiş genç bir kıza siyah giymek yakışmazmış. Yasta mıymışım? Evet, yastaydım. Belki ömrümce sürecek bir ıstıraba doğru yol alıyordum. Ne kötü ve şanssız bir kaderim vardı benim. Bir yanda hayallerim, bir yanda celladım ve ortada, olanlara boyun eğmesi beklenen zavallı ben Yasemin...
Elime tutuşturulan tepsideki kahveleri, gelen misafirlere dağıtmayı güç bela başarmıştım. Münevver'in benzetmesi, Katolik rahibeleri andırdığım doğruydu. İşin aslı, en az onlar kadar da çaresizdim. Behzat ile evlenmeyeceksem, taş bir manastıra kapanacak kadar kendimi bedbaht ve çaresiz hissediyordum. Kapının berisine konan sandalyeye oturup kaşlarımın altından cezamı kesecek olan insanları süzmeye başladım.
Aralık bırakılmış dantel perdeli cumbanın bir yanına oturmuş annem ve babam, diğer yanına sıralanmış beyzade ve ailesi. Salih'in annesi Sema Hanım Teyze, şimdiden annemle iyi anlaşmıştı. Kadın pek tatlı dilli birine benziyordu ve annem nedense yeni tanıdığı kadının sözlerine içtenlikle gülümsüyordu. Annem insanlarla hemen kaynaşamayan biri olarak, beni şaşırtmıştı. Ben anlamaya hiç çalışmadığım için onların sohbetlerinden bihaberdim. Babam ile Hüsnü Celal Bey ise Avrupa'nın son durumdan bahsettikleri koyu bir sohbete dalmışlardı. Kahveleri dağıtmama rağmen konu, istemeye gelmeyince içimi sabırsız bir heyecan kapladı. İster misin, muhabbet edip dağılsınlar? İstemez miyim? Şu andaki tek dileğimdi.
Sinirli bakışlarımı Salih denen fırsatçıya doğru çevirdim. Bedeni, babama doğru dönük olduğundan ve daha gölgeli bir yere oturduğundan yüzünü pek göremiyordum. Divana oturuşu düşündüğümün aksine pek rahattı. Babam otoriter biri olduğundan ve onun karşısında el pençe divan duruşlara alışık olduğumdan, adamın bu saygısızca tavrını biraz yadırgadım. Çok sıradan bir görünüşü vardı, Behzat gibi ışık saçmıyordu. Koyu renk saçları, günlerce uğraşılsa da düzgün durmayacak kadar dalgalıydı. Hatta alnından yanağına düşen bir tutam perçem, gözünü kaşını benden saklıyordu. Aman saklasın. Şu anda ve dahi sonra yüzünü görmek bile istemiyordum.
Bir kere çok zayıftı. İnce parmaklara sahip elleri, kalemden başka bir şeyi kaldıracak gibi durmuyordu. Sırık gibi, uzun ince bir yapısı vardı. Hâlbuki Behzat öyle miydi? Kumral saçları, gökyüzü kadar mavi gözleri, hafif kemerli burnu, kaytan bıyıklarıyla aynaları çatlatacak kadar yakışıklıydı. Salih kibar bir tutuşla kahve fincanını ağzına doğru kaldırırken gözlerimi kıstım ve dişlerimin arasından söylendim.
"Boğazında kalsın inşallah!"
Düşünmemle, adamın öksürüp tıksırarak bir damla tadabildiği kahveyi, fincanıyla tabağına bırakması bir oldu. Gözlerim kocaman açıldı. 'Tövbe yarabbi, sözümü geri alıyorum' diye ayağa fırladım. Adam, salonumuzun orta yerinde bir yudum kahve yüzünden geberecekti neredeyse. Babam ve onun babası, sırtına vururken; ben de elinden fincanı almak için atıldım. Fransız porseleni kahve takımı büyük teyzemin hediyesiydi, bir tanesi kırılırsa dilinden kurtulamazdık. Annemle Sema Hanım Teyze de telaşla yerlerinden kalkmışlardı. Ortalık birden şenlenince gülmemek için dudağımı ısırdım ve düşmeden yakalamak adına fincana sarıldığım elin sahibiyle göz göze geldim.
Öksürmekten pancara dönüp iyiden iyiye kızarmış beyazca bir teni vardı, sakalsız yüzü yaşının gençliğini ele veriyordu. Kaşlarının altında parıldayan koyu renkli gözleri benimkilerle çarpıştı ve yüzüm anında asıldı. Daha fazla duramadım. Hemen fincanı elinden çektiğim gibi geriye fırladım. Ona sırıttığımı sanmaması için kaşlarımı iyice çattım, yüzüm kırışırsa kırışsın. Bu adama güzel görünmeye hiç niyetim yoktu.
Salih'in öksürükleri zor bela sustuğunda; ben, elimde fincan ile kapının önünde duruyordum. Annem beni fark edince söylendi.
"Durma orada Yasemin, su getirsene cancağızım."
Elimle onu gösterdim ve sadece annemin duyacağı şekilde dudaklarımı kıpırdatarak fısıldadım. "Öksürüğü geçti ama..."
Annem dudağını sıkıp gözlerini kocaman açınca, nefeslenip fincanı tepsiye bıraktım. Sürahiden su doldurup görgü kurallarını hiçe sayarak gidip annemin eline tutuşturdum. Ne peçete uzatmıştım, ne tabağa koymuştum. Annemin bana bakışları sonra görüşeceğiz der gibiydi. Zaten zor durduğum odadan kaçmak için bu anı fırsat bildim ve herkes Salih ile ilgilenirken topuklayarak odama doğru yollandım. Beni kimse buradan çıkartamazdı, hele ki o nazenin adama verirlerse ömrümün sonuna dek ayağımı koridora dahi atmazdım. Bu kadar kararlıydım.
***
Bir süre öncesi...
Merdivenleri heyecan içinde koşar adım inerken elbisemin etekleri dolanmasın diye tek elimle kaldırmıştım. Sabahtan beridir süsleniyordum. Mevsimin ilk, benim İstanbul'daki ilk, yaz pikniğime gideceğimden içim içime sığmıyordu. Perran'ın beni beklediği odaya doğru koşar adım gittim. Ben tam kapıya yetiştim derken dadım Münevver odadan hazırlanmış bir halde çıktı. Ona çarpmamak için son anda kendimi tutabildim.
"Perran içeri de mi?" diye nefes nefese sordum, bir an önce yola çıkmak istiyordum.
Başını salladı. "Öyle, Afife Hanım ile sohbet ediyorlar." Ben içeri girecekken dadım kolumu tuttu. "Bak, Yasemin. Orada aşırılık istemiyorum. Perran delisine uyayım deme sakın. Hanımefendi gidip hanımefendi döneceğiz. Sonra anneciğin bir daha izin vermez. Beybaban da evden dışarı çıkarmaz ona göre!"
Yanağına bir öpücük kondurdum. "Sen merak etme dadı sultan. Başımı yerden kaldırmayacağım."
Dadım gözlerini kıstı. "Seni hınzır, başını kaldırmazsan güzelim boğazı nasıl seyredeceksin?"
Sırıttım. "Şöyle çaktırmadan kaşlarımın altından bakarım, olmaz mı?"
Dadım alayıma karşılık derin bir iç geçirip koridora doğru yürürken ben de içeri daldım. Perran ile annem pencerenin kenarındaki divanda oturmuş konuşuyorlardı. Perran beni görünce ufak bir çığlıkla ayaklandı.
"Nihayet Yasemin, seni beklerken yaşlandım ayol!"
"Yalana bak, az önce geldin. Kapı zilini duydum."
Daha dün karşılaşmamışız gibi birbirimize sarıldık. Perran'ın yanında küçük kardeşi Pertev de vardı. Küçük Pertev henüz altı yaşında olmasına rağmen ciddi bir tavırla benim elimi sıktı.
"Nasılsın?" dedim bende aynı ciddiyetle.
Minik burnunu yukarı kaldırıp "İyiyim Yasemin." diye beni cevapladı.
"Bugün pek de yakışıklı olmuşsun." dedim ona takılmak için.
Anneme doğru kısa bir bakış atıp hafifçe gülümsedi. Kızaran yanakları, utangaç tabiatını hemen öne sermişti.
"Mektep yok mu bugün?" dedim düzgünce taranmış saçlarını bozmak için atıldım. Pertev hemen anlayıp başını geri çekti ve küçük dudaklarını sallandırdı.
Perran onun yerine gözlerini devirerek cevapladı. "Bize göz kulak olması için derse göndermedi annem. Başımızda erkek olursa içi rahat edecekmiş."
İkimiz birbirimize manalı bir gülümsemeyle baktık. Küçük Pertev ve dadımın gözleri üzerimizde olacaktı ama biz bugün eğlenmeye kararlıydık. Kapıdan çıkmadan evvel annemin terbiye içeren öğütlerini bir kez daha dinledikten sonra hemen kulak arkası edip kapıya doğru seğirttik. İkimizde heyecanlıydık, gerçi Perran daha önce bu pikniğe birçok defalar gitmişti ama ilk kez yanında annesi yokken katılacaktı. Dadım Münevver ve ufak Pertev dışında başımızda duracak kimse yoktu. Annemlerde gelmek isterlerdi ama Perran'ın annesi ile birlikte yeni nazırın konağındaki tebrik yemeğine katılmaları gerekiyordu. Bu tesadüf bizim işimize yaramıştı, özgürce piknikte dolaşabilecektik.
Dadım elindeki sepeti uşağa verdikten sonra Pertev'in elinden tuttu ve biz arabaya binene dek kapının başında bekledi. Şimdiden inceleyici bakışları üzerimizdeydi, en küçük serseriliğimizde henüz ayrılmadığımız eve dönebilirdik. O yüzden efendice arabaya bindik ve kadife kaplanmış rahat koltuklara oturduk. Boğaz kenarındaki koruya varana dek vakur duruşumuzu hiç bozmamak için nasıl da gayret etmiştik.
Piknik yerini, kalabalık çoktan basmıştı, yemyeşil çimenlerde dolananlar, ağaç altlarında laflayanlar... İki dirhem bir çekirdek gezen beyzadeler, salınarak onları karşılayan renkli kıyafetleriyle genç kızlar... Küçük bir fuaye alanı... Yiyecek içecek satan satıcılar... Ailesiyle gelen birkaç grup dışında hepsi bizim gibi eşlikçileriyle gelen gençlerden oluşan kalabalığın birazı da boğazın dalgalı mavi sularına kayıklarla açılmışlardı. Dadım bize oturacak yer bakınırken Pertev şaşkınlıkla etrafı izliyordu. Aynı şaşkınlık benim yüzümde de belirmiş olacak Perran dirseğini belime geçirdi.
"Baktın kaldın Yasemin, hiç mi insan görmedin kızım?"
Gözlerimi kamaştıran ışıltıyı kıza yansıtmak için kocaman gülümsedim. "Burası çok güzelmiş Perran. Cennetin bir kenarı bahşedilmiş gibi, İstanbul'un bu haline bayıldım."
Perran külahıma anlat der gibi elini salladı. "Yapma bu büyük hayranlığın, sade doğanın nimetleri için olmasa gerek." dedi ve piknik sepetini uşağın elinden alan dadıma bir göz attı. Onun yeterince meşgul olduğuna ve bizi dinlemediğine kanaat getirerek bana yanaştı. "İstanbul'un tüm gözdelerinin burada olduğuna eminim. Talibimle karşılaşmadan önce dadını atlatmalıyız. Vallahi bu sene de bekar gezmeye hiç niyetim yok."
Lafını ettikten sonra başını kaldırıp hızlıca etrafı kolaçan etti. Ben ne yaptığını anlar anlamaz yüzümü saran sıcaklıkla dadıma baktım. Uşağın yardımıyla örtüleri sermişti. Uşak sepetten yiyecekleri çıkartırken, dadım da Pertev'in ceketini çekiştiriyordu.
"A be oğlum, çıkart şunu. Dert etme süsüne zarar gelmez."
Pertev diklendi. "Olmaz Münevver. Çıkartmam. Kibar beyler, her daim ceket giyerler."
Ceketi çıkartamayacağını anlayan Münevver pes ederek çocukla savaşmayı bıraktı. "Sıcaktan isilik çıkart da gör gününü inatçı keçi. Bir de kalın aba giydirmişler, zavallı çocuk."
Pertev kaşlarını çattı. "Ben bir beyefendiyim, zavallı çocuk sensin!"
"Yakıştı mı ağzınıza bu lakırdı küçük bey?" diyen dadım bıkkın gözlerini bana çevirdi. Afallamış halimi gördüğünde ciddileşti. "Daha gölgelik bir yer mi bulalım Yasemin'im. Sıcak mı burası?"
Ayılarak başımı salladım. "Yok, iyi böyle."
Durduğumuz yer, büyük iki ağacın çapraz birbirine dolandığı bir yerdi. Boğazın kıyısındaki çimenler erken kapıldığından hesabımıza düşen yere razı olmuştuk ve hemen kurulmuştuk. Mis gibi kokan çiçekli ağaçtan şikâyetim yoktu ama Perran'ın niyeti beni tedirgin etmişti. Kayıkla dolanıp top oynamaktan başka hesapları olduğunu, inceleyen bakışlarını fark ettiğimde anca anlamıştım. Şimdi de ağzıyla itiraf ediyordu. Dadım onun niyetini anladığı vakit; ne koruda gezinti kalırdı, ne kayık sefası. Kös kös oturup yer içer eve dönerdik.
Perran'ın meraklı bakışlarını bizden yana çevirmek için koluna girip piknik örtüsüne çektim. "Bak en sevdiğin köftelerden yapmış Muhlise abla."
Perran ilgisizce köftelere bakarak örtünün üstüne çöktü. Dadım, Pertev'e soğutulmuş nar şerbeti verdikten sonra birer bardak da bize doldurdu. Örtünün üstündeki yiyeceklerden iştahla yemeye başladık. Yol ve açık hava acıktırmıştı, hiç nazlanmadan karnımızı doyurduk.
"Abla!" diye sevinçle bağıran Pertev minik parmağını ileriye uzattı. "Abla, macun alalım."
Hepimiz küçük çocuğun gösterdiği yöne döndük. Dadım hemen lafa karıştı. "Pertev, güzelim un helvası dururken macunu ne yapacaksın?"
"Ben macun istiyorum!" diye sızlanan çocuk, Münevver'i dinlemiyordu bile.
Sonunda dayanamayıp ayağa kalktım. Elimi Pertev'e uzattım. "Hadi, beyzade. Beraber gidelim."
Perran, o saniyeye kadar kardeşinin isteğine hiç kulak asmazken birden heyecanlanıp yerinden fırladı. "Benim de canım istedi. Ben de yoldaş olayım size."
Onun bu ani atağı karşısında ilk önce pek şaşırmadım çünkü Perran'ın bu hızlı değişimlerine alışkındım. Dalgın dururken birden hadi şunu yapalım diye yerinden fırlardı. Dadım elini cebine atıp kesesinden para çıkartırken hoşnutsuz bir sesle söylendi.
"Çok yemeyin. Midenizi bozarsınız alimallah, sonra topluca hela başı bekleriz."
"Sana da alalım o zaman." dedi Perran parayı dadımın elinden kaparak. "Bizi beklerken sen de sıkılmazsın."
"Hadi oradan zevzek kız." dedi Münevver. "Benim midem sağlamdır, öyle her şeye bozulmaz."
Güldüm. "Bilmem mi!" dedim. "Baksana tonton oldun, yediğin her şeyi çok beğendiğinden dışarı salmak istemezsin."
"A başıma gelenler!" diye şakadan dövünen dadım, kahkahalarımıza aldırmadan söylendi. "Kocadık ya artık, maskara oluruz çocukların diline!"
Onu bırakıp macun satıcısına ilerlerken Perran diğer koluma girdi ve kulağıma doğru sabırsızca konuştu.
"Yasemin ne şanslıyız. Şimdi yola doğru bak, kimler geliyor."
Dediği yöne doğru belli belirsiz bakışlarımı çevirdim. Yürüyüş yolundan macuncuya doğru yönelmiş iki adamdan başka dikkat edilecek birilerini göremedim. Sağdaki adama bakınca da, koca kırda dikkati çekecek başka bir âdemoğlu olamayacağına emin oldum. Aman yarabbi! O ne alım, o ne zariflik! Sanki yeryüzüne düşmüş kanatsız bir melek! Orta boylu, fesinden taşan kumral saçları düzgünce taranmış, hafif güneş yanığı yanakları sağlıkla parlayan al dudaklı, kaytan bıyıklı, az kalınca keman kaşlı, bir afet salınarak geliyordu. Ağzım açık kalınca, Perran hızlı bir el hareketiyle çenemi yukarı kaldırdı.
"Adamın içine düştün, az kendine gel." diye fısıldadı.
"Kim o?" dedim gözlerimi zoraki çevirerek.
"Sağdaki Behzat Suphi..." dedi zaten gerisini dinlemedim. Çünkü meleğime doğru yeniden bakma gafletinde bulunmuştum. Arkadaşıyla konuşurken kısa ve şen bir kahkaha atan Behzat'tan başka bir beşer kalmamıştı etrafta. Elimin sallanmasıyla kendime geldim. Pertev söylenerek elimden kurtulmaya çalışıyordu.
"Elimi sıkıyorsun Yasemin."
Başımı silkerek hemen elimi gevşettim. "Özür dilerim Pertev, sıcaktan yapışmış olmalı."
Perran lafım üzerine kıkırdadı. "Eridin mi canım?"
Macun satıcısının önüne nihayet varmıştık. Başımı çevirip Behzat'a bakmamak için kendimi zor tutuyordum. Pertev'in macun beğenmesini fırsat bilen Perran yeniden bana sokuldu.
"Çok çapkındır söylemedi deme. İleri yaşına kadar evlenmemeye and içmiş. Sosyetenin kızları ayılıp bayılıyor ama Behzat demir atamayacağı limana yanaşmazmış dediklerine göre. O ne demekse artık."
"Evlenmeyi neden istemiyor ki?" dedim.
Perran artık bize iyice yanaşmış iki adama kısa bir göz süzerek kulağıma eğildi. "Kuzum niye evlensin? Bir bakışına gerdanlar açılıyor. Her çiçekten bal almak varken neden bir güle sadık kalsın. Tabi, bu laflar kadınların söyledikleri..."
Moralim nasıl bozuldu anlatamam. Ama ne bekliyordum ki? Böylesi bir cevherin talep görmesi çok normaldi. Behzat ve arkadaşı, macun satıcını teğet geçerek kayık kiracılarına doğru yönelince, boğazda gezinti yapmak için dayanılmaz bir istek duydum. Behzat elindeki bastonu oyalanırcasına öne atarken omzunun üstünden bize doğru kayıtsız bir bakış attı. Kalbim durdu sandım. Beni görüp görmediğini anlamamıştım, o kadar çabucak bakmıştı. Yine de göğsümde ikinci bir ciğer oluşmuşçasına aldığım nefesim yetmedi.
"İnsan değil bu..." diye mırıldandım.
Perran da derin bir iç çekişle konuştu. "İnsan olsunlar olmasınlar ikisi de kabulümdür, esmer olan sahipli mi acep? Pek hoş bir beyefendiymiş."
Esmer olan onun olsun diye düşünmeden edemedim. Behzat dururken başka ışığa bakılır mıydı? Macunun bedelini ödedikten sonra Perran yine coştu.
"Kayıklara gidelim Yasemin!"
"Gidelim de..." dedim. Perran'ın buraya gelmekte ki niyeti, Behzat'ı gördükten sonra günah gibi gelmiyordu artık. Kaş göz işaretiyle Pertev'i gösterdim. "Ne yapacağız?"
Kulağıma fısıldadı. "Münevver'e emanet, zati pek güzel anlaşıyorlar."
Güldüm ve onu onayladım. Perran hemen macunu kemiren Pertev'in önüne eğildi.
"Canım kardeşim, az sonra biz kayığa gideceğimiz vakit sudan korkarım diye gelmek istemeyeceksin, oldu mu?"
Çocuğun gözleri parladı. "Ben de geleceğim!"
"Hayır, canım, sen gelmeyi istemeyeceksin." dedi Perran, kardeşinin gözlerine bakarak.
Pertev omuzlarını salladı ve topuğunu yere vurdu. "Geleceğim, ben de kayığa bineceğim!"
"Dediğimi yaparsan haftaya gelecek akrobatlı kumpanyaya seni götürürüm." Sonra dudağını büktü. "İstediğimi yapmazsan, inan olsun evden dışarı çıkamazsın."
Pertev kaşlarını çattı ve dudağını sarkıtarak bir süre düşündü. Perran ile ben çocuğun ağzından çıkacak lafı sabırsızlıkla bekliyorduk. Kayıkların oraya hızlıca bakı attım. Behzat ve sırtı bize dönük arkadaşı kayıkçı ile anlaşmış, kayığın gelmesini bekliyorlardı. Çabucak Pertev'e döndüm.
"Sana pamuk şekeri de alırım."
Pertev elini yapış yapış yapan macuna kısa bir bakış attı ve pes ederek başını salladı. Perran sevinçle elini çırparak ayaklandı.
"Oldu bu iş!"
"Sudan korktuğumu söylemem ama!" dedi Pertev küskünce. "Erkek adam sudan korkar mı hiç?"
Perran gözlerini devirdi. "İyi, o zaman gitmem diye diret!"
Kısacık düşünen Pertev başını salladı ve elindeki macunu yemeye devam ederek piknik yerimize doğru yürüdü. Perran ile derin bir nefes alıp peşine düştük. Dadım tahmin ettiğimiz gibi hep beraber gitmemizi isteyince Pertev oyun gereği gitmem diye tutturdu. Dadımın dil dökmeleri de işe yaramadı ve Perran ile ben, bir gezinti için izin alarak kayıkçılara doğru havada uçarak gittik.
Behzat çoktan açılmıştı ama boğazdaki gezinti güzergâhında mutlaka karşılaşacağımızı söyleyen Perran'a inandım. Ve karşılaştık da... Ödül olarak, beyzadeden kısa bir baş selamı ve bıyık altı gülümseme bile kaptım. Perran'ın hatırlatıp durduğu gibi; onun herkese selam verip vermemesi önemli değildi, o masmavi gözlerle bir kalp atımı birleşmiştim ya gerisi söz... Yürek çarpıntıları eşliğinde kıyıya yaklaşırken heyecandan başım dönüyordu.
"Ah, bu kadar mıydı?" dedim suratımda hayal kırıklığıyla Perran'a baktım. Ne manzaranın ne Behzat'ın keyfine doyamamıştım. "Bir daha ne zaman görürüm kim bilir? Tekrar karşılaşmak için sürekli buraya gelemem ki."
"O da gelmez zaten." dedi Perran.
Sesinde hoşnut olmadığını belirten bir ton vardı. Kayıkçının önünde konuşmamak için kıyıya ayak basmayı bekledim. Kayıkçıya ücreti ödedikten sonra acele etmeden piknik yerimize adımladım, bir yandan da Perran'ın asılan suratına bakıyordum. Sonunda dayanamayıp kolunu dürttüm.
"Neyin var Perran?"
Perran omzunu silkti. "Neyim olsun? Sen Behzat'a göz süzdün, selamı aldın. Ben yanındakini kesmekten mahalle kasabına döndüm, dönüp bir bakmadı bile. Ben o kadar çirkin miyim Yasemin?"
Onu durdurup yüzüne baktım. "O ne biçim laf Perran!"
Kaşlarını çattı. "Bu biçim bir laf işte! Tamam, Behzat'tan alaka görecek kadar alımlı değilim ama yanındaki ondan nazlı çıktı. İnsaf yahu, iç geçirmeme bile tepki vermedi suratsız!"
"Utangaçtır belki." dedim, yanındaki adama bakmamıştım bile. Perran'ın bu kadar ilgisini çektiğini de fark etmemiştim. Yine de lafı sallamayı ihmal etmedim. "Ayrıca bırak onu, çirkinliğini suratsızlığı ile gizliyordur. Gülse, baksa ne yazar!"
Perran sırıttı. "Sen Behzat'tan gözlerini alamamışsın belli, yoksa bu lafları demezdin."
Elimi kalbimin üstüne koydum ve teatral bir tavırla iç geçirdim. "Yaktı geçti bağrımı aşk okuyla/Sarhoş oldum zalim meşk şarabıyla/Söyle günah mıdır böyle bir sevgi?/Değilse neden bakmazsın bana, ey gözleri sürmeli!"
Perran gür bir kahkaha atarak omzuma küçük bir fiske vurdu. "Şiirin hoş ama yanlış oldu Yasemin. Gözleri sürmeli dediğin afet diğeriydi. Behzat'ın kaşı kirpiği sapsarı, neresi sürmeli ayol!"
"Kafiye olsun diye dedim. Yoksa Behzat'ın mavilerinin gayet farkındayım." diye şakacıktan surat astım.
Perran bana sarıldı. "Canım arkadaşım, sen çok yaşa emi!" durdu biraz ayrılarak gözlerini haince kıstım. "Senin Romeo'ya bir name salmak ister misin?"
Gözlerim açılırken yanaklarımın kızardığını hissettim. Kekeleyerek "Olmaz, yapamam." diye mırıldandım.
Perran vaz geçecek gibi değildi. "Dar görüşlü olma Yasemin. Behzat sana bir name göndereydi kabul edip bağrına basmayacak mıydın?"
"Orası öyle ama ben yapamam Perran. Utanırım."
"Aşk da utanma olmaz, yoksa ömür billah beklersin bu bülbül gelsin de bahçene konsun diye." İkna olmayan bana sabırsızca söylendi. "Naza bak. Az evvel ağzının suyu akıyordu şimdi kızarmış domatese döndün. Sana cesaret olacaksa, ben de yanındaki Salih Hüsnü'ye bir mektup düzeyim, böylece ikimiz de şansımı deneriz. Canım, bu tarz işlerde artık kadını erkeği yok. Beğendiğine laf atmaz isen, başka bir cesur alıp yürüyüverir. Seni bilmem de ben sürmeliyi çok beğendim."
"Sen dedin bakmadılar diye!"
"Sen dedin baktı diye!"
Behzat'tan ufak bir alaka aldığım barizdi ama bilemezdim ki, beğendiğinden mi yoksa beğenildiğini anladığından mıydı bu göz süzüşü. Omzumun üstünden dadıma baktım. Ne konuştuğumuzu merak eder bir göz kısmasıyla bizi seyrediyordu. Onu rahatlatmak için gülümsedim ama hınzır hatun kanmadı. Kaşıyla yanını işaret ederek bizi çağırdı. Masumca başımı salladım ve Perran'a döndüm.
"Yazalım yazmasına da eline nasıl geçecek? Gidip ben mektubu veremem."
Elini sallayan Perran bilmişce başını kaldırdı. "O işi bana bırak."
"Sen mi götüreceksin?" dedim işi hafife almasına bozularak.
"Hayda! Hem mektubu yaz hem de posta et. Beğendim de o kadar da bayılmadım sürmeliye." Sonra etrafına hızlıca bir bakış attı ve eliyle ileride oynayan çocukları işaret etti. "Şu veletlerin eline ederini verdikten sonra istersen İstanbul'un öbür yakasına mektup taşırlar. Sen onu dert etme de, ne yazacağımızı düşün. Süslü laflar bilmem ben."
"O kolay." dedim bu seferde ben elimi sallayarak. "Dadımdan gizli nasıl yazacağım, işte onu bilemem."
Ortaya çıkan yaman problemi düşünerek dadımın yanına döndük. Ne konuştuğumuzu laf dokundurarak sormayı ihmal etmedi tabi.
"Kayıkta çeyrek saat gezdiniz, indikten sonra yarım saatte şu yolu alamadınız. Ne gördünüz de ayaklarınız bu yana gelemedi?"
"Kayıktan inerken ayağım suya girdi de, hasta eder mi etmez mi onu konuşuyorduk. Malum Perran'ın babası hekim, kızına da az buçuk damlamıştır ilmi."
Dadım endişeyle gözleri açıldı. "Aman ne diyorsun?"
Perran lafımın ereğini anlayınca hemen atıldı. "Babam ayakları sıcak tutmak gerektiğini hep söyler. Islak ayakla dolaşınca maazallah bin türlü dert başa gelirmiş."
Başımı onaylamak için salladım. "Çocuğum olmayabilirmiş."
"Sonunda cartı çekmek de var." diye Perran ekleyince Münevver'in renk iyice uçtu.
Bünyemin zayıf olduğu herkesçe bilinirdi. Rüzgârda balkona çıksam ertesi gün yatak döşek yatardım. Dadım bu yüzden pabucuma bakma gereği bile duymadan telaşlanmıştı. Yan tarafında resim yapan Pertev'i bize gösterdi.
"Çocuğun yanından ayrılmayın. Ben hemen arabaya koşup diğer ayakkabılarını getireyim."
"Gerek yok dadıcığım, az sonra kurur." derken Münevver çoktan eteğini düzeltip yola çıkmıştı bile.
Giderken bir yandan elini arkaya doğru salladı. "Yetişir, yetişir! Kurumuş diyor bir de, ay deli olacağım!"
Dadımın arkasından sırıtarak bakarken Perran uzandı ve Pertev'in resim defterini çekti. Çocuk öfkeyle doğruldu.
"Bakmasana! Daha bitmedi."
"Bakmayacağım zaten ama ben de resim yapmak istiyorum." Hemen iki sayfa koparttı ve çocuğa geri uzattı. "Al defterini, ne kıymetli defterin varmış."
Pertev burnunu kırıştırdı. "Sen resim yapamıyorsun, piyano bile çalamıyorsun. Yalan söyleme."
Perran sinirle soluklanırken bana sayfaları uzattı. Kalemlerden birini de kapıp elime tutuşturdu. Bir yandan da Pertev'e laf yetiştiriyordu.
"Çok marifet, sen öğreniyorsun da ne oluyor? Boy bir arşın, dil yüz arşın. Yer cücesi seni!"
Pertev omzunu silkip tek koluyla yaptığı resmi örttükten sonra mırıldandı. "Sen de çirkinsin. Yasemin senden çok daha güzel. Büyüyünce ben Yasemin ile evleneceğim."
"Hah! Yasemin de sana varırdı bücür çapkın."
Perran çocuğa dil çıkartırken ben de atışmalarına gülerek yazmaya başlamıştım bile. Münevver tezcanlı olduğundan hızlıca bir şeyler karalamış ve hemen okuması için Perran'a uzattım. Perran okumadan kağıtları katladı.
"Ben şimdi yavaş okurum sana güveniyorum iyi döktürmüşsündür."
"Behzat'ın adını yazamadım, çok heyecanlandım." dedim elimi kalbimi yavaşlatmaya çalışarak göğsümün üstüne koydum. "Senin mektuba da sadece başına Salih yazıverdim, karışmasın diye. İsimlerimizi hiç anmadım, neme lazım."
"Haklısın." dedi etrafına bakınarak.
Perran telaşla beni onaylayıp eline iki bakır sikke alıp ileride oynayan çocuklara doğru koştu. Yakaladığı kara kuru bir çocuğun kolundan tutup kenara çekti, eline kâğıtları sıkıştırdı ve parmağıyla ilerideki kamelyayı işaret etti. Behzat ve arkadaşının kameriyeye çay veya nargile içmek için girdiklerini görmüştük. Perran, çocuğa hızlıca bir şeyler anlattıktan sonra doğruldu ve kararsızca kamelyaya doğru bir bakış attı. Çocuk tam hareketlenmişti ki, çocuğu omzundan yakalayan Perran kâğıtlardan birini aldı. Yüzüne eğilip hızlıca bir şeyler daha söyledikten sonra mektubu iç cebine sokuşturarak bana doğru koşar adım yürüdü. Dikkatlice onu izlemiştim izlemesine ama mektuplardan birini neden aldığını anlamadım.
Nefes nefese yanıma çöktü. Anlatması için gözüne bakıyordum. Yüzünü yarım yamalak örten tülü üfürerek ferahlamaya çalışırken dadım, ben daha soramadan yanımıza ulaştı.
"A canım, çok kötü. Sen bohçayı konakta unut gel! Ne uşak Bahri almış, ne de ben sersemin aklına gelmiş. Hadi, kalk dönüyoruz bu kadar sefa yeter."
İtiraz ettik ama Münevver'e laf dinletemedik. Yanında getirdiği Bahri ile birlikte hızlıca toparlandık. At arabasına doğru giderken aklım, kamelyada, şu an da benim yazdığım nameyi okuyan beyzadede kalmıştı. Geriye bakıp durmam dadımın dikkatinden kaçmamıştı, söylenerek kolumdan çekiştirdi.
"Tam zamanında kalktık. Bak ikinizin de yanakları elma gibi kızarmış, daha da otursak arap bacıya dönecektiniz."
İki genç kız akılları arkada kalmış, dadı Münevver'in ardından sürüklenirken Pertev sırtına vurdukları çantasından şikâyet ediyordu. Dadı Münevver ise kızlardaki tuhaf telaş ve kararsızlığı gördükçe onları hiç yalnız bırakmaması gerektiğini düşünüyordu. Güneş çarpması değildi bu kızlardaki sersemlik, basbayağı onları çarpan başka bir şey vardı. Konağa varınca bunu kurcalamayı aklına yazarak Yasemin'in belki yalan belki doğru ayaklarının ıslanmasını fırsat bildi. Yedek giysileri aramaya gitmemiş, çabucak toparlanmak için uşağı çağırmaya gitmişti.
Perran, cebine koyduğu kâğıdın ağırlığı ve göndermediği için pişman olmanın kararsızlığıyla ne yapacağını bilemez haldeydi. Salih Hüsnü onun şimdiye kadar gördüğü en hoş adamdı ama bir o kadar da suratsızdı. Bu güzel yaz gününde, kır yeri cıvıl cıvıl iken insan başını kaldırıp da etrafına bir bakmaz mıydı? Ne derdi vardı bu gencin, ne azap çekiyordu da, dünya nimetlerine yan gözle olsun bakmıyordu? Yanında yürüyen Yasemin'e göz ucuyla baktı. Pertev'in dediği doğruydu biliyordu ama kabullenmek istemiyordu. Yasemin ondan kat be kat güzel bir kızdı. Ona verilmeyen bazı kişilik özellikleri, arkadaşı olan bu kızda altın misali parıldadı. Zekâ ve güzellik bakımından nasibini almak bir yana nazikliği ve zarafetiyle İstanbul'a geldiği ilk günlerden beri kapılarına dayanan talipleri, şimdiye kadar ona gelenleri katlamıştı. Kıskanmaması gerektiğini düşünüyordu ama kalbine söz geçiremiyordu. Yasemin'i gün geçtikçe daha kıskanır olmuştu, onun bir başarısızlığını görse rahatlayacaktı. Kötülüğünden değildi bu çekememezliği, tamamen insani bir zayıflıktı. Gergef işlerken yanlış düğüm atsa dahi, Perran'ın hoşuna gidecekti.
***
Mektubu götüren on iki yaşındaki velet de, kamelyanın girişinde durmuş, elinde mektup, içeride oturan beylere bakıyordu. Az önceki kız, iki adamı tarif etmişti ki, zaten birini tanıyordu. Elindeki mektubu ona mı verecekti yoksa diğerine mi, işte onu bir türlü hatırlayamıyordu. Aklı, az önceki oyunda kalmıştı. Çocuk arkasını döndü, kıza yeniden sormayı düşünürken onları yerinde göremedi. Gözlerini kısarak bakındı, ta ilerde uzaklaşan üç kadın, bir adam ve bir çocuk vardı. Cebindeki sikkeleri düşündü ve omzunu silkti. Aman ne olacak ki! Adamlardan birine uzatsa ne çıkar? Parasını almıştı şimdi koşup sorsa, cebindeki paradan da olabilirdi. Bir an önce işini bitirip arkadaşlarının yanına kuka oynamaya dönmek için acele etti. Elinde azıcık kırışmış mektubu beceriksizce düzelterek esmer adam uzattı.
"Bunu sana bir abla gönderdi." dedi ve bahşiş mahşiş beklemeden topuklayıp oyuna yetişmek için koşturdu.
Genç adam kaşları çatık, eline tutuşturulmuş kâğıt parçasına baktı kaldı. Ne acayip bir gündü! Behzat'ın zoruyla, ayaklarını sürüyerek yaz başı pikniğine gelmişti ve elindeki kâğıt dâhil tam beş tane mektup almıştı. Buraya gelenlerin açık hava, güneş, çimen derdinden öte başka merakları vardı anlaşılan.
Yan gözle Behzat'a baktı, arkadaşı onun şaşkınlığına gülmemek için dudağını ısırıyordu. Huysuzca söylendi. "Bu nedir birader?" dedi elindeki kâğıdı havaya kaldırırken. "Milletin yazar olası mı gelmiş de, beni mi bulmuş koca alanda."
Behzat kendini koyuverdi ve elini dizine vurarak gülmeye başladı. "İstemediğin ot burnunda bitermiş Salih. Kıskanıyorum ama... Ben iki mektup aldım bu senin aldığın beni aştı, kat be kat katladı."
Salih arkadaşının ince alaylı sözüne homurdanarak cevapladı. "Burada adet bu mudur? Kızlar beğenir, seçer, sonra mektup mu yazarlar?"
"Burası Avrupa değil birader." dedi Behzat nargilesinden bir nefes çekti ve üfleyerek ona doğru eğildi. Fısıldadı. "Kolay döşeğe yatıramazsın ama flörtün alasını yaşarsın. Dokunmadan sevdalanırsın ama başını duman sarmadan farkına bile varmazsın."
Salih kaşlarını temelli çattı ve parmakları arasındaki mektubu sıktı. Behzat bu mektubun sonunun da diğerleriyle aynı olacağını hissedince atılıp kâğıdı Salih'in elinden alıverdi.
"Dur bakalım, hemen yırtıp atma. Bunu okuyacağım, sen istesen de istemesen de."
Salih aldırmadan kâğıdı ona bıraktı.
"Basit iki sıra yazı okumak için bu kadar sabırsız olacağını bileydim, sana okuyacak daha kaliteli şiirler getirirdim. Bu boş satırları okumak zahmetinden de kurtulurdun. Ben anlamıyorum, bu insanlardaki aşk merakını. Birini sevince ne olacak? Başın göğe mi erecek? Sanki dünyada mutlu aşk diye bir şey kaldı mı? Ne yararı var sevdalı yüreğin, âşık olana? O kadar yüceltiyorsun sevdiğini, sonra bir de bakmışsın alaşağı oluvermişsin. Yok, birader, ben aşk istemem, bu kadar cehennem eziyeti bana yetti. Yarım akıllı bir hatun alıp torun torbayla annemin gönlünü hoş etmekten başka bir dileğim yok. Benim gönlüm aşka sevdaya kapandı hem de zincir üstüne zincirlerle kilitlendi. İmkân değil, kalbimin kapısı bir daha aralanmaz."
Salih, arkadaşının lafa hiç girmemesine ve ona karşı çıkmamasına şaşırarak doğrulup arkalıklı divanda yan döndü. Behzat'a baktı. Arkadaşının gözleri ve tüm dikkati, iki eliyle tutarak okuduğu kâğıttaydı. Sonuna kadar okudu ve derin bir nefes alıp başa geri döndü. Salih, onun mektubu yeniden okumaya başladığını görünce meraklandı. Divanın yan kolçağına elini dayadı ve arkadaşının omzunun üstünden mektuba doğru eğildi.
İnci gibi tertemiz bir yazıyla yazılmış satırlar, bayağı kâğıdın ayarını arttırmış, birer mücevher gibi sıralanarak süslemişti. İnsan ne yazdığına değil ilk önce nasıl yazdığına hayran kalıyordu. Salih, alışkanlık eseri, içinden gelen beğeniyi hiç hoş karşılamadı ve kaşlarını bir kez daha çattı. Hitap yerine geri döndü ve boş olduğunu görünce hayret etti. Genç bir kızın nasıl bir cesaretle adını sanını bilmediği bir adama mektup gönderdiğini bir anlığına düşündü. Bir anlığına diyorum çünkü ilk kelime parıltısından sonra Salih de, Behzat gibi dizilen kelimelerin büyüsü altına girmişti. İki arkadaş mektubu, kim bilir kaç defa daha okudular, anlamadıklarından değil, anladıkları duygu okyanusunun tadına doyamadıklarından.
Behzat elindeki kâğıdı katladı ve arkaya yaslandı. "Bunu bana yazsaydı, hiç düşünmez hemen evlenirdim. Oturt karşına o söylesin sen dinle... Ah, be ah!"
Salih konuşmadan yerine oturdu. Mektubun duygulu ve masum bir zihin ürünü olduğunu belliydi ve Behzat'ın samimi sözlerinin doğruluğuna inanıyordu. Behzat iç çekerek mektubu düzgünce katladı ama ona uzatmaktansa elinde tutmaya devam etti. Salih ona vereceğini düşünerek elini uzatmıştı ki, yarı yolda niyeti olmadığını anlayınca bir şey demeden elini geri çekti. İstese ayıp olurdu, ya da olmazdı bilemedi. Sonuçta ona yazılmış bir mektuptu, almak hakkıydı. Gelen diğerlerini öylesine okuyup yırtıp atmıştı, bunu Behzat'tan alıp saklamasındaki amaç ne olabilirdi ki?
"Yazan hatun çirkinse, bu büyük laflarını bir daha dinlemek isterim."
Salih'in homurdanmasıyla Behzat ayılarak yerinden doğruldu. "Sahi ya, şairimiz kim acep?"
Salih bunalarak etrafına bakındı. Köşeli kamelya, içerisine tabure ve divanlar döşenerek keyif bahçesi haline dönüştürülmüştü. Küçük sehpaların üzerine konmuş semaverler, iyi giyimli beylerin ellerinde nargile marpuçları, tahta kubbenin aralıklarından sarkan sarmaşık gülleri ve konuşanların şen kahkahalarıyla oldukça neşeli bir ortamdı.
İstanbul'a döneli bir ay anca olmuştu ve eğlenme maksadıyla ilk defa dışarı çıkıyordu. Behzat, boğaz gezisi için onu zorlamasaydı, şu anda özel odasında bir kitaba gömülmüş, dünyadan ayrı diyarlarda gezmeye devam ederdi. Bu kendi içine kapanık hali bir vakittir sürüyordu. Toparlanmayı da istemiyordu ama bu isteksizliğine rağmen ilk günkü yangınlardan arındığını hissediyordu. Kalbinde bir şeyler katılaşıyordu, soğuyordu. Belki de Behzat'ın onu ikna etmesi de bu nedenle daha kolay olmuştu.
Behzat'ın hareketlendiğini fark edince girdiği düşünceli halden sıyrıldı. Genç adam elindeki paraları sehpanın üzerindeki tepsiye bırakarak ayaklandı.
"Gidip şu çocuğa soralım Salih, meraktan çatlayacağım. Kim bu kız?"
Salih, Behzat'ın heyecanına anlam veremedi ama karşı çıkmadan ona eşlik ederek çocuğu aramaya gitti. Bir yandan da aklı Behzat'ın ceketinin cebinden görünen krem renkli kâğıttaydı. Ona geri vermeyi düşünmüyor muydu? Behzat'ın ona hitaben yazılmış bir mektuba böyle el koyması onu rahatsız etmişti. Düşündü, ne önemi vardı ki? Hiç okumadan yırtmayacak mıydı zaten? Behzat, zavallı kâğıdı bu ecelden kurtardığı için belki de o satırları okuma hakkı da ona aitti. Gerçi Behzat sosyetenin en çapkın ve en gösterişli bekârıydı, bu türlü sevda sözlerine alışkın olması gerekirdi. Bu yazılanın onun için neden merak konusu olduğunu anlayamadı.
Behzat'ın gözleri çocuğun koştuğu yönü tararken Salih hafif kızgınlık sezilen bir sesle söylendi.
"Kızı bulup ne yapacaksın Behzat?"
Behzat ona bakmadan gözlerini dikkatle kısarak cevapladı. "Merak dostum merak..."
"Merak kediyi öldürdü." diye mırıldandı ve kendine hâkim olamayarak o da bakınmaya başladı.
Mektubu gönderen kişi; eğer koruda yürürken önüne düşen kız çıkarsa, Behzat'ın ne hale geleceğini tahmin bile edemiyordu. Kızın onlara göz süzmekten önüne bakmamasıyla, Behzat çok dalga geçmişti. Kızcağız öyle kötü düşmüştü ki, yanındaki dadısı onu yakalamayı başaramamıştı. Gerçi zayıf dadısı, o kiloda bir kızı istese de durduramazdı. Yer çekimi ve kilo kızın lehindeydi. Behzat, kızın bu haline kahkahalar atmayı ihmal etmemişti. Arkadaşının bu duyarsızlığından rahatsız olan Salih'in onu uyarmasına dahi aldırmamıştı.
Salih, çocuğu ilerideki macun satıcısının yanında görünce Behzat'a işaret etti. "Postacımız orada."
Behzat "Şükür!" diyerek bastonunu koltuğunun altına sıkıştırdı ve uzun adımlarla çocuğa doğru yürüdü. Çocuğu kenara çekip kısa bir soruşturmadan sonra Behzat eline para sıkıştırıp çocuğu salıverdi. Salih merakına engel olamayarak sordu.
"Eee, bildin mi kim olduğunu?"
"Tarif ettiği kızı, Doktor Faruk Tahsin Bey'in kızı Perran'a benzettim." Düşünceli bir sesle ekledi. ''Hani şu kayıkta gezerken sana gösterdiğim iri gözlü kız ama diğer huriyi tanımıyorum. Perran'ın bu mektubu yazması zor, o kızın pek duygulu olduğunu sanmazdım."
Salih kızları hatırlamadı çünkü o sırada içine düştüğü anılar girdabıyla boğuşmaktaydı. Behzat'ın onu hafifçe dürtüp Perran'ın yanındaki kızın güzelliğini övdüğünü anımsıyordu. Dediğine göre; Behzat kıza gülümsemişti ama kız kızarmaktan başka bir tepki vermemişti. Düşünceler içindeki Behzat ile birlikte yoldan yürürken Behzat, konuşmadan önce boğazını temizledi.
"Mektubunu geri istemezsin sanırım, yırtacağına ben de kalsa olur mu?"
Salih bir an ne diyeceğini bilemedi. Bakışlarını ileriye dikip öylesine söylendi. "Bana yazılmış nameyi sen ne yapacaksın?"
Behzat omzunu kaldırdı. "Hafiyelik yapacağım. Bu kızlardan hangisi mektubu yazmış ve acaba gerçekten de sana mı yazılmış öğreneceğim?"
Salih, arkadaşına döndü. "Kuşkun neden?"
"Perran yazdıysa ki, buna pek ümit vermiyorum, onun sana göz süzdüğünü görmüştüm. Kız yazdıysa ki, kayık geçerken bana baktığına eminim, neden sana mektup göndersin? Kızın elinden ama Perran'ın isteğiyle sana yazılmış bir mektup ise, Perran'ın arkadaşıyla alakadar olmak boynumun borcu olur."
Gönlü daraldı yine de belli etmeden bakışlarını yeniden ileriye çevirdi. "Böyle işlere beni karıştırma da, ne yaparsan yap Behzat."
"Hah! Sen de fırsattan istifade Nina'nın ardından ağlamaya devam et, değil mi?" Salih'in ona dönen kızgın bakışlarına rağmen devam etti. "Bana bak birader, yeter bir hoppanın ardından üzüldüğün. Kadın seninle gönlünü eğledi, sonra da tekmeyi basıp başkasına yar oldu. Eminim şimdi de kocasına boynuz takmakla meşguldür. Öyle gözlerini kocaman açma! Haklı mıyım değil miyim? Sırf asil ve paralı diye o adam için seni bırakmadı mı?"
"Daha fazla konuşma Behzat. Senin kalbini kırmak istemiyorum."
Behzat aşk yorgunu arkadaşını dikkatlice süzdü. Onunla kavga etmek istemiyordu ama çocukluk arkadaşı olan bu yakışıklı delikanlının da bir aşüftenin ardından kendini kahretmesini izleyemezdi. Nina dediği Katherina Beatrix Helgura Melville, Salih ile bir sene boyunca gönül oynaşı olduktan sonra, asillik merakı yüzünden İngiliz lordlarından biriyle evlenmişti. Orta yaşını hayli geçkin adam, Nina'nın eskide kalan asaletinden ve baygın güzelliğinden etkilenmişti. Nina, sıradan güzelliğine üstün gelen, kadınsı bir çekiciliğe sahipti çünkü kadının öyle ahım şahım, insanın içine akan bir güzelliği yoktu. Fakat cazibenin tüm yollarını bilirdi. Behzat, o kadının Salih'ten beklentisinin ne olduğunu bilmiyordu ama Salih'in ona kör sevdayla tutulduğunu biliyordu. Kızın evlendiğini bile yeni kocasıyla İngiltere'ye gittiğinde öğrenecek kadar gözü Nina'dan başka şeyi görmemişti.
Başını salladı. "Tamam, Salih, bana kırılma. Seni üzmek niyetiyle konuşmadığımı bilmelisin. Aklıma bir fikir geldi, bizimkilerin meyhanesine gidip iki kadeh bir şeyler içmeye ne dersin?"
Salih isteksiz gibi yüzünü buruşturdu. Ret edeceğini düşünürken başını salladı. "Olur, ama çok geçe kalmam, yapacak işlerim var."
Behzat gülerek bastonunu bir tur havada döndürdü. "Davetimi kabul ettin bir kere, ben seni ne zaman salarsam o vakit evine dönersin."
Salih incelemesi gereken evrakları düşünmektense, Behzat'ın cebindeki mektuba kafa yorarak arkadaşının yanında yürüdü. Behzat'a hak vermiyor değildi ve bir kızla evlenip annesine gelin getirmeyi o da istiyordu. Zaten Nina'yı duyduklarından beri, ne annesi ne de babasıyla arası iyi değildi. Ayrılmalarına ise ilk başta sevinmiş ama onun halini görünce de, ondan daha çok üzülmüşlerdi. Salih'in işi bırakıp İstanbul'a dönmesinin en büyük nedeni bu ayrılıktı. Genç adam oralarda nefes alamaz olmuştu, uykusuz yemeksiz dolanıp duruyordu. Okulu bitirince girdiği konsoloslukta iyi bir işe sahipti ve geleceği parlaktı. Fakat gün geçtikçe eriyip tükendiğini gören ailesi, nazla niyazla ona İstanbul'a dönme kararı aldırmışlardı. Salih de yapılacak şeyin en iyisi olduğuna karar verip büyüklerine uymuştu. Ayrıca gurbetteyken on beş yaşındaki kız kardeşini de çok özlüyordu.
***
Salih ve Behzat kafalarını dağıtacakları meyhaneye doğru yol alırlarken; piknik kafilesi de konağa varmış, gülüşerek üst salonda sohbet ediyorlardı. Yasemin ve Perran'ın anneleri Afife Hanım ile Hayriye Hanım da, piknikten dönmüş kızların şen şakrak sohbetlerini dinliyorlardı. Perran'ın annesi Hayriye Hanım'ın kulakları kızların muhabbetinde iken inceleyici bakışlarıyla da iki genç kızı dikkatlice süzüyor ve huyu gereği kızları birbiriyle karşılaştırıyordu. Perran'ın eğitimi ve hanımefendi duruşu için o kadar uğraşmışlardı ama garip bir asilikle, kızı, öğrendiklerini hayatında uygulayamıyordu.
Yasemin tatlı bir naziklikle Perran'ın anlattıklarını onaylayıp arada lafa karışırken; Perran her konuya bodoslama atlayıp bazı saçma sözleriyle insanı şaşırtıyordu. Tüm gün aynı yerlerde dolanmışlar, aynı hareketleri yapmışlardı. Yasemin'in uzun, dalgalı gür saçları yeni taranmış gibi düzgünce dökülürken Perran'ın uğraşılarak hazırlanmış örgüleri darmadağındı. Hoşnutsuz Hayriye Hanım derin bir iç geçirerek Afife Hanım'a döndü.
"Muhabbet güzel de biz izninizi isteyelim Afife Hanım, akşam yemeğinden önce biraz olsun dinlenebilmeyi umuyorum."
"İzin ne demek Hayriye Hanım ama bir dahaki görüşmemiz de bu kadar koşturmaca yerine eşlerimizle birlikte bahçede piknik yapalım. Ne dersiniz?"
"Çok iyi olur Afife Hanımcığım." dedi gülümseyerek ve hala çenesi durmayan kızına seslendi. "Hadi Perran'ım, gidelim artık."
Perran ve Yasemin yorgunluktan uyuklayan Pertev'i dürterken kadınlarda ayaklandılar. Zavallı çocuk uykudan uyandığından oldukça şaşkındı. Bu yüzden onu kucaklayan dadı Münevver'in kolları arasına uzanmakta hiçbir sakınca görmedi. Hep beraber aşağı sofaya indikleri vakit, Yasemin, küçük çocuğun resim çantasını unuttuğunu hatırlayıp kadınlar sofada üstlüklerini giyerken salona geri gitti ve ne olduysa o anda oldu.
Perran'ın üstlük cebinde unuttuğu Salih'e yazılmış name, kaderin hınzır bir esintisiyle olduğu yerden koptu ve havada bir yaprak gibi süzüldü, tam da Afife Hanım'ın önüne düşüverdi. Kadın şaşkınlığına yenilerek eğildi ve mektubu aldı. Yine felek denen oyunbazın bir başka cilvesiyle kâğıt, çarşaf misali açılmıştı. Mektubu alırken istemsizce yazıları okuyan Afife Hanım soran gözlerle Perran'a baktı. Yüzü kıpkırmızı olan Perran dehşetli bir yüz ifadesiyle annesine doğru kısa bir bakış attı ve korkuyla yeniden Afife Hanım'a döndü.
Dadı uyumakta olan çocuğu arabaya taşıdığı için haremlik holünde üçü kalmışlardı. Afife mektubu Hayriye'ye doğru uzatırken Perran bir telaş bir gayret atıldı.
"Valla billah onu ben yazmadım."
"Senin cebinden düştü kızım." dedi Afife.
Perran alı al moru mor, annesine doğru bakınca Hayriye kaşlarını çatıp başını salladı. "Yok, bu benim kızın yazısı değil Afife Hanım. İki dünya bir araya gelse Perran, bu harfleri bu şekle sokamaz. Keşke yapaydı ya... Neyse..."
Afife mektubu yeniden eline aldı ve dikkatle yazıya baktıktan sonra vardığı sonucu doğrulaması için Perran'a baktı. Perran bayılacak gibiydi. Babası bir duyarsa bir daha evden dışarı çıkmazdı. Yasemin'in ailesi kendi ailesinden daha anlayışlıydı ve bu yüzden suçun tümünü Yasemin'in üstüne atmakta tereddüt etmedi.
"Onu Yasemin yazdı. Gezintide bir genci pek beğenmişti." diye hızlıca anlatmaya başladı. ''Mektup yazacağım diye tutturdu. Yapma etme dedim ama durduramadım. Bu ilk yazdığını beğenmediğinden bana atayım diye vermişti. Unutuvermişim."
Afife soğuk bir sesle kızın lafını kesti. "Yani o gence mektup gitti mi?"
Perran hemen başını salladı. "Evet, Afife Hanım Teyze."
Hayır derse ve yarın öbür gün Behzat'a gitmiş mektup ortaya çıkarsa, bu mektubun hesabını Perran'dan soracaklardı. Her iki mektubun da vebalini Yasemin'e yükledi. Oh, yarasın. Afife düzgün kaşlarını çattı ve o sırada içeri giren Münevver'e kısa bir bakış attı.
"Münevver, Yasemin'e söyle doğruca odasına gitsin. Akşam yemeğine kadar da çıkmasın."
Münevver ne olduğunu bilmiyordu ama hayırlı bir şeyler olmadığının farkındaydı. Afife Hanım'ın beyazlamış yüzü, şu anda, sorunun vakti olmadığını ilan eder gibiydi.
"Peki, Afife Hanım." diyerek koridorun başında beliren Yasemin'e el işareti yaptı. Git dercesine elini sallayınca genç kız ne olduğunu anlamadan olduğu yerde durdu. Elinde Pertev'in resim çantası vardı. Çantayı kenara bırakan Yasemin, dadısıyla köşeden kaybolunca Afife diğer iki kişiye döndü.
"Kim bu Salih?"
Perran renkten renge girerek bir süre susunca annesi, kızının suçlu olmadığından duyduğu rahatlıkla konuştu.
"Ah, o genç mi? Namını duymuştum. Rumeli Paşası Hüsnü Celal'in tek oğlu olur kendisi." Dedi. "Genç ve hoş çehreli bir beyefendi olduğunu söylerler, Avrupa'daki tahsilinden yeni döndü."
Kadın, Afife'nin üzüntü ve şaşkınlığına karşı anlayışlı görünme niyetiyle hala mektubu tutan eline dokundu.
"Afife Hanımcığım bu kadar dert etmeyin. Bunlar gençtir sonuçta. Birbirlerini görüp beğenmişler ne var bunda. Hem duyduğuma göre Salih Hüsnü geleceği çok parlak bir katip ve tercümanmış. Eminim, beyiniz o genci tanıyordur. Ne de olsa ikisi de nazırlıkta çalışıyor."
Afife her şeyi geçmişti, keşke bu garip olay, dedikoduculuğu ile nam salmış kadının önünde cereyan etmeseydi. İki güne varmaz Yasemin'in yazdığı aşk mektubu herkesin diline düşerdi. Başını salladı.
"Haklısınız Hayriye Hanım, bu yaşta hepsinin başında kavak yelleri eser. Ayrıca Yasemin'e güvenimiz tam, eminim bu çocuğu seçmişse doğru bir seçim yapmıştır. Onunla konuşup hali yoluna koymak lazım."
Tam lafı bitmişti ki Perran ani bir hıçkırıkla sarsıldı. "Hık! Neyi yoluna koyacaksınız? Hık! Salih'i mi anlamadım."
Hayriye kızın kolunu çekiştirdi. "Saçma sapan konuşma Perran, hadi yürü." diye tısladıktan sonra güler yüzle Afife'ye döndü. "Afife Hanımcığım, size ve kıymetli beyinize afiyetler dilerim."
Afife yutkundu ve gülümsemeye çalışarak kadını uğurladı. "Size ve eşinize de iyi günler dilerim Hayriye Hanım. Bu arada, bu son olay aramızda kalırsa çok sevinirim, gençler utanmasın değil mi? Zaten niyetlerini pek yakında anlarız. Yasemin kolay kolay böyle bir şeye kalkışmaz."
"Aşk olsun. Lafımı olur Afife Hanımcığım, o nasıl söz? Hiç duymamış olayım, elbette aramızda kalacak."
Afife zoraki bir gülümseme daha attı. Olan olmuştu, yalvarsa ne yazar... Onları uğurladıktan sonra elinde kâğıt olduğu halde Sadık Muhsin Bey'i beklemek için salona doğru yürüdü. Hayriye Hanım sayesinde dedikodunun çok çabuk yayılacağını biliyordu önemli olan işin kokusu temelli çıkmadan sonuca bağlamaktı. Kâğıt elinde, koltuğa çöktü. Hayret! Yasemin hiç böyle bir şey yapmazdı. Demek bu genci, ona mektup yazacak kadar çok beğenmişti. Gözleri yeniden mektuba düştü. Acaba bu mektupta neyi beğenmemişti de, yenisini yazma gereği duymuştu? Oldukça gönül okşayıcı bir mektuptu. Sinirli olması gerekiyordu ama yüzünde tuhaf melankolik bir gülümseme belirdi. Ardından da iri iki damla yaş gözlerinden süzüldü. Güzel bebeği yuvadan uçmak üzere miydi yoksa?
Perran söylediği yalanın ağırlığı altında bunalarak evlerine doğru yola çıkmıştı. Annesine bu olayı kimselere anlatmaması gerektiğini söylemekten başka bir şey diyemiyordu. Hayriye Hanım ise duyduğu zevkle göbeğini hoplatıp gülüyordu.
"Ayol bana ne milletin delişmen kızından, bir de bize saflık abidesi diye gösteriyorlardı. Aman haspaya bak, çapkın çıktı başımıza."
"Aman anneciğim lütfen Yasemin benim arkadaşım. Ne olur kimselere demeyelim. İş başka çıkarsa rezil oluruz, hem onların da dostluğundan oluruz."
"Ben ne rezil olayım saf kızım, onlar düşünsün." diyerek kahkahalarını koyuveriyordu.
Perran'a sadece dua etmek kalmıştı. Kendi paçasını kurtarmıştı belki ama hem Salih'i işe karıştırmıştı, hem Yasemin'i ateşe atmıştı. Biraz düşündükten sonra omzunu silkti. Mektup yazması için Yasemin'in boynuna bıçak dayamamıştı ki, ayrıca mektuplara neden sadece Salih'in ismini yazmıştı? Genç adama sürmeli dediğini de unutmamıştı, demek ki kömür karası uzun kirpiklerin süslediği güzel gözlere en az onun kadar dikkatli bakmıştı. O halde cezası, Yasemin'e aitti. Ne de olsa Salih aşk mektubu filan almamıştı ve bu dedikodulara aldıracak birine de benzemiyordu. Kendi içini rahatlatarak suçsuzluğuna iyice inandı ve annesinin çenebazlığı konusunda ısrar etmemeye karar verdi. Gerçi ısrar etse ne fayda, iki gün sonra yapılacak hanımlar toplantısında annesine konuşacak konu çıkmıştı, bu fırsatı hayatta kaçırmazdı.
Afife kimselere bir şey demeden kocası Sadık Muhsin'i salonda bekledi. Geldiğini haber veren Bekir odadan çekilirken o da ayaklanıp kocasını karşılamak için ön salona geçti. Yirmi beş yıllık evliydiler. Çeyrek asırlık evliliklerinin en güzel süsü biricik kızlarıydı. Karı kocanın başka çocuğu olmamıştı. Ebe, Yasemin'in doğumundan sonra bu ihtimalin çok zayıf olduğunu söylemişti, yine de Afife hayatı pahasına da olsa Yasemin'e bir kardeş verebilmek isterdi. Karı koca tek çocuklarının üstünde titrerlerdi ve Yasemin de onların yüzünü kara çıkarmamıştı. Örnek gösterilen akıllı ve güzel bir genç kız olmuştu.
Sadık Muhsin de karısıyla aynı düşüncedeydi. Yıllarını verdiği büyükelçilik görevini, kızlarının geleceğini kurmak için bırakıp nazırlıktaki görevi kabul etmişti. Yasemin büyüdükçe çevresinin ilgisini fazlaca çektiğinden kızlarını yabancı damada vermektense, İstanbul'a dönüp kendine yaraşır bir genç bulmasını umut ediyorlardı. Gerçi Sadık Muhsin için kızını evlendirmek ne kadar üzüntü verici olsa da; kızları hiç değilse dizlerinin dibinde olacağı için daha az hüzünleniyordu. Başka topraklarda değil, kendi vatanında yaşlanacaktı. Kararlarını Yasemin'e söylememişlerdi, utanmasını ve onları yanlış anlamasından çekinmişlerdi. Kızlarını evlendirip başlarından atma gibi bir düşünceleri asla olamazdı.
Afife sararmış bir yüzle odaya girdiğinde Sadık Muhsin ceketini yenice çıkarmıştı. Bastonunu tutan Dilbade'ye ceketini de uzatırken içeri giren karısını fark etti ve yüzünde bir gülümsemeyle ona döndü.
"Nasılsın ruhumun yarısı?" dedi ve güzel karısının gözlerindeki nemi görünce neşesi soluverdi. "Neyin var Afife, hasta mısın?"
Afife hüzünlü bir tavırla kocasına sarıldı. "Hoş geldin Sadıkcığım, hasta değilim. Birkaç dakika odaya geçelim, sana anlatacaklarım var."
"Yasemin iyi mi?" dedi adam karısının beline sarılarak, sırtını okşadı.
"Endişe etme biriciğim, herkes çok iyi. Gel de, sana son haberleri anlatayım."
Birlikte odaya geçtiler, kocasını bir koltuğa oturtan Afife usul bir tonda, akşamüstü olanları Sadık Muhsin'e anlattı. Sadık Muhsin ağzını sımsıkı kapatıp karısının lafını bitirmesini bekledi, sonra da elini uzattı. Afife cebinden mektubu çıkarıp kocasının eline bıraktı. Adamın bakışları artık buruşmuş kâğıdın üstünde bir müddet gezdi. Kâğıdı karısına geri uzatırken kilitli dudakları açıldı.
"Ne yapacağız şimdi Afife?" dedi buruk bir sesle. "Bir tanecik kızımız âşık olmuş."
Afife bakışlarını yere dikti ve omzunu silkti. "Bilemedim Sadık."
Adam derin bir nefes alıp başını eğdi. Birkaç dakika kukumav kuşu gibi baş başa verip düşündüler. Sonunda Sadık başını kaldırıp karısına baktı.
"Genci tanıyorum, yeni geldi ama hemen işe alıştı, akıllı bir beyefendiye benziyor. Ailesi de çok kıymetli ve iyi bir aile, tanışma şerefine erememiştim." Dedi ve neşesizce güldü. "Demek ki tanışma vakti gelmiş."
Afife hafifçe kaşlarını çattı. "Çocuğun fikrini bilmiyoruz Sadık, niyeti yokken sen bir şey yapmaya kalkma!"
"Yapar mıyım hiç ruhum?" dedi karısının ellerini elleri arasına aldı. "Bence bekleyelim, iş hayırlıysa nasıl olsa olur. Yasemin'i de utandırmayalım, ben kızıma güveniyorum. Bizim başımızı yere düşürecek bir halt işlemez."
"Hayriye ne olacak?" dedi Afife.
Adam elini salladı. "Boş ver Hayriye'nin çenesini, konuşursa da konuşsun. Üç gün konuşur dördüncü gün onun lakırdılarını herkes unutur, merak etme sen." Dedi ve doğruldu. "Ama yine de Yasemin'in ağzını belli etmeden yokla bakalım."
"Daha çok taze bir olaymış, bana anlatır mı? Ağzı çok sıkıdır, bilirsin."
"Zorlama Afife, yine de Münevver ile birlikte biraz dürt bakalım." Durakladı. "İşin içinde Münevver de var mı?"
"Onu Yasemin'in odasına göndermiştim, konuşma fırsatı bulamadım."
"Münevver'e anlatmışsa, kesin sana da yakında açılır." dedi Sadık Muhsin. "Ona da anlatmadıysa bekleyip görmekten başka yapılacak iş yok. Gözün Yasemin'in üstünde olsun, iştahına, neşesine dikkat et."
"Of, of!" diye dertlendi Afife. "Daha çok genç Sadıkcığım."
Sadık Muhsin bıyıklarını burarak sırıttı. "Sen bana vardığında daha on sekizinde bile değildin ruhum. Güzelliğinle başımı döndürmeyi bilmiştin."
Afife çapkınca gülümsedi ve elini adamın dizine vurdu. "Aman Sadık!"
Anne ve baba, kızlarının başını saran sevda ateşini buruk ve umutlu bir anlayışla karşıladılar. Sadık Muhsin yarın için kendine iş edinmişti, kızının aklını karıştıran bu adamı soruşturup iyice tanımak istiyordu. Genç adam taze memur olduğundan nazırlığın ilk katındaki odalardan birinde kaldığını tahmin ediyordu. Kıdemleri gereği karşılaşmaları zordu zor olmasına ama genci ona övenlerin ağzını arayabilirdi. Özellikle dış ticaret vekili Kamil Talat Bey, bu gencin reklamını ayrı bir gayretle yapıyordu, onu biraz dinlese adam anlatır da anlatırdı.
Afife'nin derdi de Hayriye'nin çenesiydi. Kadının dedikodusunun önüne geçmenin yollarını düşünürken hep birlikte yemeğe oturdular. Yasemin biraz solgun ve tereddütlü olsa da, babasının gününü sorması ve rahat davranmasıyla gevşedi, yüzüne renk geldi. Akşam annesinin onu odaya göndermesine anlam verememişti, Münevver de sebebini bilmiyordu. Dadısı, onu laf üstüne lafla sıkıştırsa da hiçbir şey söylemedi, önce Perran ile konuşmalıydı. Mektupların akıbetini öğrenmeden arkadaşını ele verecek bir laf söylemeyecekti.
***
Laf cambazlıkları ve ağız aramalarıyla, iki gün çabucak geçiverdi. Yasemin, Perran önderliğinde yaptıkları yaramazlığı ele vermemek için usta manevralarla iki kadının laf kapma ataklarını sindirdi. Aklı fikri Behzat'taydı, acaba mektup ona ulaşmış mıydı? Tepkisi ne olmuştu? Onu hatırlamış mıydı? Ama tuhaftır, ikinci günün sabahında Behzat'ın hoş çehresi, zihninden hafifçe silinmişti. Gönlüne ateş düşüren bu genç, acaba ilk gördüğü zamanki hararetini kayıp mı ediyordu?
Bu arada Hayriye Hanım, hanımlar toplantısında bomba etkisi yaratan dedikoduyu ağzından kaçırıvermişti, yaptığı patavatsızlık için kadıncağız bir üzülmüştü sormayın. Tabi bu yeni habere balıklama atlayan hanımların sorularını titizlikle cevaplarken üzüntüsünü ziyadesiyle belli ediyordu. Kim derdi, hanım hanımcık Yasemin'in ona yüz vermeyen bir erkeğe aşk mektubu yazacağını? Onun kızı Perran, böyle bir densizliği asla yapmazdı. Onu dinleyen hanımlara döndü. 
'Sizin evlatlarınızda piknikteydi, hiçbirinden duydunuz mu mektup gönderip aldığını?' Kadınların çoğu kati bir reddedişle, birkaçı da utana sıkıla böyle bir şeyin olamayacağını söylediler ama içlerinden çoğu, alınan mektupları o akşam okuyup çocukları adına gelecek talipleri birbiriyle karşılaştırmaya başlamıştı bile.
Hanımların toplantısında ne Salih'in annesi ne de Behzat'a bakan büyükannesi vardı ama dedikodu, o günün akşamında Behzat'ın konağına düştü. Behzat hafiyeliğine devam ediyordu ama beceriksizlikten mi yoksa basiretsizlikten midir nedir, kızın kim olduğunu bir türlü öğrenememişti. Her fırsat bulduğunda mektubu alıp okuyor ve derince iç geçirdikten sonra gömleğinin iç cebine saklıyordu. Mektubu yazanın diğer kız olduğunu tahmin etmekle beraber; Perran'ın yazma umuduna karşılık, iri gözlü esmer kız bile gözüne huri görünmeye başlamıştı. Nasıl bir tılsım vardı bu satırlarda bilmiyordu ama Behzat yazanı bilmeden, merakın yarattığı bir kara sevdaya tutulmuştu.
Salih ise ayrı âlemlerdeydi. Behzat'tan ses çıkmayınca kendine meşguliyet bulmak için nazırlıktaki yazışmaları düzenleme izni istemişti. Onun nazırlığa alınmasını sağlayan Kamil Talat Bey, üstüne aldığı bu konuyla ilgili görüşmek için onu odasına çağırmıştı. Salih bu görüşmenin gereksizliği karşısında yorum yapmadan vekilin odasına gitti. Adamın başka bir misafiri vardı.
Kırçıl saçlı, hafif göbekli bu adamı, Sadık Muhsin isimli eski konsolos olarak tanıştırdılar. Adam tanıştıktan sonra ikisinin konuşmasına hiç müdahale etmeden ilgisizce elindeki evrakları okumaya daldı. Öylesine karşılaşılmış izlenimi veren bu önemsiz tavra rağmen Salih heyecanlanmıştı. Çünkü tanıştığı bu adamın namını biliyordu, yüz yüze tanışmamışlardı ama adamın ne yaman bir devlet adamı olduğunu çok duymuştu. Fransa gibi alavere dalaverenin çok olduğu bir ülkede konsolosluk yapmak ve ülkenin çıkarlarını hiç falso vermeden savunmak az buz iş değildi. Diplomatlık adına, adamdan bir şeyler öğrenebilmeyi çok isterdi ama ilgisiz duruşu karşısında cesaret edip sohbetlerine dâhil edemedi.
Kamil Talat, onu masasının başına çağırdı. İmzalayacağı ve Salih'in arşiv çalışması için ihtiyacı olan izinleri ona yazdırırken odanın ortasında yukarı aşağı yürüdü. Salih garip bir hisle Kamil Talat'ı dinleyip sözlerini kâğıda dökerken kaşlarının altından, evrakları okuyan Sadık Muhsin'e göz atmaktan kendini alamıyordu. Sanki adam onu izliyordu. Bakışını yakalayamadıkça içini garip bir heyecan bastırıyordu.
Salih izinleri yazmayı bitirdikten sonra masadan kalkıp odanın ortasına geçti ve saygılı bir tavırla yaşlı adamın onay vermesini bekledi. Kamil Talat yavaş adımlarla masasına doğru yöneldi.
"Aferin Salih, söylediklerimi senin kadar hızlı yazana rast gelmedim. Değme kâtiplere taş çıkartırsın oğlum."
"Teşekkür ederim efendim." dedi ve yan gözle koltuğa kurulmuş Sadık Muhsin'e baktı.
Sadık Muhsin başını aniden evraktan kaldırınca; Salih, adama yakalanmanın verdiği bir telaşla başını hemen öne eğdi. Onun bu tavrını anlamazdan gelen Sadık Muhsin otoriter ama nazik bir sesle konuştu.
"Kripto çözümü de yapıyor musun?"
Salih bakışlarını yerden ayırmadan başını salladı. "Elimden geldiğince efendim."
Mühürlerini basmış olan Kamil Talat doğruldu. Her fırsatta Sadık Muhsin'e genç adamın bu özelliğini övdüğünden bir kez daha üstüne basarak bahsetme gereği duydu.
"Bu kadar alçakgönüllü olma Salih." dedi ve Sadık Muhsin'e döndü. "Şifre çözme konusunda da çok yetenekli, bir senedir çözemediğimiz bir mesajı iki günde çözdü. O vakit çözmüş olsaydık kötü bir olayı engelleyebilirdik ama kaderde yokmuş. Şimdi hiç değilse, suçluları biliyoruz."
Sadık Muhsin düşünür gibi başını salladı ve yeniden elindeki evrakına gömülünce, Salih bir parça bozuldu. Övgü beklemiyordu ama adamın sorguladığı konuya olan merakının biraz daha yüksek olmasını umut etmişti. Belki de ilk defa, bu yeteneğini birinin beğenmesini istiyordu. Kamil Talat izinleri ona uzattı ve nazır yardımcısına götürüp nazıra sunmasını istedi. Gerekli talimatları verdikten sonra Salih'i gönderdi.
Genç adam çıkınca, Kamil Talat yüzünde rahatlamış bir gülümsemeyle Sadık Muhsin'in karşısına geçti.
"Sana dediğim kadar var değil mi?"
Sadık Muhsin başını salladı. "Zeki bir genç..." dedi düşünceli bir tavırla. Elindeki oyalanmak için aldığı kağıtları sehpanın üstüne bırakıp öne doğru eğildi. "Yalnız, Kamil Bey, sen gencin reklamını fazlaca yapıyorsun. İlerde Salih'in başına bela açmayasın. Şifre çözme işini bence dallandırmamak gerek, gizli kapaklı yapılması lazım gelen bir iştir bu. Yakınlığımıza rağmen bana dahi söylememen gerekirdi azizim."
Kamil Talat sakallarını sıvazladı. "Haklısın üstadım, düşünemedim. Acaba diyorum bu genci senin yanına versem mi? Burada harcanıp gideceğine senin yanında diplomasi öğrensin."
"Hayatta olmaz!" dedi Sadık Muhsin. "Elçiliklerde gezip gâvurun derdini yükleneceğine, ülkesine burada yararlı olsun."
Kamil Talat bu ani ve keskin itiraza şaşırdı. "Hayda... Bu isteksizlik neden? Salih'e bir sorsaydık belki..."
"Sonra... Sonra..." diye elini havaya salladı ve ayağa kalktı. "Şimdi izninle dostum benim öğle için bir görüşmem var. Muhabbet için teşekkür ederim, bir gün benim kahvemi içmeye de beklerim."
Kamil Talat arkadaşını kapıdan uğurlarken hala onun ısrarlı reddini düşünüyordu. Madem Salih'in yeteneklerini beğenmişti neden yanına almak istememişti? Kader bu ya, Salih Hüsnü'ye talip olan başka biri daha vardı ve gencin geleceğini garantiye alacak teklifi çoktan Kamil Bey'e iletmişti. Belki gencin kısmeti bu yöndeydi. Kim bilir? Diğer cömert teklife karşılık Kamil Bey, Salih'i arkadaşına emanet etmeyi isterdi fakat Sadık Muhsin Bey isteksizdi. Biraz şekerleme yapmak için özel kâtibine rahatsız edilmemesi emrini verdikten sonra kısa boyuna tam gelen minderli divana uzandı ve gözlerini kapattı.
***
Salih akşam evine vardığında Behzat'ı onu bekler görünce aklı doğrudan, sözünü ettiği hafiyeliğin sonuçlanıp sonuçlanmadığına gitti. Behzat'ta bastırmaya çalıştığı bir heyecan sezdi. Annesinin akşam yemeği için ısrar etmesine karşılık Behzat, Salih'i almaya geldiğini ve onları bekleyen arkadaşlarıyla yemeğe gideceklerini söyleyince Salih işin çözüldüğünü anladı. Üstünü dahi değiştirmeden Behzat'ın kolundan tuttuğu gibi konaktan fırladı. Neden heyecanlanmıştı ki?
Behzat, onu bahçeli bir eğlence yerine sürükledi. Gençlerin geldiği mekan, gürültülü ve kalabalıktı ama kendilerine bir yer bulup oturmaları zor olmadı. Behzat'ın bu gibi yerlerde sözü geçiyordu. Yemekler, mezeler, içkiler sofraya geldi ama Behzat hala konuya girmeksizin havadan sudan konuşmaya devam ediyordu. Gözlerindeki parıltı, Salih'in karşısında kıvranmasını gördükçe daha da arttı. İkinci rakı kadehlerini doldurduktan sonra Salih pes etti.
"Yeter artık Behzat, ne konuşacaksan konuş. Sarhoş olup unutursan kızarım bak."
Behzat kadehine su doldurdu ve bıyık altından sırıttı. "Ne oldu Salih'im, ne konuşmamı bekliyordun? Ne güzel demleniyoruz işte."
"Anlatacak bir şeyin olmasaydı, böyle apar topar bize damlamazdın. Ne öğrendin söyle!"
Behzat gür bir kahkaha atarak fesini başından sıyırdı ve masaya bıraktı. Kumral saçlarını hiç acele etmeden geriye taradı. Arkadaşının bu havalı hareketine aşinaydı, hoş çehresinin etkisini arttıran bu çekici hareketine çoğu kızın ayılıp bayıldığını da biliyordu. Ama şimdi sırası mıydı? Elini kadehine uzattı ve ilgisiz durmaya karar verdi. Hem zaten o, mektubu düşünmemeye karar vermemişti mi? Her bir kelimesi hala ezberinde olsa da, aklından silindiğini farz etmek daha iyiydi.
Behzat güzelce kızartılmış kalamardan bir çatal alıp ağzına attı ve çiğnerken konuştu. "Şu mektup var ya..." dedi kelimelerin tadına, kalamardan daha fazla vararak. "Senin için pek önemli bir mesele değildi, değil mi?"
Salih kaşlarının altından ona bakınca dudağını büktü. "Yani, kimin yazdığı veya sana yazılmış olmasıyla ilgilenmiyorsun, değil mi?"
"Kimin yazdığını buldun mu?" diye sorunca Behzat dişlerini gösteren bir sırıtışla soruyu onayladı. Salih doğruldu. "Kimmiş?"
"Sen önce soruma cevap ver."
"Açık konuşmayacaksan sohbeti sürdürmenin manası yok Behzat." diye homurdandı. Oyun havasında değildi.
"Sen iyice huysuz oldun başımıza yahu!" dedi Behzat. "İyi, peki, sana sormamın nedeni şu: eğer sen kıza talipli olmazsan ben büyükannemi görücü göndereceğim. Gerçi ailesi, kızın taliplerini kapıdan gönderiyorlarmış ama bana hayır diyeceklerini sanmam."
Salih kendine güveni ummanlarla eşdeğer arkadaşını süzdü. "Bana mektup yazan kıza mı talipsin?"
"Senin ilgini çekememiş, ben neden şansımı denemeyeyim?"
"Hani evlenmek istemiyordun?"
"Fikrimi değiştirdim."
"Fikrini değiştiren bu hatun kişi kim acaba?"
Behzat kıkırdar gibi ballı cevizden bir kaşık dolusunu ağzına attı. Böyle yemeğe devam ederse, içini çekerek gizlemeye çalıştığı göbeğine söz geçiremez olacaktı. Salih merakını böyle sömüren arkadaşına nasıl tepki vereceğini bilemedi. Acaba mektubu ne yapmıştı? Hala saklıyor muydu? Neden mektubu Behzat'ta bıraktığını düşünürken Behzat gevşek kelimelerle konuştu.
"Neyse, seni daha da kıvrandırmayayım. Nasılsa yakında kulağına gelir."
"Nasıl gelecek?"
Behzat arkadaşının didikleme huyunu bildiğinden onunla biraz dalga geçmek istemişti. O yüzden lafı dolandırdıkça dolandırma niyetindeydi. Elini umursamaz bir tavırla havaya salladı.
"Kadınların lafları dostum. Validen pek sosyeteye girmiyor galiba."
"Rica ederim bilmece gibi konuşmayı bırak Behzat. Annemin kadınların toplantılarına gitmemesiyle konumuzun ne alakası var?"
"Gitseydi şimdi karşımda bilgi dilenmezdin de ondan." dedi Behzat keyifli bir sırıtmayla.
"Of, istemiyorum, hiçbir şey deme. Mektup da, yazan da umurumda değil!"
"Oh, oh, ne ala!" dedi Behzat rahatça doğrularak. "O halde ben cumaya bizimkini görücü göndereyim."
"Hayırlısı olsun." diye homurdandı ve kadehinde ısınmaya başlamış sek rakıyı başına dikti.
Behzat gibi, çapkınların şahı olan bir adamın fikrini üç günde değiştiren bu kızın kim olduğunu delice merak ediyordu. İçinden bir ses, mektubu Behzat'tan almasını ve kızın sevdasına sahip çıkmasını söylüyordu, hatta Behzat'taki bu çabukluk onun telaşını kabartıyordu. Adamın ciddi olup olmadığına dikkatlice baktı, her zamanki Behzat'tı. Ne aşık bir adamın hüzünlü duygusallığını taşıyordu, ne de aşkın ağırlığı altında suskunlaşıyordu. Yine şen şakrak konudan konuya atlamaya başlamıştı. İçkinin de tesiriyle bahçeye gelen gruptaki yabancı milletteki kadınların ona olan bakışlarını da kabul etmeye başlamıştı. İlgi çekmeye ve flört etmeye devam ediyordu.
Gece iyice sıkıcı gelmeye başlayınca Salih, çakırkeyif olan Behzat'ı ikna edip garsona kendilerine bir araba çağırmalarını söyledi. At arabasının geldiğini haber veren garsondan sonra Behzat'ın koluna girerek arabaya doğru yürüdü. Kiralık araba, onların binmesiyle sarsılarak yola düştü. Behzat yana doğru kaymıştı, adam bir elini sağ göğsünün üstüne koydu. Bir iki defa vurduktan sonra elini çekti ve gözlerini araladı.
"Eve mi gidiyoruz?" diye anlamsızca söylendi.
"Sarhoş oldun." dedi Salih cebindeki köstekli saati çıkarıp baktı. "Zaten vakit de geç oldu."
"Salih bana darılmıyorsun, değil mi?" dedi ve doğrulmaya çalışırken yeniden yıkıldı. "Lan arabacı, düzgün sür!"
Arabacı duyduysa da hiç önemsemedi, zaten adam taşlık yolda arabayı iyi idare ediyordu. Sarhoşların saçmalamasına da alışkın bir duyarsızlıkla atları bildiği gibi sürmeye devam etti. Behzat canı sıkkın arkadaşına gözlerini açık tutmaya çalışarak baktı.
"Zaten kızcağız seninle mutlu olamazdı..." diye mırıldandı. "Nina'ya hiç mi hiç benzemiyor..."
Nina'nın ismi geçince Salih'in göğsüne köz dökülmüşçesine, ruhu dağlandı. Nina'nın zehri hala damarlarında dolanıyordu. İçkili zihninde, kucak kucağa geçirdikleri geceler ve Nina'nın bozuk ama kulağa çekici gelen telaffuzuyla ona söylediği aşk sözleri belirdi. Dişleri çenesinde kenetlendi. Şimdi o sözleri kendinden on beş – yirmi yaş büyük kocasına söylüyor olmalıydı. Aptal Salih ise hala o kadının hayaliyle yanıyor, kavrulduğu bu sonsuz çölde, ona vahanın ferahlığını sunan peri kızlarını geri çevirmekle meşgul oluyordu.
Salih yutkundu ve kendinden geçmekte olan arkadaşına boğuk sesle sordu. "Adı nedir?"
Behzat gözleri kapalı sızmak üzereyken bir dua misali dudaklarından isim sıyrıldı. "Yasemin"
Salih dudağını çiğneyerek arabanın kirli zeminine gözlerini dikti. İçinde, ta derinlerinde, kör bir kuyuyu andıran boşlukta, işittiği isim yankılanmaya başladı. Sanki zaten oradaydı ve kutsal bir çağrıyla, sonsuzluğunda yenice biçimlenmiş ve yükselmeye başlamıştı. İsim dilinin ucuna dek geldi ama dudaklarını aralayıp seslendiremedi. Sızmış arkadaşına gözlerini dikti. Yanlış giden şey neydi? Neden bu olayda bu denli huzursuzdu?
Behzat'ı konağa bırakıp evin uşaklarına teslim ettikten sonra kiralık arabayı gönderdi ve yürümeye başladı. Ilık yaz akşamının tatlı kokusunu ve denizden esen taze havayı içine çekerek sabaha kadar yürüdü. Eve gitmeden sıkıntısını dağıtma niyetindeydi ama pek başarılı olamadı. Yankılanan isim hep aynıydı. 'Bir çare' diye mırıldandı elleri cebinde aydınlanmaya başlayan sokakta yürürken. Sonra düşündü. Cevap belki çoktan gelmişti. 'Çareyi karşına çıkardık kulum ama sen değerini bilemedin. Eyüp gibi acılar içinde bir ömür, şimdi senin hakkın!'
Adımlarını hızlandırdı ve konağa vardığında divaneye dönmüş halini saklamak için uyanmaya başlayan ev halkından gizlenerek odasına yollandı. Selamlık holündeki küçük odanın kapısının açık olduğunu fark edince merak ederek içeriye baktı. Annesi kapıyı görecek şekilde koltuğa oturmuş, elinde gergefiyle uyuyakalmıştı. Bütün gece onun gelmesini beklediği çok belliydi. Odasına gidip temizlenmek için döndü ama içi el vermedi. Geriye dönüp kanepenin ardına atılmış battaniyeyi alıp annesinin yanına döndü. Gergefi elinden alırken kadıncağız uyanıverdi.
"Salih!"
"Benim anne, korkma." dedi onu uyandırdığı için hayıflanarak. "Koltukta uyuyakalmışsın."
Sema Hanım, doğrularak gözlerini kırpıştırdı. "Sabah mı oldu?" dedikten sonra Salih'i nihayet tam olarak gördü. "A, sana ne oldu Salih'im? Bu ne vaziyet?"
Sıcaktan bunalınca boyunbağını gevşetmiş, kıyafetini bir parça dağıtmıştı. Sabah esintisiyle saçları temelli çileden çıkmıştı, uykusuzluk ve çakır keyifliliğin izleri gözlerinin altından belli olmuştu.
"Yeni geldim anne, yürüdüm biraz." dedi gizlemeyerek. "Şimdi bir banyo yapar, karnımı doyurduktan sonra düzelirim."
"Sabaha kadar dışarıda mıydın?" dedi kadın sesinde hafif bir panik kokusu seziliyordu. "Derdin yine mi depreşti?"
Salih annesinin yanına oturdu. "Hayır, anne. Behzat ile gezdik içtik biraz, hemen büyütme."
Sema Hanım, onu rahatlatmak için zoraki gülümseyen oğlunun sıkıntısını hissediyordu. Gerçi onun da başka bir sıkıntısı vardı ve Salih'in fikrini merak ediyordu. Tüm gece divane gibi dolanmasının sebebi olmalıydı? Bu sebebin eski belası olmadığını öğrenmek içini ferahlatmıştı, şimdi diğer konuyu nasıl açacağını düşünüyordu.
"Sen neden burada uyudun kaldın?" dedi Salih. "Babam evde değil mi?"
Sema Hanım kıpırdandı ve söyleyeceklerini kafasında toparladı. "Evde de... Salih, dün gece bir söylenti duyduk. Aslında bu birkaç gündür herkesin dilindeymiş ama Keriman dün duyunca hemen bana yetiştirdi. Baban ile de konuştuk, senin fikrini almak bana düştü."
Salih'in ifadesiz duruşunu kısa bir süre süzdükten sonra devam etti. "Dönüşünü beklerken de uyuyakalmışım. Uzun sözün kısası, bu aralar herkes sana gönderilen bir mektuptan bahsediyor. Seçkin bir ailenin kızından sana yazılmış bir aşk mektubu..."
Salih'in ağzı açık kaldı. Bunu nasıl bilebilirlerdi? Behzat'ın dediği şey bu olmalıydı. Annesi oğlundaki farklılığa dikkat ederek devam etti.
"Duyduğuma göre; sen, kızı oldukça kaba bir tavırla ret etmişsin ve aşkına ilgisiz davranmışsın. Kız şimdi üzüntüsünden odadan dışarı çıkmıyormuş. Oğlum, kızı istemesen de senin daha kibar ve anlayışlı olmanı beklerdik. O kızın duygularını hiç mi düşünmedin?"
Salih afallayarak başını salladı. "Nasıl öğrenilmiş?"
"Orasını bilemem. Kız sana mektup yazdı mı yazmadı mı?"
"Bir mektup olayı var ama..." diye açıklama yapan Salih'in lafını kesen annesi sitemkar bir sesle konuştu.
"Keşke daha insaflı bir konuşma yapsaydın be Salih. Sonuçta kızın babasıyla aynı yerdesiniz. Adama karşı ayıp olacak, hele ki konuşulanlar kulağına gittiyse. Baban ve benim kanımca; biz, ailesine bir özür ziyareti yapalım, sen de nazırlıkta adamcağızla konuşursun. Tatlı bir dille özür dilersin."
"Ne özür dileyeceğim?" dedi Salih kaşlarını çatarak. ''Madem kız kendi kendini rezil etmiş, ettiği haltın cezasını kendi çeksin. Bana ne?"
"Ayıp oğlum, büyüklük sen de kalsın. Ayrıca o kızın methini ben de duydum, öyle boş davranacak bir kız olmadığını cümle alem biliyor."
"Ne kızmış bu ya!" diye ağzının içinde söylenen Salih ceketini çıkarıp geriye yaslandı. Başı çatlarcasına ağrımaya başlamıştı. "Gitmez olaydım şu gezintiye!"
"Salih!" dedi kızgın bir dille. "Kızcağız bir iş işlemiş, gençliğine verip gururunu kurtarmak için ona yardımcı olmak da bizim boynumuzun borcu. Benim de yetişen bir kızım var, kimseden beddua almak istemem."
"Aman anne, özür dilenecek bir şey yok. Kız bana mektup yazdı, tamam ama ben onu rezil edici bir davranışta bulunmadım. Kim bu söylentiyi çıkardıysa o özür dilesin."
"Göster şu mektubu bakayım."
"Ben de değil." dedi küskün bir sesle. Behzat'tan alamadığını söyleyemezdi ya annesine.
"Hah, işte, bak ne kadar saygısızca bir davranış. Senden hiç ummazdım Salih, kibarca mektubu saklamayı bile beceremiyorsun."
Salih saçlarını çekiştirdi. "Sabahın köründe bu azarı yemek için mi senin üstünü örtmeye geldim ben?"
Sema oğlunun bebekliğinden beri yaptığı hareketini durdurmak için koluna vurdu. Salih ne zaman sinirlense ve karşısındakine laf geçiremezse hıncını saçlarından alırdı.
"İtiraz etme Salih, kızın babasından kuru da olsa bir özür dilemek zorundasın. Hiç değilse bu dedikoduya adın karıştığı için bir açıklama yapmalısın."
"Peki, tamam, kim bu adam?" diye teslim oldu.
Sema rahatlayarak gülümsedi. "Aferin benim oğluma. Nazırlıkta çalışıyormuş ismi Sadık Muhsin... Kızının adı da Yasemin'miş."
Başı bir anlığına dönen Salih gözlerini kapadı. Boğazı aniden kurudu, kelimeler zamk misali damağına yapışıp kaldı. Onun hayran olduğu adamın kızı, ona aşık mı olmuştu? Daha dün adam... Ah! Acaba adamdaki o durgun ve soğuk ilgisizliğin sebebi Salih'i suçlu görmesi yüzünden miydi? Onu tanımış mıydı? Kızının name gönderdiği adam ile aynı kişi... Neler düşünüyordu? Sadık Muhsin gibi akıllı bir adam çoktan onun yedi sülalesini öğrenmiş olmalıydı. Utancından mosmor oldu, sonra da beyazladı.
"Aman oğlum, bayılacak mısın? Betin benzin atıverdi." diye endişelenen Sema Hanım yerinden doğruldu. "Uzan şöyle Salih'im."
"İyiyim, anne." dedi kesik bir sesle. "Bana bir saniye izin ver."
"Karnın aç senin, değil mi? Ben de üstüne çok geldim..." diye sızlanmaya başlayan annesinin elini tutup susturdu.
"Anne" dedi kararını vererek. "Ailesine haber sal, bugün için söz iste."
Sema kaşlarını çatıp dikkatle yüzüne bakınca Salih fikrini değiştirmemek için hızlıca konuştu.
"Öğleden sonra kızlarını istemeye gideceğiz. Ona göre hazırlığımızı yapalım."
Salih uykusuzluk ve alkolün verdiği cesaretten mi ne, kararını aniden vermişti. Kızı bugün istemeliydi yoksa yarın Behzat haber gönderecekti. Mektubu kaptırmıştı ama yazarını sahiplenmeye niyetliydi. Kısmetini vurdumduymazca harcamamalıydı. Bir ömür gidenin ardından yaş dökeceğine, karşısına çıkan şansının kıymetini bilmeye karar verdi. Annesine yapılacakları devrettikten sonra suratına çekidüzen vermek için odasına çekildi. Kararında hata olup olmadığına kafa yormayacaktı. Kim bilir, belki de bu kız onun hayatını düzene sokardı.
Genç adam kıyafetini değiştirip gecenin sersemliğini üstünden attıktan sonra odasında gezinmeyi gereksiz buldu. Gergin bir tavırla hem Sadık Muhsin Bey'in konağına salınan haberciyi beklemek hem de olanları babasına da açıklamak için ailenin geri kalanıyla yüzleşmeye alt kattaki yemek salonuna indi. Ve hiç ummadığı bir şekilde hepsinin mutlulukla ışıldayan gözleriyle karşılaştı. Gönderilen haberci, kabul haberini çabucak getirmişti.
***
Dadım Münevver'in gür sesi, oda kapısının ardında duyulduğunda, uyku mahmurluğunu üstümden atmaya çalışarak döşeğimde dönüyordum. Kapı bir kere çalındı ve ilk önce dadım, ardından da annem odaya hücum etti.
"Uykucu kızım kalk, kalk!"
Annemin sesiyle toparlandım. "Hayrolsun inşallah!"
Dadım kıkırdayarak geride kaldı, annem ise yatağıma oturdu. "Hayır, hayır!" dedi zapt etmeye çalıştığı bir heyecan ile ekledi. "Aşağıda bir ulak var Yasemin."
Doğruldum ve anneme devam etmesi için baktım. Annem benim tersime giyinmiş ve sabah faslını kapatmıştı. Konuşmayınca dadıma bir bakış attım. O hala eliyle ağzını kapatmış, kırmızı yanakları daha bir al olmuş bana bakıyordu. Gözleri yaşlı mıydı? Yeniden anneme baktığım da aynı yaş parlaklığını onun gözlerinde görünce panikledim.
"Ne oldu anne? Kötü bir şey mi yoksa bu hayır dediğin şey?"
Annem saçlarımı okşadı ve parmağıyla çenemin altından tutup özlemle yüzüme baktı. "Canım kızım, sana görücü gelmek isteyen bir aile var. Bizden haber bekliyorlar."
Dadım cilveli bir sesle lafa girdi. "Şu mektup gönderdiğin gencin ailesi!"
Dehşetle titredim. "Ne... Ne mektubu?"
Annem yorganın üstünde buz gibi olmuş ellerimi yakaladı. "Biliyoruz Yasemin, geçen gittiğiniz piknikte birini beğendiğini ve ona name düzdüğünden haberimiz var."
Münevver bize yaklaştı. "Gerçi tüm âlemin de haberi var ya neyse! Hayriye'nin koca çenesi..." derken ağzını kapattı. "Özür dilerim Afife Hanım, ağzımdan çıkıverdi."
Annem elini salladı. "Boş ver o çaçaronu şimdi Münevver." Bana dikkatlice baktı. "Yasemin, ulağa ne cevap verelim? Sen bu genci istiyor musun?"
Yerin dibine daha girmediysem de, bu sorudan sonra girmek için neden beklediğimi bilemedim. Rüya mı görüyordum? Behzat beni ailemden isteyecek miydi? Umudumu kesmişken aniden gelen haberle ne soluk aldım, ne de konuşabildim. Annem parmağını yüzümün önünde şıklattı.
"Kızım, sana kızgın değiliz. Eninde sonunda evleneceksin, bunu gönlündeki kişiyle yapmanı tercih ederiz. Ayrıca sen bilmiyorsun ama son iki gündür bu mesele herkesin ağzında. Duymayan kalmamış."
"Nasıl?" diye güçsüzce konuştum. Allah'ım bir soğuk basıyordu bir de sıcak... Bir utancın ezikliğiyle başımı duvara vurasım geliyordu, bir de Behzat'ın ilgisine sahip olduğum için kanatlanıp uçasım geliyordu.
Annem doğrulup kaşlarını çattı. "Bir kere daha soracağım, sonra ona göre halin çaresine bakacağım. Yasemin sen bu adamı istiyor musun? İstemiyorsan ona göre ulağı göndereceğiz, istiyorsan da hazırlık için çok az vaktimiz var. İnsanlar öğleden sonra geleceklermiş."
Bugün! Öğlenden sonra! Ne çabuk! Çok fazla düşünmedim. "Evet, evet..." diye kekeledim. "Yani karar sizin anneciğim ama ben o genci beğendim."
Annem gözlerini yüzümde okşarcasına gezdirdi ve bana bakan gözlerinde belirmeye başlayan yaşları gizlemek için doğrulup ayağa kalktı.
"Tamam, öyleyse, öğleden sonra gelsinler. İstesinler. Münevver, sen Yasemin'e yardım et." Sesindeki titreme gittikçe artıyordu. "Ben de ulağı gönderip Sadık Muhsin Bey'e kızımızın kararını söyleyeyim."
Annem apar topar odadan çıkınca şaşkınlıkla dadıma baktım. Kadın artık basbayağı kendini tutmayı bırakmış, hüngür hüngür ağlıyordu. Yataktan fırladım ve dadıma sarıldım. Bana sıkıca sarılan Münevver sitemli ve ıslak bir sesle söylenmeye başladı.
"Aşk olsun biriciğim, benden neden sakladın?"
Nasıl da mutluydum! Fakat neden o kadar mutluydum pek kafa yormadım. Çünkü iki gündür Behzat pek aklımı meşgul etmiyordu. Ansızın böyle bir teklif gelince gerileyen hayali aşkım depreşmiş olmalıydı. Gerçi bu unutuluşun bir sebebi de, üç gündür odamdan bile çıkmadan okuduğum macera romanı olsa gerekti. Hikâye o denli heyecanlıydı ki, kendimi fazlasıyla kaptırmıştım. Behzat mehzat duman olmuştu.
Dadımdan ayrılıp yüzüne mahcup bir ifadeyle baktım. "Ne bileyim dadı, olmaz diye düşünmüştüm. Bir de utandım. Yapmamam gerekiyordu ama ne yaparsın kalbime söz geçiremedim."
"Ah, seni hınzır! Beni kandırıp arabaya gönderdiğinde ettin bu işi değil mi? Suç ortağın Perran ile birlikte arkamdan iş çevirdiğin için sana kızmalıyım ama of, of..." diye içini çekti. "Seni nasıl evereceğiz biz Yasemin'im?"
Sorusunun yanıtını çok iyi biliyordum. Güle oynaya! Bu sevincim bir sabah boyunca sürdü. Mutfaktaki hazırlıklarla vakit geçirdim, konukların ağırlanacağı misafir odasının temizlenmesine yardımcı oldum. Odadaki vazoyu, dalgınlık veren heyecanımdan dolayı düşürüp kırdığımda kapı dışarı edilene dek milletin başını döndürdüm. Öğleyin dadım beni yıkanmam için hamama soktuğunda ise kelimenin hem mecazi hem de gerçek anlamıyla soğuk sular başımdan aşağı boca etti.
"Ne dedin, ne dedin?" diye peştamalıma sarılarak dadımın karşısında dikildim. Yanlış duymuş olmalıydım çünkü dadım, gelecek olanın isminin Behzat olmadığını söylemişti.
"Otur şuraya Yasemin, maazallah kayıp düşeceksin. Zaten sabahtan beri..."
"Dadı!" dedim telaşla ama yine de dediğini yaparak oturdum. Yüzüme sıvanmış sabunlar gözüme kaçmıştı. "Başka bir ismi daha olmasın." dedim elimdeki tasla kurnaya uzanarak.
Dadım saçlarımı taramak için raftaki tarağa uzandı. "Yok bebeğim, baban söylerken duydum. Salih dedi, Salih Hüsnü."
Aklım gitti, o kimdi yahu? Tasa doldurduğum suyu sabundan kurtulmak için başımdan aşağı dökerken hala duyduğuma anlam vermeye çalışıyordum. Bu dalgınlıkla da tasa doldurduğum suyun, soğuk çeşmeden olduğunu fark bile edememiştim. Ben titreyerek bağırınca dadım da endişeyle bana döndü ve kadının ayağı kaydı. Bacakları havada kıç üstü yere düşüverdi.
"Aman, bu ne soğuk!"
"Ah! Benim nazik kıçım!"
Neyse ki, Münevver'e bir şey olmamıştı, onu doğrulttuktan sonra hızlıca durulandım. Bornozumu üstüme geçirdim, ona destek olarak odama geçtik. Kalçasını kırmamıştı ama yakınmaktan ve nazlanmaktan geri kalmıyordu. Son duyduklarımı sindirmek için işin aslını ondan öğrenmeliydim. Nazını karşıladıktan sonra karşısına geçip oturdum.
"Münü, ben birine mektup yazdım ama o gencin adı Behzat'tı. O dediğin kim, tanımıyorum bile!"
"Tanımadığın adama ne diye buyur çektin kızım?"
"Ne bileyim? Annem mektup filan deyince, heyecandan aklıma Behzat geldi."
Dadım yüzünü buruşturdu. "Dur, bakalım. Senin şu Behzat dedin ademoğlu, çapkın olan Behzat mı?"
"Çapkın mı bilmiyorum da..." diye mırıldandım.
"Hadi oradan, bak benim gözümün içine!" dedi parmağıyla göz kapağını aşağıya çekerek. "Bir yalanı daha yutacak mı?"
Omuzlarım düştü ve suratımı eğdim. Dadım sakinleşerek yelkenleri suya indirdi. "Canım, kısmetin demek ki Salih Hüsnü imiş. Baban onayını vermiş, Afife Hanımcığım öyle söyledi. Pek istekliymiş, Salih Hüsnü'yü damadı olarak görmeye."
Her lafı bıçak gibi beni deşiyordu. Hiç tanımadığım birine evet demiştim ve dışarıda da dedikodu almış başını yürümüştü. Acaba dedikoduyu çıkaran bu Salih denen herif miydi? Aklıma Behzat'ın yanındaki adam geldi, şu yüzüne bile bakmadığım, Perran'ınki. Yoksa... O an hatırladım, adamın adının Salih olduğunu söylemişti.
"Dadı!" dedim telaşla. "Çok büyük bir yanlış anlaşılma var! Veya çok beter bir oyun!"
Lafımı devam ettiremedim. Daha saçımı bile taramamıştım ama görücüler eve teşrif etmişlerdi. Annem kahve dağıtımına kadar hazır olmamı haber etmişti. Ben dehşetin son haddindeydim ve Münevver'e olanları açıklamamın yararı olmayacağını bilmesem de hızlıca anlattım. Ona anlattığım hikayeyi dinlemek beni hazırlanmam için zorlamamasına ikna etmedi. Sürünerek yalvararak yine de giyindim. Gelenin gerçekten de, Perran'ın tutulduğu genç olduğunu, hayal meyal anımsadığım boyundan posundan anladım. Ah Perran, ne işler çevirdin sen öyle!
Berbat ettiğim kahve servisinden sonra kalbim boğazımda odama kapandığımda dadım ardımdan geldi. Kendimi yatağın üstüne bıraktım.
"Katiyen ben bu adamla evlenmem. Suratsız mendebur! Ne hakla gelmiş de..."
"Yasemin!" dedi dadım sertçe. "Adamcağız senin hakkında konuşulmaması için edebiyle çıkmış gelmiş, bir de laf söylüyorsun."
"Ama..."
"Ama yok!" dedi. "Akıllıca dur bakayım sen. Sabır kızım, biraz sabırlı ol. İşin aslı ortaya çıksın."
Oflayarak yüzümü iyice sallandırdım. Ne babama ne de anneme anlatamazdım, bu adam yanlış ben diğerini istiyorum diyemezdim. Annem en başta, gelip bana sormuştu. Dilim kopsaydı da, isterim demeseydim. Sinirden ve hayal kırıklığından sabahki halimden daha beter durumdaydım ve Behzat ile ilgili hayallerim, aniden esen suratsızın rüzgârıyla savrulmuş gitmişti. Dadım saçlarımı okşarken çapkınca konuştu.
"Ayrıca Salih pek yakışıklı bir gençmiş, suratı pek asık ama ceylan gibi Allah sahibine bağışlasın." Ona ters bakışlarımla bakınca devam etti. "Sahibi sen olmazsan olma ama nasibi kimse, şansına şükretmek için kurban adasa yeridir. Boyuna posuna da diyecek laf yok."
"Yetişir dadı!" diye homurdandım. "Boşuna övme, sen Behzat'ı göreydin bu sözlerini susuz yutardın."
"Peri padişahının oğlu olsa ancak bu beyzadenin güzelliğiyle yarışabilir."
"Çok beğendiysen sen al!"
Dadım kıkırdadı. "Bana varsa alırım, yok mu diyeceğim?"
"Of ki ne of!" diye kendimi yatağa attım.
Bu Salih denen kara kuru adamda ne buluyorlardı anlayamadım. Bir kere sıskaydı, fazla uzundu. Saçı, kız gibi gür ve dalgalıydı, o saçı fesle kontrol edebildiğini bile sanmıyordum. Yüzü çok asıktı, gülümsemeyi bildiğini dahi düşünemedim. Gözleri... O konuda bir şey diyemezdim çünkü az evvel bir anlığına gördüğüm gözlerinin rengini şimdi hatırlayamadım.
Münü, yanı başıma oturdu. "Güzel kızım, belki bu beyzade senin kısmetindir. Yoksa karşına neden çıksın?" Konuşmak için doğrulduğumda elini kaldırıp susturdu. "Hemen celallenme, sen artık sözlü sayılırsın. Hemen kaldırıp atma, öfkeyle kalkan zararla oturur. Anlaşamazsan beybaban seni zorla evlendirecek değil ya. Gönlün hiç almazsa yüzüğü parmağından çıkartırsın, olur biter."
Yatağa geri yatıp bakışlarımı tavana diktim. Dadıma hak verdim. Salih ile bir süre nişanlı kalsak dünya yıkılmazdı ya. Ayrıca Behzat'ın yakın arkadaşıydı, belki ileride ondan çok Behzat'la yakıştığımızı anlayıp aradan kendisi çekilirdi. Böyle düşündüğüm için kendimden utanıyordum ama ne yapayım, aklım hala Behzat'ta kalmıştı. Salih, bizim aramızda, boy veren bol dikenli bir kaynanadili gibi görünüyordu gözüme. Başımı uysalca salladım.
"Peki, dadı. Hemen evlenmemek kaydıyla şimdilik sesimi çıkarmayacağım."
Dadım yanağımdan bir makas aldı. "Aferin benim meleğim."
İyi mi yaptım kötü mü yaptım, pek yakında belli olacaktı. Karar verildikten sonra tek şey, Salih'in benden iyice soğumasını sağlamak kalmıştı. Anlaşamadığımızı görünce ne o, ne de aileler evliliğimizi istemeyeceklerdi ve sonuçta benim istediğim olacaktı. Ben emindim, biz birbirimize hiç uygun değildik. Şu Perran'ı bulup o gün kime ne mektup gönderdiğini öğrenmeliydim. Mektup Behzat'a gittiyse, Salih bana neden talip olmuştu?
Babamın evliğimizi onaylamasından sonraki gün Perran'a haber salıp eve davet ettim. İki hafta sonra Salih ile benim nişanımız yapılacaktı. Anneme Perran'ın yakın arkadaşım olmasından dolayı, ne giyeceğimi sormak için çağırdığımı söyledim. Niyetim yapılan dedikoduların ne durumda olduğunu da öğrenmekti, dadım ve annemin olayın vahametini benden sakladıklarını hissediyordum. Aslında suratsızın istemesinden ve sözlenmemizden sonra dedikodular bıçak gibi kesilecekti ama içim rahat etmiyordu. Belki Behzat'tan da bir haber alabilirdim. 
***

Yasemin, Behzat'ın ne yaptığını merak ededursun, Salih isteme merasiminden sonraki gün, öğle vakti Behzat'ın ruh durumunu öğrenme şansını elde etmişti. O akşam arabayla eve dönerlerken Salih vardığı ani karardan dolayı pişmanlık hissetmeye başlamıştı. Delişmen kızın yaptığı bir çapkınlık yüzünden, o neden kendi boynuna evlilik tasmasını takacaktı? Evlense ne olur, evlenmese ne olur diye düşünerek kendini rahatlatmaya çalıştı. Hiç tanımadığı ve gönlünün istemediği biriyle ilk evlenen kendisi değildi ya. Kızı annesine emanet eder, kendi işi gücüne devam ederdi. Kısmetse bir iki torundan sonra büyükleri ferahlatırlardı da...
Eve vardığında annesi söz bohçasını hazırlamak için kahya kadın ve kız kardeşi Hüma ile heyecanlanırken o doğruca odasına çıktı. Akşam yemeğine inmedi. Loş odada tek başına otururken düşündü, düşündükçe kederlendi, kederlendikçe eski sevdası, gönlünü istila etti. Nina... Ah, Nina... Kahverengi gözlerin hasretiyle kavrulurken, bari düşünde görebilmek umuduyla gözlerini kapattı. Nina'nın esmer güzelliğini görmeyi hayal ederken Yasemin'in kızgın zümrüt yeşil gözleri zihninde belirince yataktan zıplayarak doğruldu.
"Tövbe, bismillah!"
Bu ani baskın yüzünden kalbi ters dönmüş gibi buruldu ve hızlıca atmaya başladı. Gömleğinin düğmelerini çözmeye çalışırken bir ikisini feda ederek göğsünü araladı ve elini kalbinin üstüne koydu. Nasıl da deli atıyordu! Eli ayağı buz gibi, bir kriz geçirme tedirginliğiyle sakince nefeslenmeye odaklandı. Gözlerini kapamaya çekiniyordu, çünkü kapatır kapatmaz, kızın yay gibi biçimli kaşlarının altında parıldayan zümrüt parçalarını göreceğine neredeyse emindi.
"Kıza bak ya!" diye mırıldandı. "Hayal kurmama bile karışıyor. Daha evlenmeden bu engeli yapabiliyorsa, evlenince ne yapar bu bana?"
Masanın üstündeki sürahiden su içmek için yatağından kalktı. Sersemliği son haddindeydi. Tuhaf bir ruh haliyle, gözlerini her kırptığında Yasemin'in suratı, o bir saniyeden az zaman içinde beliriyordu, kulaklarında yazdığı mektubun dillendiğini işitiyordu. Aklına gelen duaları çabucak okuyarak suyu başına dikti, hatta yetmedi avucuna döküp yüzüne, ensesine çarptı.
Küçük balkonuna giderek dışarıya çıktı. Sıcak yaz gecesinin getirdiği deniz kokusunu ve bahçeden süzülen hanımeli ve yaban güllerinin kokusunu burnuna çekerek sakinleşti. Ruhuna can geldiğini hissedince Nina'yı düşünmekten vaz geçip daha masum bir şeyleri aklına getirmeye çalıştı. Tekrar cadaloz hayalet Yasemin'in hışmına uğramak istemiyordu. O yüzden yarın yapacağı arşivleme işini düşünmeye ve tasarlamaya çalışarak geceyi yarıladı. Yatağına döndüğünde sabaha çok az kalmıştı ve yorgunluk da iyice üstüne çökmüştü. Gecelik namına giydiği ipekli pantolonu altına geçirerek yumuşak döşeğine uzandı.
***
"Yasemin abla, dedikleri kadar güzel mi ağabey?"
Salih kardeşinin bu saf sorusunu duymazdan gelerek tabağındaki zeytini tembel çatal darbeleriyle yakalamaya çalıştı. Ailece kahvaltı sofrasındaydılar, babası kahvaltısını bitirmiş kahvesini içiyordu. Sofraya en geç gelen yani zorla getirilen Salih ise kahvaltıya yeni başlamıştı.
Sorusu cevapsız kalan kız, annesine döndü. "Ben de gelseydim keşke..." diye sızlandı. "Çok merak ediyordum."
Sema Hanım, Hüma'ya doğru gülümsedi. "Yarın Afife Hanım ile nişan törenini görüşmek için gittiğimde sen de gelirsin. Yengenin ne kadar hoş bir kız olduğunu da kendi gözlerinle görürsün. Ne yalan söyleyeyim, ben çok beğendim."
Gergin bir nefes aldı. Hem annesinden, hem de Behzat'tan duyduğu övgülerin haddi hesabı yoktu. Dışı güzel diye, içi de mi güzel olacaktı yani? Kızın süs bebeği gibi kenarda oturması annesinin hoşuna gitmiş olabilirdi, Behzat da ona gülen her dişiyi zaten beğenirdi. İkisinin de beğenisini dikkate almadı.
Hüsnü Celal Bey, kalın resmi sesiyle konuşmaya dâhil oldu. "Nişan süresini yeterinden fazla uzatmamak gerek. Gençler zaten kararını beyan etti. Evlenince bizimle mi oturacaksınız Salih? Yoksa yalıyı hazırlattırayım mı?"
Bundan tabi ne olabilirdi. Başını kaldırdı ve babasına baktı. "Sizi rahatsız etmez isek ben aynı yerde kalmak isterim. Hanımefendi için de harem tarafından bir oda ayarla..."
"Duyulmuş şey değil!" dedi annesi aniden. "İkinci kattaki büyük odayı hazırlarız Salih'im. Ne öyle, ayrı gayri mi duracaksınız?"
Salih bir an ne diyeceğini bilemedi, yanaklarını saran ateş boğazına dağılınca gık bile diyemedi. Başını öne eğerken babası kısa bir kahkaha attı.
"Hanım, hanım. Sen ayarlarsın zaten çocuğu rahat bırak şimdi. Fikrini söyledi, nişandan sonra da gelin kıza sorarsın. Bir orta yolunu buluruz."
Hüma gülmemek için dudağını ısırırken Sema Hanım beyine anlamlı bir sırıtış gönderdi. "Tamam, paşam, ben bakarım hal çaresine."
İştahı temelli kesilen Salih, nazırlığa gitmek için izin isteyip yola düştü. Arabada babası tarafından sıkıştırılmamak için yürüyerek gideceğini söylemişti, o yüzden kibar bir dille babasının bırakma teklifini ret etti.
Sabah güneşinin hafif serinliğinde, düşünceli ve ivedi adımlarla nazırlık binasına vardı, doğruca nazırlık kalemine giderek dün verdiği izin evraklarını teslim aldı. Kafasını dağıtmak için doğruca arşive daldı, öğle olduğunu misafiri olduğunu söyleyen yaşlı kâtip geldiğinde fark etti. Tozlu evrakların içinde üstü başı beyazlamıştı. Temizliğini yaptıktan sonra misafirini karşılamak için bahçeye indi. Behzat sinirli adımlarla havuz başındaki mermer oturağın etrafında dört dönüyordu.
"Hoş geldin Behzat." diyerek adama yaklaşana dek, Behzat onun geldiğini anlamadı.
Sesini duyunca irkilen Behzat başını ona çevirdi. Gözleri çakmak çakmak, yanakları al aldı. Bastonunu yere vurarak ona yaklaşırken bir yandan da tıslar gibi söylenmeye başladı.
"Hiç hoş gelmedim Salih. Senin bana yaptığını, düşman düşmanına yapmaz."
Salih yemekten sonra gezintiye çıkmış çalışanlara göz atarak arkadaşının koluna girdi. "Az ileri gidelim. Kalabalıkta konuşulacak şey değil."
"Duyan duydu zaten, dedikodunun devamı da bu olsun. Rezil ettin beni Salih..."
"Yürü birader." dedi sinirli adamı çekiştirerek meydandan uzaklaştırdı.
Behzat içi içine sığmaz bir halde arkadaşının isteğini yerine getirdi ama önce kolunu ondan kurtarmak için silkindi. "Tutuklu mahkûm gibi sürükleme, yürüyorum işte."
Ağaçların gölgesi altında tenha bir kuytuya çekildiler. Behzat harlı ateşe sürülmüş körük gibi nefes alıp veriyordu, o derece kızgındı. Salih bir ağacın gövdesine yaslanıp kollarını kenetledi.
"Söyle bakalım şimdi, seni nasıl rezil ettim?"
Behzat yerinde duramaz bir halde yürürken azarına başladı. "Cumanın hayrına, ulağı beyefendilerin konağına gönderdik. Bir de ne duyalım kızı sözlemişler, hatta nişan hazırlığına başlamışlar. Hem de kızla ilgilenmediğini söyleyip beni cesaretlendiren Salih Hüsnü ile!"
Behzat lafını bir an devam ettiremedi, tıkandı. Cebinden mendilini çıkarıp yüzünü yelledikten sonra Salih'in yüzüne bakmaksızın lafı, kaldığı yerde bırakmadı.
"Ben sana sormadım mı Salih? Ben talip olacağım o kıza demedim mi? Nasıl bir delilik geldi üstüne de, bir günde fikir değiştirip kızı istemeye gittin? Çok ayıp ettin bana, çok!"
Salih hiç konuşmadan sakince Behzat'ın öfkesini kusmasını dinledi. Behzat konuştukça coşuyordu, coştukça yüzü patlıcana dönüyordu. Sarışına dönük adamların öfkesi de bir başkaydı, Behzat gözlerinin beyazına dek kızardı da, kızardı. Arkadaşı bu denli üzgün ve sinirli olmayaydı, Salih iki üç şaka yapıp, onu yumuşatırdı ama bu sefer iş ciddiydi.
"Bu bana yapılır mı? Şöhretime gölge düşürmek pahasına hediyelerle uşağı göndereyim, adamcağız içeri bile alınmasın. Konu komşu görenler hakkımda ne düşünecekler? Sana yaptığım iyiliklerin karşılığı bu mu olacaktı? Hayatım boyunca yemediğim okkalı kazığı sırtıma sapladın Salih, sözde kardeşim dediğim Salih!"
Bastonunu bir kılıç misali ona çevirerek kalan ateşi de püskürttü. "Benim adım Behzat ise bu evliliğe taş koymak benim hakkımdır! Bunu böyle bil!"
Salih son söz üzerine aniden doğruldu. "Sen önce bana yazılmış mektubu çık bakayım!"
Behzat ondan bir özür veya ben ettim sen etme beyanı duymak yerine, haklı bir parlayışla karşılaşınca afallayıp geriledi. Salih, karanlık bir alevle yanan badem gözlerini Behzat'ın üzerine dikti ve elini uzattı.
"Hadi, bekliyorum."
"Açıklama..."
"Önce benim hakkımı teslim et, sonra benim sana diyeceklerimi dinle!" diye lafını kestirip attı.
Behzat boğazını temizleyerek kılıç sandığı bastonun, lüle taşıyla bezeli sıradan bir sopa olduğunu hatırlayıp yere indirdi. Kaşları çatık homurdandı.
"Yanımda değil."
"O vakit evine gidelim."
Behzat başını dikleştirdi. "Sana teslim etmeyeceğim, vaz geçmeyeydin."
"Sözlüm tarafından bana yazılmış bir mektuba el koyamazsın. Asıl senin yaptığın ayıp!"
"Hem hırsız, hem yavuzsun Salih. Arkadaşlığımızın hiç mi kıymeti yoktu? İşlediğin suç yüzünü bile kızartmıyor, bir de zeytinyağı gibi üste çıkıyorsun."
"Laf ebeliğini bırak Behzat. Kızın gönlü bendeyken senin zaten şansın yoktu. İstanbul'un dört bir yanına dağılmış sevgililerinin güzelliğinden pek de ala olmayan sıradan bir kız için birbirimizi kırmamıza değer mi? Senin derdin bir macera yaşamaktı, bilmiyor muyum? Kızı ikna ettikten sonra aşk listene eklenecek bir isim olacaktı. Eminim nişanlanana dek, evlenmeden kendini koklatmayacağını tahmin ettiğim bu kızın nazından da bıkardın. Ayrıca hatırladığım kadarıyla araya giren meraklı, ben değil, sensin."
Behzat'ın aşırı siniri nazlı bir küskünlüğe dönüştü. Hak vermemesi gerekiyordu ama Salih'in sözleri, usta bir savunucu gibi aklını karıştırmış hatta dediklerine meyletmesini sağlamıştı. Cebinde sakladığı mektubu çıkarıp uzatma isteğiyle kasıldı ama yok, hayır. Ona gönüllü olarak pas edilmiş bu kutsal emaneti saklayacaktı, bu yaman hırsıza teslim etmeyecekti.
O an, intikam isteyen aklında bir fikir oluştu. Salih'in af eden huyunu, onun bu saf zayıflığını kullanacaktı. Çünkü şimdiki tavrında ısrar ederse Salih onunla bağını hiç düşünmeden keserdi ve zaten aldığı kızla evlenme kararında diretirdi.
Fakat yelkenleri suya indirirse ve onun hakkını onaylar görünürse; Salih, Behzat'ın bu çıkışını hoş görürdü ve arkadaşlığını devam ettirirdi. Yine de bu yeni düşmanını şüphelendirmemek için hemen pes eder görünmedi. Bir iki gün direnmesi gerekiyordu. Sonra Salih'i ikna eder ve onun mutluluğunu isteyen dost numarasına başlayabilirdi. Keşke, keşke... Yasemin'i öğrendiği vakit büyükannesini kolundan tutup konağın kapısında alacaklı olsaydı. Adi Salih, onu haince bir oyuna getirmişti ama ne derler? Son gülen iyi güler...
"Aklım çok karışık..." diye sızlandı. "Öfkem kızıl kor gibi beni yakıyor Salih, ne düşüneceğimi şu an idrak edemiyorum. Dediklerine hak verirken bir anda çevriliveriyorum."
Salih başı öne düşmüş arkadaşını omuzlarından tuttu ve teselli etme niyetiyle aklı başına gelsin diye yavaşça sarstı.
"Kendini yenilgin hissetme Behzat, bu olay bir savaş değil. Kazanan veya kaybeden yok, ben seninle yarışmak isteğiyle kızı istetmedim. Denize düşen yılana sarılırmış misali ruhumu düzene sokmak için bu evlilik olayına tamam dedim. Çünkü tahmin ederim ki; bu mektup, en dar anımda bana gönderilmiş bir işaretti. Ben aşk veya mutluluk aramıyorum, sadece huzur beklentim var. Yoksa bu içime sızmış besili kurt beni tüketecek, benden geriye kalıptan başka bir şey kalmayacak."
Behzat kaşlarının altından, uzun boyunu belli etmek istercesine ona eğilmiş eski arkadaşına baktı. Onun samimi olduğunu hissediyordu. Bu samimi itirafı onun yüreğini yumuşatmadı, sadece intikamını ne kolay alacağını belirginleştirdi. Salih ciddiyetini hiç bozmadan doğruldu ve ellerini onun omzundan çekti.
"Bana darılma ama senin gönlün çok havai. Bu olayı sana unutturacak bir hatun bulmak da zorlanmazsın ama benim için bu kız belki son çare. Onu sevemeyeceğimi biliyorum. Senin alakanın da sevgiye dönüştüğünü sanmıyorum ama ben, kızı mutlu etmek için elimden geleni yapacağım."
Derin bir nefes alan Behzat bakışlarını yana, ileriye çevirdi. Çenesini sıkıyor, dişleriyle kendi dişlerini çiğniyordu. Baston tutan elini gevşetti ve ileri bakmaya devam ederek konuştu.
"Sana hak vermek veya dostluğumuzu sonlandırmak için düşünmem gerek." Salih'e doğru döndü. "Umarım bu vakti benden esirgemezsin. Sen ikimiz arasındaki samimiyet ve arkadaşlığı kolayca harcadın ama ben senin kadar acımasız olamıyorum."
Salih, arkadaşının son lafıyla başını öne eğdi. İçinden bir ses yanlış bir şey yapmadığını haykırıyordu. Mantığı ve fikri birbiriyle çelişirken savunmacı tavırları, suçunu kabullenir gibi büzüldü. Behzat doğru yolda olduğunu görüp bıyık altından güldü ve onu daha da kıvrandıracak kelimelerini ağzından döktü.
"Mektup olayına gelince yüksek müsaadenle, satırlara son vedamı benden esirgeme, iki gün daha bende kalsın. Sonra sana iade ederim. O güne dek sen de düşün, bir dahaki karşılaşmamızda ikimizin de doğru bir karar vermiş olacağına eminim."
Salih gözlerini kaldırıp Behzat'ın yüzüne baktı ve başını salladı. "Kabul ama senden rica ediyorum bunu çileye çevirme. Bunca senelik tanışıklığımız, bir merak uğruna heba olmasın. Her şeyin hayırlısı!"
Behzat başını dikleştirdi. "Kısmetin önüne geçemeyiz değil mi? Allahaısmarladık." dedi ve arkasını döndü, kibar bir yürüyüşle salınarak savaş meydanını terk edip gitti.
Arkadaşının kendine gelmesi için iki günün yeteceğini biliyordu. Behzat çapkın ve şımarık bir erkekti; elini sallasa ellisi diye bahsedilen arkadaşının, kızcağız hakkındaki ısrarına pek anlam veremedi. Gerçi o gün, ona gelen her namede biraz daha bozulduğunu fark etmişti. Basit yazılan aşk mektuplarıyla alay ederken bu son mektup karşısında sahiplenici bir tavra bürünmüştü. Eğer mektup Behzat'a yazılmış olsaydı, Salih kızın aşkından ölüp bitse dahi aralarına girmezdi. Aynı davranışı Behzat'tan beklemek de onun hakkıydı. İşinin başına dönerken düşündüğü sadece bunlardı, ne yemek zamanı olduğunu ne de Behzat'ın ona kinleneceğini aklına getirmemişti.
***

Perran tedirgince ellerini ovuşturup alt kattaki terasta Yasemin'in gelmesini bekliyordu. Hem kırgın, hem de suçluydu. Suçluydu çünkü kendini kurtarmak için Yasemin'i ele vermişti... Kırgındı, çünkü Yasemin hiç düşünmeden onun beğendiği adama evet demişti... Keşke itiraz etseydi, dedikoduların bir iki haftaya azalıp kendi suçunun örtbas edileceğini biliyordu. Annesi anlatırken bu kadar ballandırmasaydı, çoktan kadınlar kendilerine çekiştirecek yeni bir konu bulurlardı. Dün davet geldiğinden beri, Yasemin ile konuşacağını ve ona nasıl davranacağını tasarlıyordu. Birazı yalan, birazı doğru konuşarak, Yasemin'e nazlanmaya karar vermişti ve bir şekilde Salih'ten vaz geçmesini sağlamayı. Fakat önce Yasemin'in neyi, ne kadar bildiğini öğrenmeliydi.
Yasemin beyaz ipekten bir elbiseyle çıkageldiğinde yüreği zıpladı, bir an gelinlikli sanıp afakanlar bastı. Oturduğu yerden kalkamadan ağzı açık, kendisine hızlı adımlarla gelen kıza baktı. Hemen ardında da tıslayarak gelen dadı Münevver vardı.
"Yavaş kızım, terleyeceksin. Hiç yakışık alıyor mu? Bak, kime diyorum ben? Yasemin!"
Yasemin kadının azarlarına aldırmadan arkadaşının yanına vardı.
"Perran!" dedi güzelim dalgalı saçlarını savurarak. "Şükür kavuşturana, çağırmasam hiç gelmeyeceksin."
Perran sonunda kımıldamayı akıl etti, şaşkınca doğruldu. Yasemin ona sarılınca kurulmuş bebek gibi o da arkadaşına sarıldı. Yasemin çabucak kulağına fısıldadı.
"Münevver'i atlatalım, konuşacaklarımız var."
Perran boğazını temizleyip "Hı, hı!" diyebildi.
Yasemin ile gölgeli çardağa doğru giderlerken havadan sudan muhabbet ederek gülüştüler. Sıcak hava, esen basık yel sayesinde, Münevver'in başı oturduğu gölgelikte göğsüne düşmeye, göz kapakları kapanmaya, dudağı sarkarak horuldamaya başlamıştı. Kızlar, aldıkları bu özgürlük işaretlerini hemen değerlendirip ufak adımlarla çardaktan kaçtılar. Şadırvanın ilerisindeki kumlu yürüyüş yolundan aşağıya, küçük koruya kadar topukladılar. Onları gören bahçıvan ile yamağından başka kimse yoktu. Yasemin, Perran'ın terini saklayan eldivenli elini koruya varana dek bırakmadı. Güzel kokulu bir erik ağacının altında durdular.
"Eee, anlat bakalım Perran." dedi gölgeli gün ışığında iyice parlaklaşan gözlerini Perran'a dikerek.
Perran bu yeşil ışıltılar saçan gözlerin karşısında yutkundu. Çekinik sesi kısılarak tasarladığı kelimeler boğazından zor çıktı. Gıcırtıyı andıran bir sesle konuştu.
"Asıl sen anlat ayol. Ne demeye Salih'e evet dedin, benim onda gönlüm olduğunu bilmez misin?"
Yasemin yanaklarına dek kızardı. Perran'ın iki elini de tutarak sıktı. "İşin aslı başka Perran, neler oldu neler..."
"Ben anlamam!" dedi başını dikleştirerek. Baskın çıkması gerekiyordu. "Kaç gündür konuşulanları yatıştıracağız diye annemle benim canım çıktı. Sonra bir de ne duyayım, benim dert edindiğim adamla sözlenmişsin. Buraya hiç gelmeyecektim emme neyse dedim, büyüklük bende kalsın. Ne de olsa, senden birkaç gün büyüğüm."
Aslında iki sene diye içinden geçirdi Yasemin ama dillendirmedi. Perran bu hesapla, seneye Yasemin'den küçük kalacaktı, anlaşılan kızın yaşı her sene düşüyordu. Yasemin mahcup bir tavırla arkadaşına baktı ve olanları ona anlattı. Hayriye Hanım'ın dedikodu yaptığını doğrudan demedi çünkü emin değildi. Afife Hanım, ona mektubu ve dedikoduları anlatmıştı, nasıl bildiğinden bahsetmemişti. Münevver de olayı tam bilmiyordu.
Perran, Yasemin'i dinledikçe kendini temelli haklı gördü. Annesinin dedikoduyu çıkardığından ve nasıl öğrendiğinden Yasemin emin değildi. Bunu kullanmaya karar verdi, isteme gecesini öylesine dinledikten sonra içini çekti.
"Ne bahtsız bir güzelmişim ben!" dedi dikkatlice ağaca yaslanarak. "Hep derlerdi de inanmazdım. Allah çirkin bahtı versin diye... Ah... Ah... Eğer bu kadar nazara gelen bir güzel olmayaydım, şimdi senin yerine ben Salih ile düğün hazırlıkları yapıyor olurdum."
Perran oynadığı tiyatronun gereği olarak gözlerini kapattı. Yasemin'den ses çıkmayınca tekini aralayıp gizlice arkadaşına baktı. Yasemin gülmemek için dudaklarını ısırmış, başını yana çevirmişti. Perran onun bu tavrına bozularak gözlerini açıverdi.
"Peki, dedikoduları kimin çıkardığını öğrendin mi?"
Yasemin yüzünü toparlayarak başını salladı. "Az biraz."
"O halde..." dedi Perran yalanlarından birini hazır etti. "Salih'in her yerde mektup aldığını söyleyerek övündüğünün de farkındasındır."
Yasemin yüzü bembeyaz ona baktı, bunu tahmin etmediği belliydi. Nasıl etsin, düpedüz yalandı. Kızı olarak, Hayriye'nin çıkardığı dedikodu fırtınasını körüklemektense durdurmaya çalıştığını iddia etmek ve kendini savunmak adına, yalanını iyi kurgulamıştı. Ne de olsa ne Salih'in annesi, ne de Yasemin'in annesi bu usta çaçaronlarla oturup kalkan tiplerden değildi. Kendi annesiyle olan münasebetleri de babasının doktor olması ve Yasemin'in havadan nem kapan bünyesi sayesinde olmuştu. Küçüklüğünde İstanbul'a her geldiklerinde Yasemin bir hafta yatak döşek yatardı. Babası sayesinde iki aile birbiriyle tanışmış, bir şekilde kaynaşmıştı.
Yalan söylediği için sırtında beliren gıdıklanma hissini duymazdan gelen Perran kibirle devam etti.
"Behzat'a gönderilen mektuba sahip çıktığı gibi, bir de cümle eşrafa çapkınlık naraları atıyormuş. Annem duyduğunda itiraz etti ama ne yazar, dedikodu çoktan almış yürümüş. Önünü almak için dökmediğimiz dil kalmadı, yine de bazı çekemezler, ilk konuşanın annem olduğu yalanını atmış. Dilleri lal olsun, yalan söyleyemez hale gelsin haspalar!"
Dedikten sonra biraz abarttığını fark edip suspus oldu, ya bedduası haklı olarak onlara da yansırsa... Kaşıntı garip bir şekilde sırtına, ensesine dağıldı. Elbisesini berbat etme pahasına sırtını hafifçe ağacın gövdesine sürterken dikkatlice Yasemin'in tepkisine gözlerini dikti. Hayal kırıklığı okunan yüzüyle Yasemin düşünceli bir edayla tırnaklarını kemirmeye başlamıştı. Terlediğini düşünen ve o yüzden kaşındığını sanan Perran elini ensesine doğru uzatırken Yasemin yukarı aşağı yürüdü. Kendi kendine konuşur gibi mırıldandı.
"Suratsız olduğu kadar da adi biriymiş, bu şımarık beyzade. Ne yapmalı? Ne yapmalı da maskesini düşürmeli? Bizimkilere çıtlatsam yakışık almaz. Öyle bir punduna getirmeli ki, suratsız kendi kendini ele vermeli."
Ağaçtan doğrulan Perran sırtını saran kaşıntı ve gıdıklanmanın ne olduğunu anlayamamıştı. Ta ki, elini ensesinden çektiğinde eldiveninin üstünde yürüyen çok bacaklı hayvanı görene dek... Koca karınca kırık sopayı andıran antenlerini oynatarak sanki eski tanışıklar gibi Perran'a selam verirken; Perran boğazının el verdiği kadar yüksek bir çığlıkla yerinde zıplamaya başladı. Yasemin bir an ne olduğunu anlayamadı, anladığında da gülmekten Perran'ı sakinleştiremedi.
Meğer böceklerin sarmasını engellemek için gövdesi kireçlenen ağaçlardan birine değil, henüz bakımı yapılmamış bir ağaca yaslanan Perran'ı atlıkarıncalar basmıştı. Eve kadar bağıra çağıra koşan Perran'ı hamam sokup soyana dek karıncalar hassas tenini dişleyip tadına bakmışlardı. Kızın sırtı onlarca küçük kırmızılıkla doldu, saçı başı karınca yuvası olmuştu. Perran'ın tepesinden kovalar dolusu su dökmelerine rağmen hala kaşındığını söyleyen kız ağlamaktan bitap düşmüştü. Bedenini istila eden karıncaları püskürttükten sonra Perran'a bir kat temiz kıyafet ayarladılar. Perran arabaya bindirilip evine posta edilirken yarı baygın halde yorgunluktan sayıklıyordu.
"Zavallı etlerimi koparıp yediler insafsız haşereler... Buldular tabi, tazecik pespembe teni... Ah, anneciğim..."
Yasemin öğrendiklerine mi üzülsün, arkadaşının başına gelenlere mi üzülsün bilemez halde odasına çıktı. Perran'ın hali aklına geldikçe, suratsızın kazığının hıncı gözüne gelmiyor, kendine hâkim olamayarak kıkırdayıp gülmeye başlıyordu. Sonra güldüğü için utanarak ağzını kapatıyordu ama ne çare! Kızın hali gerçekten de gülünmeyecek gibi değildi. Yine de kendini Münevver gelene dek az da olsa tuttu. Dadısı odasına girip kapıyı kapattı. Birbirlerine baktılar ve katılarak gülmeye başladılar. İkisinin üstleri başları kızı yıkamaya ve tutmaya çalışmaktan perişan olmuştu ama kendi hallerine aldırmadan Perran'ın dehşeti akıllarına geldikçe dizlerinde derman kalmayana dek güldüler.
Biraz durulduktan sonra Münevver elinin tersiyle yaşaran gözlerini silip kıkırdayarak konuştu.
"Ne yumurtladı bakalım çeneli tavuğun böcekli pilici?"
"Dediğin gibi; sen uyuma numarasını yapınca, ben onu koruya çektim ama ağzından pek laf alamadım. Tek bir şeyi öğrendim, o Salih denen adamcağız mektup ona aitmiş gibi övünüp duruyormuş. Sanırım Perran'ın gönderdiği çocuk, yanlışlıkla mektubumu Salih'e verdi."
"Biz buna kader diyoruz Yasemin'im."
Omzunu silkti. "Hiç de öyle demiyoruz, fırsatçılık diyoruz. Behzat'ın habercisi de geldi mi geldi. Onun gönlü bende."
"Ortada başka işler var." dedi Münevver düşünceli bir tavırla başını sallayıp. "Dur bakalım, ne çıkacak sonunda."
"Suratsız Salih bir gün daha bekleseydi, ben şimdi Behzat ile sözlüydüm dadı ya... Perran da o fırsatçı Salih'e varırdı."
Münevver şakadan kızın ağzına vurdu. "Sus bakayım, o ne biçim söz. Bugüne bugün Salih senin sözlün, on güne kadar da nişanlanacaksınız. Başkasına yakıştırmak da ne oluyor."
Yasemin suratını asınca Münevver dayanamadı. "A benim ak kuzum, genç adama sinir olmaktansa şöyle düşün. Bu işte bir iş var diyoruz, belki yüce Mevla'mın bir hayrıdır. Ben o genci bayağı bir tarttım, hiç de öyle boşa konuşan birine benzemiyor ki, Hayriye'nin erkek hali gibi dedikodu yapsın. Birbirinizi tanıma vaktiniz gelecek, yargılamadan bir alıcı gözle bakıver, sürmeli beyzadeye."
Yasemin 'sürmeli' lafı üzerinde tüylerini kabartan bir kedi gibi tısladı. "Ay deme öyle Münü, ne öyle sürmeli filan. Boş yere o herifi bana sevimli göstermeye çalışma."
Münevver inatçı kıza sabırsızca iç geçirdi. "İyi, sen çok biliyorsun." Ayağa kalktı. "Hadi, üstünü değiştir. Perran'ı yıkayacağız diye biz de tepemizden aşağıya suyu dökündük. Kalk, kalk! Ay hala oturuyor, kalk cancağızım, üşüteceksin."
İkisi birbirine takılarak ıslanmış üstlerini değiştirmeye çalışsınlar biz başka bir yere doğru yol alalım. Nazırlıkta akşamüstü, mesainin bittiği ama işin bitmediği uğursuz saatlerde Kamil Talat, bir konuğu ağırlıyordu. Uzunca boylu, zayıf bedenli, sivri sakallı, ince bıyıklı adamın sürekli kısık duran küçük gözleri hesapçı bir bakışla Kamil Talat'ı süzüyordu. Geliş nedeni başkaydı, Kamil Talat'a söylediği başka.
Yaşlı adam, günün son saatinde gelen misafiri kovamadığından; adama olan hıncını çenesinden boşaltırcasına konuşuyordu.
"Dediğin adamı ben tanımıyorum azizim, sana ne desem boş." Dedi geçiştirmek için devam etti. "Sen onu bir de Hikmet Nadi Bey'e soruver. Bugünlerde işler haddinden fazla yoğun, ben kendi işimden başımı alamıyorum. Sana yol yordam tarif edemem ki."
Adam hafifçe gülümsedi ve gümüş bir yüzüğün süslediği elini havaya salladı. "Siz dediğim ismi duymadıysanız adamda iş yoktur." dedi. "Ben şimdiden vaz geçtim. Aklıma gelmişken sorayım..."
Kamil Talat iyice sabırsızlanmaya başlamıştı ve karnı acıkmıştı. Bir an önce konuşup gitmesi için bıkkınca adama baktı. Sivri sakalını okşayarak konuşan adamın fısıltıyı andıran sesi insanın tüylerini diken diken ediyordu.
"Bir söz duydum, geçen hafta..." dedi yaşlı adama doğru eğildi. "İtalyanların gemisinde evrak dışı bir şeyler yakalanmış."
Kamil Talat gür kaşlarını çattı. "Kim demiş!" diye gürledi. Aslında bu sözün doğrusu 'Nasıl öğrenilmiş' olacaktı ama o soruyu Edip Nuri'ye soramadı. Şaşkın bir telaşla ekledi. "Yok öyle şey! Millet rutin aramaları dahi dedikodu malzemesi yapar oldu. Bulunan bir kaçak yok!"
Edip Nuri istediğini duymuştu, sahte bir özür dilemeyle geriledi. "Nasıl da doğru dediniz efendim. Bu devirde görevini dürüst yapanı dövüyorlar, kusurlu yapanı övüyorlar. Bu mesele de bundan ibaret olsa gerek."
Demek, şaşkın adam, tahmin edildiği üzere yakalanmıştı. Kamil Talat bir şeyler söylenirken o da dişlerini gıcırdatmamak için kendini zor tutuyordu. Yaşlı adam kendi ağzıyla yakalanan bir kaçak olduğunu söylemişti, onun attığı olta ise yakalanan şeyin evrak olduğuydu. Demek ki: evraktan haberleri yoktu, adamı tek yakalamışlardı. Kamil Talat şaşkınlıktan ve saflıktan kendi ağzıyla, kendini ele vermişti. Birkaç laf ebeliğinden sonra izin isteyip yaşlı adamla vedalaştı.
Dağılan memurlar yüzünden boşalmış koridorda, bastonun ve ayakkabısının tıkırtıları yankılanırken hafifçe kamburunu çıkartarak yürüdü. Teşkilatın elinden kaçarak gemiye saklanan adam ondan önce başkalarının eline geçerse felaketti, bülbül ötmeye başlamadan boğazını kesmek zorunluluk olmuştu. Bu iş için de mükemmel birini tanıyordu. İlk önce adamın nerede sorgulandığını bulacak sonrada vahşi kediyi, kaçak farenin üstüne salacaktı. Fakat elini çabuk tutması lazımdı. Adamın dili çözülmeden icabına baktırmalıydı. Adımlarını sıklaştırırken teşkilata nasıl bir açıklama yapması gerektiğini düşünüyordu. Bu adamın ellerinde kaçması bir dertti, yakalanması apayrı bir bela olmuştu. Keşke gemiye binmeden niyeti anlaşılıp çaresine bakılsaydı, keşke...
***

Zaman, her vakit aynı hızla ilerler ama herkese aynı hızda ilerler görünmez. İki isteksiz sözlü için de bu on günlük vakit göz açıp kapayana dek geçivermişti. İki genç, isteme gününden beri birbirlerini görmemişlerdi ama dünürler sanki yıllardır tanışıyor gibi çabucak kaynaşıverdiler. Neredeyse her gün bir konaktan diğerine araba kalktı, nişan hazırlıklarının yanında gülüşüp çay da içtiler. Yasemin, müstakbel kocasını pek aklına getirmeden bu yeni ortamın tadını çıkarıyordu. Hüma ile iyi anlaşmışlardı, bu yaşı küçük ama kendi büyük kız, ona arkadaş olmuştu. Öyle ki, Perran bile ikisinin sohbetini kıskanıp, geldiğinin birinci saati Hüma ile tartışmayı başarmıştı. Yasemin'in iki kızı idare etmekten zamanın nasıl geçtiğini anlamaması gayet normaldi. Peki, Salih için zaman neden çabuk geçmişti? Onu da anlatalım.
Salih, Behzat'tan mektubu bir türlü alamamıştı. Kararlaştırdıkları gün görüşmüşler ama Behzat ağlamaklı bir yüzle ondan özür dileyip mektubu her yerde aradığını, bir türlü bulamadığını söyleyip durmuştu. Defalarca özür üstüne özür diledi. O kadar kötü görünüyordu ki; Salih, o kâğıt parçasının çok da önemli olmadığına hükmetti. Ayrıca düşününce, kendi de bu konuda biraz haksızdı. Behzat'ın niyetini bilerek ondan önce davranıp annesi ve babasını kızı istemeye göndermişti. Bir iki laflamadan sonra iki arkadaş sarılıp barıştılar. Behzat'ın ettiği, Salih tarafından af olmuştu ama o, arkadaşını duygu evreninden çoktan aforoz etmişti, belli etmedi. Salih onun bunca yıllık hovardalık şanına gölge düşürmekle kalmamış, bir de koklamayı düşündüğü çiçeğini elinden almıştı. Behzat bunu sineye çekecek bir erkek değildi.
Nişan için her iki konakta da ziyafet verildi; erkekler bahçede, kadınlar evlerde yediler içtiler. Çoluk çocuk curcunasının üstüne bir de kukla gösterisi yapıldı, nişan iyice karnavala dönüştü. Bu kalabalığın gelmesinin iki nedeni vardı, hem bitmek üzere olan dedikoduları tekrar ayyuka çıkaracak bir ipucu, hem de özenle hazırlanmış nişan yemeğinin lezzeti. Erkek evinde yiyip içenler, bir koşu kız evine akın ediyorlardı, güya maksat tebrik ve hayır duası etmekti. Fakat etli dolmanın, piliçli keşkeğin ve pastırmalı kuru fasulyenin kokusunu duyan önce sofranın başına çöküyor, kalktığında konuşamayacak kadar şişmiş oluyordu. Üstüne buz gibi de şerbeti içiyorlardı, oh, afiyet olsun. Gözümüz yok ama Salih ve Yasemin ortada pek görünmüyordu.
Yasemin gelin namıyla evinde bulunsa da, ne misafirleri karşılıyordu, ne de odasından dışarı çıkıyordu. Perran ve Hüma'ya görünmekten kaçınmıştı, canının sıkkınlığını millete ilan etmemek için Münevver ile ortak bir yalan kurdular. Heyecandan kalbi zayıflamış o yüzden ev sahipliği, annesine kalmıştı. Külliyen yalan! Heyecan duymak bir yana şu anda Salih'i bulsa bir kaşık suda boğardı. Genç adam isteme gününden beridir Yasemin'den köşe bucak kaçıyordu. Sanki gelin kız, nazlı Salih idi. Konaklarına yemek veya ziyarete gittiklerinde dahi, hoş geldiniz demeyecek kadar kaba ve saygısız bir adamdı. Sadece babasının huzuruna çıkıyor, sonrada ortadan kayboluyordu. Yasemin'e de, pek şikâyeti olmasa da, Hüma ile vakit geçirmek kalıyordu.
Yasemin, Salih'i on gün boyunca bir kere uzaktan görme şansına sahip olmuştu. Annesi ile Sema Hanım verilecek yemeği konuşurlarken Hüma onun elinden tutarak yeni aşıladığı gülü göstermek için bahçeye kaçırmıştı. Yasemin Salih'in evde olduğunun farkındaydı ama her zamanki gibi ondan kaçınıyordu. Hüma, susuzluktan başını eğmiş gülü görünce endişelenip bahçe aletlerinin konduğu küçük kulübeye gittiğinden, Yasemin tek başına onu bekliyordu. Derken çardağa giden taşlık yolda bir pıtırtı duyunca, içinden gelen sese uyarak gülün ardına gizlendi.
Salih elinde küçük, ciltli bir kitabı okur vaziyette taşlık yoldan ilerledi. Okuduğu her neyse pek dalmıştı. Siyah ceketinin düğmeleri serbestti, ütülü ve düzgün gömleğinin boyun bağı gevşetilmişti. Tek şeritli pantolonu sanki bahçede değil de, bir balo salonunda yürüyor gibi adama ayrı bir zarafet katmıştı. Yasemin gözlerini kısarak adamın yüzüne dikkatlice baktı. Asi saçları yine alnından aşağıya dökülmüş, elmacık kemiklerine dek gözlerini saklıyordu. Görünen ise, kibirli bir tavırla havaya dikilmiş düzgün burnu ile düşünceli bir edayla sarkıttığı etli dudaklarıydı. Şu saçlarını bir kulağının ardına atıverse, suratsızın kendini beğenmiş ifadesini daha rahatlıkla görebilecekti.
Salih onu hiç fark etmeden geçip gitti. Yasemin saklandığı gül ağacının ardından çıkıp kinli bakışlarını masumca yürüyen adamın sırtına dikti. Beyefendiyle yakında nişanlanacaklardı ama bir kibarlık edip hal hatır sormaya dahi gelmiyordu. Hem kabaydı, hem de düşüncesiz... Dadısının tavsiyesine uyarak iyi bir özellik arandı ama bulamadı.
'Görürsün sen!' diye adamın ardından hırladı. 'Behzat ile aramıza girmenin cezasını çekeceksin.'
Dişlerinin arasından sarf ettiği cümle biterken Salih aniden tökezledi. Kitaba bakmaktan önüne bakmamıştı, yerdeki havalanmış taşa takılınca düşmemek için birkaç akrobasi hareketiyle anca toparlandı. Yasemin telaşla saklanırken Salih de şaşkınca etrafına bakındı.
"İyice sarsaklaştın Salih oğlum." diye kendi kendine söylenerek başını salladı.
Salih yürümeye başlamıştı ama Yasemin gülün ardından çıkmaya cesareti yoktu. Eli, delice atan kalbinin üstünde, Hüma gelene dek gülün diğer tarafında gizlendi. Tamam, evleneceği adamı bu şekilde izlemekten utanmıştı ve onun anlık sakarlığına normalde gülmesi gerekirken heyecanının artmasına içten içe sinirlendi.
"Yasemin abla!" diyen kızın sesini duyunca sanki dolaşıyor süsü vermek için geriye kaçtı.
"Buradayım Hüma." dedi başka bir çiçek tarhından çıkarken.
Kızın elinde yarı yarıya dolu bir sulama süzgeci vardı. "Ah, göremeyince eve döndün sandım." dedi gülümseyerek.
Yasemin, müstakbel nişanlısından hoşlanmasa da, görümcesiyle çok iyi anlaşmıştı. Masum ve tatlı bir kızdı, kalbindeki neyse, dışarıya söylemekten hiç geri durmuyordu. Ağabeyini taparcasına sevdiği belliydi, yine de ona veya Yasemin'e rahatsızlık vermemek için fazlaca bahsetmekten kaçınıyordu. Yasemin'in dolaylı olarak Salih'ten konuşmak istememesine anlam veremese de, anlayışla karşılamıştı. Birlikte gülün üstüne su serperken Hüma çok sevdiği çiçeklerden konuşuyordu. Yasemin bitkilerden pek anlamazdı, çoğunu ismini dahi bilmezdi. Hüma ise çiçeklere hatta her türlü bitkiye bayılıyordu ve bilgisi oldukça iyiydi.
"En çok sevdiğim çiçek sümbül." dedi. "O yüzden, tam odamın altında küçük bir sümbül bahçesi var. Sabahları pencereyi açıp şöyle bir nefes alıyorum, ruhum uyanıyor."
"Hı, hı..."
"İmkan olsaydı, dünyanın tüm çiçeklerinden oluşan bir bahçe kurmak isterdim. Bahçıvan Hulusi amca çok bilgili, hatta geçen sene ağabeyimin getirdiği çiçek soğanını ekmemde yardım etti. Çok dikkatli yapılması..."
Hüma yan gözle yanında yürüyen Yasemin'e baktı. Kızın gözleri yerde, dalgınca yürüyordu. Kendine kızdı. O kadar telaş içinde, kız Avrupa'dan gelen çiçek soğanının hikayesini dinlemeye can atmıyordu herhalde. Güzel yengesinin koluna dokundu. Yasemin uykudan uyanır gibi doğrulunca gülümsedi.
"Kendimi kaptırdım yine. İster misin ağabeyimin yanına gidelim? Şu anda kütüphanededir kesin, bizimkilerin işleri bitene dek vakit geçiririz. Bize yolculuklarını anlatır."
Yasemin dürtülmüş gibi kasıldı. "Ne münasebet!" dedi, sonra tepkisini yanlış anlayabileceğini düşünerek sakinleşti. "Yani, ayıp olur. Başımızda büyük yokken ağabeyinle kalmam hoş karşılanmaz."
Hüma şaşırdı. "Neden, yakında evleneceksiniz ayrıca yanında ben olacağım. Merak etme, kimse bir şey demez."
"Katiyen olmaz." dedi. Adamın kütüphanede olmadığını biliyordu, gördüğünü belli etmeden itirazına devam etti. "Evlenene dek, dört duvar arasında ağabeyinle kalmam doğru değil, yanımızda sen olsan bile."
Hüma şen bir kahkaha attı. "Senin bu kadar utangaç olacağını sanmazdım yenge. Ağabeyim genç olabilir ama kadınlara karşı kibar ve düşünceli olmayı bilecek kadar olgundur. Fena bir şeye mahal vermez, hayatta inanmam. Kimse inanmaz ."
Yasemin pembeleşen yanaklarını gizlemek için başını çevirdi. "Israr etme Hüma, bence annemlerin yanına gidelim. Vakit geç oldu."
Hüma iç geçirdi. "Nasıl istersen öyle olsun yengeciğim."
"Hüma, bana yenge deme lütfen. Çok tuhaf oluyor."
"Özür dilerim Yasemin abla." dedi sıkılarak. "Henüz evlenmediniz ama ben kendimi sana o kadar yakın hissediyorum ki söylemek hoşuma gidiyor. Ayrıca ağabeyimi kalp sızısından kurtardığın için de sana müteşekkirim."
Yasemin irkildi. "Ne?"
Gözlerini kaldırıp onun yüzüne bakan Hüma, fazladan bir şey söylemenin suçlu haliyle ezildi. "Ah, ben... Bazen çok konuşuyorum. Babamla annem sohbet ederken duymuştum." dedi ve ifadesi anında değişerek neşelendi. "Bak, Yasemin abla kelebeklere bak!"
Hüma neşeyle kelebek kümesine doğru seğirtirken Yasemin duyduklarına anlam vermeye çalışıyordu. Kalp sızısından kurtarmak ne demekti? Normalde bunun tam tersi olması gerekmiyor muydu? Yasemin, Salih'in kalbini sızlatamamışsa genç adam onunla neden evlenmek istiyordu? O an şimşek çaktı, bu eski bir olay olsa gerekti. Vay, Salih Hüsnü Bey vay! Demek onarmak istediği bir kalp ağrısı çekiyordu. Kendini şimdi gerçekten tuhaf hissetti. Sözlüsünün kurtulmaya çalıştığı bir sevda için onu çare olarak görmesi... Onunla bu nedenle mi evleniyordu yoksa?
Nişan gününe dek bu son duyduklarını düşünmemeye çalıştı. Akşam yemeğinde takılacak yüzüklerden sonra o çektiği aşk acısını Salih'in burnundan fitil fitil getirmeye başlayacaktı. Salih hakkındaki müthiş haberi, aklında not ederek ilerde kullanmaya karar verdi. Suratsız ardına bakmadan kaçana dek canına okuyacaktı ama kalbinin derinlerinde bir yerler, genç adamın başka bir kadına karşı duyduğu aşk acısından dolayı kıvranmasını kıskanmaya ve minik bir çekememezlik duygusu filiz vermeye başlamıştı.
Salih ise müstakbel nişanlısının düşünce ve planlarından habersizdi. Bugün nişanlanacaktı ama o, nişan havasından çok uzakta, nazırlıktaydı. Perdeleri sıkıca kapatılıp özenle karartılmış odada, bir aşağı bir yukarı yürüyordu. Apar topar çağrılmıştı, babasına bile haber veremeden konaktan ayrılıp nazırlığa gelmesi söylenmişti. Onu çağıran ulak öne düşmüş, bu odaya kadar yanından ayrılmamıştı. Beklemesini söyleyip çıkalı yarım saat olmasına rağmen ne gelen vardı, ne giden.
İyiden iyiye sıkılan Salih, odadan çıkmak için hareketlenmişken kapı açıldı. Onu getiren ulak, kapının önünde belirdi.
"Beyefendi sizinle görüşmek için hazır."
Kaşlarını çattı. "Beyefendi kimdir?"
Ulak yere eğdiği gözlerini kaldırdı. Konuşacak sanırken adam hiçbir şey demedi. Salih bu gizemli tavırlardan bıkkınca ulağa doğru yürüdü. Nazır dahi görüşecek olsa bu gizlilik saçmalıktı. Zaten gizli saklı getirilmişti, bir de üstüne bu beyefendi unvanı ile uğraşıyordu. Şu işi bitirip ailesi onu aramaya başlamadan nişanına geri dönmek istiyordu.
"Pek ala, görüşelim."
Küçük odadan çıktılar, fazla yürümeden iki kanatlı bir kapının önünde ulak durakladı. Kapıyı çaldı ve birkaç saniye bekledikten sonra kapıdan bir tık sesi duyuldu. İçerden kilitli ama şimdi açılmış kapının önünde Salih içinden saymaya başladı. On beşe gelmişti ki, ulak hareketlendi ve kapıyı açıp geriye çekildi. Demek süre olarak belirlenen vakit, on beş saniyeydi. Salih huzursuz bir ruh haliyle açılan kapıdan girince kapı kapandı ve karanlık bir odada dikildi kaldı. İlerlemedi, bir hareket bekledi.
Çakan bir kibrit ve sonrasında gaz lambasının yakılmasıyla oda az da olsa aydınlandı. Kibriti üfleyerek söndüren adam ona doğru dönerken Salih hızlıca etrafa göz gezdirdi. Diğer oda gibi pencereleri kalın kadife perdelerle kapatılmıştı. Ağır ahşap bir masa, ardında deri koltuk; ortada sert minderli bir kanepe ve ona uygun sandalyelerin olduğu odada, ince örgülü bir paravan duvardan duvara çekilmişti.
"Uygunsuz bir zamanda sizi rahatsız ettik." dedi ona dönmüş adam. "Mecburiyet olmasaydı, mutlu gününüzü bölmek istemezdik."
Adamın çoğul konuşmasından şüphelenen Salih yeniden etrafa bakındı. Paravanın arkasını göremiyordu, birden fazla kişi o görünmezlik duvarına sığınabilirdi. Kuruntuları komiğine gitti. Şu an nazırlıktaydı ve tatil günü olmasına rağmen en azından yirmi kişinin binada dolandığını biliyordu. Çağırılma sebebini daha fazla merak etti, adama belli etmedi.
"Rica ederim beyefendi, buyurun."
Adam kamburunu düzelterek doğruldu ve olduğu yerde dururken kısık gözleriyle onu baştan ayağa süzdü. Başındaki fes çok eğreti duruyordu, bu kadar düzgün giyinmiş birinin fesine özen göstermemesi ilginçti. Ellerini arkada birleştirdi ve kamburu yeniden belirdi.
"Salih Hüsnü, Salih Hüsnü..." dedi kendi kendine düşünür gibi. Sonra başını kaldırıp ona baktı. "Genç yaşınıza rağmen oldukça etkileyici bir geçmişiniz var. Parlak bir zekânız olduğu aşikâr. Yazılanlar mı abartılmış yoksa kırpılarak mı yazılmış göreceğiz. Söyleyin bana, kaç dile hâkimsiniz?"
Bu amaçlı sorusunun altında pis bir koku hisseden Salih, bakışlarını adamın yüzüne dikti. Tekinsiz bir hava veren adama güvenecek değildi. Konuşmadı. Ondaki güvensizliği anlayan adam karşısındakinin saf bir genç olmadığına kanaat getirerek son anda hatırlamış gibi elini alnına vurdu.
"Ah, bu çok ani bir giriş oldu, değil mi? Lütfen şöyle oturun, önce kendimi tanıtmam gerekiyordu. Ben Edip Nuri, istihbarat şefiyim. Padişahımız, devletimiz için çalışma onurunu, bu kutsal görevle bana bahşetti. Allah, hazretlere uzun ömür versin."
Salih gösterilen sandalyeye yürürken adama daha dikkatli baktı. Adını hiç duymamıştı ve bu adamın alakasını üstüne çekecek istihbaratla ilgili bir kaydı yoktu. Olmaması gerekiyordu. Adam kanepenin ona yakın ucuna oturarak bacağını bacağının üstüne attı. Salih paravanı da görüş açısına alarak oturmayı tercih etmişti. Kibar ve resmi bir tonda konuştu.
"Âmin, beyefendi. Fakat beni bağışlayım ama bu konuşmadan ben anlamlı bir şeyler çıkartamadım."
"Az sabredin Salih Hüsnü." dedi adam gülümser görünmek için ağzını yayarak. "Oldukça ciddi ve gizli bir görevim var, fakat size güvendiğim için açığa vurmak da sakınca görmedim. Bu konularda ağzınızın sıkı olduğunu tahmin ediyorum."
Adamın bu yılışık ve hinlik kokan tavırları onu kızdırmaya başlamıştı. "Edip Nuri Bey, kusura bakmazsanız bir an önce sadede gelsek. Nişanımdan kalkıp geldim ve kabalık olarak görmezseniz; ilgilenmem gereken bir sürü misafirim varken, sizinle sohbet etmek bana mantıksız geliyor. Belki yarın..."
Elini itiraz edercesine kaldırdı.
"Yarın olmaz, İstanbul'da olmayacağım için bu şekilde davranmak zorunda kaldık. Ama haklısınız, bir an önce sadede gelmek de fayda var." Kolunu kanepenin kolçağına yaslayıp hafifçe eğildi. "Kaç dil bildiğinizi sormamdaki amacı fark etmişsinizdir. Birkaç gün önce elimize bir yazı geçti, yazılanları bizim personelimiz çözemedi. Sizin çözeceğinizi düşünüyoruz."
Başını sağa sola salladı. "Benim alanım değil, ben katip..."
"Lütfen..." dedi adam. "Salih Hüsnü, birbirimize yalan söylemeyelim."
Sakin duruşunu bozmadı ama bu adamın kendi hakkında bu kadar şeyi öğrenmesine de hayret etti. Avrupa'da okumak, kısa süre çalışmak ve körü körüne âşık olmaktan başka birkaç iş daha yapmıştı. Lafını dahi etmemesi gereken işler... Ve adamın sözünü ettiği kısım, en çok gizlediği yeteneğiydi. Diploma verilmeyen bu özelliğini nazırlıkta bilen tek kişi de Kamil Talat Bey idi. Adam aklını okurmuş gibi ekledi.
"Kamil Talat Bey ile anlaştık, eğer bu işi kıvırabilirseniz bizim teşkilata alınmanızı sağlayacağım. İyi bir iş ve yüklü bir ücreti kim istemez?"
"Ben işimden memnunum." dedi yine sakin durmaya özen göstererek. Kamil Talat Bey'in onu ele vermesine kızmıştı.
Adamın gözleri kısıldı da, kısıldı... Yok olacak kadar bir çizgi haline geldi. Salih adamı neye benzettiğini fark etti, fare suratlı bir yılanı andırıyordu. Uzun sağlıksız duruşlu hali de, bu tezini desteklercesine bozuk bir bedene sahipti.
Edip Nuri Bey, bu adamın aklını çelmek için daha kurnazca davranması gerektiğini biraz geç anlamıştı. Doygun bir adam ile uğraşmayalı uzun zaman olmuştu. Genelde görüştüğü insanları kandırabilecek birkaç şey vardı ve onları kullanmayı önceden tasarlardı. Bu genç adamı bir seferlik kullanıp sonra da ortadan kaldırmayı düşündüğü için pek önemsememişti, işe balıklama atlamasını ummuştu. Eğitim gördüğüne göre eğilimin de bu yönde olması gerekiyordu, fakat karşısında bir profesyonel bulmuştu.
"Teklif ettiğimiz görev size şan şöhret getirmez ama paşa babanızdan daha yüksek yerlere uzanmanızı sağlar. Bir kez daha düşünün Salih Hüsnü! Az bir emekle, geri planda kalarak..."
Salih adamın lafını sabırsızca soluklanarak kesti. "Onur duydum beyefendi ama söylediğim gibi ben kendi işimden memnunum. Bu nedenle değerli zamanınızı ve nefesinizi benimle tüketmeyiniz."
Edip Nuri yapmacık bir anlayışla başını salladı ama içinde ne fırtınalar kopuyordu. Kibirli genç adamı tek bir emriyle boğazın serin sularına gömebilirdi ama şu an ona ihtiyacı olduğu için niyetini belli etmedi. Sabır diye kendi kendini telkin ederek sakin bir sesle konuştu.
"Hemen kestirip atmayın, bir müddet zaman veriyorum. Düşününüz ve teklifimizi kabul ettiğinizi belirtir cevabınızı bizzat bana gönderiniz."
Kararını vermişti, yine de adamı onaylarcasına başını salladı. "Düşünürüm ama kararımı değiştirmemi beklemeyin efendim."
"Beklemiyorum, değiştireceğinize eminim." dedi adam ve konuşmanın bittiğini gösterircesine ayağa kalktı.
Kesinlikle paravanın ardında biri veya birileri vardı. Çünkü birinin, onun yanıtından sonra sinirli bir nefes aldığını duymuştu. Salih adamın tokalaşmak için elini uzatacağını sandı ama adam ellerini sırtında birleştirip doğruldu. Salih de ayağa kalktı. Odadan çıkmadan önce adama başıyla selam verdi.
"İyi günler dilerim."
Edip Nuri gülümsedi. "Beni nasıl bulacağınızı sormadınız." Konuşurken eli ceketinin cebine gitti. Küçük bir zarf çıkarıp kemikli parmaklarının ucuyla ona uzattı. "Bu arada nişanlınızla mutluluklar dilerim."
Salih küçük bir mühürle kapatılmış zarfı adamın elinden aldı. "Teşekkür ederim beyefendi."
"Yeniden görüşmek üzere." dedi gözlerini kısan bir sırıtışla. "Bir şey daha, bu görüşmemizden kimsenin haberi olmazsa sevinirim."
"Elbette beyefendi, iyi günler." dedi Salih yeniden ve uzun adımlarla kasvetli odadan kaçarcasına çıktı.
Edip Nuri hesapçı bakışlarını kapanan kapıdan ayırmadan bir iki saniye bekledi. Sonra yavaş adımlarla gidip kapının kilidini çevirdi. Paravana doğru döndü ve ardındakine hitaben konuştu.
"Çetin ceviz çıktı, tam da buyurduğunuz gibi. Ustası Bay Pierre'nin en gözde çırağı olarak bu kibri haklı karşılayabilirim ama vaktimizi azalıyor. Zavallı Pierre bizimle çalışsaydı, bu ağzı süt kokan veletle uğraşmayacaktık."
Paravanın ardından buz gibi bir ses odayı soğuttu. "Adamı gebertmeseydin ikna edebilirdik."
"Üzgünüm efendim." dedi Edip Nuri paravana yaklaşmaya çekinir gibi odanın ortasına anca geldi. "Adamın tüm çırakları birbirinden beter..."
"Kes sesini Edip, başımı ağrıtıyorsun."
Edip Nuri sararak sustu. Paravanın ardındaki, titremeye başlayan Edip'i bayılma evresine getirene dek bekledi. Sonra aynı kin dolu bir soğuklukla konuştu.
"Çok çabuk öldürme emrini veriyorsun Edip! Bir daha kimseye danışmadan ferman imzalama, yoksa bir sonraki ferman senin adına çıkar."
"Emredersiniz efen..."
"Sözümü kesme!"
Edip Nuri titremesini gizleyemiyordu artık, ellerini kenetlemiş, başı önde, yediği azarı ve tehditleri hazmetmeye çalışıyordu. Adam oturduğu yeri gıcırdatarak konuşmasına devam etti.
"Kaçağın yazdığı şifreyi çözecek başka birini bulamayız. Bu çocuk, senin gereksiz bir emrinle geberen Pierre'nin en iyi çırağı ve ölen diğer çırakları duymadan Salih'i ikna edip şifreyi çözdürmelisin. Kamil Talat'a hiçbir şey sezdirme, ayrıca kayınbabası olacak kurnaz Sadık Muhsin de uyanmasın. Sadık Muhsin şüphelendiği vakit tek sorumlu olarak sen ortada kalırsın."
Durakladı ve keskin bir sesle sordu.
"Beni anladın mı Edip?"
"Evet, evet... Anladım efendim."
"İyi, iyi, şimdi huzurumdan çekil!"
Edip Nuri geriye adımlarken sırtındaki kemikten oluşan kamburu iyice belirginleşmişti. Adımlarını hızlı atmaya çalıştıkça titrediğinden ve arkasına bakamadığından tökezliyordu. Sonunda nefes nefese kapıya ulaştı ve kendini dışarı atarken soğuk bir ter damlası şakağından aşağıya doğru süzüldü. Titreyen elini cebine atıp mendilini çıkarırken hızlıca koridoru aşmaya başladı. Bir yandan terini siliyordu, bir yandan da Salih'i ikna edememenin öfkesiyle deliriyordu.
Bunak Pierre, işkence sırasında ölünce hiçbir şey öğrenememişlerdi. Çıraklarından biri, şans eseri açığa çıkmıştı ve kısmetlerine şükür ki, yakalanan çırak dayanıksızdı. Adamın ağzından Salih'in adını almayı başarmışlardı. Şifre ve sembol çözme konusunda Salih'in, Pierre'den bile iyi olduğunu itiraf etmişti. Tüm bu çabaya ne gerek vardı? Şifre çözücüye neden ihtiyaç duymuşlardı? Çünkü okuma yazma bilmeyen acımasız bir katilin aptallığı yüzündendi, son bir haftadır yaptıkları koşturmanın sebebi.
Edip Nuri onu bekleyen at arabasına binip soluklanınca daha net düşünmeye başladı. Avladıkları çırak, kaçak farenin bıraktığı şifreli notu çözmeyi başarırsa Salih ile uğraşmak zorunda kalmayacaktı. Pierre bu çırağına pek bir şey öğretmeye zamanı olmamıştı ya da çırak hala kendi bilgisini gizliyordu. Bunu öğrenmenin bir yolu vardı.
Ellerindeki uyumlu umudunun başına bekçi diktiği katil, zavallıyı işkenceyle öldürmeden yetişmek için arabacıya seslendi.
"Hızlı git, tepedeki köşke sür!"
Arabacı duyduğu emirle atlarını kırbaçladı, hayvanlar kişneyerek yola çıktılar. Edip Nuri'nin gidişini izleyen hayalet, kadife perdeleri azıcık aralamıştı, öfkeli bakışlarını gölgeler sarmıştı. Tüm planlarını bu adamın üstünlük merakı bozarsa onca yıllık yararlılığını bir çırpıda silecekti. Acıması yoktu.
***

Konağa varan Salih, konukların olmadığını görünce saatin farkına vardı. Garip adamla yaptığı görüşmenin etkisiyle gidecekleri nişanı unuttuğuna inanamaz bir halde merdivenleri tırmanırken Hüma haremlik tarafından fırladı.
"Ağabey, nerelerdeydin sen? Annem kaçtığını sandı."
"Onlar nerede?" dedi Salih kardeşini karşılayarak.
"Aşağıdaki salondalar ve babam çok sinirli."
Ekşi bir şey yemiş gibi suratını buruşturan Salih, kardeşine seslenerek odasına koşturdu. "Onlara söyle beş dakikaya hazırım."
"Tamam"
Salih doğruca odasına gitti. Kıyafetini değiştirdi ve aynada normal göründüğüne karar vererek geldiği hızla odasından çıktı. Tahmin ettiği gibi babasının yüzü asıktı ve ona bağırmamak için sürekli dudağını oynatıyordu. Annesi, babasının yerine Sadık Muhsin Bey'in konağına gidene dek söylendi. Hüma ise başı önde kucağındaki nişan bohçasına bakmakla yetindi. Salih, Edip Nuri'yi anlatmaktansa, kalabalık yüzünden daralıp hava almaya çıktığı yalanını attı. Bu, akla daha yatkındı.
Salih bu nişanın sade olacağını neden düşündüğünü hatırlayamıyordu. Tüm gün çektikleri kalabalık yetmezmiş gibi, nişan evinde de benzer bir hengâmeyle karşılaşınca başına bir ağrı saplandı. Bir an kimseyi tanımıyor gibi önüne çıkan yaşlı-genç, kadın-erkek herkesle tanıştı, hayır dualarını aldı. Kendi akrabalarını dahi tanıyamayacak kadar afallamıştı. Sabah yediği yarım dilim ekmek dışında, tüm gün bir şey yemediği için karnı açlıktan kazınıyordu. Kızın akrabası olduğunu düşündüğü bir yaşlılar grubunun sorgusundan güç bela sıyrılıp babasının yanına demir attı.
Sadık Muhsin Bey ile babası keyifli bir sohbet içindeydiler. Salih kafasını toparlayacağı bir fırsat yakaladığını düşünürken kalabalık yeniden büyük salonda toplandı. Nişan takılma vakti gelmişti. Gerçi geldiğinden beri hanımefendiyi görmek kısmet olmamıştı ya... O, kalabalığın eziyetinden geçerken küçük hanım rahattı. Nişan bohçası kıza gönderildi, birkaç dakika sonra da Yasemin salona giriş yaptı. Salih başını kaldırıp milletin yüzüne bakamıyordu, içini saran heyecanın yüzünden belli olmaması için gayret etti. Evlenme yolunda büyük bir adım atıyordu, yine de kararını çoktan vermiş olmasına rağmen bu tedirginliğine anlam veremedi.
Aile büyükleri ikisini yan yana çağırdılar. İki tarafın en yaşlısı olan büyük teyze Gülçehre Besim Hanım, yüzükleri takıp nişanı ilan etme sorumluluğuyla öne çıktı, iyi dileklerini söyledi. Üstüne bir de dua okuduktan sonra yüzüklerini takmaları için onlara uzattı. Salih, kararsızca Yasemin'e baktı. Kızın mutsuz ve boyun eğer ifadesini görünce afalladı. Dalgalı saçlarını, açık mavi dantelli bir örtüyle örtmüştü, gözleri yerdeydi. Yanaklarında utangaç bir pembelik dışında hiç renk yoktu. Dudaklarını gergince sıktığından incecik kalmışlardı. Yine de koyu mavi elbisesinin içinde bin bir gece masallarından fırlamış gibi güzeldi. Salih ilk defa alıcı gözle kıza bakmıştı ve şimdi hiç yeri değildi. Bakışlarını kızdan alıp yana çevirdi.
Salih gerilirken Yasemin'in de ondan farkı yoktu. Gün boyunca sorulardan kaçmak için yalandan bir kalp ağrısı uydurmuştu, akşam ise misafirlere hizmet etme bahanesiyle kimsenin yanında uzun süre kalmamıştı. Mutfak kapısıyla sofa arasında oyalanıp durmuştu. Şu anda tüm gözler üzerindeyken ve Salih ile nişanlanırken boğazı heyecandan kurumuştu. İkisinden de konuşması beklenmediğinden sorun değildi, çünkü konuşacak halde değillerdi. Salih başını çevirdiğinde, Yasemin kaçamak bir bakış attı nişanlısına. Suratsızlığını belirginleştiren ifadesini görmeyi bekliyordu ama genç adamın yüz hatlarının bu denli düzgün olduğunu ilk defa fark etmişti. Bu gecenin çabucak bitmesini umut ederek başını yeniden eğdi.
Sadık Muhsin Bey'in konağı nişan merasimini sonlandırdığında vakit oldukça geç olmuştu. Bütün misafirleri gönderdikten sonra dünürlerini de yolcu ettiler. Günün yorgunluğu her birinin üstüne kalın bir yorgan gibi çökerken odalarına çekildiler. Hizmetliler ortalığı üstünkörü toplayıp gerisini Afife Hanım'ın emriyle yarına bıraktılar. Konakta büyük teyze Gülçehre Besim Hanım yatılı kalmıştı, yılın çoğu ayını geçirdiği çiftliği İstanbul dışında olduğundan ve ailenin isteği üzerine birkaç gün vakit geçirmeyi nazlanarak da olsa kabul etti. Zaten çok yaşlıydı, bir gün arayla olsa dahi uzun araba yolculuğuna zavallı kemikleri dayanamazdı.
Salih, parmağındaki yüzüğü dalgınca evirip çeviriyordu. Odasının balkonuna geçmiş, ayağını dayadığı tırabzanı kullanarak oturduğu sandalyeyi itip ileri geri sallanırken bakışları karanlık bahçedeydi. Nişanlandığını yenice idrak ettiği şu saatlerde, kızın yüzünde gördüğü karmaşık duyguları yorumlamaya çalışıyordu. Gecenin bu vaktinde neden kafasını meşgul ediyordu? İşte, o konuda bir tahmini yoktu. Uyuma maksadıyla uzandığı rahat yatağından kalkmış, bir gece kuşu gibi, altında sade pantolonla balkona tünemişti.
Behzat'ın kaybettiğini söylediği mektubu düşündü. O satırları yazan kızın, bu gece çok mutlu görünmesi gerekirken Yasemin mutsuz bir kabullenişle, mecburi kaderine katlanır görünüyordu. Yanlış yorumlamış olabilirdi, çünkü başındaki ağrı ve boğucu kalabalığın üstüne gelir gibi olması yüzünden bunalmıştı. Ama hayır, o ifade basbayağı canı sıkkın birinin ifadesiydi. Yoksa ona kırgın mıydı?
Salih nefeslenip sandalyeyi durdurdu ve bakışlarını oynadığı yüzüğe çevirdi. Kızla hiç ilgilenmemişti, kısa bir an da olsa yüzüne bugün bakmıştı. Aklı yeniden Nina'ya gitti. Nina'yı görmediği günlerde ne kadar bunaldığını anımsadı, kadının yüzünü asması, Salih'in içine dokunurdu. Onu üzecek bir şey olduğunda Salih deli olur, mutlu olması için elinden gelen her şeyi yapardı. Kör aşık olarak, maşukunun yüzüne daima hasret çekerdi. Yasemin'in onun Nina'ya olduğu kadar sevda yüklü olduğunu sanmıyordu ama kızın duygusal ve hassas biri olduğu, yazdığı satırlardan ilan oluyordu. Kıza biraz daha ilgili olmak için çabalamalıydı. Kuracakları yuvanın temelini mutsuzlukla atmak istemiyordu. Kararını verdi, en kısa zamanda kızı bir yerlere davet edecekti, böylece nişanlı olma sorumluluğunu taşıdığını kıza ispat edecekti. Yüzüğünü oynamayı bıraktı ve ayağa kalkarak yatağına doğru yürüdü, artık rahatça uyuyabilirdi.
***

En sevmediğim şey, yatağımda mışıl mışıl uyurken birinin beni sarsarak uyandırması bir yandan da kulağımın dibinde bağırmasıdır.
"Yasemin, a uykucu kız, kalk artık!"
Münevver'in sesi sabahın bu vaktinde horozdan beter çınlıyordu. Uykuyu sevdiğimden midir nedir, yataktan kalkmak bana hep zor gelmiştir.
"Biraz daha uyuyayım Münü... Lütfen..." diye yalvararak yastığıma sarıldım.
Dadım yorganı açarak kalçama bir şaplak vurdu. "Hadi yaşlı büyük teyzenden utanmıyorsun, bakalım haberi duyunca yatmakta ısrar edecek misin?"
"Gülçehre Teyze günün her hangi bir saatinde kimseye sormadan olduğu yerde uyuyabiliyor zaten, uyansa ne olur uyanmasa ne olur?" diye söylendim. Dediklerimi, ağzımı kapadığım yastıktan zorlukla çıkarmıştım.
Münevver hiç acımadan kalçama daha sert bir tokat attı, hem de aynı yere. "Haberi duy öyleyse. Nişanlın aşağıda Yasemin!"
Göz kapaklarım yaylı gibi açıldı ve şaşkınlıkla Münevver'e baktım. Münevver doğruldu ve kollarını göğsünün üstünde kenetledi.
"Kim, dedin kim?" diye hırıltılı bir sesle mırıldandım.
Sırıttı. "Seni ziyarete gelmiş, şimdi Gülçehre sultan ve annen ile bahçedeler. Annen çabuk gel diye beni gönderdi."
Yataktan kalktım. "Niye gelmiş bu adam sabahın köründe!" dedim ve gözlerim iyice açıldı. "Yoksa nişanı mı attı?"
Münevver onaylamaz bir tavırla dudağını büküp kaşlarını havalandırınca umudum suya düştü. Soluklanıp kendimi bıraktım.
"O kadar da çabuk olmaz bu değil mi?"
Dadımın zoruyla üstümü değiştirdim, saçlarımı hızlıca taradı. Son bir kez aynaya baktığımda yüzümde hala uyku mahmurluğu asılı duruyordu. Dadım halime baktı ve başını memnuniyetsizce sallayıp odamdan dışarı çıktı. İçimden kendimi odama kilitlemek gelse de küçük adımlarla bahçeye doğru yürüdüm. Salih şimdiye dek beni görmeye hiç gelmemişti, ne derdi vardı acaba? Nişandan beri üç gün geçmişti... Ah! Yüzüğüm! Hemen odama geri döndüm ve komodinin üstündeki yüzüğü alıp parmağıma geçirdim. Aptal metale bir türlü alışamamıştım, bana çok soğuk geliyordu.
Şadırvanın yanındaki gölgeliğe masa kurulmuştu. Annem, Gülçehre Teyze ve sırtı bana dönük oturan Salih, sohbete dalmışlardı. Annem elindeki kahve fincanını masaya koyarken Salih'e doğru konuşmaya devam etti, geldiğimi henüz kimse görmemişti.
"Paris'te olmana rağmen nasıl olmuş da hiç karşılaşmamışsınız."
"Kısa bir süre bulundum efendim." dedi gayet terbiyeli. "Eşiniz beyefendi ile tanışmayı arzu etmiştim fakat yoğunluğundan dolayı kısmet olmadı."
Büyük teyze Gülçehre sabah şekerlemelerinden birine başlamıştı, başı öne düşmüş, rahat sandalyesine yayılmıştı. Onlara yaklaştığımda annem bakışlarını Salih'ten alıp bana çevirdi, hafifçe gülümsedi.
"Günaydın kızım."
Salih ayağa kalkarak bana doğru döndü. Asık suratına bakasım yoktu ama istemsiz bir tepkiyle başımı ona çevirmiş bulundum. Yüz ifadesi asık değildi, hatta ilgili bir bakışla bana bakıyordu. Adım atamadan öylece bakakaldım. Neden diyeceksiniz. Bir insanı hep aynı duygusuz tavırla görüp insan olduğunu belli eden hisli bir bakışına rast gelirseniz siz de şaşırırsınız. İlk defa bana baktığını, yani gerçekten görerek baktığını fark ettim. Çünkü ben de aynı hisle şu anda ona bakıyordum.
"Günaydın Yasemin Hanım." dedi başıyla bana selam verip.
Salih hareket edince bende çözüldüm.
"Günaydın anneciğim, günaydın Salih Hüsnü Bey."
Annemin yanındaki sandalyeyi oturmam için geriye çekti. O sırada büyük teyzem sandalyenin hafif sesinden irkilerek doğruldu.
"Araba geldi mi?"
Sandalyeye otururken gülmemek için dudağımı ısırdım, annem hemen atıldı. Teyzemin kulakları arada ağır işittiğinden biraz seslice konuşurduk. Annem de yarı bağırır halde konuştu.
"Yasemin geldi teyzeciğim, ister misiniz size bir örtü getirsinler?"
"Ya, evet, doğru dedin." dedi bilmişçe başını sallayıp. "Yaz gelince börtü böcek kaynıyor."
Annem sabırla gülümseyip başını sallarken karşıma oturan Salih'e kaydı bakışlarım. Teyzemin lafına karşılık gülmemek için benim gibi dudağını ısırıyordu. Hayret! Bu adamın gülme güdüsü hala işler vaziyette miydi? Teyzemin başı, lafı biterken yine düşmeye başlamıştı. Annem de Salih'e doğru eğildi ve kısık sesle konuştu.
"Doksan beş yaşına merdiven dayadı, anlamadığı yerleri kendi tamamlıyor."
Salih ciddileşerek anneme döndü. "Yine maşallah hanımefendi pek dinç. Biz o yaşları görsek ne durumda oluruz kim bilir?"
"Keşke Sema Hanım da seninle gelseydi." dedi annem. "Üç gündür görmeyince gözlerim arar oldu."
Salih bir parça sıkılganlıkla konuştu. "İtiraf etmek gerekirse gelmek istedi ama ben sizleri tek başıma ziyaret etmek istediğimden gelmemesini rica ettim. Kusuruma bakmayın, biraz çekingenlikten, biraz da İstanbul'a alışma döneminden dolayı istemeden ilgisiz kaldım. Bu kabalığımı telafi etmek istedim."
Konuşma şekli annemi dört köşe etmişti ama ben yer miydim? Kesin bu işin içinde de bir fırsatçılık bir kurnazlık vardı. Kibarca araya girdim.
"Kabalık olarak almadık Salih Hüsnü Bey. İstanbul'un bahçesi, mesire yeri çok, anca bitirmişsinizdir."
Annem kaşlarını çatarken Salih sakin bir bakışla bana döndü. "Bahçesini bağını bilemem hanımefendi, sanırım siz bu konuda benden daha bilgilisiniz. Belki rehberliğinizle ben de bir iki yerden haberdar olurum. Çünkü bu güne dek bir defa yaz şenliğine gitme imkanım oldu. O da yetti arttı."
Ettiği laf, koca taş olup alnımın ortasına çarptı. Sözde ben ona laf sokacakken; o, sakince beni baştan aşağıya giydirdi. Tabi olarak mosmor oldum, masanın altındaki ellerimi yumruk yapıp sesimi düzelterek konuştum.
"İmkânı, kısmete çevirmeniz acemi şansı olsa gerek."
"Kendinizi kısmet olarak nitelendiriyorsanız, ben de çok şanslı biri olduğumu ilan edebilirim."
"Her kısmeti, şansınıza güvenerek beklerseniz, bir gün çok fena ortada kalırsınız."
Salih gülüp gülmediği belli olmayan bir ağız hareketiyle kaşlarının altından bana baktı. Annemin varlığının onun koca çenesini kapatmasını beklerdim ama hiç de öyle olmadı.
"Oturup beklediğim pek söylenemez, değil mi?" dedi ve başını doğrulttu. "Ama bu saldırıyı hak ettim, bugüne dek sizi ihmal etmemin haklı bir yanı yok. Sizi temin ederim, bu şaşkınlığımı telafi etmeye çalışacağım. Annenizin önünde, sizden özür dilerim Yasemin Hanım."
Annem cevabım için bana bakınca uzun zamandır ilk defa söyleyecek kelime bulamadım. Küskünce aklıma gelen cümleyle laf pehlivanı Salih'i savuşturdum.
"Özür dilenecek bir şey yok Salih Hüsnü Bey. Kesinlikle şikâyetçi değilim."
"Lütfen bana sadece Salih diye hitap edin."
Adamın cesareti karşısında iyice bunaldım. "Aklımda tutmaya çalışırım Salih Bey."
Annem garip atışmamızı bitirmek için konuşmaya girdi. "Gölgelik kâfi gelmiyor, sıcak iyice bastırmadan içeri girsek mi?" Kararını zaten vermişti, devam etti. "Salih oğlum, sana zahmet büyük teyzenin bakıcısını çağırır mısın?"
Yalaka Salih "Elbette efendim." diyerek ayaklandı ve hızlı adımlarla konağa doğru yürüdü. Annem onu gönderdikten sonra hemen bana döndü ve eğilerek mırıldandı.
"O neydi öyle Yasemin, adamı bir dövmediğin kaldı."
"Senin de bir alkışlamadığın kaldı anneciğim, biraz benden yana çıkmanı isterdim."
"Ne çıkacağım, sen gayet başarılıydın." diye homurdandı. "Misafir sayılır hala canım kızım, adama kinlenmiş gibi saldırmana ne gerek var?"
"Kendi hatasını biliyor sanırım." dedim alaycı bir yüz buruşturmasıyla. Salih Bey'e bak sen, onu göremediğimden üzüldüğümü sanıyordu.
"İkiniz de taze nişanlısınız, böyle unutkanlıklar olur."
"İnsan nişanlısını ilk günden unutuyorsa vah halimize! Devamını getirmeyelim bari!"
Annem kaşlarını çatıp inanmazca bana baktı. "Salih haklı galiba sen alaka göstermedi diye kızmışsın."
Yüzüm kızardı, ret edecekken konaktan yana gelen ayak seslerini duyunca sustum. Salih yanında iki uşak ve teyzemin bakıcısı Müyesser ile geldi. Uyuklayan teyzeyi Salih'in yardımıyla kaldırdılar ve içeri arka bahçedeki teraslı odaya taşıdılar. Annem teyzemin bacaklarına ince bir battaniye örttükten sonra bizim için de soğuk şerbet istedi. Teyzem onca yolda sarsılmasına rağmen uyanmamıştı. Salih taşıma işini uşaklara bırakmamakla iyi yapmıştı, Hamdi veya Bekir efendi taşısaydı, dünkü gibi teyzem, zavallı adamların kafasına vuracak baston arardı.
Şerbetlerimizi yudumlarken annem Salih'i sorgudan geçiriyordu, üstüne gitmeden usulca sızmıştı düşman birliklerine. Salih gönüllü olarak annemin her sorusuna cevap veriyordu, bana yaptığı gibi terslemiyordu. Annem ne derse desin ben, attığı o taşı hak etmemiştim ve ilgisizliğine üzülmüyordum.
"Zor olmalı, anne bakımından uzak, baba koruyuculuğundan ayrı yabancı ülkelerde dolanmak..." dedi annem. "Sema Hanım iyi dayanmış, ben Yasemin'i iki gün göremesem deliriyorum."
"Her anne evladına düşkün olur ama sanırım bu durumda erkek olmam bana ayrıcalık veriyor. Hüma da Yasemin Hanım gibi annesinin dizinin dibinden ayrılmaz. Tüm eğlencesi, bahçe işleridir. Duydum ki, Yasemin Hanım'ın ilgi gösterdiği bir uğraşısı yokmuş."
Beni, dünyayı bilmeyen, odanın bir köşesinde tığ işleyen, beyine kölelik yapmaktan başka bir şeyi başaramayacak biri olarak görmesi canımı sıktı. Laf dememek için çenemi sıktım. Beni konuya çekmek için söylenmiş sözlere aldırmadan bakışlarım erik şerbetinin sunulduğu kristal bardağın üzerinde öylece oturdum. Annem tepkisizliğime şükrederek konuştu.
"Keşke bu dediğini onaylayabilseydim Salih." diye dertlice iç geçirdi. "Eee, anlatıyordun yarım kaldı. Nazırlığa çağrısını neden kabul ettin, görevinde yükselmişken buraya dönüp en alttan neden başladın?"
Başımı kaldırıp Salih'in yüzüne baktım. Alnına dökülen saçlarını yana doğru atmıştı ama asi birkaç perçem yine elmacık kemiklerine dek düşmüştü. Konuşmadan önce sıktığı çenesini gevşetti ve gözlerini anneme çevirdi. Sakalsız yüzü ve zarif yüz hatlarıyla çekici bir erkek olduğunu gözlerim görüyor ama beynim onaylamak istemiyordu. Şerbetten dolayı temelli kızarmış dudakları kıpırdadı.
"Kısmet..." dedi ve aniden bana bakınca gözlerimi çeviremedim. "Kısmetim buymuş."
Uzun siyah kirpikleri o kadar gürdü ki, göz çevresi sürmelenmiş gibiydi. Siyah olduğunu düşündüğüm gözlerinin siyaha dönük bir lacivert olduğunu şaşkınlıkla fark ettim. Yüzüne vuran güneş ışığı sayesinde bu koyuluk biraz kırılmış ve asıl rengini belli etmişti. Dudakları hafifçe kıvrıldı ve gülümsedi.
Birkaç saniye içinde olan bu an, beni cin çarpmıştan beter etti. Ellerim titredi ve göğsümde ne soluk kaldı, ne de kıpırtı. İnme geçirmiş gibi düşünceden azade, hareketsiz, Salih'e bakar halde kalakaldım. Neyse ki başını çevirdi de, dünya yeniden dönmeye başladı. Tekrar soluk aldığım sırada büyük teyzem dürtülmüş gibi başını kaldırdı.
"İtiraz istemem, haftaya geliyorsunuz." Buruşuk elini oturduğu koltuğun kolçağına vurdu.
Annem büyük teyzeme doğru döndü. "Teyzeciğim rüya mı gördünüz?"
"Uyumadan rüya görecek kadar yaşlanmadım ben Afife!" dedi tüyleri dökülmüş kaşlarını çatarak. "Dediğim dedik, bahane arama!"
"Bahane aramıyorum teyze ama haftaya nereye kim geliyor onu anlayamadık."
Gülçehre Teyze kızgın bir tonda konuştu. "Sabahtan beri ne konuşuyoruz a kızım, sen beni hiç dinlemedin mi? Haftaya bu yakışıklı civanı da alıp beni ziyarete geleceksiniz ya." Teyzem elini Salih'e doğru uzattı. Salih kemikli elleri iki avucunun arasına alınca teyze hanım kıkırdadı. "Gelmezsen valla darılırım, annenlere de söyle. Şöyle birlikte bir çiftlik havası alın."
"Davetiniz için teşekkür ederim ama..."
Teyzem lafını kesti. "Ama yok, bahane istemiyorum. Afife'yi ikna etmişken seninle de uğraşmayayım. Çiftliği pek hazzetmez nazenin."
Annemin söylenmesine hiç aldırış etmedi, bakıcıyı çağırıp odasına yemek istedikten sonra Salih'in kolunda odadan ayrıldı. Annem onlara yoldaş olmadan önce sinirlice mırıldanıyordu.
"Deli olacağım, şimdi kalk hanım emretti diye tozun toprağın içine dal. İnşallah gidene dek unutur!"
Kafile odadan ayrılınca şaşkınlığımdan temelli sıyrılmak için terasa çıktım. Suratsızın yüzünde gördüğüm ilk gülümsemenin beni bu denli afallatmasını beklemiyordum. Gözlerimi sıkıca yumdum ve yaz pikniğinde Behzat'ın bana gülümsediği anı hayal etmeye uğraştım. Ne fayda! Behzat'ın yakışıklı yüzünü bir türlü zihnimde canlandıramıyordum. Onun yerini işgal eden saygısız, Behzat'ın gül yüzünü de zihnimden silmeyi başarmıştı. Bir kere daha görebilsem yüzünün tüm çizgilerini aklıma kazıyacaktım, acaba fırsatım olacak mıydı?
"Bana, sizinle bahçede gezinme onurunu bahşeder misiniz Yasemin Hanım?"
Ses ardımda tok bir canlılıkla patlayınca yerimde sıçradım. Hemen dönüp kapının arasında dikilen adama baktım. Salih ağzının kenarından gülümseyerek devam etti.
"Anneniz Afife Hanım'dan izin aldım. Bu konuda içiniz rahat olsun."
Başımı doğrulttum. "Ah, ne kadar düşünceli ve kibarsınız Salih Bey." dedim yarı alaylı. "Kendi evimin bahçesini gezdirmem için annemden izin almanız çok hoş."
Salih kaşlarını hafifçe havalandırdı. Kollarını göğsünde bağlayıp uzun boyuyla dimdik durdu.
"Başka türlüsünü mü beklerdiniz?"
"Doğrudan bana sorabilirdiniz."
"Bir genç kızı, annesi veya babasından habersiz meşgul etmek bana yakışmazdı."
"Hiçbir bağınızın olmadığı bir genç kız olsaydım dediğiniz doğru olabilirdi ama sonuçta ben sizin nişanlınızım ve burası da benim evim."
Neden bu şekilde konuştuğumu Allah bilir, çünkü ben bilmiyordum. Adamın ilgisiz ve resmi duruşunun yanında benimle nişanlı olmaktan görev misali bahsetmesi canımı sıkmıştı. O an için düşünmeyi başarabilseydim sözlerine hak verirdim ama yaşadığım anlık etkilenme yüzünden Salih'e karşı gittikçe kabaran bir nefret hissediyordum. Her lafına karşı çıkmayı ve onu acımasızca paylamayı kendime iş edindim.
Salih bakışlarını ileriye çevirdi. Bir iki saniyelik düşünme halinden sonra yeniden bana baktı. Sakin bir sesle konuştu.
"O halde nişanlımı, tarafsız bir bölgeye çağırmam sizin açınızdan daha beklenebilir bir davranış olacak, ne dersiniz?"
Onunla tek başıma bir yere gideceğimi sanıyorsa aldanıyordu. Ayrıca gitsem de ne değişecekti, orada da sıkılacaktım, burada da. Ortak bir noktamız olmadığını bu kısacık görüşmede anlamıştım, sorun onun anlamasıydı. Teras gölgeliğindeki divana doğru yürüdüm.
"Sizi oyalayıp işinizden alıkoymak istemem." Divana oturdum ve beni takip eden adama bakmadan başımı bahçeye çevirdim. "Bu sabahki ani teşrifinizi neye borçluyuz acaba?"
Salih yanıma oturmaktansa ayakta durdu, sırtını duvara yaslayıp bana cevap verdi.
"Sizi ihmal ettiğimi fark ettim. Evleneceğiniz insanı tanımanız için sohbet etmemize gerek olduğunu düşündüm. Ayrıca bugün izinliyim, istediğiniz kadar beni oyalayabilirsiniz."
Ona bakmamak için gayret ederek bakışlarımı bahçeye odakladım. "Fikrinizi ne değiştirdi?"
Salih konuşmayınca kendime engel olamadan ona baktım. Bakışları yerdeydi, asi saçları bağımsızlıklarını ilan edip nihayet yüzüne dökülmüşlerdi. Saç dalgalarının arasına saklanarak konuştu.
"Sorumluluklarımı bilmediğim için bana sinirli olmanızı normal karşılıyorum Yasemin Hanım. Aslına bakarsanız dâhil olacağımız evlilik müessesi bana oldukça uzak bir kavramdı." Eliyle saçlarını geriye atarak başını kaldırdı. "Evlenmeye niyetim olmadığını söyleyemem ama sorumluluklarını taşımaya hazır değilmişim demek ki."
Eski sevdası aklıma geldi, gerçi duyduğumdan beri unutmak mümkün olmamıştı. Gergin bir sesle söylendim.
"Madem uzak bir kavramdı, neden niyetinizin olgunlaşmasını beklemeden bize haber gönderdiniz?"
Salih derin bir nefes aldı, öyle dertli almıştı ki ben de onunla birlikte içimi çekmemek için kucağımda kenetlediğim parmaklarımı sıktım. Bu dertli soluğunun nedenini merak eder halde, söyleyeceklerine kulak kesildim. Salih düşen perçemleri yeniden geriye attı ve bana cevap verdi.
"Çünkü siz beni çağırdınız."
İrkildim. "Ben mi çağırdım?" Başını evet anlamında sallayınca kekeleyerek konuştum. "Sizi çağırdığımı hatırlamıyorum."
Salih ikinci defa gülümsedi, yanaklarını saran pembeliği gizleyememişti. Ben de kırmızı domatese döndüğümü tahmin ediyordum ama bu sırf utangaçlıktan ibaret bir yanma değildi. Gülümsemesi çok tehlikeliydi bu herifin.
"Mektubunuzdaki satırlar..." dedi usulca. "Satırların ötesindeki sihir beni çağırdı, anlamları belirgin ve açık bir daveti yansıtmasa da aklınızdan dökülen inci gibi kelimelere karşı koyamadım."
Aptal mektup! Perran'ın aklına neden uyarsın ki! Sinirden mosmor oldum. Behzat'a yazılmış satırları, Salih kendine yapılmış bir çağrı olarak görmüştü. Behzat ondan bir gün önce davransaydı yazdığım satırların bir çağrı olduğunu kabul edebilirdim. Salih'in sebeplenmesi hiç işime gelmemişti.
"Aldığınız ilk mektubun peşine düşmeniz oldukça pervasız olmuş."
Bana bir şey söylemedi ama yüzündeki gülümseme anlamlı bir ifadeyle yayıldı, sanki komik bir şey söylemişim gibi. Bu konuyu daha fazla uzatmak istemedim. Yoksa o mektubun asıl sahibini ilan ediverecektim. Sana yazılmış asıl mektup, Perran'da deyiverecektim. Durdum, işin gerçeği o mektubu da ben yazmıştım, hatta ona hitaben. Bir şaka olsun diye de sürmeli lakabını da eklemiştim. Dilimi tuttum, bu beladan kazasız belasız sıyrılmak için kendi elimle bir rezalet çıkaramazdım. Madem bu yalan nişana tamam demiştim, evlenene dek Salih'ten kurtulmanın yollarını deneyecektim.
"En iyisi gelişinizin yüce amacına geri dönmek, madem sizi tanımam için bana imkân vermek istiyorsunuz, anlatınız."
"Ne öğrenmek isterdiniz?"
Omuzlarımı kaldırdım. "Belki işinizden başlasanız daha iyi olur, bir insana karakterini sormak iki ucu yalın bir kılıca dokunmak gibidir. Doğru söyleyeceğinize emin olamam. O yüzden genel konulardan başlayalım."
"Kendimi çetin bir sınava giriyor gibi hissettim. Geçer not almamın zorunlu olduğu bir sınav."
Salih terasın diğer tarafındaki masaya gidip bir sandalye çekti. Bana fazla yaklaşmadan uygun bir uzaklığa sandalyeyi bıraktı, güneşte kalmıştı.
"Rica ederim, gölgeye geliniz." dedim bıkkınca.
Ne tuhaf adamdı, Perran'ın söylediği gibi asıl dedikoduyu bu utangaç adamın çıkardığına inanmak zordu. Perran'ın yalan söyleme ihtimali de yüksekti gerçi. Kızcağız o kötü günden beri birkaç defa, kısa süreli ziyaretlerle beni görmeye gelmişti, o zamanda ne bahçeye çıkmıştık ne de balkona. Annem, Hüma veya dadımla birlikte nişandan bahsedip öylesine sohbet etmiştik, Perran ile.
Salih sandalyesini gölgenin sınırına dek çekti. Bacağını diğerinin üstüne atarak kibarca oturdu. Kollarını sandalyenin kollarına yaslamıştı.
"Babanızın bağlı olduğu nazırlıkta memurluk yapıyorum, kâtipliğe de yardımcı oluyorum. Sizin şanınıza yakışan bir meslek değil ama geçimimizi sağlamak için elimden geleni yapacağıma emin olun."
"Tek gelirinizin memurluk olmadığını tahmin ediyorum Salih Bey ama söz konusu olan şey sizin geliriniz değil. Annem ile konuşurken duydum, yurtdışında daha iyi bir işiniz varken neden yurda dönme zorunluluğu hissettiniz. Ayrıca romantik bir cevap olan kısmet yanıtına da aldanmıyorum, bilesiniz."
Salih tek kaşını havalandırdı. "Samimi bir cevaba neden inanmıyorsunuz."
Soruyu yeniden geçiştiriyordu. Tahmin ettiğim gibi, Hüma'nın sözünü ettiği kalp sızısı uğruna, ana kucağına sığınmıştı. Diğer kadını merak ettim, neye benzediğini, Salih'i kendine bu denli âşık edecek ne gibi meziyetlerinin olduğunu... Salih bacağını indirip dirseklerine dayanarak bana doğru eğildi.
"Madem doğru söylediğime inanmıyorsunuz, soru sorma hakkı bana geçmiş bulunuyor. Rast geldiğimiz kır şenliğinde neden bana mektup gönderdiniz?"
Kaşlarımın altından ona baktım, beni izleyen delikanlının sakinliği karşısında benim göğsüm sıkışıyordu. Salih kararlı bir tavırla devam etti, sanki mektup gönderip işleri bu hale getirdiğim için beni suçlu bulmuştu.
"Talipleriniz yerine neden beni seçtiniz? Bana neden evet dediniz?"
"Şikâyetiniz mi var?" dedim sinirli bir sesle. Beni beğenmeme ihtimali canımı sıktı, gururumu kırdı.
"Bunu nereden çıkardınız? Size gayet normal bir soru sordum." dedi Salih doğruldu. "Şikâyet etme olasılığım olacağını düşünseydim, parmağımızda yüzük olmazdı."
"Belki sizinle alay etmek istedim." dedim burnumu havalandırarak.
Salih eliyle saçını geriye atarken inanmaz bir tavırla başını çevirdi. "Ya sabır!" diye ağzında bir şeyler gevelediğini duydum. Tam söylenecektim ki, bana döndü. "O halde alaycılığınızın cezasını benimle evlenerek çekeceksiniz, hiç kusura bakmayın."
"Kararınızı vermişsiniz." dedim. "Biz kullarınıza da emrinize uymak düşüyor sanırım."
Başıyla beni onayladı. "Ne güzel tarif ettiniz."
Ağzım açıldı, kapandı ve derin bir soluk aldım. Kızgınlığım beynimi kavururken ağzımdan tek kelime çıkartamadım. Salih haince sırıttı ve tane tane kelimelerle konuştu.
"Niyetiniz bana layık bir zevce olmak için beni daha iyi tanımaksa, size ne istediğimi rahatça söyleyebilirim. Lafı oradan oraya taşımanıza hiç lüzum yok. Terbiyeli, az konuşan, uyumlu, kibar bir hatun olursanız beni ziyadesiyle memnun edersiniz. Aslında size meyletmemdeki en kuvvetli kıstas, herkesçe övülen hanımefendiliğiniz olmuştu. Ben öyle hırçınlığa, deli doluluğa gelemem. Sakinliği ve boyun eğmeyi tercih ederim. Sonuçta evin erkeği benim, ilk ve son söz bana ait olmalı. Çok sık olmasa da ev ile ilgili fikirlerinizi alabilirim, elbette mantıklı olmak şartıyla."
Yaşadığım şoktan dolayı renkten renge girdiğimin farkındaydım. Ben nasıl bir çukura düşmüştüm? Karşımda sırıtarak zevcesi olacak bana, satın alacağı bir cariye kadar özgürlük tanıdığını anlatıyordu. Onunla bir gelecek hayal etmemiştim ama sınırlandırdığı kalıba uyacak bir insan olabileceğini de sanmıyordum.
"Sizin kadar dar görüşlü ve ilkellik derecesinde ataerkil birinin hala nefes alabilmesi mucize." dedim. "Soyunuzun dinozorlarla birlikte tükendiğini sanıyordum."
Salih daha da keyiflendi ve kontrolsüz bir kahkaha attı. Ben ise içten içe köpürmeye devam ediyordum. Dadım terasa adımladı, ilk önce konuşmada bana destek çıkmasını umarak rahatladım ama gelme sebebini söyleyince canım sıkıldı.
"Yasemin, Perran geldi. Ona meşgul olduğunu söyleyeyim mi?" dedi kaşı gözüyle Salih'i işaret ederek.
"Gerek yok dadıcığım." dedim. "Sanırım Salih Bey'i haddinden fazla alıkoyduk, Perran'ı çeşmenin yanındaki çardağa alırsan ben de Salih Bey'i uğurlar yanına giderim."
"Bugünümü size adadığımı söylemiştim Yasemin Hanım. Kovmuyorsanız gitmeye niyetim yok."
Öfkeyle ona baktım. "Arkadaşımdan da mı çekinmezsiniz?"
"İlk gelen bendim, kendisi çekinmezse benim için hava hoş. Sohbetiniz birbirimizi tanımak adına oldukça yararlı oldu, hemen bırakmak istemiyorum."
Dadım gülmemek için dudaklarını kemirirken ters bakışlarımı Salih'ten alıp dadıma çevirdim. "Çardağa orta şekerli kahve de gönderir misin dadı? Bazı şeyleri hazmetmek için kahvenin yumuşaklığına ihtiyacım var."
Dadım başını sallayıp yanımızdan ayrılırken suratsızın sesi yeniden beni gerdi.
"Kahveden sonra falıma da bakarsınız artık."
"Sizin falınıza bakarak günaha giremem." diye homurdandım. Perran'ın bekleyeceği çardağa gitmek için ayağa kalktım.
Salih de ardımdan ayağa kalktı. "O halde ben sizin falınıza bakarım. Sizin için günaha girecek kadar kendimi maceraperest hissediyorum."

Hiç yorum yok:

Seri Hikayelerin Düzeni

TUTSAK SERİSİ 1. Kitap    Tutsak 2. Kitap    Anahtar 3. Kitap    Dünya 4.Kitap    Cehennem Hikayelerin dizilişi bu şekildedir. Diğer ...