KALPTEN ÖTE -5-

Zavallı Edip Nuri canının derdindeydi ama duyarsız Salih, adamın bu endişesine zerre değer vermeden yaklaşan düğünü için uğraşmaya başlamıştı. Yalının tamiratını yetiştiremeyeceği belliydi. Uzun zamandır ilgi gösterilmemişti. Çalışan iki kardeş ise kalan olmayınca binanın bakımıyla alakadar olmamışlardı. Daha çok bekçilik yapmışlardı. Eksikleri tamamlamaya çalışırken iki günün nasıl geçtiğini anlamadı. Sabah soluğu yalıda alıyordu, ona bazen Hüma bazen de annesi yardıma geliyordu. Onun olmadığı bir vakit Yasemin ve Afife Hanım, yalıya bakmışlar ve Sema Hanım'a beğendiklerini söylemişlerdi. Salih akşamüstü alınan malzemelerle döndüğünde genç kızın az önce ayrıldığını duyunca içi sıkıldı. Keşke elini biraz çabuk tutsaydı...
Eskiyen mobilyaların yerine yenileri sipariş verilmişti. Dekor işini kadınlar yaptığından Salih zahmetin yarısından kurtuldu, yine de işi çoktu. Arada kolları sıvayıp ustalara yardım dahi ediyordu. Aklından teşkilat silinmişti ki, üçüncü gün belayı hatırlatırcasına bir misafiri geldi. Sıva ustasının başında dururken Galip Efendi telaşla yanına sokuldu.
"Beyim, bir adam sizi görmek istiyormuş. Adını sorunca bağırıverdi. Ne yapalım def edelim mi, bilemedim."
Salih gelenin kim olduğunu anlamıştı. Yüzü sararmış adama bakıp başını salladı. "Tanırım kendisini, mühim değil." Durdu rahatlayan adama bakarak güldü. "Hayırdır, tartıştınız mı siz?"
Adam ter içindeki alnını elindeki bezle silip konuştu. "Fesuphanallah, kimsin dediydim adam gürleyiverdi. Kusuruma bakmayın da, pek sinirli bir adamcağız. Kollukları çağırsaydım iyiydi ya... Size sormadan bir işe kalkışmayayım dedim."
Salih gülmemek için dudağını ısırdı. İyi ki Galip Efendi, Osman'ı terslememişti, yoksa evdeki tüm tamircileri toplasa Osman ile anca başa çıkarlardı. Osman'ın çardakta olduğunu öğrenince ellerini yıkayıp katladığı gömleğinin yenlerini düzelterek çardağa doğru yürüdü. Osman elleri sırtına kenetli, yukarı aşağı yürüyordu. Geldiğini görünce doğruldu.
"Ne gamsız herifsin sen be!"
Salih etrafına bakındı. Bahçeyi düzenleyen iki bahçıvan onlardan uzaktaydı. Duymayacaklarına hükmedip Osman'ın yanında durdu ve sakince konuştu.
"Neden?"
"Neden diye soruyor bir de! Ben iki gündür dolaşmadık Yahudi bırakmayayım sen evinde keyif çat."
Salih manidar bir bakış attı. "Sonuç yok galiba."
Osman memnuniyetsiz bir tavırla burnunu kırıştırdı. Broş ve kolyeden iz yoktu, adamın kızgınlığından belliydi. Salih omzunu silkti.
"Bulabileceğimizi sanmıyordum zaten. Bu cinayetin sebebi hırsızlık değildi. Mücevherler hala katilin elinde veya ulaşamayacağımız bir yere atıldı. Sarraf dolaşarak bulunacak bir şey değil."
"Madem bunu akıl ettin, neden başta söylemedin lan? Boşuna millete dil döktürdün bana!"
"Bir ihtimal dedim. Ayrıca sana söyledim, ben de üstünkörü soruşturmuştum ama bulamadım. Senin tanıdıkların daha çoktur diye düşündüm."
"Sersem budala!" diye söylendi Osman. "Her neyse, bu sabah Halid senin konağın etrafında dolanıyordu. Buldu mu seni?"
Kaşlarını çattı. Bu haberin tek anlamı vardı, şifreyi çözmesi için yazının devamı hazırdı. Tamir işine kendini kaptırdığından şifreyle ilgili bir çalışma yapamamıştı. Akşam yemeğinden sonra yorgunluktan yatağa devriliyordu, sabah da erkenden yalıya döndüğünden ezberini döktüğü kağıda yan gözle dahi bakmaya fırsatı olmamıştı.
"Onu görmedim, burada olduğumdan haberi yok sanırım."
Gerçi Osman'a da haber vermemişti, adamın onu nasıl bulduğunu düşünerek ekledi. "Sen nasıl öğrendin?"
Umursamazca cevapladı. "Bilgim olmadan gökte kuş uçmaz benim paşazade." dedi ve ceketini düzeltti. "Sen de yollan bakalım Edip'in derdi neymiş? Merkezde olacağım, sonra beni bul."
Salih'in onaylamasına fırsat vermeden uzun adımlarla bahçe kapısına doğru döndü. Salih adamın arkasından mırıldandı.
"Öyle olsun."
Galip Efendiye gerekli talimatları verdikten sonra konağa doğru yola çıktı. Tahmin ettiği gibi siyah araba konağa yakın dar sokakta duruyordu ama Halid ortalarda yoktu. Bahçe kapısına yaklaştığında adamı nihayet gördü. Sıcaktan korunmak için gölgeliğe sığınmıştı, onu fark edince hızla doğruldu. Hemen yanına seğirtti.
"Beyefendi bekler." dedi başıyla arabanın olduğu yönü işaret ederek.
Salih yorum yapmadan arabaya yöneldi ve geç kalmışçasına arabayı dörtnala sürerek merkeze vardılar. Edip her zamanki gibi onu bekletince Salih binada gezinti yapmaya karar verdi. İki katlı binada kalan iki kişi vardı, biri Agop diğeri Yelena idi. Ruhi Bey ve Osman dışarıda kalıyordu.
Agop dalgın bir çalışma haliyle odasına kapanmış, masasının üstündeki tuhaf makine parçalarıyla uğraşıyordu. Adam kendini öyle kaptırmıştı ki, ne Salih'in kapıyı çaldığını ne de açıp içeri baktığını duydu. Salih masanın üstündekileri telgraf makinesinin parçalarına benzetti. Odada ayrıca dağınık duran bir yatak ve küçük sandık vardı.
Selam vermek için seslenecekken omzuna bir el dokundu. Başını çevirdi. Osman parmağını dudağına götürüp onu geriye çekti. Kapıyı yeniden kapattılar. Koridorda birkaç adım ilerledikten sonra Osman fısıltıyla konuştu.
"Bu Edip'in başka bir mekanı var belli. Neresi olduğunu bulmaya çalışacağım. Eğer bir hafta benden haber alamazsan saraya git ve vezir Ferhat Nazım paşayı bul. O yapılması gerekeni bilir."
"Saraya mı?" dedi şaşkınlıkla.
Osman nefeslenip başını salladı. "Bana inanmıyor olabilirsin ama ben milletimizin yararı için uğraşıyorum. Ferhat Nazım paşa bu yolda sana yardım edecek."
"Ferhat Nazım paşa babamın arkadaşıdır, beni tanır."
Osman kaşlarını çattı. "Ne var yani, babanın çevirdiğin işlerden haberdar olmasından mı çekiniyorsun yumuşak çocuk?"
"Onun için demedim, ulaşmam zor olmaz demek istedim." Diye homurdandı. Ona yumuşak çocuk gibi lakaplar demesine sinir oluyordu ama kavgasını şimdi yapacak değildi. "Ben de seninle gelebilirim. Dediğin suikastçı..."
"Hop orada dur bakalım, eğlenceye gitmiyorum. Seni avutacak değilim, ayağıma dolanma."
Salih kızgın bakışlarını onun yüzüne dikince keyiflendi. Bu çocuğu öfkeli görmek hoşuna gidiyordu, biraz daha uğraşsa ürkütücü dahi olabilirdi. Uzun zamandır ilk kez birini koruma ihtiyacı duyuyordu, bu his onu rahatsız etse de Salih'e karşı anlam veremediği bir yakınlık hissediyordu. Azarlar gibi mırıldandı.
"Sen şifreye odaklan sadece. Bir an önce çöz. Bana bir şey olursa..." durakladı. Başını koridorun sonuna çevirdi. Bir iki saniye gözlerini kısıp baktıktan sonra doğrulup seslendi. "Yelena!"
Salih şaşkınca kadının köşeden ortaya çıkmasını seyretti. Osman nasıl fark etmişti? Osman gözlerini kadından ayırmadan belli belirsiz mırıldandı.
"Nefes alışlara odaklanmalısın." dedi ve kadına doğru yürüdü. Daha sesli konuştu. "İnsanları habersizce dinlemenin iyi olmadığını sana kimse söylemedi mi?"
"Agop'un yanına geliyordum." dedi kadın nazlı bir bakışla Osman'ı süzerek. "Seninle karşılaşmak daha iyi oldu."
"O halde bana sevincini göstereceğin bir yer bulalım." diye fısıldadı ve kadını, Salih'ten uzaklaştırdı.
Kadının konuşmalarının ne kadarını duyduğunu Osman öğreneceği için kafa yormadı ve Halid'in onu bıraktığı odaya döndü. Edip Nuri'nin onu kabul etmesini bıkkınca beklemeye başladı. Adam aceleyle çağırıp sonra dakikalarca onu bekletiyordu. Sersemliğini onaylayan bu davranış tam da adama göreydi.
Sonunda huzura kabul edildiğinde sabrının sonuna da gelmişti. Onca işi varken amir olarak başına atanan adamın kaprisiyle uğraşıyordu. Edip onu her zamanki odasına aldı. Salih odaya girince ardından kapı kapatıldı. Gizli kapaklı işler çevirmeye alışkın olan Edip en son görüştüğünden daha yorgun duruyordu. Bu sefer masanın önüne bir sandalye konmuştu, adam kibarlık yapmaya karar vermiş olmalıydı.
"Otur Salih." dedi gergin bir sesle. "Hoş geldin."
Salih resmi bir tavırla adama selamını verdi ve gösterdiği sandalyeye oturdu. "Hoş bulduk."
Edip Nuri önündeki kağıtlara baktı ve hafifçe doğrulup ona doğru ittirdi. "Şunlara bir göz at bakalım."
Salih kağıtları eline aldı, dikkatlice yazıları inceledi. Tahmin ettiği gibi çok iyi bir şifrelendirme yapılmıştı. Birkaç dakika sonra başını kaldırdı ve Edip Nuri'nin durgun suratına baktı.
"İkili kodlama kullanılmış. Çözülmesi zaman alan bir şifreyle yazılmış, üzerinde çalışmam gerek."
"Ne kadar süre?"
Salih omuzlarını kaldırdı. "Zaman veremem. Tek bir dil kullanılmadığını düşünüyorum, yanılıyor da olabilirim. Matematiğini anlamadan çözmek olanaksız görünüyor."
Edip Nuri hoşnutsuz bir nefesle geriye yaslandı. "Bu son derece önemli ve gizli bir belgedir Salih. Elinde dolaştırmana izin veremem. Burada veya evinde çalışmana da... En iyisi yazıyı çözene kadar seni özel bir yerde misafir etmektir. Ailene yokluğunla ilgili bir kılıf uydur..."
"Bunu yapamam Edip Nuri Bey. Çok yakında düğünüm var ve yazıyı hemen çöze..."
"Beni hiç ilgilendirmez. Gerekirse düğününü iptal et. Hem bu yaşta evlenmek de ne oluyor, hayatın tadını çıkarmadan."
"Düğünü iptal etmeyeceğim, ertelemeyeceğim de. Hayatıma siz yön veremezsiniz."
Salih tehditkâr bir tavırla gerilmiş ve sert bakışlarını Edip'in üstüne dikmişti. Edip, genç adamın kararlılığı karşısında afalladı. Yüzmüş, yüzmüş kuyruğuna gelmişti. Salih'in şifreyi çözeceğine emin olduğu şu durumda adamı büsbütün kaybetmeyi göze alamazdı. Yavaşça yelkenleri suya indirdi.
"Elbette, herkesin hayatı kendine... Ben sadece milletimiz açısından pek mühim olan bu belgeyi deşifre etmeni istiyordum. Madem düğün çok yakın... Hım, düğünden hemen sonra konuğum olursun o halde... Tabi, gelininle bir süre vakit geçirmene ses çıkarmam ama sen de olayın önemini anla."
"Kabul ediyorum." dedi ve önündeki kağıtlara yeniden baktı. Karmaşıktı ve tek bakışta ezberlemesine olanak yoktu. Edip Nuri'yi kuşkulandırmamak için kağıtları geri ittirdi. "Anlayışınız için de ayrıca teşekkür ederim."
Edip Nuri, Salih'in bu yarı alaylı lafına gülümsemekle yetindi. "Düğün ne zaman?"
"Allah kısmet ederse önümüzdeki ayın başında"
Edip Nuri davet beklemiyordu, hayatında düğüne gittiğini de hatırlamıyordu. O gerekli durumlarda cenazelere katılmıştı. Olumlu bir olaya çağrılmayalı yıllar oldu diye düşündü. Elini koltuğun kenarındaki bastonunun yuvarlak başına koydu. Osman ile ilgili bir şey sormalı mıydı? Adamı engelleyemeyeceğinin farkındaydı, belki ücreti biraz daha yükseltirse Salih'e musallat olmasını engellerdi. Bir de bu fikri denemeye karar verdi ve Salih'e daha içten olduğunu düşündüğü bir gülümseme gönderdi.
"Âmin, şimdiden tebrik ederim Salih. Düğünden sonra başka bahane istemiyorum, en kısa zamanda yazılanların deşifresi masamda olsun."
Salih ayağa kalktı. "Teşekkür ederim, elimden geldiğince çabuk olacağım. Hayırlı günler."
Edip soğuk bir gülümseme daha gönderdi ve kağıtlara uzandı. Salih kapıya doğru yürürken odaya göz ucuyla baktı. Evrakları saklayabileceği bir kasa veya benzeri bir saklı yer göremedi. Yanında götürecekse takibi şarttı. Osman'a konuyu açıp açmamayı düşünerek odadan çıktı. Gerçi adamla konuşmak için beklemesi gerekecekti, şu anda işi olduğuna emindi.
Alt sofaya indi, kararını henüz verememişti. Bekleme odası olarak kullanılan odanın kapısında Osman'ı görmeyi beklemiyordu. Osman kapının kasasına yaslanmış ışıksız eşikten onu izliyordu.
"Sen?" dedi başka bir şey diyemedi.
Osman doğrularak bir yandan merdivenlere baktı ve yanına yürüdü. "Karının ateşini söndürmek zor olmadı. Her neyse, ne dedi deyyus?"
Kısık sesle konuştuklarını anlattı. Osman dinledikten sonra yarım ağızla sırıttı. "Çok iyi, şimdi sen doğru evine git. Ben gerisini hallederim."
"Ne yapacaksın?"
Osman ensesini kaşıyarak cevapladı. "Evrakı burada tutmayacağına eminim. Gizli yerine öğrenme fırsatımız çıktı ama seni ortalıkta görmesin. Hadi, naşnaş"
"Bu işte ortak olduğumuzu sanıyordum."
Osman yüzünü buruşturdu. "Ortak mı? Lan yürü git. Ne ortağı?"
Sonra arkasını dönüp kapıya doğru yürüdü. Salih adamın kapıdan çıkışını sinirli bakışlarla izledi. Neden kızdığını düşündü, gereksiz bularak başını salladı. Elinden geldiğince az karışmaya karar vermemiş miydi? Şimdi neden adamın onu uzak tutmasına bozuluyordu ki? Zaten kendi işi başından aşkındı. Kendi kendine bunları söyleyerek yola düştü ama içi rahat etmemişti. Küçümsenmeye hiç alışık değildi.
***
Osman merkezden iki sokak ötedeki planına doğru gitmeden önce köşe başında durdu ve Salih'in kızgın adımlarla yürüyüşünü keyifle seyretti. Emirlerine uyması iyiye işaretti. Genç adam iyice uzaklaşınca doğruldu ve Edip'i takip etmek için kurduğu plana doğru ilerledi. Üstü saman solu kağnıya yaklaşınca samanların üzerine uzanmış çocuk hemen doğruldu ve aşağıya atladı. Elini samanların arasına soktu ve beze sarılmış bir paket çıkardı. Osman'a döndü.
"Ben de gelecek miyim efendim?" dedi saygıyla başını eğerek.
Osman çocuğun başındaki kaskete eliyle hafifçe vurdu. "Doğru dürüst davran Mustafa. Ne bu resmiyet!"
"Özür dilerim." dedi çocuk paketi Osman'a verdikten sonra kasketini düzeltti.
Osman paketi açtı, içindeki kaba saba ceketi ve şalvarı çıkardı. Kağnının yanında şalvarı pantolonunun üstüne geçirdi. Temiz ceketini çıkarıp yama ve sökük dolu ceketi giydi. Fesini de başından çıkardı, Mustafa'nın başındaki kasketi kendisine aldı. Çocuğa büyük olan kasket ona tamdı.Mustafa çıkardığı ceketi düzgünce katlayıp pakete geri koyarken cevap için kararsızca Osman'a bakıyordu. Osman kağnının tepesine çıktı, dizginleri eline aldı. Paketi eski yerine gizleyen Mustafa'ya döndü.
"Köprübaşında bekle beni." dedi ve arabanın peşine düşmek için merkeze doğru sallanarak ilerlemeye başladı.
Mustafa alınmadığı için üzgün bakışlarla kağnının sokağın başında kaybolmasını izledi. Ustası saydığı, ağabey yerine koyduğu bu adama tapıyordu. Karşı çıkmadan tüm emirlerine uyuyordu ama getir götür işinden başka bir şey yaptırmamasına üzülüyordu. Omzunu silkti ve ellerini cebine atarak Osman'ın dediği buluşma yerine doğru yöneldi. Onu yanına almıyor olabilirdi ama Osman'ın sağ kolu olduğunu bilmek de ona şimdilik yetiyordu.
***
Edip Nuri iki gündür kopyalamaya uğraştığı kağıtları yeniden katlayıp cebine attı. Salih Bey'in keyfini beklemesi gerekecekti. Genç adama iyice kinlenmişti, şu iş bitince onu cehenneme katip atamaya karar verdi. Şaşkın adam, kiminle uğraştığını bilmiyordu. Edip Nuri onu katile teslim etmekle kalmayacak, genç adamın başına gelecekleri büyük bir zevkle bizzat izleyecekti. Ama katili uyarması gerekiyordu, haddinden fazla kan görmek istemiyordu. Çığlıklar tamam ama kan... Mide bulandırıcıydı.
Kapının tıklatılmasıyla neredeyse içinde kaybolduğu koltuğundan doğruldu. Düşüncelerinin arasına fena gömülmüş ve bir çeşit yarı uyku haline geçmiş olmalı, zaman mevhumunu kaybetmişti. Sağına soluna bakarak hemen elini kağıtları koyduğu cebine attı. Şükür yerindeydi. Kapı yeniden usulca çalındı.
"Gel!"
Kapı açılıp odaya adım atan Yelena cazibeli bir edayla kapıyı kapatıp ona döndü. Edip Nuri kadının hep soğuk haline rast geldiğinden bu gevşekliğine anlam veremedi. Kadın adamın şaşkın bakışlarını görünce, yürüyüşüne çeki düzen verdi ve aksak Türkçesiyle konuşmaya başladı.
"Edip Nuri Bey, tahmin ettiğiniz gibi Osman, Salih'in bir şey peşinde olduğunu düşündüğünden sıkıştırıyor. Az önce koridorda tartışıyorlardı. Beni görünce Osman, adamı sıkıştırmayı bıraktı. Sonra da bana onun ne işe yaradığını sordu. Büyük para dönüyor, dedi."
"Büyük para dönüyor?" dedi kadının lafını tekrar ederek.
Yelena başını salladı. "Aynen öyle dedi. Aldığım mangırdan memnun olup olmadığımı sordu. Mangır meğer para demekmiş."
Edip Nuri sabırsızca söylendi. "Mangırın ne demek olduğunu biliyorum. Osman daha çok para peşinde mi yani?"
"Öyle görünür. Salih'in ağzından ne yapmak istediğinizi öğrenip ona göre şantaj yapacak gibi..."
"Şerefsize bak sen!" diye söylendi Edip Nuri. Osman ile diğer hepsinin toplamından çok paraya anlaşmıştı, adam daha çoğuna göz dikmişti.
"Odanızda kasa olup olmadığını sordu daha doğrusu ima etti ama anlamaz davrandım."
Edip hoşnutsuz bir kaş çatmasıyla kadına baktı. "Bu kadar mı?"
Yelena hülyalı bir sırıtmayla konuştu. "Sohbetimiz pek kısa sürdü. Bir dahakine uzun tutmaya çalışacağım."
"İyi, iyi, çıkabilirsin" dedi Edip Nuri, kadının yüz ifadesine kafa yormadan.
Kadın odadan çıkınca kararsızca koltuğunda kıpırdandı. Cebindeki kopyaları burada saklayamazdı. Meraklı Osman araştırmaya karar verip aradığı mangır yerine bu kağıtları bulabilirdi. En iyisi köşkteki kasaya saklamaktı. Osman'ın o köşkü bilmesine ihtimal vermiyordu çünkü o köşk özel bir yerdi ve mülkiyeti hanedana ait bir binada onun barınması normalde olanaksızdı. Bağlantısı sayesinde Edip Nuri o köşkü rahatça kullanabiliyordu ama dikkat çekmemek şartıyla. Bağlantısı dışında bilen de yoktu.
Kararını vererek bastonuna uzandı. Oturmaktan uyuşmuş kemiklerini yavaşça açarak ayaklandı. Aklında o kadar çok tilki dolanıyordu ki, bunalmaya başlamıştı. Bu ağırlık, adamı iyice dalgınlaştırmıştı. Gerçi dalgın olmasa da, peşinden gelen eski püskü kağnının tepesinde oturan köylüyü tanıyamazdı. Siyah araba önde, tepeleme saman yüklü kağnı arkada, beyaz köşke çıkan ve köşkü gözlerden ayıran sapağa kadar geldiler.
Osman gittikleri yolu tanıyarak kağnıyı çeken öküzü yavaşlattı. Koruya çıkan sapağa sapmadan geçerken göz ucuyla, köşke doğru tırmanan arabaya baktı. Gözlerini kıstı ve memnuniyetsiz bir tavırla dudağını büktü. Bu hiç iyi değildi. Edip'in kolları tahmininden daha çok uzamıştı çünkü bu köşkü kullanabildiğine göre sarayın içinde bir hain vardı, hem de güçlü biri.
***
Kağnıyı Mustafa'ya teslim etmek için döndürdü. Acele etmedi, uzun yol boyunca düşüncelerine kendini teslim etti. Çok uzun zaman olmuştu. Bir hayalete dönüşeli yıllar olmuştu. Yapabileceği en iyi şeyi yapmaya çalışıyordu çünkü elinden başka şey gelmiyordu. Korku içinde, saten yorgan serili, ipek çarşaflı yatağın içine sığınamazdı. Belki gençliğinde yaşadığı vahşet onu bu denli dirençli yapmıştı.
Normal bir insanın dayanamayacağı eziyetli işkencelere küçük bir çocukken katlanmıştı ve ender düşündüğü anlarda, bu yüzden hayatta kaldığına emindi. Yine aynı nedenle, bu eziyete yol açanlar, kapris olarak gördükleri bu maceralarına göz yumuyorlardı. O, Osman olarak bilinen kan bağına borçluydu ve kanbağı, Osman'ın hayatındaki en önemli iki insanı koruyamadığı için ona olan borcunu bu şekilde ödüyordu. Hayalete dönüşmesine izin vererek, onun hayatta kalmasını sağlamıştı.
Osman yılların hesabını yapacak kadar duygusallaşmasına sinir oladursun Salih yalıya geri dönerek işleri bitirmeye çalıştı. Onun için en önemli iş, yakında yuvası olacak bu koca evi düzene sokmak ve Yasemin'in hoşuna gidecek hale getirmekti. Olayların kilit noktası olduğunu bilmediğinden, Osman'ın hafiyelik merakını veya Edip'in teşkilat hevesini unutması kolay oluyordu.
Aklına takılan tek şey, o şifreli yazıyı çözmenin vereceği heyecandı. Binlerce çeşit yöntem vardı. Asıl noktayı bulunca kodların bir çarşaf misali önüne serilmesinden her vakit ayrı bir zevk duyardı. Pierre onu zorlamak için en ince kodları kullanırdı ve Salih çözdükçe yaşlı adamın yüzünde gurur dolu bir gülümseme oluşurdu. Şimdi yine bir gizem vardı ve bu şifre gerçekten iyi kodlanmıştı. Çözmek için sabırsızlanıyordu, yazanlar umurunda bile değildi.
Salih bilmiyordu, çözmek için sabırsızlandığı pusulanın imparatorlukları devirecek bir güce sahip olduğunu. Pişmanlıkla gönderilmiş pusula asıl hedefine ulaşamadan avlanmıştı ve çözülmesi halinde dünyayı yerinden oynatacak bir kumpasın düğmesine basılacaktı. Çözdüğü zaman anlayacak mı bilemeyiz çünkü henüz ne yazıldığını biz de bilmiyoruz. Yeterince anlaşılırsa Salih'in ne yapacağı da meçhul... Kendi hayatı mı yoksa milletlerin kaderi mi önemli? Bekleyip göreceğiz...
***
Sıcak mı sıcak bir ikindi vaktiydi. Behzat baygınlığından sonra Yasemin'in sokağından geçmeye çekiniyordu. Neme lazım Salih ile karşılaşırdı filan... Düğüne az kalmanın telaşı ile de ne yapacağını bilemiyordu. Büyü neden işlememişti? Ya da işlemişti de Behzat mı bilmiyordu.
Can sıkıntısı boyunu aşınca kendini dışarı atmak için hazırlanmaya başladı. Süsü iyi ki uzun sürmüştü yoksa Perran'dan gelen laf kuryesiyle karşılaşmadan evden çıkacaktı. Uşak haber edince sofada onu bekleyen çarşaflı kadının yanına gitti. Görmeyi hiç hazzetmediği Tayyibe kadın tedirgince onu bekliyordu. Kara peçeli olmasına rağmen kadının tipinden kim olduğunu seçince Behzat'ın güzelim yüzü buruştu.
"Buyurun hanımefendi." dedi hiç de içinden gelmeyerek.
Tayyibe peçesini hafifçe sıyırdı ve kendini tanıtmak adına fısıldadı. "Ben Perran..."
"Tanıdım, tanıdım... Hayrola, haber mi getirdin?"
Kadın ekşimsi ter kokusunu iyice burnuna sokarcasına Behzat'a yaklaştı. Konağa kadar koşmuş muydu bu kadın, diye düşünmekten kendini alamadı Behzat. Burnundan nefes almak azap olmuştu ama başka neresinden alacaktı ki?
Tayyibe ile sofada yalnızdılar ama kadın yine de tedbirli davranıyordu. Fısıltıyla ve hızlıca konuşmaya başladı.
"Perran Hanım'dan haber getirdim. Hoca hazretin yaptığı büyü fos çıktı, ne yapacağız diye sorar. Mümkünse sizinle bir saat sonra görüşmek ister. Konağın ardından küçük bir dere geçiyor, bahçeye açılan demir bir kapının az ötesinde. Bahçe duvarına sırtınızı verirseniz, kapıya ulaşırsınız. Perran sizi beklesin mi?"
Behzat kısaca düşündü. Kendisi müdahil olamıyordu ama belki bu cin fikirli kız bir şeyler yapabilirdi. Baş başa bir plan yapmakta sakınca görmedi. Başını salladı.
"Beklesinler, orada olacağım."
Tayyibe öğreneceğini öğrenmiş olmanın rahatlığıyla adama selam dahi vermeden sırtını dönüp kapıya yürüdü. Behzat sofanın ortasında dikildi kaldı. Nice baktıktan sonra dudağını büktü.
"Ne kadar görevine odaklı bir kadın bu!" dedi başını sallayarak saçını eliyle sıvazladı. "Tövbe yahu, evlerden ırak! Deli midir, nedir?"
Dışarıdaki sıcağı ve sokakta yürürken tanınma riskini göze alamayarak arabayı hazırlattı. Tayyibe'nin dediği dere aslında pis kokulu bir su akıntısından başka bir şey değildi. Akşamüstü de pek kötü kokardı. Behzat'ın aklı bu kavramayı geç yaptı, doktorun konağına yaklaşıp arabadan inince nazik burnu ilk alarmı verdi. Sürücüye emrini söyleyecekken midesi kalktı ve öğürmemek için kendini zor tuttu.
"Milletin tüm pisliği buradan mı akar yahu? Bu ne berbat bir koku!"
Sürücü Kavittin Efendi başıyla onu onayladı. "Öyledir beyim, bir de sineği vardır buranın, insanda kan man bırakmaz."
"Nasıl oturuyorlar burada hayret!" dedi ve lafı fazla uzatmamak için ekledi. "Sen burada beni bekle. Az kenara çek de arabayı tanıyan çıkmasın. Gerçi bu kokuyu duymamak için bu yoldan kimse geçmez ya neyse."
Perran'ın neden bu tarafta buluşmak istediği daha bir açıklık kazandı. Bahçenin evden en uzak yeriydi ve pis kokulu bir dereye komşuydu. Kurbağa ve sinek dışında bir canlının yaşadığı düşünülemezdi. İnsan işi yoksa buradan geçmek dahi istemezdi. Ters rüzgarlarda Perran'ın ailesi koku yüzünden mahvoluyor olmalıydılar. Omzunu silkti, ona neydi?
Bir saatin dolmasına az kala bahçe kapısına vardı. Çalıların kapattığı patikadan geçmek en az derenin verdiği eziyet kadar müthişti. Bu sıkıntıya neden katlandığını kendine hatırlatarak yol işkencesini tamamlayınca derin bir soluk aldı ve anında pişman oldu. Heladan farkı yoktu aldığı havanın. Ah, Salih ah! Ne vardı aradan çekiliverseydi! Yasemin böylece Behzat'a olan büyük aşkını gösterebilirdi. Güzelliği ile nam salmış genç kızın layık olacağı âdemoğlu oydu, sırık Salih değil.
***
Perran kapının diğer tarafına dadısını sürüklemeyi başarmıştı. Kadının sürekli şikayet etmesine sinir olarak söylendi.
"Valla boğazıma kadar geldi Tayyibe, şimdi bağırmaya başlayacağım sana. Ne bu memnuniyetsizlik ayol, destek olacağını söylemiştin."
"Aman Perran'ım burası nefes alınacak gibi değilmiş. Beyefendiyi çağıracak başka çöplük bulamadın mı?"
"Eve çağırsaydım değil mi? Annem ve babamla beraber oturup plan yapardık!"
Tayyibe başörtüsüyle ağzını burnunu sıkıca kapatmış nefes alırken dahi acı çekiyor gibiydi. "Ama böyle de olmaz ki güzel kızım. Bana da yazık!"
Perran gözlerini pörtleterek bağırdı. "Sana yazık da bana yazık değil mi? Bazen ne zevzek oluyorsun Tayyibe! Ah, sus bakayım, kapının diğer tarafından ses geldi."
Behzat kadınların söylenmesini duyunca dayanamayıp seslenmişti. "Kim var orada?"
Perran demir kapıyı açıp başını dışarı çıkardı. "Biziz beyzadem, geçin bu yana."
Behzat çalı çırpının tacizinden kurtulmak için zıplayarak kapıya ulaşınca; Perran, genç adamın bu atikliği karşısında iç geçirdi. Salih de onunla görüşmek için Behzat gibi tehlikelere katlansaydı keşke... Halbuki onun farkında değilmiş gibiydi, nazı da nazdı yani. Zıplayan Behzat yerine Salih'in uçarcasına ona yaklaştığını hayal etti ve daha bir fenalaşıp dadısının koluna asıldı.
"Ah, ah!"
"Bismillah ne oldu Perran'ım, koku yüzünden için bayıldı senin de değil mi?"
"Bu sincap yerine alımlı ceylanımın geldiğini düşündüm de fena oldum dadı. Ah, aptallığıma yanayım ben. Ne vardı mektubu göndereydim. Elim kırılsaydı da almasaydım o nameyi veledin elinden."
Tayyibe onun dediklerine pek kafa yormadan Perran'ı geriye çekti. Behzat kapıdan geçip yanlarına geldiğinde adam üstünü başını düzeltene dek Perran kendine gelsin diye eski nöbet kulübesinin kırık oturağına kızı oturttu. Perran kendine çabuk geldi ya da Behzat süsünü bitiremedi anlayamadı ama doğrulduklarında adam hala paçalarını silkiyordu.
"Kokusunu bıraktım da bunca diken nasıl yetişmiş bu pis yerde!" diye söylenen Behzat başına toplaşan küçük sinekleri eliyle kovaladı. "Ne vahşilik!"
"Bahçıvan tembel." diye cevaplamak zorunda kaldı Tayyibe.
Aslında dediği doğruydu Ziya denen sarhoş herifin yaptığı tek iş, birkaç kadeh devirip bahçeyi doğal yönden sulamaktı. Ön bahçe hadi iş görürdü de kalan yerler çalı batak olmuştu. Herifin yaptığı kepazelikleri anlatırdı anlatmasına ama Perran gelmeden önce onu iyice kalaylamıştı. Behzat'ın yanında olabildiğince az konuşacaktı. O yüzden cevap dışında sesini kesti.
Perran kendine gelir gelmez büyük gözlerini kısarak Behzat'a baktı. "Büyüyü başaramadık Behzat Bey, ne Salih benim kapıma dayandı, ne de siz Yasemin'i ikna edebildiniz."
Behzat burnunu kıvırdı. "Hoca hazretleri beni uyarmıştı, niyet değişirse işin sarpa saracağını söylemişti. Yasemin Hanım'ı görmek kısmet olmadı ki, büyü işlesin. Mendebur Salih kapısında bekliyor."
"Salih Bey, Yasemin'in kapısında mı bekliyor?" diye hayret etti. "Mahalledeki kadınlar hiç bahsetmedi!"
"Lafın gelişi Perran Hanım, hemen mecazı gerçek sanmayın. Göründüğünüzden safsınız siz yahu!"
"Saf olan değerlidir Behzat Bey." diye kibirli bir bakışla adama baktı. "Bilmiyorsanız öğrenin."
Behzat laf dalaşıyla vakit kaybetmemek için kızın lafına cevap vermedi. Doğrudan konuya geçti. "Ayar meselesini sonra tartışırız, şimdi başımızda başka bir bela var. Yasemin Hanım'ı görmem mümkün değil, mektubuma tepkisini dahi öğrenemedim. Sizin bildiğiniz bir şey var mıdır?"
"Mektubunuz hakkında konuşamadık ama düğün iptal olmadığına göre mektubun ucunu yakacak kadar iyi bir şair değilsiniz."
"Bana saldırmak için mi çağırdınız bu lağımın köşesine?"
Perran omzunu silkti ve cevap vermeden önce eteğini düzeltti. Lağım köşesi lafına bozulmuştu, ne de olsa kendi bahçeleriyle sınırdı. Behzat'a bakmadan küskünce konuştu.
"Saldırmak gibi bir niyetim yoktu beyefendi. Sadece bir parça sinirliyim, o kadar uğraşıma rağmen gözümün önünde olacak düğünü engelleyememek canımı sıkıyor. Anlamıyorum, Salih Bey neden evlenmekte bu kadar acele ediyor?"
"Neden olacak, Yasemin Hanım'ı bana kaptırmaktan korkar."
Kibirle söylenmiş bu söze Perran işi gereği hak verdi. Öylesi ona da yarıyordu. Düşüncelerinin arasına bir hinlik yavaşça sokuldu. Yan gözle Behzat'a baktı ve gözlerini kısarak konuştu.
"Salih Bey, Yasemin'i sizden çok kıskanıyor demek!"
"Hem de nasıl!" dedi Behzat sinirle devam etti. "Mümkün olsa sokağından geçmeme izin vermeyecek!"
Perran aklına gelen fikrin rahatlığıyla nefeslendi. Son bir kozları kalmıştı ama engeller de bir o kadar çetindi. Behzat'ı yanına çağırdı, bu yakınlığı onaylamayan Tayyibe'nin bakışları altında genç adama planını çabucak anlattı. İşin zor yanı yine Perran'a kalmıştı ama ödül büyüktü. Perran, Salih'i kazanma pahasına her şeyi yapardı.
Behzat geldiği yolu geçerken önceki rahatsızlığı hissetmiyordu. Ne pis koku umurundaydı, ne de uçuşan sinekler... Perran'ın fikri de işlemezse başka da bir şey o iki inatçıyı ayıramazdı. Bu planda en büyük güvencesi Salih'in kıskançlığıydı. Dayak yemeden Salih'in gerçeği öğrenecek olmasına da ayrıca seviniyordu. Üstünlüğünü onaylayacak bu plan için Perran'a ne kadar teşekkür etse azdı. Genç kızın kurnazlığını gün geçtikçe takdir eder olmuştu. Aslında fena hatun da değildi hani...
***
İyi veya kötü herkesin uğraşı kendine değerliydi. Yasemin içinde kopan fırtınaları ve endişeyi dindirmeye çalışırken Salih bir an önce yalıyı hazır etme derdindeydi. Edip Nuri unvandan çok canını düşünmeye başlamıştı, boyundan büyük bir işin içinde olduğunun farkında, kurbanlık koyun misali bayram vaktinin gelmesini bekliyordu. Osman'a gelince beyaz köşkle ilgilenemediği için oldukça öfkeliydi. Saray kapısından çıkamamıştı ki, köşke baskın yapsın. Ferhat Paşa'nın sitemkar azarını dinledikten dört gün sonra kendini güç bela dışarı atmıştı. İzinsiz ayrıldığı için yiyeceği azarı zerre önemsemeden, bir şekilde altın kafesinin parmaklarının arasından sıyrıldı.
İlk işi beyaz köşke gitmek değildi, doğruca Salih'in tamiratla uğraştığı yalıya doğru yola çıktı. Yalıya yaklaşmadan yan sokaklarında dolaşırken aradığını gördü. Sokağın başında oturmuş önündeki küçük boya tahtasına fırçasını hafifçe vuruyordu. Dikkatli bakışları ise doğruca yalının aralı kapısındaydı. Osman sessiz adımlarla çocuğun yanına yaklaştı. Gölgesi çocuğun üzerine düşünce, çocuk kasketini kaldırıp Osman'a baktı ve hemen yerinden zıpladı.
"Efendim!"
Osman sahte bir kızgınlıkla çocuğa oturmasını işaret etti ve ayakkabısını boya tahtasının üstüne koydu. Çocuk kızararak yere çöktü ve rol gereği ayakkabısını parlatmaya başladı. Osman sakin bir sesle konuştu.
"Milletin içinde beni tanır gözükme diye kaç defa daha söyleyeceğim?"
"Özür dilerim." diye mırıldandı çocuk.
"Tepkilerine dikkat et, yoksa ne yapacağımı biliyorsun." Uyarısını yaptıktan sonra ekledi. "Anlat!"
"Sakin geçti, sabah geliyor akşama kadar evle uğraşıyor. Annesi ve kız kardeşi dışında arada nişanlısının ailesi uğradı. Başkaca ziyaretçisi yok." dedi ve kasketinin altından Osman'a anlamlı bir bakış attı. "Peşinde dolanan biri var. Boylu poslu ve tehlikeli görünen bir adam... Yüzü belli değil, görünmemesi için özellikle uğraşıyor. Sürekli değil ama arada onu izliyor. Onu takip etmedim, emrettiğiniz gibi sadece Salih Bey'i."
"Aferin Mustafa." dedi diğer ayakkabısını tahtaya koydu. "Kimseye bulaşma, dikkat çekeyim deme. Yardım etmenin tek şartı bu."
On beş yaşındaki çocuk memnun bir tavırla yarım sırıttı. Osman'dan aferin almak onun için büyük anlam taşıyordu. Eski sıkıcı hayatını zerre özlemiyordu. Fakat bir sonraki emir pek hoşuna gitmeyecekti. Osman boya parası niyetine cebinden birkaç kuruş çıkardı ve çocuğa uzattı.
"Şimdi eve geri dön. Eğitim başlıyormuş, çağırılıyorsun."
"Ama efendim..." dedi Mustafa hayal kırıklığıyla. Osman'ın kararlı bakışlarını görünce başını eğdi ve kısık sesle mırıldandı. "Daha yapacak işlerimiz vardı."
"Yeterince yararlı oldun, zaten iş olunca ensenden tutup getiririm seni. Hiç merak etme. Eğitim sonrası bana daha yardımcı olabileceksin, ona göre çalış. Sakın aylaklık etme, duyarım biliyorsun."
Mustafa dudağını sarkıttı. Osman genç adamlığa yaklaşmış ama hala çocuk yüzünü koruyan Mustafa'ya hoşnut bakışlarla baktı. Becerisine ve zekasına diyecek bir şey yoktu ama eğitim denince çocuk köşe bucak kaçıyordu. Dağda tepede dolaşmak ve gizemli görevler yapmaktan ne kadar zevk alıyorsa, diz çöküp ilim öğrenmekten de o denli sıkılıyordu. Bu isteksizliğini anlamak onun için zor değildi, ne de olsa o da eğitime öğrenime o kadar istekli katılmamıştı. Fakat gerekliydi.
Mustafa'yı gönderdikten sonra sözünü ettiği adamı görmek için yalının etrafında bir süre daha oyalandı. Tarif ettiği adama rast gelmeyince köşkü kontrol etmeye karar verdi ve kiralık bir at arabası bulmak için çarşıya döndü. Köşkün neden Edip'e tahsis edildiğini öğrenememişti. Ferhat paşa dahi sebebini bilmiyordu ama yüksek bir makamdan ayarlandığı belliydi. Ferhat paşadan yüksek de fazla unvan olmadığından kurcalayamadılar. Padişahın haberi olduğu varsayarak kimseleri kıllandırmadan öncelikle ipucu toplamaya karar verdiler. Tabi Ferhat paşa, Osman'ın bizzat yapmasını istemiyordu ama nasıl engelleyebilirdi ki?
***
Biz gelelim Perran'ın fevkalade planını uygulama anına...
Perran çeyize yardım etme bahanesiyle iki gün üst üste soluğu Yasemin'de almıştı ama fırsat bulup Afife Hanım'ı yalnız yakalayamamıştı. Pes etmedi, üçüncü gün beklediği şansı yakaladı. Yalının tamiratı bitmek üzere olduğundan birkaç parça çeyizi, düzenlenmiş bir odaya götüreceklerdi. Yasemin üzerini değiştirmeye odasına çekildiğinde Afife Hanım ile Perran salonda baş başa kaldılar. Perran konuya nasıl gireceğinin sıkıntısıyla kıvranırken Afife Hanım şefkatli bir tonda konuştu.
"Güzel kızım inşallah bir sonraki telaşımız da senin için olur. Ettiğin yardımlar için teşekkür ederiz, bir kardeş gibi Yasemin'ime yardımcı oldun."
"Estağfurullah Afife Hanım Teyze, Yasemin benim öz kardeşim olmayabilir ama ben onu kardeşimle bir sayıyorum." Vaktinin az olduğunu bildiğinden kıvranarak kadına yanaştı. "Afife Teyzeciğim aslında ben sizden bir şey isteyecektim."
Afife, genç kızın pembeleşen yanaklarını utanma olarak yordu ve kibarca başını eğdi. "Tabi Perrancığım elimden gelen bir şeyse."
Pembeleşen yanaklar Perran'ın utanması yüzünden değil yapacak olduğu oyun hakkında endişesindendi. Başını kucağında birleştirdiği ellerine eğdi. Kısık sesle konuşmaya başladı.
"Mürüvetim hakkındaki sözlerinizin samimiyetine güvenerek size açılmak isterim. Kimseye bahsedemediğim bir derdim var, Yasemin'e ve dahi anneme bile söyleyemedim. Sizi gerçekten teyzem olarak gördüğümden gönlümü dar eden eziyet hakkında bana anlayışlı olup yardım edeceğinizi düşündüm."
Genç kızın tedirgin konuşmasının sebebini anlayan Afife, elini kızın ellerinin üstüne koydu. "Anlat canım, benden sır çıkmaz."
Perran sıkılgan bir tavırla kaşlarının altından ona ciddi bir ifadeyle bakan kadına gözlerini dikti. Seyirlik bir rol kestiğinin bilincindeydi ve her zamanki gibi abartmamak için kendini zor tutuyordu. Salih'e kavuşmasını şimdi söyleyeceği sözlere ve ikna kabiliyetine bağlı olduğunu biliyordu. Titrek bir sesle konuştu.
"Şey... Ben... Yani biliyorsunuz, yazma konusunda pek becerikli değilim. Daha doğrusu Yasemin kadar iyi değilim. Beni sevdiğini söyleyen ve talip olmak için izin isteyen bir genç var. Ona gönül okşayıcı bir yanıt vermek arzusundayım ama ne yazacağımı bilemiyorum. Cevapsız kalırsa babamla görüşmeye de cesaret edemeyeceğini de biliyorum. Babamı tanırsınız biraz serttir. Şey diyecektim... Yasemin'in beğenmeyip bana verdiği kısa name vardı ya, onu bana bir süreliğine verseniz de esinlenip beğendiğim gence cevap yazsam."
"Tatlı Perran, veririm vermesine ama doğru olmaz. Sonuçta o mektup Yasemin'in sözleriydi, sen beğendiğin gence kendi sözlerinle cevap vermelisin. Sahte olmasın."
Yalvaran gözlerle kadına baktı ve ellerine sarıldı. "Ne olur Afife Teyzeciğim, becerim olaydı bunu istemezdim sizden. Küçücük bir yardım yapacaksınız ve karşılığında ben de Yasemin gibi sevdiğim gence kavuşacağım. Tek çarem sizsiniz, lütfen benden bu yardımı esirgemeyin."
Afife Hanım, kızın isteğini pek onaylamasa da şimdiki gençlerin bu tarz mektuplaşmalarını normal karşılıyordu. Yasemin'in saf bir umutla yaptığı cüretkarlığı, Perran'ın da uygulaması beklenebilecek bir şeydi. Kızın iyice büyümüş gözlerine bakıp başını salladı.
"Tamam, mektubu sana vereceğim ama yine de onaylamadığımı bil. Hayriye Hanım'a söylemen gerek."
"Aman ne yapıyorsunuz Afife Teyzeciğim. Anneme söylersem son moda dedikodu diye tüm mahalleye yayar, kızı olduğumu dahi unutur."
Afife güldü. "Yok, canım yapmaz."
"Ne olursunuz kimseye bir laf etmeyin. Pek yakında olacak bir düğünü engellemiş olursunuz."
Afife Hanım, elini çekip Perran'ın yanağını okşadı. "Bu genç kimmiş bakalım."
Perran bu soruyu hiç beklemiyordu, ne diyeceğini bilemedi. Kıymetli bir yardım karşılığında Afife'nin böyle bir soru soracağını tahmin etmeliydi. Eşeği sağlam kazığa bağlamak istiyordu, ne de olsa. Cevaplamasa mektubu unutabilirdi de...
"Behzat Suphi'" deyiverdi aniden. "Beni beğenirmiş ama yanıt almadığı sürece yanaşamıyor."
Kaşları çatılan Afife hoşnutsuz bir sesle konuştu. "Kızım, o genç hakkında bir şeyler duydum ben. Hatta bize de görücü göndermişti."
"Biliyorum Afife Teyzeciğim, beni de Yasemin'in yanında görmüş beğenmiş zaten. Ben de kendisini beğenirdim çoktandır. Yasemin'e ve annemlere söylemenizi de bu yüzden istemiyorum. Çapkınlıkla ün yapmış ama artık evlenmek istermiş. Sizden ret alınca, bizimkiler konusunda çekingen kaldı. Bir dahaki gelişimde bana yazdığı izin namesini de getireyim okuyun. Ama şimdi işim acele..."
"Hayırdır kaparlar diye mi çekiniyorsun?" dedi şakacı bir bakışla. Kızın hızlı ve heyecanlı konuşması bir şeylerden endişeli olduğunu belli ediyordu. Bu konular ince işler olduğundan Perran'ın üzüleceği bir duruma meydan vermemek için belki de Şefika Hanım ile görüşüp biricik torununun yaptıklarından kadını haberdar etmek gerekirdi. Behzat ciddi değilse, Şefika Hanım onu dize getirmesini bilirdi.
Perran utanır gibi başını eğdi. Mırıltıyla konuştu. "Gerçek niyetini belli etsin isterim sadece."
Kızı daha fazla zorlamamak için mektubu getirmek için ayağa kalkan Afife son bir uyarı yapmayı da ihmal etmedi. "Onun sana yazdığını bana getirmeyi unutma. Bir de ben niyetini kontrol edeyim. Ayrıca bir genç kız olduğunu bilerek kendi cevabını yazmalısın, istersen ben de bir okur sana fikrimi söylerim."
"Müteşekkir kalırım teyzeciğim." dedi ikna ettiği için dört köşe olmuş Perran.
Behzat ile kalkıştıkları oyunun ilk aşamasını başarıyla tamamlayan Perran, Afife'nin getirdiği mektubu hemen cebine attı. İyi de yapmıştı çünkü tam o sırada Yasemin odaya girdi. Başına örülen çoraptan habersiz Yasemin, az sonra Salih'i görecek olmanın sevinciyle adeta ışıldıyordu. Perran'ın onlarla gelmesinden bile rahatsız değildi, son günlerde kız çok anlayışlı davranmıştı. Salih'e olan hayranlığının bittiğini düşündü çünkü Perran, Salih hakkında eski konuşmalarını bir kez olsun yapmamıştı. Hiçbir şey olmamış gibi sadece çeyizin düzeniyle ilgilenmişti. Arkadaşının bu dönüşünü memnuniyetle karşılamasın da ne yapsın? Yine de dikkatli gözleri Perran'ın üzerinde olacaktı, mutluydu ama saf değildi.
***
Düğüne az kalmıştı ama eski yalıdaki tamirat bir türlü bitmemişti. Salih yalıyı ilk günkü güzelliğine ve sağlamlığına kavuşturmaya çalıştığından fazlaca özeniyordu. Her detayıyla uğraştığından da sürekli düzeltilecek bir yeri çıkıyordu. Sema Hanım satıp başka bir yer bulması gerektiğini öne sürse de; Salih,eski ama zariflikte yenilere bin basan yalıyı yuvası olarak bellemişti. Yasemin gibi bir eceye yakışması içinde tüm gününü harcıyordu. Annesi gelip de nişanlısının geleceğini haber verdiğinde toz toprağa bulanmıştı. Pencereler yenilenmiş, boyaları yapılıyordu. Ter içindeydi, kalan işi ustalara bırakıp temizlenmek için geçici odasına çekildi.
Sema Hanım evden getirdiği yemekleri mutfağa gönderdikten sonra bu kadar kısa sürede toparlanmış yalıyı beğenen gözlerle süzdü. Hüma da annesinin sevincini paylaşarak parıldayan gözlerle odaları gezmeye başladı. Sıcak bir gün olmasına rağmen boğazdan esen ferah rüzgâr sayesinde hava bahar vaktini andırıyordu. Sema Hanım kahyasına sofrayı balkona hazırlamasını söyledikten sonra tamircilere de yemek için izin verdiler. Böylece dünürü ve gelini geldiğinde adamların varlığından rahatsız olmayacaklardı.
Temizlenip üstünü değiştiren Salih sofra kurulan balkona gittiğinde onu ilk önce neşeyle gülen sesler karşıladı. Yasemin'in güzel sesini duymak için dikkat kesilirken kalbi de çılgınca atmaya başlamıştı. Yakında bu evde birlikte yaşayacaklarını düşündü ve içini daha bir heyecan kaplayınca adım atamadan elini duvara yaslayıp gözünü kapattı. Yasemin'i seviyordu hem de engel olamadığı kadar şiddetli bir aşkla. Ve bundan da o denli korkuyordu. Ya genç kızın sevgisini kaybederse...
Elini son düşüncesiyle sızlayan kalbine götürdü. Nasıl olmuştu da Yasemin onun hücrelerine dek sızmayı başarmış ve onun soğumuş ruhuna, altın tozuna bulanmış yazılmış kelimelerle ismini kazımıştı? Gözlerinin çakıştığı ilk anda kızın güçlü kişiliğinin etkisi altına girdiğini anladı. Yazdığı mektupla onun gönlünü arındırmış, sonra da büyülü gözleriyle kalbini çalmıştı. Artık hiçbir şey eskisi gibi karanlık değildi. Ömründe ilk defa bu kadar ışıklar içinde olduğunu hissediyordu, aşkın nuruyla yıkanmışçasına yüreği parıldıyordu. Hislerinin verdiği rahatlamayla doğruldu, içindeki korku yatışırken gözlerini açıp geçici bir perdeyle kapatılmış balkon kapısına doğru adımladı. 
***
Yalının üç günde bu kadar değiştiğine inanamamıştım. Çok az işi kalmış gibi görünüyordu, gerçi bana sorsalar bugünden taşınmak isterdim. İnce işleri bittikten sonra sıcak bir yuva olacağını şu haliyle dahi ispat ediyordu. Salih ile benim yuvam... 
Annemler yapılacakları konuşurken ben sabırsızlıkla Salih'in yolunu gözlüyordum. Hüma annemleri dinliyordu ama Perran konuşulanlara pek ilgisizdi. Arada kapıya bakması dikkatimden kaçmadı, bendeki sabırsızlığın benzerini onda da görmek canımı sıktı. Nişanlım hakkında vaz geçmiş görünmesi şu haliyle hiç bağdaşmıyordu. Ona kötü bir laf söylememek için çenemi kastım.
Ben Perran'ın kaçamak bakışlarının birden ışıldamasının sebebine doğru başımı çevirirken Hüma'nın sesiyle daha görmeden Salih'in teşrif ettiğini anladım.
"Ağabey! Burası çok güzel olmuş! Sürekli ziyaretçiniz olabilirim, bahçenin biraz daha elden geçmesi gerek!"
Salih Hüma'ya hafifçe gülümsedi ve balkona adım atarken annemi selamladı. "Hoş geldiniz Afife Hanım" Sonra bakışlarını bana çevirdi, kesik bir nefesle gülümsemesini bastırdı. "Yasemin Hanım"
Annem, Salih'in selamına karşılık verirken öpmesi için elini uzatmıştı. Salih bakışlarını benden alarak annemin elini öperken ben kendime anca geldim.
"Hoş bulduk" diye mırıldandım. 
Gerçekten de çok hoş bulmuştum. Yüzündeki bereler iyileşmiş ve beyaz tenine güzel bir ışıltı veren güneşin bronzluğuyla, nişanlım olacak Adonis daha da güzelleşmişti. Bu haksızlıktı, ondaki bu hoşluğun sebebi benim aşık gözlerim miydi yoksa her zaman mı böyleydi? Salih, Perran'a selam vermek için dönünce arkadaşımın Salih'i ilk gördüğünde söylediği övgü dolu sözler aklıma geldi. Aşık gözlerim sadece bir gerçeği fark etmemi sağlamıştı anlaşılan.
"Hoş geldiniz Perran Hanım." dedi Salih başıyla arkadaşıma selam vererek.
Perran konuşmaya hiç niyeti yokmuş gibi Salih'e bakarken masanın altından attığım tekmeyle kendine geldi ve hemencecik selamı cevapladı. 
"Hoş bulduk Salih Bey."
Tamam, laf söylememiştim ama attığım tekme hiç fena değildi. Perran can acısını kötücül bakışlarıyla belli ederken ben kayıtsız kaldım. Nişanlıma bakıp kalmasını izleyecek değildim herhalde. Salih masanın üstündeki yemeklere, çöreklere göz atarak Sema Teyze'ye sırıttı.
"Nasıl da acıkmışım."
"Kahvaltıdan beri oturmadın ki oğlum, acıkırsın tabi. Çalışan adamlara da iki saat izin verdim. İnsanları o kadar zorlaman doğru değil."
Salih sandalyeye oturdu ve sıkılgan bir tavırla anneme baktıktan sonra kendi annesine döndü. "Başka türlü evi nasıl yetiştireceğiz anne? Yasemin Hanım'ın kendi evine gelin gelmesini arzu ediyorum."
Yüzümün kızardığını tahmin ediyordum çünkü yanaklarımı ateş basmıştı. Salih'in geldiğinden beri yalıyla bu kadar uğraşması düğüne yetiştirmeye çalışmasıydı demek, bir şekilde benim rahatımı düşünüyordu. Annem araya girdi.
"Sen de çok yoruldun Salih oğlum, çeyizi siz evlendikten sonra da yerleştiririz."
Perran teklifsizce atıldı. "A hiç olur mu Afife Hanım Teyze, millet ne der sonra? Koskoca Hüsnü Celal Paşa, biricik oğluna ev veremedi derler."
Hepimiz dönüp Perran'a bakınca yediği haltı fark etti. Derler değildi lafın doğrusu, annem derdi. Dedikodunun hası Hayriye Teyze'den geçtiği hepimizin malumuydu, kadın konuşacak bir konu bulamayınca kendisi yaratacak kadar işine bağlıydı. Geç de olsa onun bu becerisini anlamıştık.
"Ne bileyim." dedi Perran kısık sesle. "Kaynana evine gelin gitmek eski moda oldu da, ondan dedim."
Onun derdini anlamıştım. Düğünü ertelememizi umuyordu. Hayret kaç gündür kendi düşüncesini nasıl da rahat gizleyebilmişti. Sinirli olmamasına uğraştığım ama beceremediğim bir tonda konuştum.
"Kaynana lafını boşa söyledin Perran, Sema Hanım benim gözümde annemdir artık. Anneciğimin evinden çıkıp Sema annemin evine gitmek beni hiç rahatsız etmez."
Sema Hanım bu lafım üzerine, uzanıp saçlarımı okşadı.Gözleri dolu dolu gülümsedi ve Salih ile Hüma'ya kısa bir bakış attı. "Valla, uzun zamandır hiç bu kadar duygulanmamıştım. Utanmasam ağlayacağım."
Annemin de gözleri hafifçe dolmuştu. "Benimde içim bir tuhaf oldu Sema Hanım, biraz dolaşalım mı biz?"
Perran'a laf sokuşturacağım diye annemin gönlünü daraltmıştım, aferin bana. Kadıncağız kaç gündür gözleri dolu geziyordu, düğün vakti yaklaştıkça daha da bana düşkün olmuştu. Arada bana bakarken daldığını görüyor ve ben de hüzünleniyordum. Uzağa gitmiyordum ama evden çıkmak başka bir şeydi. Ağırlığını şimdiden hissediyordum ama neden bu kadar sabırsızlanıyordum, işte bu muallaktaydı.
Annemler masadan kalkıp kapıya doğru yürürken bana ettirdiği laf için Perran'a içten içe kızmakla meşguldüm. Ne olmuştu da birden değişmişti acaba? Kaç gündür lafını etmediği Salih'e bakıp durması dindirmeye çalıştığım kıskançlığımı temelli körüklüyordu. Onu hiç peşime takmamalıydım. Kuzu postu giymiş kurttan başka bir şey olmadığını anlamıştım.
Hüma'nın, ağabeyine getirdiğimiz çöreklerden tattırmaya çalışmasını fırsat bilip sandalyemi Perran'a yanaştırdım. Nasıl bir cesaret geldiyse yaklaşmamdan da hiç alınmayıp Salih'e gülümseyen gözlerle bakmaya devam ediyordu. Önünde duran sıcak çayı kafasından aşağı dökesim geldi ama kibarlık gereği yapmadım. Onun yerine çatalıma batırdığım yağlı bir çöreği ilgisini kendime çekmek adına gözünün önüne kaldırdım.
"Bu kadar çabuk doymana inanmam Perran, gözün hala aç gibi bakıyor."
Perran kısık sesle söylediğim uyarıyı anladı ama hiç bozuntuya vermeden elimdeki çatalı aldı. "Teşekkür ederim Yasemin, kendi çöreğini benimle paylaşman çok hoş bir davranış."
Çörekten ısırık alan Perran'a omuz silktim. "Sorun değil zaten yere düşmüştü."
Ağzındakini önündeki tabağa püskürten Perran utanarak peçeteye uzandı. Salih ne olduğunu anlayamamış gibi bana baktı, Hüma ise gülmemeye çalışarak Perran'ın kolundan tuttu.
"Yüzünüzü yıkayalım Perran abla, boğazınıza mı kaçtı, hayırdır?"
Perran konuşacak halde değildi. Ayağa kalkarken ben onun yerine Hüma'nın sorusunu cevapladım. 
"Büyük lokma yemeğe kalktı canım, yutamadı tabi olarak."
Eliyle ağzını kapamış Perran balkondan çıkmadan önce ters bir bakış attı. Yapabildiğim en sevimli sırıtmayla ona gülümsedim. Daha çok sinirlendiğine eminim ama ne yapayım, o da baygın bakışlarla Salih'e bakmasaydı. İçimin yağları eridiğinden mutlu bakışlarımı Salih'e çevirdim, o benim kadar mutlu değildi. O karanlık gece mavisi gözleri kuşkulu bir ifadeyle kısılmış sanki olana dair benden cevap bekliyordu. Olabildiğince sevimli bir gülümsemeyle konuştum.
"Görüşmeyeli nasılsınız Salih Bey?"
Sanırım yumuşamak istemiyordu ama dayanamadı, utangaç bir tavırla yüzünü eğerek homurdandı. "Sıhhatimi soruyorsanız gayet iyiyim ama tamiratı zamanında bitiremeyeceğim, tüm sıkıntım bundan ibaret."
"Biraz takıntılı birisiniz." dedim. Benim açımdan sorun olmadığını söylemiştim, buna rağmen yalının tamiratı konusunda ısrarlıydı.
Kaşlarının altından kısaca bana baktı, sonra elini çay bardağına uzatırken konuştu. 
"Aslında pek değilimdir. Kolay kolay heveslenmem ama bu sefer heyecanıma engel olmakta zorlanıyorum." Çay bardağını elinde tutmaya devam ederken bakışları yeniden beni buldu. "İlk defa geleceğimde yer almasını istediğim birisine karşı kendimi sorumlu hissediyorum. Elimi tuttuğunuzda, benim sizi mutlu edeceğime inanmanızı istiyorum. Bu yüzden bu evin tamam olması gerekiyor, kendimce bir uğur belledim."
Kalbim bu denli hızlı atarken konuşabilmem büyük meziyet istiyordu. Kesik bir nefesle soluklandım. Henüz Salih'e hislerimi itiraf edememiştim ve belki de edemeyecektim. Çünkü çok utanıyordum. İlk günlerde söylediklerimden ve yaptıklarımdan şimdi çok pişmandım. Kader bana çok iyi bir ders vermişti. Yüzünü görmeden istemediğim bu adamı karşıma çıkartarak hiç hak etmediğim bir mutluluğu bana bahşetmişti. İlkel düşünceleri ve ilgisiz tavırları bile gözümde değildi. Sözleri ve sözlerinden de anlamlı bakışları, çoktan gönlümde yer etmiş, ben farkına varmamışken kalbimi göğsümden çekip zapt etmişti.
Dudaklarım kendiliğinden kımıldadı. Parmağımdaki yüzüğü masanın altından okşayarak konuştum. "Ben uğurumu yanımda taşıyorum Salih Bey. Taşa toprağa bağlamadan, gönül gözüyle var olan bağımızın bizi mutlu edeceğine inanıyorum."
Salih'in yüzündeki hoş aydınlanma ikimizin de yanaklarının kızarmasına neden oldu. Daha fazla gözlerine bakamadan başımı indirdim. Salih'e söylemek istediklerimin onda birini dahi söyleyememiştim, yine de heyecanımdan çatlamak üzereydim. Tereddütle ekledim.
"Baba evinize gelin gelmem konusunda samimi olduğumu bilin. Sema Teyze'ye hoş görünmek için edilmiş bir laf değildi."
Salih tatlı bir sesle konuştu. "Kimseye yaranmak için konuşmayacağınızı bilecek kadar sizi tanıdım Yasemin Hanım."
Başımı kaldırıp yüzüne baktım. O kadar yumuşak ve kararlı bir mutlulukla bakıyordu ki, bir an kalbim atmayı bıraktı. Hafifçe nemlenmiş saç tutamı dalgalanarak yanaklarına kadar düşmüştü ve gözlerindeki pırıltı, siyah saçlarının altından dahi belli oluyordu. Fakat yüz güzelliği değildi beni benden alan, o güzel yüzdeki ifadeydi. Aşık bir erkeğin bakışlarının ne kadar farklı olduğunu şu an anlamıştım. Ne okuduğum romanlardaki ne de hayallerimdeki beyaz atlı prenslerin aşkları, bu kutsal ifadeyle yarışabilirdi.
Salih'in konuşmaya devam ettiğini geç anladım. "Sizin canınızı çok sıktım farkındayım. İsteyerek veya istemeyerek benim olmayan laflar ettim, sabrınız için size müteşekkirim. Bundan sonra size layık bir eş olacağımı bilin ve sözlerime inanın. Çünkü... Çünkü ben... Sizi tüm kalbimle..."
Aniden susup başını çevirince ne olduğunu anlayamadım. Sözlerinin büyüsüne kapılmış ben, Hüma ile Perran'ın balkona girdiğini fark etmeyecek kadar dalgınlaşmıştım. Salih'in az daha dudaklarından dökülecek olan cümlenin hasretiyle masaya yaklaşan kızlara kızgın bakışlarımı diktim. Bir saniye, sadece bir saniye sonra gelselerdi olmaz mıydı?
Perran ona yaptığım zalim oyuna hiç aldırmadan Hüma ile sohbet etmeye devam etti. Hüma'ya olan tavrının da değişmiş olduğunu yenice fark ettim. Eski kıskanç tavrını bırakmış, kıza daha yakın davranmaya başlamıştı. Salih izin isteyip yanımızdan ayrıldıktan sonra ikisinin konuşmasına pek katılmadan kendi içime çekildim. 
Suratsız nişanlım önceki sözlerinin bir rol icabı olduğunu itiraf etmişti. Onu kaba ve ilkel gördüğüm laflarının olduğu doğruydu, beni sinirlendirmek için kasten öyle davrandığını kastetmesi ona olan sevgimi, ilginçtir, daha da arttırmıştı. Ben de onu kızdırmaya çalışmıştım sonuçta ama o daha başarılı olmuştu. Bu yüzden ona kabahat bulamadım, gerçi istesem de bulamayacaktım. Sese dönüşmemişti ama ben de onu tüm kalbimle seviyordum.
***
Hayatın işleyişi gereği, kimi mutluluk sarhoşu olurken; kimi de kan içen çetin dikenlerin arasında, yaşama tutunmaya çalışır. Bir nefes değil mi, bizleri yaşıyor dedirten... Yaşamın tadını, son soluğunda tadabilen insanlar belki de en şanssız insanlardır. Osman öyle değildi; o, son soluğu yıllar önce salıvermişti. Artık yaşadığı günlerin ve hatta saatlerin tadı tuzu yoktu. Her günü, bir öncekinden zor geçerken Osman, belki de bugün, güneşin batışını görmeyecekti. Bembeyaz köşke yaklaşmışken, katran karası bir ruhun insafına kalacağını ise hiç tahmin edemezdi. Bilseydi yolundan döner miydi? Bizce, hayır, bilseydi onu acı anıların ve kötü kabusların kucağına atan en büyük azabıyla yüzleşmek için yoluna daha kararlı devam ederdi.
İkindi vakti merkeze uğrayıp Edip Nuri'nin odasına kapandığını öğrenince kimseye bir laf demeden köşke doğru yola çıktı. Bir fayton kiralayıp köşkün iki sokak aşağısında faytonu gönderdi, geri kalan yolu korudan geçerek gidecekti. Kısa duvarı tek hamlede atladı, sessiz ve uzun adımlarla köşke doğru yürüdü. Her zamanki soğukkanlılığı yerine garip bir şekilde huzursuzluk duyuyordu. İnce ceketine rağmen hafifçe terledi, şakağından sızan teri elinin tersiyle silerek aklını sadece hedefine odakladı.
Köşkün arka tarafına dolandı, kilitlenmeye uğraşılmamış mutfak kapısından içeri sessizce süzüldü. Sessizliği bozan tek şey, dışarıdan gelen kuş ve böcek sesleriydi. Dağınık mutfağa öylesine göz attı, birinin kaldığı belliydi ve bu kalanın erkek olduğu apaçıktı. Mutfak düzenli değildi ve temizlik namına dikkat edildiği söylenemezdi. Edip Nuri'nin bu bakımsız yerde kalacağını düşünemedi, belki sadece bir şeyler saklamak için kullanıyordu. Belki de birini saklamak için... Bu düşünce Osman'ın dikkatini toplamasını sağladı. Salih olarak düşündüğü Edip'in ölümcül eli buralardaysa fark edilmeden önce fark etmesi gerekiyordu. Kemerindeki tabancasını kılıfından sıyırdı ve keskin gözleri etrafı tarayarak küçük köşkü keşfe çıktı.
Osman kafa karışıklığı ve köşkün yapısını pek hatırlamadığı için hayati bir yanlışlık yapmıştı, normalde kesinlikle bu kadar pervasız davranmazdı. Aslında düşünülmesi bizim için zordu ama Osman gibi bir adamın o an için aklına gelmemesi tamamen kaderin bir cilvesiydi. Mutfak kapısı açıldığında, kısacık bir an sıcak bir hava akımı bodrumdaki zindanda, gözleri kapalı uzanan katilin yüzünü yaladı. Katil sanki hiç gözlerini kapatmamışçasına yılların verdiği keskin bir güdüyle gözlerini açtı ve dinledi. Ses duymuyordu ama köşkün tanıdık havasına başka bir şey karışmıştı ve bu karışan varlık kesinlikle aşina olduğu Edip değildi.
Uzandığı sert divandan doğruldu, elini kısa baltasına uzattı. Hissettiği varlığın nerede olabileceğini kestirerek taş basamaklara doğru yürüdü. Edip'in verdiği ceza münasebetiyle uzun süredir köşkte kapalıydı, şimdi de örümcek ağına düşen sineğe acıyacak kadar aklı başında olmadığını söyleyebiliriz. Olsa da, olacağın değişeceğini de iddia edemeyiz. İzinsiz giren kişinin cezası belliydi, Edip dahi buna bir laf diyemezdi. Elindeki baltanın sapı kurumuş kanla kaplıydı, tutuşunu güçlendirerek sinekten gelen sıcak havanın izini sürdü.
Osman, Edip'in özel kasasının ya çalışma odasında ya da yatak odasında olduğunu düşünerek ilk önce merdiveni tırmanıp yukarı koridoru kontrol etmeye başlamıştı. Gözleri ve kulakları en ufak bir kıpırtıya odaklıydı. Peşindekinin de en az onun kadar usta olduğunu bildiğinden silahının horozunu gevşetmiş, kalp atışlarını yavaşlatmıştı. Toplantı odasına benzeyen odayı es geçip diğer odalara yürüdüğünde içinde tuhaf bir ürperti hissetti ve aniden arkasını döndü. Gördüğü manzara karşısında dondu kaldı, ne soluk alabildi ne de silahın tetiğine basabildi. Karşısındaki de elindeki baltayı fırlatmak üzereyken duraklamıştı.
Katil neden durakladığını bilemedi. Bu herifi daha önce de görmüştü, fakat hiç böyle hissetmemişti. His denen garip ürpertiyi yıllardır duymadığı için bu hali onu bir an için sözsüz ve hareketsiz bırakmıştı. Tam adamın işini bitirecekken kolu taş kesilmiş ve öylece kalakalmıştı. Felç durumu bir veya iki saniye sürdü. Kalbindeki fırtınayı bastırarak baltayı sıkıca tutarak anılarında kalan her şeyi öldürmek adına, baltayı fırlatmak için gerildi. 
***
Kafası en az karşısındaki kurbanı kadar karışmıştı. Bu anlık insani duygular da Osman'ın hayatını kurtardı ama aynı şeyi katil için söyleyemeyeceğiz. Arkasından gelen diğer sineği fark edemedi, üstün güdüleri felç durumunda katılaşmıştı. Ensesine yediği müthiş baskıyla sarsıldı ve baltayı fırlatmaktansa kendisine saldırana doğru salladı. Saldırgan eğildi, son anda baltanın menzilinden çekildi, var gücüyle elindeki kalın tahtayı katilin suratına vurdu. Katil ikinci darbeyle iyice sarsıldı. Midesine gelen üçüncü darbe soluğunu keserken eğildi ve son hamle sırtında patlayarak onu bilinçsiz bıraktı.
Salih nefes nefese elindeki tahtayla doğruldu ve olduğu yerde kalmış Osman'a baktı. Osman neye şaşıracağını bilemez haldeydi, elindeki silahı nihayet indirmeyi akıl etti. Öfkeli bir homurtuyla bağırdı.
"Eğer onu öldürdüysen buradan sağ çıkamazsın Salih!"
Salih hayatını kurtardığı adamdan böyle bir tepki beklemiyordu. Osman hızla yerde yatan adama yanaştı ve ters çevirip parmaklarını boynuna koydu. Birkaç saniye sonra rahatlayarak yere çöktü. Bakışları yüzü kan içinde kalmış adamın üstündeydi. Elini kanla ıslanmış saçlarına doğru götürdü ve geriye doğru şefkatle taradı. Alnıyla saçlarının arasındaki yarıktan sızan kan, genç adamın yüzünü boyuyordu. Osman bunun olabileceğine hiç ihtimal vermiyordu ve ne hissedeceğini bilemez halde uyur görünen baygın adamdan gözlerini alamıyordu. Nasıl olabilirdi? Nasıl?
Salih elindeki tahtayı yere bırakarak eğildi. Osman'ın yüzündeki ifade aklını karıştırmıştı, tanıdığı biri olduğunu anlamıştı ama duygusuz adamı ilk defa bu kadar kötü bir halde görmek onu şaşırtmıştı. Sesini toplayarak konuştu.
"Onu tanıyor musun?"
Osman sadece başını salladı. Salih uzun boylu ve yapılı adama dikkatle baktı, sonra da Osman'a dikti bakışlarını. Baygın adamın yüzündeki sakala rağmen yüz hatlarındaki benzerlik fark ediliyordu. Adamın sağ göz pınarının altından başlayıp sakalının arasında kaybolan yara izi, yüzüne tekinsiz bir ifade veriyordu. Rüyadan uyanmışcasına hareketlenen Osman baygın adamın koluna girdi, doğrultmaya çalışırken Salih hemen atılıp adamın diğer kolunu kendi omzuna attı. Osman adamı basamaklara yönlendirmişken seslice düşündü.
"Onu burada bırakamam."
"Bahçe kapısında bekleyen bir araba var." dedi Salih.
Osman çattığı kaşların altından ona baktı. "Senin ne bok işin vardı burada?"
"Seni takip ettim." dedi kısaca.
Osman tartışmayı sonraya bırakarak ayılmadan uzaklaşmaya odaklandı. Güç bela kapıya kadar taşıdılar, şanslarına uyanmamıştı. Adamın elini sırtında sıkıca bağlayan Osman ortada bıraktıklarını temizlemek için bir koşu köşke geri döndü. Hızlıca kanıtları halletti, onu burada bulduğuna hala inanamıyordu. Nasıl olur da... Edip'in katili! İçindeki öfke ve telaş büyürken Salih'in yanına döndü. Salih arabanın sürücüsüne iyi para vermiş ve göndermişti. Arabayı teslim alacağı yeri de söyleyince, adam aldığı parayı sayarak köşkten uzaklaşmıştı.
Selim'i arabaya taşıdılar ve Osman yanına bindi. Salih'e yolu tarif ettikten sonra baygın yatan adamın başını kucağına alıp köşkten aşırdığı örtüyle üzerini örttü. Onları gören hasta taşıdıklarını düşünürdü. Dar sokaklardan geçtiler, evler seyreldi. Sonunda arka tarafında bir ahır olan küçük bir kır evine vardılar. Sahipsiz görüntüsünü bozan tek eşya ahırın duvarına yaslanmış eski kağnıydı. Salih soru sormadan Osman'ın adamı taşımasına yardım etti.
Birbirleriyle tek kelime etmeden adamın başındaki yarayı temizleyip yatağa yatırdılar. İki odası olan evin ön salonuna geçtiklerinde Osman, Salih'in tepesine dikildi.
"Canına mı susadın lan? Peşime düşmek de ne oluyor!"
"Şükretmelisin." dedi Salih adama karşı durarak. "Kafanda bir baltayla yatıyor olabilirdin."
"O baltayı senin kalın kafana vurmak gerekti. Beni neden takip ettin?"
Salih adamın gizemli tavırlarından illallah etmişti. Söylendi. "Bir hafta haber alamazsan saraya git demedin mi? Sana bakmaya merkeze gelmiştim, aceleyle yola düştüğünü görünce peşinden geldim. Yardıma ihtiyacın olacağını düşündüm ki, haklıymışım. Kim o adam?"
"Üstüne vazife değil. Şimdi siktir git!"
Salih'in kapıya yürümesini beklemeden ceketini üzerinden sıyırıp divana doğru yöneldi. Genç adamın kıpırdamadığını fark edince omzunun üstünden ona baktı.
"Duymadın mı lan!"
"Bana açıklama borçlusun." dedi kararlı bir sesle.
Osman duyduğuna inanamadı. Bu sersem herif ondan hesap soruyordu. Ceketi divana fırlatıp Salih'e döndü, adamdaki korkusuzluğun delilikten mi yoksa cesaretten mi geldiğini anlayamadı.
"Def ol git lan! Elimde kalacaksın!"
"Hiçbir yere gitmiyorum. Edip'in katili değil mi o adam? Kardeş filan mısınız?"
Osman'ın gözü karardı, tek adımda Salih'i boynundan yakaladı ve duvara hızla çarptı. Karşı koymayan adamın boynunu kırması an meselesiydi. Diğer eliyle adamın alnına düşen saçlarını avuçlayıp duvara sabitledi. Öfkesinden titriyordu, canını daha da acıtmak amacıyla dirseğini Salih'in boyun çukuruna bastırdı. Biraz daha bastırsa Salih'in dünya değiştirmesine neden olabilirdi ve bunu yapmamak için kendine zor engel oluyordu. Salih adama karşı koymamaya devam ederek zorlukla konuştu.
"Ben sana güvendim Osman!"
Osman'ın kızıl bir cehenneme dönmüş zihni bu söz üzerine duruldu. Dirseğini güçlükle Salih'in boynundan çekti. Doğruyu söylüyordu, Salih ona güvenmişti. Edip'e ele vermemesi bir yana, hayatını kurtardığının da farkındaydı. Selim'in onu tanısaydı öldürmeyi gerçekten isteyeceğini düşünmüyordu ama tanımadığı için artık, Salih'e bir can borcu vardı.
"Arabayı al ve git Salih. Yarın öğle vakti, Ferhat Nazım paşayı bul. Sana söyleyeceğim sadece bu kadar..."
Salih acıyan nefes borusuna rağmen konuştu. "Sen ne yapacaksın? Yani o..."
Osman kaşlarını çattı, fırtınası aniden yatıştığı için kendini güçsüz hissediyordu. Bıkkınca divana yürüdü. "Beni boş ver paşazade, yarına sağ çıkamazsam Ferhat Paşa sana açıklama yapar, dert etme."
Salih kararsızca, başı önde divana çöken üzgün adama baktı. Konuşmaya devam etmek Osman'ı yeniden kızdırmaktan başka işe yaramayacaktı. Fakat onu cani olarak tanımladığı adamla yalnız bırakmak da istemiyordu. Osman'a kısa bir an baktıktan sonra darbe yüzünden sızlayan boğazından çıkan kısık sesle konuştu.
"Allah'a emanet ol!"
Osman eğdiği başını biraz kaldırdı ve gözlerini Salih'e çevirdi. "Eyvallah."
Genç adamın evden tamamen ayrıldığını işaret eden araba sesinden sonra yavaşça yerinden doğruldu. Yıllar öncesine dönerken boğucu anılar, karabasan gibi göğsüne oturmuş ona nefes aldırmıyordu. Nasıl olabilirdi? Öldüğünü sandığı bunca yıl... Yatağın yanına, yere oturdu ve Selim'in zorlu bir hayat geçirdiğini ilan eden yüz hatlarını özlemle seyretti. Boğazına yükselen düğüm onu soluksuz bırakıp canını acıtıyordu. Selim'in koluna yapıştı ve başını yasladı. Ağlamaklı bir sesle fısıldadı.
"Affet beni, seni koruyamadığım için affet!"
***
Salih arabayı sahibine teslim etmek için yola düşmüşken Behzat da her yerde onu arıyordu. Düğüne kala kala iki gün kalmıştı ama Perran'dan aldığı Salih'e ait asıl mektubu vermeye fırsat bulamamıştı. Konağa gidiyor adamın yalıya geçtiğini öğreniyor; yalıya gidiyor, çarşıya kadar gittiğini öğreniyordu. Ter içinde çalışan tamircilerin yanında bekleyemezdi, zaten her yer toz toprak içindeydi. Yakışıklı haline ve değerli giysilerine bir zarar gelmemesi için fazla oylanmadan geri dönmek zorunda kalıyordu. Elindeki mektup o kadar değerliydi ki, Salih'e verilmek üzere kimselere teslim edemiyordu. En iyisi okuyacağını bilerek kendisinin vermesiydi. Açıklama yapması zaruriydi.
Behzat, onu Salih'e karşı üstün konuma yükseltecek mektubu cebinde, kuyruğunu kıstırdı ve yalıdan ayrılarak sıkıntısını giderecek güzellerden birine doğru yola çıktı. Yapılan onca plan ve büyü neden işe yaramıyordu? Ne uğursuzluk gelmişti başına da, her zamanki cazibesi işe yaramıyordu? Salih ile karşılaştıktan sonra Yasemin'in kapısına gitmeye de cesareti yoktu. Yasemin'in ona haber gönderemediğini varsayarak aynı talihsiz durumların kızın başında da olduğunu farz etti. Salih ikisi arasında yaşanacak her şeye karşı kara bir çalı gibi ortalarına sürgün vermişti, Yasemin ile bir türlü kavuşamıyordu.
İkinci suçlu da Perran idi. Ne demeye ikinci mektubu zapt etmişti ki? Eğer o gün iki mektup da gönderilmiş olsaydı, düğün sahipleri tamamen değişecekti. Behzat, Salih'e karşı kendini ispat etmek zorunda kalmayacaktı. Belki Yasemin ile evlenmeyecekti ama kızın asıl tercihinin kendisi olduğunu bilerek rahatlayacaktı. Salih edepsizi yerine... Ah Salih, ah! İstanbul'un en gözde kızını onun elinden çalarak gururuna büyük bir darbe vurmuştu. Behzat her zaman için beğenilen olmak zorundaydı, ikinci kalamazdı. Fakat Salih döndüğünden beri onun hakkında söylenen övgüler yetmezmiş gibi onun hayranlarını da çalar olmuştu. Ama yakında Salih'i ters yüz edecek değerli evrak, Behzat'ın yeniden tahta oturmasını sağlayacaktı.
Güneşin altında bunları düşünüp hayalini kurarken narin teninin kavrulduğunu fark edemedi. Yanaklarını ve ensesini pişiren ateş, tatlı canını yakınca güzelliğini övecek hatun geri planda kalıverdi. Kibar teninde kalıcı bir hasar kalacağını düşündükçe başı dönüyor midesi bulanıyordu. Kendi kendine safsatalar düşünerek baygınlıklar geçirdi ve soluğu Perran'ın da babası olan doktor beyin muayehanesinde aldı. Hastabakıcı, doktorun eve kadar gittiğini söyleyince, araba kiralayıp daha önce arka kapısından girdiği konağın yolunu tuttu. Narin tenine bir zarar ziyan gelmese bari...
Perran ise Behzat'ın mektup konusundaki haberini beklerken endişesinden dokuz doğuruyordu. Salih'in terk edeceği Yasemin'in kapıdan içeri ağlayarak gireceği anı sabırsızlıkla beklerken, kendi kafasında bin türlü yalan kurmaya başlamıştı. Onun Salih'e veremediği mektuba Afife Hanım'ın el koyduğundan Yasemin'in haberi yoktu ama Salih keza ayrılık konuşmasında mektuptan bahsederse diye açıklamalarını hazır etmeye çalışıyordu. Aman... Yasemin ile Salih ayrılsın da, Salih Perran'a kalsın da; isterse Yasemin ömrü boyunca onunla konuşmasın. Bu meselede önemli olan Salih'in tavrıydı. Yasemin'in fırsatçılığını öğrenince genç adamın yüz çevireceğini düşünüyordu ve asıl aşığının Perran olduğunu öğrenen Salih'in, bu bilgiden hoşlanacağına emindi.
Konağın ön kapısına yanaşan atlı arabanın sesine heyecanlanan Perran bir koşu sahanlığa çıktı. Merdivenlerin başında gelenin Yasemin değil de Behzat olduğunu görünce hayal kırıklığıyla doğruldu. Bu sersem adam ne demeye gündüz gözüyle çıkıp gelmişti, üstelik babası da evdeydi. Uşak Hikmet Efendi ile konuşan Behzat sanki bayılacakmış gibi kendini girişteki kanepeye bıraktı. Uşak selamlık tarafına doğru yönelip gözden kaybolur kaybolmaz, Perran eteklerini toplayıp öfkeli adımlarla aşağıya indi. Elindeki mendili ufak ufak yanaklarına dokunduran adamın başına dikildi.
"Gününüz hayrolsun Behzat Bey!" Behzat başını kaldırıp ona baktığında kaşları havalandı. "A, suratınıza ne oldu böyle, dalında unutulmuş yaz domatesi gibi kızarmışsınız ayol!"
"Üstüme iyilik sağlık" diye homurdanan Behzat mendiliyle yüzünü yellendirdi. "Sizin de gününüz aydın olsun Perran Hanım. Benzetmeniz hoş olmasa da bunu sizin abartma huyunuza veriyorum. Yüzümdeki renk olgunluğu, buraya geliş sebebimdir."
Perran ilgiyle adamı süzdü. Yaz başı pikniğinde karşılaştığı zamandan beri adamın normal halini görmek nasip olmamıştı. Ya Yasemin'in yumruğu yüzünden baygındı, ya çalılarla boğuştuğundan berbat haldeydi, ya da sıcakta kavrulmuş domates gibiydi. En iyi hali, hoca efendinin evinde rast geldikleri vakitti, o sırada ise ikisinin de midesi bozulmuştu. Adamın sancıdan renkten renge girdiği an aklına gelince dayanamayıp ağzını eliyle kapatıp kıkırdadı. Behzat kızın bu ayarsızlığına bozularak söylendi.
"Rica ederim, bir de sizin alayınızla uğraşamam. Başıma sardığınız görevi yapacağım diye helak oluyorum, siz ise karşıma dikilmiş gülüyorsunuz. Babanız nerede?"
"Babam dinlenmeye çekilmişti, malum sıcaklar herkesi çarpıyor." Dedi gülmesine engel olmaya çalışarak ama çok zordu. Adamın başındaki uğursuzluk bulutu geçmek bilmiyor olacak, her işi ters gider olmuştu. "Fakat anlayamadım, göreviniz sizi bu hale nasıl koyar?"
Behzat son iki gündür yaşadığı şanssızlıkları anlatırken Perran iri gözlerini kocaman açarak onu dinledi. Behzat gölgeyi görünce bir parça kendine gelmişti, hizmetçinin getirdiği tuzlu ayranı da içince keyfe geldi. Perran divanda yanı başına oturup da sohbete katılınca muhabbetin ucu kaçtı. Kapı önünde yapılan bu sohbeti ne hikmetse kimse bölmedi. Behzat bu iri kahverengi gözlü kızın heyecanlı konuşmasına ve her konuda bilse de bilmese de fikir yürütmesine şaşırdı, hoşuna gitti. Diğer kadınlar gibi sadece onu övüp her lafını onaylamıyordu, Yasemin gibi doğrudan terslemiyordu. Hafif şakacı bir tavırla ve rahatça konuşuyordu.
Arada bıyıklarını burarak ona çapkın bakışlar atan genç adam, yanaklarının hafif pişkinliğine rağmen gayet hoştu. 'Aslında' diye düşündü Perran, 'Behzat da fena adam değil. Salih'in Yasemin'den vaz geçeceği yok, yakında evli barklı bir adam olacak. Behzat hala bekar geziyor...' Zorunluluk gereği de olsa iyi anlaştıkları barizdi, ikisinin kafası da hızlı çalışıyordu. Akıllı ve güzeldiler. Gönüllerini istila etmiş başka sevdalar olmasaydı, hoş bir çift olabilirlerdi. Bu düşünceler hem Behzat'ın hem de Perran'ın zihninden geçti. Fakat planlarını bozmamak için ve birbirlerine olan güvensizliklerinden dolayı dillendirmediler.
Babasının hastayı kabul edeceği haberiyle Perran, Behzat'ı babasının çalışma odasına yolladı. İçinde beliren garip bir duyguyla, genç adamın acelesiz adımlarını seyretti. Kafası nasıl da karışmıştı? Basamakları tırmanan Behzat durakladı, yana doğru başını çevirdi ve Perran'a doğru baktı. Bıraktığı yerde duran genç kızın yüzündeki ifade, hızlanan kalbinin bulanık zihnine sunduğu bir oyun muydu? Çünkü bir an için kızın yüzünün ve kahverengi gözlerinin onun bakışıyla ışıldadığına yemin edebilirdi. Bastonunu parmaklarıyla kavradı ve önünden yürüyen uşağı takip etti. 
Kısmet denen hercai, ne garip bir kuştu... Kime konacağı hiç belli olmuyordu.
Perran hislerinin verdiği uyuşukluk haliyle odasına yollandı. Tuhaf bir pişmanlık hali zuhur etmişti, acaba arkadaşının işini bozmakla iyi mi ediyorlardı? Ya Salih'in ona olan ilgisizliği huydan kaynaklanmıyorsa... Yapılan büyüye rağmen Perran'a hoş bir bakışla bakmışlığı dahi yoktu. Halbuki Behzat, daha az evvel onu beğenircesine bir ifadeyle uzunca süzmüştü. Gerçi bu tavır da Behzat'tan beklenebilecek bir çapkınlıktı fakat yine de...
Genç kızın yaşadığı karmaşanın bir benzerini de Behzat yaşamaktaydı. Cebinde duran mektup aniden ağırlaşmıştı. Salih'e vermesi demek, fevri adamın tüm ipleri koparması anlamına gelirdi. Hem kendisiyle, hem de Yasemin ile... Perran'ın babasına muayene olurken; aklı, doktorun kızında kalmıştı. Salih'i kazanmak için onunla işbirliği yapan kızın duyduğu aşka kendisi sahip olabilmeyi isterdi. Onu bu derece kör seven biri var mıydı acep? Yakışıklılığının peşinden koşanları biliyordu ama şu anki suratına bakıp da, Perran gibi, hoş sohbet edecek bir hatun dostu olduğunu sanmıyordu. Kızın onun tuhaf hallerinden tiksindiğini hissetmemişti, işin aslı yaptıkları planların harici olan sohbetleri de oldukça güzeldi.
Faruk Tahsin Bey'in yazdığı devayı tertip ettirmeye eczane yoluna düşerken, bir kez daha Perran'ı görmek adına pencerelere bakarak konaktan ayrıldı. Gönlü, uçmaya çalışan kuş gibi çırpınıyordu. Bu uçarılığın sebebini, ismi gibi Perran olduğunu bilse de, inkar etmeyi seçti. Doktorun dediği gibi başına güneş geçmişti, bu tuhaflığı ondandı. Cadaloz bir kızın onun aklını çelmesini hayal edemezdi. Onca güzel varken neden iri gözlerinden başka özelliği olmayan çenebaz bir kıza gönlü kaysın ki? Cebinde duran mektubu eliyle yoklayarak kiralık araba bulmak için sokağa bakındı. Perran ile bir karara varmışlardı, Salih'i alaşağı etmek için hazır tüm silahlar eline geçmişken dönmek olmazdı.
***
Yazın ortasında hafif puslu bir öğle vaktiydi. Alacalı bulutlar İstanbul'un mavi gökyüzünü kapatmış, ağır bir hava sıcağın verdiği bunaltıyla şehrin üstüne çökmüştü. İnsanlar yağmur yağıverse de bu kasvet açılıverse diye düşünürken genç bir adam havanın verdiği kararsızlığı ruhunda hissetmeksizin sarayın görüş kapısına yanaştı. 
Kapıda duran nöbetçiye görmek istediği kişinin ismini söylerken beklenen yağmur iri damlalar halinde bulutlardan dökülmeye başlamıştı. Sağanağa döneceği belli olan yağmur hızlanmadan içeriye kabul edildi. Önden yürüyen kapıcı kulunun ardından koridorları geçtiler. Sade görünüşlü gümüş kollu bir kapının yanında duran kapıcı başını eğerek Salih'e selamladı.
"Buyurun efendim."
"Sağ olasın." dedi Salih ve kapıyı tıklattı. İçeriden gelen izin ile birlikte kapıyı açtı.
Ferhat Nazım paşa ile daha önce karşılaşmıştı ama hiç onun makamına gelmek nasip olmamıştı. Vezirlerin için hatırı sayılır bir devlet adamı olmasına rağmen makam odası gösterişten uzak, hatta samimi bir tarzda döşenmişti. Ferhat Nazım paşa yetmiş beşine merdiven dayamış ama hala dinç bir adamdı. Pencerenin önünden ayrılarak güler yüzle Salih'e doğru yaklaştı.
"Hoş geldin Salih Bey oğlum." dedi tüm samimiyetiyle.
Salih saygıyla başını eğmiş selam durmuştu. Babasının arkadaşı olsa da makam odasında bu kadar içten karşılanmayı beklemiyordu. Tereddüdü sezilen bir sesle konuştu.
"Hoş bulduk efendim."
Ferhat Nazım paşanın yaklaşmasıyla elini öpmek için hareketlendi. Adam Salih'i tutarak güldü ve sarıldı.
"Kocaman adam olmuşsun Salih, maşallah. Üç sene mi oldu seni görmeyeli?"
Salih gözlerini adamın güleç yüzüne kaldırdı. "Evet, efendim."
Paşa, Salih'i omuzlarından tutarak hafifçe sıktı. "Pek yakışıklı olmuşsun. Boşuna dememişler, oğlan dayıya, kız halaya diye. Dayın Servet Kerim'in toprağı bol olsun, ömrü benzemesin ama yakışıklılığını ondan aldığın belli."
Salih övgüler karşısında utandı. Dayısına benzediğini tanıyan herkes söylerdi. Çok genç yaşta kaybedilmesi ise bu benzerliğin bir parça hüzünle karşılanmasına yol açardı. Maşallahtan sonra genelde ömrü benzemesin diye hemencecik eklenirdi. Paşa sırtını sıvazlayıp koltuğa geçerken adama teşekkür etti.
"Gel, otur şöyle." dedi paşa karşısındaki koltuğu göstererek. "Geldiğini haber verdim, az sonra kabul edilirsin."
Salih kaşlarını çattı. "Özür dilerim efendim ama bana sizinle konuşmam söylenmişti."
"Otur, oğlum, ayakta durma." dedi Ferhat paşa. "Ne dendiğini biliyorum ama beyefendi kendisi açıklamaya karar verdi."
Sarayda onunla görüşecek kim olabilirdi ki? Özellikle Ferhat Paşanın beyefendi diye hitap ettiği biri... Dilinin ucuna kadar gelen soruyu soramadı çünkü Ferhat paşa, yarın olacak düğünü ve duyduğu memnuniyeti anlatmaya başlamıştı. Sadık Muhsin Bey'i de iyi tanıyan vezir, yaklaşan evlilik hakkında iyi temennilerini dile getirdi. Salih düğünü söz konusu olunca yüzünde oluşan mutluluk gülümsemesine engel olamayarak adamın laflarını sevinçle karşıladı. Bir gün sonra gönlünün prensesine kavuşacaktı, sadece bir gecelik ayrılıktan sonra Salih'in geleceğini aydınlatan umutlu bir güneş doğacaktı. Neden sırıtmasın ki?
Haber getiren hizmetlinin odadan çıkmasıyla Ferhat paşa ayaklandı.
"Haydi, bakalım, bekletmeyelim."
Salih hoş sohbeti bırakıp adamın peşinde yürümeye başladı. Sarayın gösterişli koridorlarını konuşmaksızın geçtiler. Selamlığa vardıklarında paşa, onu altın yaldızlı kapı tokmağı olan bir odanın önüne kadar getirdi. Odanın önünde nöbet bekleyen askerleri kısa bir göz işaretiyle uzaklaştırdıktan sonra Salih'e döndü.
"Salih, seni küçüklüğünden beri tanırım. Ne kadar iyi ve mert biri olduğunu görerek büyümeni izledim. Göreceklerini ve dahi duyacaklarını kendi sırrından da iyi saklayacağını biliyorum ama yine de insanlık hali, başına bir iş musallat olursa ilk önce bana söylemeni rica ederim. Birazdan tanık olacağın şeyi, pek az kişi bilir. Sana güvenmeseydi, asla bu kapının önüne ulaşamazdın. Bu sırrı saklayabilmen için kanımın son damlasına kadar sana yardımcı olacağımı da bil."
"Allah razı olsun sizden efendim ama ben hala bir şey anlamadım. Kiminle görüşeceğim ben?"
Ferhat paşa biraz sıkılgan bir tavırla yüzünü büktü. Kapıyı tıklattıktan sonra ona döndü ve Salih'e anlamsız gelen iki kelime söyledi.
"Şehzade Murat."
Salih'i şaşkın ve soru dolu bir suratla kapının önünde bırakıp geldiği koridora doğru yürüdü. Şehzade Murat. Salih padişahın oğullarının içinde Murat isimli biri olduğunu bilmiyordu, padişahın kardeşleri arasında da. Kapının önünde dikilmek olmayacağından aklı karışmış bir halde kapı tokmağına elini uzattı ve çevirdi. Bir şehzadenin huzuruna çıkıyordu ve resmi olarak nasıl davranması gerektiğini düşünemeyecek kadar afallamıştı.
Odaya girdi, kapının önünde durdu ve hiç başını kaldırmadan bir emir veya bir ses bekledi. Odada kim var, kaç kişiler bakmaya bile yeltenmemişti. Düz bir sesle konuştu.
"Huzurunuza kabul buyurduğunuz bendeniz Salih Hüsnü."
"Bu ne uysallık paşazade!"
Salih aniden başını kaldırdı. Odanın ortasında dikilen adamı gördüğünde hayatı boyunca şaşırdığının iki katı şaşırdı. Osman şık takım elbisesinin içinde rahat bir tavırla ayakta duruyordu. Salih etrafına bakınarak adamın yanına yürüdü.
"Senin ne işin var burada? Birazdan Şehzade hazretleri..." derken durakladı ve Osman'a baktı kaldı.
Osman gülümsedi. "Şehzade Murat denen zat benim Salih."
Salih, adamın şaka yapıp yapmadığına baktı. Gerçi Osman'ın şaka yaptığı pek görülmüş şey değildi. Mırıldandı. "Nasıl olur?"
Osman lakaplı şehzade Murat başıyla koltuğu gösterip diğerine doğru yürüdü. "Uzun hikaye." dedi sıkkınca. "Ama senin için kısaltayım. Ne de olsa sana borçluyum değil mi?"
"Özür dilerim... Efendim..." dedi Salih, adamın unvanı hakkında doğru söylediğine inanmıştı ama yine de düşündükçe saçma geliyordu. Koskoca Osman hanedanının şehzadesi sokaklarda nasıl külhanbeyliği yapardı? Hapislere girip çıkması ayrı, adi meyhanelerde ve sokak köşelerinde dolaşması ayrı, Edip Nuri denen adamın emrinde gizli teşkilata girmesi ayrı saçmalıkta olaylardı. Onun elini kolunu sallayarak, korumasız, saraydan çıkması bile yasaktı.
"Senin böyle apışacağını tahmin etmiştim yumuşak herif. Kekelemeyi ve resmiyeti bırak da çök şuraya be!"
Salih, Osmanvari emir karşısında gözlerini kısarak onun dediğini yaptı. Adamın düzgün saçı, başı, kılığı yüzünden kendini tuhaf hissediyordu. Osman tam anlamıyla bir şehzade gibi gururlu ve görkemliydi. Karşısındaki koltuğa otururken şehzade kaşlarının altından onu seyrediyordu. Başını doğrulttu ve kollarını kadife koltuğun kolçaklarına yerleştirip konuştu.
"Sakın ola dışarı bir patavatsızlık yapayım deme Salih. Ben yine aynı kişiyim, bu sırrımı öğrenmeleri hoşuma gitmez. Saray içinde Murat'ım ama şu kapıdan sonra Osman olmaya devam edeceğim. Saygılı davranacağım diye şapşallık yapma."
Salih ses çıkarmayınca genç adam nefeslenip devam etti. "Beni anladığını varsayarak bu ikili duruma neden düştüğümü sana açıklayayım."
"Estağfurullah" dedi Salih. "Açıklama istediğime şimdiden pişman oldum."
"Hadi oradan!" dedi Osman. "Baştan beri benden kuşkulanıp duruyordun, kullanma hakkımın olmadığı bir unvan mı durduracak senin bu merakını. Güldürme beni!"
"Ben... Yani hiç düşünemezdim."
"Akıllısın ama hiç kurnaz değilsin Salih. Senin yerinde olsaydım, beni göz hapsine tutardım. Gerçi eline geçen bir şey olmazdı ama yine de uyanık olman benim hoşuma giderdi. Teşkilat için yüz karası olduğunun farkında mısın?" Salih konuşacak gibi olunca elini hafifçe kaldırıp susturdu. "Tamam, biliyorum. Teşkilat konusunda isteksizsin. Düne kadar hayatta kalman için benim yardımıma ihtiyacın olacağını düşünürdüm ama dün beni yanılttın. Hayat kurtaran kişi ben değil sen oldun."
Koltuğa rahatça yaslanan şehzade bacak bacak üstüne attı. "Aslına bakarsan ben Valide Sultan tarafından yasaklanmış bir cariyeden doğduğum için, doğum hakkım olan unvanı kullanıp kullanmama tercihine sahip oldum. Pek tabi ki, bu seçeneğim üvey kardeşlerimin işine yaradı. Saltanatın gölgesi altında süslü bir hapiste yaşamak yerine, sadece bir iki kişinin bildiği bir sırla özgürlüğü seçtim. Padişah hazretlerinin şehzadeliği sırasında gönül eğlediği annemin ilk çocuğu bendim, zaten kardeşimi doğururken annem hakkın rahmetine kavuştu. Bu yasaklı birlikteliğin öğrenilmesi valide sultan tarafından hoş karşılanmadı. Harem kadınlarının sürgünüyle kardeşim ve ben saraydan uzaklaştırıldık. Padişahımız tahta çıkana dek bu azaplı sürgüne katlandık."
Murat anlatırken çok rahat konuşuyordu ama o zamanlar kolay kolay kimsenin kaldıramayacağı yıllardı. Harem kadınlarının saltanatı söz konusu olduğunda, asıl padişah kim, çoğu zaman karışırdı. Erkeğin aklının kafasında olması beklenir ama hınzır dudaklar, bu düşünen beyni başka taraflara çekmeyi bildikten sonra, o erkeğin mantığı her yola gelirdi.
Çocuk ve annesinin tayin edildiği bir vakitte doğmuşlardı ve apansız ortaya çıkan bu iki küçük şehzadenin varlığı, sultan hanımı olma kaygısı taşıyan diğer kadınların hoşuna gitmemişti. Tahtı herkes istiyordu. İki tane sağlıklı ve güçlü erkek doğuran bir cariye, başta valide sultan ve onun yalaka gözdelerinin işine gelmezdi. Fakat dayanıklı şehzadeler belki ölür diye gönderildikleri gösterişli zindanlarından sağ çıkmayı başarmışlardı.
Zindan tanıdık bir mekan. Burası Salih ile talim yaptıkları küçük köşktü. Murat ile Selim gözden uzaklaştırılmışlardı, başların da üç tane cehennem zebanisi kılıklı yaratıkla. İnsan diyemedik çünkü dilimiz varmadı. Şehzadenin iki oğlunun hayatta nasıl kalacağı kimsenin umurunda değildi, zaten babalarının da elini kolunu bağlıydı. Ne de olsa yaptığı bir çeşit suçtu, eğer tahta çıkma umudunun sürmesini istiyorsa, muhtemel veliahtlarını annesinin güvenli kollarına ve vicdanına teslim etmesi gerekiyordu. Hanım sultan iki şehzadenin ölüm emrini kesin vermedi, bir aksilik olur da saltanat veliahtsız kalırsa diye.
Aralarında bir yaş anca olan iki küçük şehzade, onlara aman vermeyen iki adam ve bir kadının acımasız gözetiminde üç sene yaşamayı başardılar. Her günü işkenceyle geçen üç sene sonunda bir felaketle birlikte, hem iki kardeş birbirinden ayrıldılar hem de rahmetli olan valide sultanın baskısından kurtulan babaları, insafa gelerek oğullarını saraya aldırmaya karar verdi.
Selim'i döven adama saldıran Murat ölesiye dayak yemişti. Diğer adam da gürültü üzerine aşağıya inmişken Selim deli cesaretine kapıldı. Kanıyla kayganlaşmış prangasından kurtularak yaşından umulmadık bir güçle adam saldırdı. Murat yarı baygın izlediği bu dövüşe yardım etmek için doğrulmaya çalışırken Selim adamın elinden sopasını almış ve iri yarı adamın koca kafasını patlatmayı başarmıştı.
On yaşında bile olmayan bu çocuğun iki katı irilikte bir adamı gözünü kırpmadan öldürmesi ve sonrasında da deli bakışlarını diğer adama çevirmesi abisinin bile kanını dondurmuştu. Ağzından dökülen kanla karışık fısıltı Selim'i durdurmadı, tam tersi daha da ateşledi. Adamdan çaldığı bıçağı ayakta duran adamın boğazına fırlatmadan önce Murat'a döndü ve hırladı.
"Kana kan, biz biriz! Senin kanın benim kanım Murat! Ben Selim isem cehenneme gitmeden önden bu iti göndereceğim! Yeminim olsun!"
Ve bıçağı hiç duraksamadan adamın boğazına fırlattı. Selim kırık sol kolu yanından sarkarken boyundan büyük hareketlerle gaz lambasının başına gitti. Lambayı eline aldı ve Murat'a gülümsedi.
"Şimdi! Azabımıza son vereceğim ağabey! Ölüm bizim üstümüzde, şefkatli kanatlarını kapatmak için cehennem ateşini yakmamı bekliyor!"
Lafı bitince lambayı yerdeki samanların üstüne bırakıverdi. Murat'ın o geceden hatırladığı bu kadardı. Onları almak için gelen askerler, iki ölü gardiyan ile kan kaybından ve yediği dayaktan güçsüz düşmüş küçük bir çocuk buldular. Selim'in yaktığı ateş bir şekilde büyümeden söndürülmüştü ama ne ondan ne de bakıcı adına diktikleri zalim kadından bir iz vardı.
Murat saraya alınmıştı ama geçmişin bir ayıbı olarak saklı eğitilmeye devam etti. Gözlerden uzak, Ferhat Nazım paşa ve rahmetli Mehmet Kemal paşanın elinde büyüdü. Bundan hiç şikayeti yoktu ama kaybolan kardeşi aklında hiç çıkmıyordu. Sevmese de ona verilen her eğitimin hakkını verdi ve semiren bir şehzade olmak yerine kuvvetli ve karar verebilen, verdiği kararında uygulattırmayı bilen bir genç haline geldi. Gizli olmasının nimeti olarak da istediği zaman saraydan ayrılıp gönlünce dolanma hakkını kazandı. Ona yapılanlardan sonra babası dahi karşı gelemedi. Kardeşini aramasına kimse karışamazdı, bu koca bir ülkenin padişahı olacak kişi olsa dahi.
Kardeşini ararken girip çıkmadığı delik kalmadı ama ne yazık ki, Selim'in izini geçen güne kadar bulmayı başaramamıştı. İşkencelerden sonra kardeşinin akıl sağlığının bozulması normaldi, onu öldürmeye yeltenmesi içini acıtsa da hoş gördü. Tanımamasına yormak işine geldi. Dünden beri baygın olan kardeşinin ne kadar tehlikeli biri olduğunun da farkındaydı, onu saraya getirmişti ama gereken tedbirleri de almıştı. Ferhat paşadan başkası Selim'in sarayda tutulduğunu bilmiyordu. Padişahın öğrenmesine de gerek yoktu, bunca senedir aldırış etmediği diğer oğlunun varlığıyla alakadar olmasını beklemiyordu.
Padişah ile ilk oğlunun arasındaki anlaşmanın ne olduğunu az buçuk anlamışsınızdır. Murat geri planda kalarak babasının ayıbını gizliyordu, babası da oğullarının yaşadığı eziyetlerin diyeti olarak her konuda onu serbest bırakıyordu. Murat unvanını kullanmadan kolunu istediği kadar yükseğe ulaştırabilirdi ama doğrudan değil.İstediği mekana girip çıkabilirdi, fakat gölge misali dikkat çekmeden. 
***
Yazın ortasında hafif puslu bir öğle vaktiydi. Alacalı bulutlar İstanbul'un mavi gökyüzünü kapatmış, ağır bir hava sıcağın verdiği bunaltıyla şehrin üstüne çökmüştü. İnsanlar yağmur yağıverse de bu kasvet açılıverse diye düşünürken genç bir adam havanın verdiği kararsızlığı ruhunda hissetmeksizin sarayın görüş kapısına yanaştı. 
Kapıda duran nöbetçiye görmek istediği kişinin ismini söylerken beklenen yağmur iri damlalar halinde bulutlardan dökülmeye başlamıştı. Sağanağa döneceği belli olan yağmur hızlanmadan içeriye kabul edildi. Önden yürüyen kapıcı kulunun ardından koridorları geçtiler. Sade görünüşlü gümüş kollu bir kapının yanında duran kapıcı başını eğerek Salih'e selamladı.
"Buyurun efendim."
"Sağ olasın." dedi Salih ve kapıyı tıklattı. İçeriden gelen izin ile birlikte kapıyı açtı.
Ferhat Nazım paşa ile daha önce karşılaşmıştı ama hiç onun makamına gelmek nasip olmamıştı. Vezirlerin için hatırı sayılır bir devlet adamı olmasına rağmen makam odası gösterişten uzak, hatta samimi bir tarzda döşenmişti. Ferhat Nazım paşa yetmiş beşine merdiven dayamış ama hala dinç bir adamdı. Pencerenin önünden ayrılarak güler yüzle Salih'e doğru yaklaştı.
"Hoş geldin Salih Bey oğlum." dedi tüm samimiyetiyle.
Salih saygıyla başını eğmiş selam durmuştu. Babasının arkadaşı olsa da makam odasında bu kadar içten karşılanmayı beklemiyordu. Tereddüdü sezilen bir sesle konuştu.
"Hoş bulduk efendim."
Ferhat Nazım paşanın yaklaşmasıyla elini öpmek için hareketlendi. Adam Salih'i tutarak güldü ve sarıldı.
"Kocaman adam olmuşsun Salih, maşallah. Üç sene mi oldu seni görmeyeli?"
Salih gözlerini adamın güleç yüzüne kaldırdı. "Evet, efendim."
Paşa, Salih'i omuzlarından tutarak hafifçe sıktı. "Pek yakışıklı olmuşsun. Boşuna dememişler, oğlan dayıya, kız halaya diye. Dayın Servet Kerim'in toprağı bol olsun, ömrü benzemesin ama yakışıklılığını ondan aldığın belli."
Salih övgüler karşısında utandı. Dayısına benzediğini tanıyan herkes söylerdi. Çok genç yaşta kaybedilmesi ise bu benzerliğin bir parça hüzünle karşılanmasına yol açardı. Maşallahtan sonra genelde ömrü benzemesin diye hemencecik eklenirdi. Paşa sırtını sıvazlayıp koltuğa geçerken adama teşekkür etti.
"Gel, otur şöyle." dedi paşa karşısındaki koltuğu göstererek. "Geldiğini haber verdim, az sonra kabul edilirsin."
Salih kaşlarını çattı. "Özür dilerim efendim ama bana sizinle konuşmam söylenmişti."
"Otur, oğlum, ayakta durma." dedi Ferhat paşa. "Ne dendiğini biliyorum ama beyefendi kendisi açıklamaya karar verdi."
Sarayda onunla görüşecek kim olabilirdi ki? Özellikle Ferhat Paşanın beyefendi diye hitap ettiği biri... Dilinin ucuna kadar gelen soruyu soramadı çünkü Ferhat paşa, yarın olacak düğünü ve duyduğu memnuniyeti anlatmaya başlamıştı. Sadık Muhsin Bey'i de iyi tanıyan vezir, yaklaşan evlilik hakkında iyi temennilerini dile getirdi. Salih düğünü söz konusu olunca yüzünde oluşan mutluluk gülümsemesine engel olamayarak adamın laflarını sevinçle karşıladı. Bir gün sonra gönlünün prensesine kavuşacaktı, sadece bir gecelik ayrılıktan sonra Salih'in geleceğini aydınlatan umutlu bir güneş doğacaktı. Neden sırıtmasın ki?
Haber getiren hizmetlinin odadan çıkmasıyla Ferhat paşa ayaklandı.
"Haydi, bakalım, bekletmeyelim."
Salih hoş sohbeti bırakıp adamın peşinde yürümeye başladı. Sarayın gösterişli koridorlarını konuşmaksızın geçtiler. Selamlığa vardıklarında paşa, onu altın yaldızlı kapı tokmağı olan bir odanın önüne kadar getirdi. Odanın önünde nöbet bekleyen askerleri kısa bir göz işaretiyle uzaklaştırdıktan sonra Salih'e döndü.
"Salih, seni küçüklüğünden beri tanırım. Ne kadar iyi ve mert biri olduğunu görerek büyümeni izledim. Göreceklerini ve dahi duyacaklarını kendi sırrından da iyi saklayacağını biliyorum ama yine de insanlık hali, başına bir iş musallat olursa ilk önce bana söylemeni rica ederim. Birazdan tanık olacağın şeyi, pek az kişi bilir. Sana güvenmeseydi, asla bu kapının önüne ulaşamazdın. Bu sırrı saklayabilmen için kanımın son damlasına kadar sana yardımcı olacağımı da bil."
"Allah razı olsun sizden efendim ama ben hala bir şey anlamadım. Kiminle görüşeceğim ben?"
Ferhat paşa biraz sıkılgan bir tavırla yüzünü büktü. Kapıyı tıklattıktan sonra ona döndü ve Salih'e anlamsız gelen iki kelime söyledi.
"Şehzade Murat."
Salih'i şaşkın ve soru dolu bir suratla kapının önünde bırakıp geldiği koridora doğru yürüdü. Şehzade Murat. Salih padişahın oğullarının içinde Murat isimli biri olduğunu bilmiyordu, padişahın kardeşleri arasında da. Kapının önünde dikilmek olmayacağından aklı karışmış bir halde kapı tokmağına elini uzattı ve çevirdi. Bir şehzadenin huzuruna çıkıyordu ve resmi olarak nasıl davranması gerektiğini düşünemeyecek kadar afallamıştı.
Odaya girdi, kapının önünde durdu ve hiç başını kaldırmadan bir emir veya bir ses bekledi. Odada kim var, kaç kişiler bakmaya bile yeltenmemişti. Düz bir sesle konuştu.
"Huzurunuza kabul buyurduğunuz bendeniz Salih Hüsnü."
"Bu ne uysallık paşazade!"
Salih aniden başını kaldırdı. Odanın ortasında dikilen adamı gördüğünde hayatı boyunca şaşırdığının iki katı şaşırdı. Osman şık takım elbisesinin içinde rahat bir tavırla ayakta duruyordu. Salih etrafına bakınarak adamın yanına yürüdü.
"Senin ne işin var burada? Birazdan Şehzade hazretleri..." derken durakladı ve Osman'a baktı kaldı.
Osman gülümsedi. "Şehzade Murat denen zat benim Salih."
Salih, adamın şaka yapıp yapmadığına baktı. Gerçi Osman'ın şaka yaptığı pek görülmüş şey değildi. Mırıldandı. "Nasıl olur?"
Osman lakaplı şehzade Murat başıyla koltuğu gösterip diğerine doğru yürüdü. "Uzun hikaye." dedi sıkkınca. "Ama senin için kısaltayım. Ne de olsa sana borçluyum değil mi?"
"Özür dilerim... Efendim..." dedi Salih, adamın unvanı hakkında doğru söylediğine inanmıştı ama yine de düşündükçe saçma geliyordu. Koskoca Osman hanedanının şehzadesi sokaklarda nasıl külhanbeyliği yapardı? Hapislere girip çıkması ayrı, adi meyhanelerde ve sokak köşelerinde dolaşması ayrı, Edip Nuri denen adamın emrinde gizli teşkilata girmesi ayrı saçmalıkta olaylardı. Onun elini kolunu sallayarak, korumasız, saraydan çıkması bile yasaktı.
"Senin böyle apışacağını tahmin etmiştim yumuşak herif. Kekelemeyi ve resmiyeti bırak da çök şuraya be!"
Salih, Osmanvari emir karşısında gözlerini kısarak onun dediğini yaptı. Adamın düzgün saçı, başı, kılığı yüzünden kendini tuhaf hissediyordu. Osman tam anlamıyla bir şehzade gibi gururlu ve görkemliydi. Karşısındaki koltuğa otururken şehzade kaşlarının altından onu seyrediyordu. Başını doğrulttu ve kollarını kadife koltuğun kolçaklarına yerleştirip konuştu.
"Sakın ola dışarı bir patavatsızlık yapayım deme Salih. Ben yine aynı kişiyim, bu sırrımı öğrenmeleri hoşuma gitmez. Saray içinde Murat'ım ama şu kapıdan sonra Osman olmaya devam edeceğim. Saygılı davranacağım diye şapşallık yapma."
Salih ses çıkarmayınca genç adam nefeslenip devam etti. "Beni anladığını varsayarak bu ikili duruma neden düştüğümü sana açıklayayım."
"Estağfurullah" dedi Salih. "Açıklama istediğime şimdiden pişman oldum."
"Hadi oradan!" dedi Osman. "Baştan beri benden kuşkulanıp duruyordun, kullanma hakkımın olmadığı bir unvan mı durduracak senin bu merakını. Güldürme beni!"
"Ben... Yani hiç düşünemezdim."
"Akıllısın ama hiç kurnaz değilsin Salih. Senin yerinde olsaydım, beni göz hapsine tutardım. Gerçi eline geçen bir şey olmazdı ama yine de uyanık olman benim hoşuma giderdi. Teşkilat için yüz karası olduğunun farkında mısın?" Salih konuşacak gibi olunca elini hafifçe kaldırıp susturdu. "Tamam, biliyorum. Teşkilat konusunda isteksizsin. Düne kadar hayatta kalman için benim yardımıma ihtiyacın olacağını düşünürdüm ama dün beni yanılttın. Hayat kurtaran kişi ben değil sen oldun."
Koltuğa rahatça yaslanan şehzade bacak bacak üstüne attı. "Aslına bakarsan ben Valide Sultan tarafından yasaklanmış bir cariyeden doğduğum için, doğum hakkım olan unvanı kullanıp kullanmama tercihine sahip oldum. Pek tabi ki, bu seçeneğim üvey kardeşlerimin işine yaradı. Saltanatın gölgesi altında süslü bir hapiste yaşamak yerine, sadece bir iki kişinin bildiği bir sırla özgürlüğü seçtim. Padişah hazretlerinin şehzadeliği sırasında gönül eğlediği annemin ilk çocuğu bendim, zaten kardeşimi doğururken annem hakkın rahmetine kavuştu. Bu yasaklı birlikteliğin öğrenilmesi valide sultan tarafından hoş karşılanmadı. Harem kadınlarının sürgünüyle kardeşim ve ben saraydan uzaklaştırıldık. Padişahımız tahta çıkana dek bu azaplı sürgüne katlandık."
Murat anlatırken çok rahat konuşuyordu ama o zamanlar kolay kolay kimsenin kaldıramayacağı yıllardı. Harem kadınlarının saltanatı söz konusu olduğunda, asıl padişah kim, çoğu zaman karışırdı. Erkeğin aklının kafasında olması beklenir ama hınzır dudaklar, bu düşünen beyni başka taraflara çekmeyi bildikten sonra, o erkeğin mantığı her yola gelirdi.
Çocuk ve annesinin tayin edildiği bir vakitte doğmuşlardı ve apansız ortaya çıkan bu iki küçük şehzadenin varlığı, sultan hanımı olma kaygısı taşıyan diğer kadınların hoşuna gitmemişti. Tahtı herkes istiyordu. İki tane sağlıklı ve güçlü erkek doğuran bir cariye, başta valide sultan ve onun yalaka gözdelerinin işine gelmezdi. Fakat dayanıklı şehzadeler belki ölür diye gönderildikleri gösterişli zindanlarından sağ çıkmayı başarmışlardı.
Zindan tanıdık bir mekan. Burası Salih ile talim yaptıkları küçük köşktü. Murat ile Selim gözden uzaklaştırılmışlardı, başların da üç tane cehennem zebanisi kılıklı yaratıkla. İnsan diyemedik çünkü dilimiz varmadı. Şehzadenin iki oğlunun hayatta nasıl kalacağı kimsenin umurunda değildi, zaten babalarının da elini kolunu bağlıydı. Ne de olsa yaptığı bir çeşit suçtu, eğer tahta çıkma umudunun sürmesini istiyorsa, muhtemel veliahtlarını annesinin güvenli kollarına ve vicdanına teslim etmesi gerekiyordu. Hanım sultan iki şehzadenin ölüm emrini kesin vermedi, bir aksilik olur da saltanat veliahtsız kalırsa diye.
Aralarında bir yaş anca olan iki küçük şehzade, onlara aman vermeyen iki adam ve bir kadının acımasız gözetiminde üç sene yaşamayı başardılar. Her günü işkenceyle geçen üç sene sonunda bir felaketle birlikte, hem iki kardeş birbirinden ayrıldılar hem de rahmetli olan valide sultanın baskısından kurtulan babaları, insafa gelerek oğullarını saraya aldırmaya karar verdi.
Selim'i döven adama saldıran Murat ölesiye dayak yemişti. Diğer adam da gürültü üzerine aşağıya inmişken Selim deli cesaretine kapıldı. Kanıyla kayganlaşmış prangasından kurtularak yaşından umulmadık bir güçle adam saldırdı. Murat yarı baygın izlediği bu dövüşe yardım etmek için doğrulmaya çalışırken Selim adamın elinden sopasını almış ve iri yarı adamın koca kafasını patlatmayı başarmıştı.
On yaşında bile olmayan bu çocuğun iki katı irilikte bir adamı gözünü kırpmadan öldürmesi ve sonrasında da deli bakışlarını diğer adama çevirmesi abisinin bile kanını dondurmuştu. Ağzından dökülen kanla karışık fısıltı Selim'i durdurmadı, tam tersi daha da ateşledi. Adamdan çaldığı bıçağı ayakta duran adamın boğazına fırlatmadan önce Murat'a döndü ve hırladı.
"Kana kan, biz biriz! Senin kanın benim kanım Murat! Ben Selim isem cehenneme gitmeden önden bu iti göndereceğim! Yeminim olsun!"
Ve bıçağı hiç duraksamadan adamın boğazına fırlattı. Selim kırık sol kolu yanından sarkarken boyundan büyük hareketlerle gaz lambasının başına gitti. Lambayı eline aldı ve Murat'a gülümsedi.
"Şimdi! Azabımıza son vereceğim ağabey! Ölüm bizim üstümüzde, şefkatli kanatlarını kapatmak için cehennem ateşini yakmamı bekliyor!"
Lafı bitince lambayı yerdeki samanların üstüne bırakıverdi. Murat'ın o geceden hatırladığı bu kadardı. Onları almak için gelen askerler, iki ölü gardiyan ile kan kaybından ve yediği dayaktan güçsüz düşmüş küçük bir çocuk buldular. Selim'in yaktığı ateş bir şekilde büyümeden söndürülmüştü ama ne ondan ne de bakıcı adına diktikleri zalim kadından bir iz vardı.
Murat saraya alınmıştı ama geçmişin bir ayıbı olarak saklı eğitilmeye devam etti. Gözlerden uzak, Ferhat Nazım paşa ve rahmetli Mehmet Kemal paşanın elinde büyüdü. Bundan hiç şikayeti yoktu ama kaybolan kardeşi aklında hiç çıkmıyordu. Sevmese de ona verilen her eğitimin hakkını verdi ve semiren bir şehzade olmak yerine kuvvetli ve karar verebilen, verdiği kararında uygulattırmayı bilen bir genç haline geldi. Gizli olmasının nimeti olarak da istediği zaman saraydan ayrılıp gönlünce dolanma hakkını kazandı. Ona yapılanlardan sonra babası dahi karşı gelemedi. Kardeşini aramasına kimse karışamazdı, bu koca bir ülkenin padişahı olacak kişi olsa dahi.
Kardeşini ararken girip çıkmadığı delik kalmadı ama ne yazık ki, Selim'in izini geçen güne kadar bulmayı başaramamıştı. İşkencelerden sonra kardeşinin akıl sağlığının bozulması normaldi, onu öldürmeye yeltenmesi içini acıtsa da hoş gördü. Tanımamasına yormak işine geldi. Dünden beri baygın olan kardeşinin ne kadar tehlikeli biri olduğunun da farkındaydı, onu saraya getirmişti ama gereken tedbirleri de almıştı. Ferhat paşadan başkası Selim'in sarayda tutulduğunu bilmiyordu. Padişahın öğrenmesine de gerek yoktu, bunca senedir aldırış etmediği diğer oğlunun varlığıyla alakadar olmasını beklemiyordu.
Padişah ile ilk oğlunun arasındaki anlaşmanın ne olduğunu az buçuk anlamışsınızdır. Murat geri planda kalarak babasının ayıbını gizliyordu, babası da oğullarının yaşadığı eziyetlerin diyeti olarak her konuda onu serbest bırakıyordu. Murat unvanını kullanmadan kolunu istediği kadar yükseğe ulaştırabilirdi ama doğrudan değil.İstediği mekana girip çıkabilirdi, fakat gölge misali dikkat çekmeden. 
***

"Hayırlı günler Yasemin Hanım" diye mırıldandı. "Telaşınız arasında rahatsızlık vermediğimi umarım."
Rahatsızlık mı? Çevresindeki onca kişinin arasında en çok görmeyi istediği insan şu anda karşısında duruyordu. Acaba genç adama olan hasretinin bir sonucu muydu bu geliş? Yoksa Salih de onun kadar özlemiş miydi? Kurumuş dudağını yaladı.
"Bilakis sizi gördüğüme sevindim" dedi kendine hakim olamayarak. Salih başını kaldırıp ona bakınca söylediği söz yüzünden kızarıverdi. "Yani şaşırdım diyecektim."
Salih hınzır bir gülüşle Yasemin'e baktı, genç kızın yanaklarını istila eden pembelik iyice yayılınca zorlamak istemedi. Yasemin başını dikleştirip omuzlarını düzeltti.
"Gülünecek bir söz söylediğimi sanmıyorum Salih Bey. Yine bıyık altından gülmeye başladınız."
"Yanınızda gülümseme özgürlüğüm var sanıyordum" dedi gözlerini genç kızın yemyeşil gözlerinden ayırmadan ona doğru bir adım atma cesaretini gösterdi. "Keşke siz de beni gördüğünüze, en az benim sizi gördüğüm vakit mutlu olduğum kadar olsanız."
"Mutluluktan mı gülümsediniz?" dedi kalbine dolan sıcacık duyguyla.
"Başka ne olabilir?"
Yasemin karşısında duran ceylan bakışlı genç adamdan gözlerini alamıyordu. Kocası olacaktı, evet ama genç bir kız olarak bir erkeğe bu şekilde baygın bakması yine de yakışıksızdı. Kendine engel olamıyordu ki... Usulca mırıldandı.
"Benimle alay etmenizden korkarım. Bazen sözlerimi küçümsediğinizi düşünüyorum."
"Hiçbir lafınızı küçümsemiyorum, dudaklarınızdan çıkan her kelime benim için çok değerlidir.Çünkü akıl bakımından benden üstün olduğunuz çok bariz"
Yasemin iltifat karşısında sevinçli bir şaşkınlıkla gülümsedi. "Akıl bakımından üstün olduğumu baştan beri söylüyorum ama sizi nasıl inandırdım onu merak ettim"
Salih omzunu silkti. "Beni seçmenizden belli değil mi?"
Buruk bir gülümsemeyle genç adamın şakasını karşıladı. Seçtiği kişi değil ama kısmetinde olan kişi olduğunu itiraf edemezdi. Tahta oturağa doğru yürüdü.
"Kibirli davranmasanız şaşardım"
"Sizi hayal kırıklığına uğratmak istemedim" dedi Salih ve alçak masanın diğer tarafındaki oturağa geçti.
Saraydan çıktıktan sonra adımları onu Yasemin'in yanına sürüklemişti. Genç kızın varlığına duyduğu özlem, hiçbir ateşe benzemiyordu. Gönlünü aniden sarıyor ve gül yüzünü görmeden de yatışmıyordu. Şehzade Murat'ın teklifini kabul edemezdi, teşkilata katılması demek düzenli bir evlilik süremeyeceği anlamına geliyordu. Yardım edecekti elbette ama kendini adayacak kadar hasrete dayanıklı değildi. Bahçe duvarını aştıktan sonra nişanlısına nasıl ulaşacağını düşünürken şans eseri Münevver'e rast gelmiş, kadıncağıza dil dökerek suçuna ortak etmişti.
"Bu ani ziyaretinizi neye borçluyum?"
Salih konuşmadan önce bir an durakladı sonra doğrulup sorusuna cevap verdi. "Yüzünüzün özlemi ayaklarıma sirayet etmiş olacak, kendimi kapınızda buldum. Deliliğime sebebim ve devam sadece sizsiniz Yasemin Hanım. Geldiğimden kimsenin haberi yok."
Demek o denli şiddetli düşünmüştü Salih'i ve genç adamın aklına düşmeyi başarmıştı. Hüma hatırlatmasa da zihninden bir an olsun silinmiyordu, suratsızın güzel yüzü. Neşesini saklayamadı ve yüzünü eğerek sırıttı. Salih şakacı bir sesle konuştu.
"Az önce bana alaycı diyen size de ben aynı soruyu sorabilirim. Cevabımı komik mi buldunuz?"
"Hayır" dedi Yasemin sevinçle parlayan gözlerini masadan kaldırdı. Salih'e bakarken devam etti. "Mutluluktan desem de siz fazla kurcalamasanız"
İki gencin gözleri birbirine kenetlendi, sözlerin anlamı kalplerine kazınırken başka lafa ne gerek vardı. Salih'in maşukunun gül yüzüyle kamaşan gözleri titredi, güneşe uçan İkarus misali ereğine ulaşamadan eriyip bitmekten korkarak gözlerini usulca yumdu. Dudaklarından çıkan kelimelere engel olamadı.
"Sizi seviyorum Yasemin" diye fısıldadı ve yavaşça gözlerini açtı. Yasemin gözlerini kırpmadan onun yüzüne dalıp gitmiş, ağzından çıkacak kelimeler hayatını kurtaracak birer nefesmiş gibi ihtiyaçla bakıyordu. Yeniden mırıldandı. "Aklımla, ruhumla ve tüm kalbimle sizi seviyorum."
Yasemin genç adamın sözlerini meleklerin şarkısı gibi aşkla dolu bir huşuyla dinledi, sesinin her bir tonunu ruhunda hissetti. Kalbi coşkuyla çarparken karşısında oturan Salih onun için çok daha başka bir anlama dönüşmüştü. Kanlı canlı bir insanoğlu değildi artık, ilahi sevginin yeryüzündeki sembolüydü. Allah insanların kalbine sevgi tohumlarını atmış ama ne zaman yeşereceğini zihinlerine yazmamıştı. Hazırlıksızdı. Yüce aşkın bir zerresi olarak sevginin bu tapılası hissini duyan genç beden coşan duygularına dayanamadı ve olduğu yere yığılıverdi.
Yasemin'i beyazlayan yüzünden korkan Salih ona doğru adımlamıştı ki, Yasemin kollarına düştü. İncecik bedeni cansızca kollarında yatarken Salih divaneye dönerek genç kıza seslendi.
"Yasemin'im, çiçeğim!"
Sıcak havaya rağmen serin tenine dokunarak yanaklarını sıvazladı. Nefes alıyordu.Az da olsa rahatlayan Salih acıyan kalbine soluğunu gönderirken doğruldu. Yasemin'i uyandırmayı başaramamıştı, genç kızı oturağa uzattı ve yardım çağırmak için dışarı çıktı. Münevver'i çardağın ötesindeki erik ağacının gölgesine sığınmış görünce bir telaş seslendi.
"Münevver, çabuk gel! Yasemin Hanım bayıldı."
Münevver endişeyle ona seslenen Salih'e doğru seğirtti. "Aman, aman ne oldu?"
"Konuşuyorduk birden yığılıverdi" dedi Salih darmadağın bir suratla. "Hasta mıydı?"
Münevver konuşmadan Yasemin'in yüzüne nefesine bakındı, sonra Salih'e döndü. "Heyecandan olsa gerek. Arada sırada olur, telaş etmeyiniz. Siz gidin şimdi, ben gerekli tedaviyi yaparım."
"Gidemem ki" dedi Salih. "Meraktan ölürüm."
Münevver genç adama gülümsedi. "Endişe edecek bir şey yok Salih Bey, bence sizi burada birileri görmeden gidin. Yoksa ölme nedeniniz merak olmaz."
Salih baygın uzanan Yasemin'e kararsızca birkaç saniye baktı. Yüzünün rengi düzelmişti ama neden gözlerini açmıyordu? Münevver elini cebine attı ve küçük bir kolonya şişesi çıkarıp Yasemin'e koklattı. Eline de döküp kızın ince bileklerini ovalarken başında dikilen Salih'e göz ucuyla baktı. Genç adamın içi gidiyordu ama birileri görürse hiç hoş olmazdı. O yüzden biraz sertçe seslendi.
"A üstüme iyilik sağlık, beyzadem ben size ne diyorum siz ne yapıyorsunuz. Haydi yolunuz açık olsun. Kınaya katılmayacaksanız bir an önce yola düşseniz iyi olur. Konak pek kalabalık, biri görecek. Size yardım ettiğime pişman etmeyin beni."
"Tamam, tamam" diye söylendi Salih ama hiç adım atası yoktu. Gönülsüzce doğruldu. "Allah'a emanet olun." Ardından da ekledi. "Yasemin Hanım'a iyi bak Münevver dadı"
"Benim işim bu beyzadem" dedi Münevver alaycı bir sesle devam etti. "Bu yaşa getirdim, yarına da çıkarırım evvel Allah"
Salih çardaktan çıkmadan önce omzunun üstünden Yasemin'e baktı ve içi sıkılarak dışarı adımladı. Doktor çağırmayı düşündü ama ne diyecekti? Münevver ne yaptığını bilir gibi davranıyordu, onu yatıştırmaya çalışıyor gibi değildi. Kadına güvenip Yasemin'in fenalaşma sebebinin heyecan veya yorgunluğun eseri olduğuna inanmalı mıydı?
Salih düşünceler içinde bahçe duvarından atlarken Yasemin de kendine gelmişti. Gözlerini açıp da karşısında Salih yerine dadısını görünce afalladı. Şaşkın bakışlarla çardağa bakındı. Münevver hınzırca gözlerini kıstı.
"Hayırdır ne kaybettin Yasemin? Peri padişahını mı?"
"Gitti mi?" dedi oturaktan doğrularak.
"Kim?" dedi Münevver, "Ben kimseyi görmedim."
Yasemin kaşlarını çatıp dadısına döndü. "Alay etme Münü, kimden bahsettiğimi iyi biliyorsun. Suç ortağın gitti mi?"
"Tövbe, ortada suç mu var, ortak olsun güzel kızım."
"Aaa! Vallahi içime daral geldi."
Münevver iki elini beline koyarak söylendi. "Ne yapsın, gitti tabi. Sen şak diye bayılınca ben de kovdum yaramazı. Söyle canını mı sıktı yine hınzır?"
Yasemin dudağını sarkıttı. "Hemen kaçması mı gerekiyordu? Beni bu halde bırakıp..."
"Kulağın duyuyor ama kafan hala yerine gelmemiş senin Yasemin. Delikanlıyı ben kovdum diyorum, yoksa konağı ayağa kaldıracaktı. Sonra ayıkla pirincin taşını Münevver." Yasemin suratını asmaya devam edince parmağıyla çenesinden tutup başını yüzüne döndürdü. "Sen de bakalım bana, paşazade ne dedi de bayıldın?"
Yasemin gözlerini kaçırdı ama mutlu ifadesini saklayamıyordu. Salih onu seviyordu! Ölmediğine şükretmeliydi, bayılmakla yetinmişti. Kalbi yeniden hızlanırken kısık sesle dadısına cevap verdi.
"Demedi bir şey, sıcaktan olacak. Ne kadar kaldı ki, sohbete fırsatımız dahi olmadı."
Münevver inanmaz bir tavırla başını salladı, Yasemin'in omzuna dokunarak konuştu. "Madem sıcak çarptı, eve dönelim. Az sonra konuklar dökülmeye başlar."
Yasemin dadısıyla eve geri dönerken aklı Salih'in sözlerinde kalmıştı. İnsafsız adam! Sevdiğini söyleyip oyun arsızı bir hayal perisi gibi ortadan kayboluvermişti. Aslında Yasemin'in en büyük dileği kabul olmuştu, düğünden önce genç adamın itirafını duyma mutluluğuna kavuşmuştu. Kulakları mest, gönlü esrik ve başında sevda yelleri eserek akşamın nasıl olduğunu anlayamadı. Bilmediği bir şey vardı, o da: Salih evden uzaklaşamamış, yarım saat etrafta döndükten sonra kapıya gidip Hüma'yı çağırtmıştı. Hüma'dan Yasemin'in iyi olduğunu öğrendikten sonra anca rahatlamıştı.    
***

Kına gecesi gelin hanımın güler yüzü gelen konukların çoğunun dikkatini çekti. Mutlu ifadesini saklamaya çalışmaması birkaç kadının bu samimi hali hoş karşılamamasına yol açmıştı. Gelin kısmı biraz hüzünlü olurdu değil mi yani? Evde kalacağından korkar gibi ne bu neşe! Bu düşünülenler kulaktan kulağa fısıldanan laftan öteye geçmedi elbette ve konuşanlar da genellikle Hayriye Hanım'ım çenebaz ekibiydi. Diğer konuklar ise Yasemin'in içten ve neşeli halini memnuniyetle karşılamışlardı.
Perran ise başka bir âlemdeymiş gibi suskun ve hüzünlüydü, sanki evden çıkan oydu. Yasemin'in yüzüne dahi bakmakta çekingen ve utangaçtı. Yasemin arkadaşının bu halini görmeyecek kadar yükseklerde olduğundan arkasından çevrilen oyunun onu rahatsız ettiğini tahmin bile edemezdi. Perran pişmanlık duyuyordu ve nişanlıları ayırmaya yardımcı olduğundan kendini kötü hissediyordu. Acaba Behzat'ı bulup vaz geçtiğini söylemeli miydi? O söylese de Behzat durur muydu? Yasemin'e olan alakasından vaz geçer miydi? Mavi gözlerini Yasemin'den çevirip Perran'ı görür müydü? Ne sıkıntılı bir işti ya rabbim!
Afife Hanım tüm konuklarıyla ayrı ayrı ilgilenirken Sema Hanım'a bir konuda akıl danışmaktan geri kalmamıştı. Gündüz çıtlattığı konu, akşamında derde dönüşmüştü. Biricik kızının en iyi arkadaşının suskunluğu da onu gayrete itmiş, ne yapılması gerektiğini Sema Hanım'a sormuştu. Behzat'ı iyi tanıyan Sema Hanım ilk önce Afife Hanım'ın sözlerine şaşırsa da sonradan hak vermişti. Ne de olsa Behzat karşı cinsi tarafından oldukça şımartılmış bir gençti. Perran ile ciddi düşünecek olursa kibrinden kapılarına dayanmakta çekingen davranması normaldi. Sema Hanım dillendirmemişti ama Behzat'ın Yasemin'e görücü haberi göndermesi bile şaşılacak bir atılganlıktı, hüsran yaşayan adamın yeniden cesaretlenmesi zordu.
İki kadın, Hayriye Hanım'la konuşmadan önce Şefika Hanım'a danışmaya karar verdiler. Gülçehre Hanım ile başbaşa sohbet eden yaşlı kadının yanına çöktüler. Konu günün önemi gereği evlilik olunca Perran ile Behzat'ın durumuna laf açmak zor olmadı. Afife usulünce Şefika Hanım'ın ilgisini Perran'a çekti ve Behzat'ın evlilik konusunda çekimser davranabileceğinden bahsetti. Yani büyüğü olarak görev Şefika Hanım'a düşüyordu. Behzat'ın kendini toparlaması için büyükannesinin yol göstericiliğine ihtiyaç vardı. Şefika Hanım az gören gözlerini kısarak başı önde edeplice oturan Perran'a göz attı.
"Doktor Bey'in kızı mı demiştin?"
Afife Hanım hemen cevapladı. "Öyle Şefika Hanım'cığım, pek akıllı ve güzelce bir kızdır. Pek severim kendisini."
Gülçehre Hanım burnunu kırıştırdı. "Anasına çekerse vay haline..." diye mırıldandı.
Afife Hanım, Gülçehre Hanım'a gözleriyle kısa bir işaret verdi, sonra da Şefika Hanım'a döndü. "Perran gözümüzün önünde büyüdü diyebilirim. Behzat Bey oğlumu yeni tanıdık ama onun ne kadar iyi bir bey olduğu bariz, birbirlerinden iyisini mi bulacaklar?"
"Behzat evliliğe sıcak değil ama." dedi kadın. "Gönül ilişkisi yaşadığı kimse yok."
Sema Hanım gözlerini devirdi. Kadının lafının tam tersi gerçekti ama yaşlı kadın olan bitenin ya farkında değildi, ya da unutkanlık durumu buna da sirayet etmişti. Usulca lafa girdi.
"Daha iyi ya Şefika Hanım. Behzat, arkadaşı Salih'in mutluluğunu görünce, evlilik konusunda eskisi gibi düşünmeyecektir."
Afife Hanım iki aşığı tamamen ele vermemek için incelikle davranıyordu. "Ağzını tekrar yoklasanız, gerekli desteği alacağını bilirse Behzat sizi şaşırtabilir."
Şefika Hanım Gülçehre Hanım'a baktı. "Sen ne dersin Gülçehre?"
Gülçehre Hanım elini salladı. "Kukumav kuşu gibi düşünme Şefika, haber gönder doktor beye, kızını iste gitsin. Behzat'ın ağzına bakacak olursan torunun çocuğunun yüzünü göremeden öbür dünyaya devrileceksin." Sonra mırıltı gibi bir sesle Afife'ye dönüp ekledi. "Gerçi belki vardır ya neyse"
Afife Hanım ciddiyetini koruyarak Sema Hanım'a baktı ama diğeri bu konuda zorlanıyordu. Öksürerek eliyle ağzını kapattı ve gülüşünü bastırdı. Gülçehre Hanım eliyle arkadaşının bacağına hafifçe vurdu ve sır verir gibi eğildi.
"Her sözü Behzat'a bıraktığın için velet senin tepene çıkıyor Şefika. Baksana iş güç uğraşacağına tüm gün süslenip püslenip geziniyor. Evlenirse tavus kuşu gibi ortalıkta dolanacağına sorumluluk alıp evine bakmayı öğrenir. Perran'ı tanıdığım kadarıyla da, koca İstanbul'da Behzat ile baş edebilecek yegâne kız odur."
Gülçehre Hanım anlamlı bir bakışla Afife ile Sema'ya baktı. "Bu olmamış çöpçatanların aklı evvel çalışsaydı, çifte düğün yapar beni de yol telaşından kurtarırlardı. Çiftlikten buraya ha deyince gelinmiyor."
İki kafadar Gülçehre Hanım'ın da yardımıyla Perran'ı Şefika Hanım'ın aklına soktular. Şefika Hanım'ın da en büyük gayesi Behzat'ın iyi bir evlilik yapmasıydı, gözü açık giderdi yoksa. Torununu seviyordu ama yaşadığı hayatı onaylamıyordu. Doktor Bey'in kızını pek tanımasa da annesinin dedikoduculuğu nam salmıştı. Uzun lafın kısası kızın annesine çekmesinden korktu, Şefika Hanım.
Perran'ı bir bahaneyle yanlarına çağırttılar ve Şefika Hanım genç kızı belli etmeden yokladı. Akıllı edepli bir hanımefendi olduğuna kanaat getirdi, çünkü Perran suskunluğuna ek olarak saygılı konuşmasıyla da yaşlı gönlünü hoşnut etmişti. Bilmiyorlardı ki, kızın aklı karışıktı ve pişmanlıktan dolayı kendi düşüncelerine çekilmiş, laf demekten çekinir haldeydi. Suskunluğunu hanımlığına bağlayan Şefika Hanım, kararını o an verdi. En kısa zamanda Perran'ın babasına haberci gönderecekti. Behzat kararına uysa da uymasa da genç adamı bir şekilde ikna edecekti.
Kına eğlencesi devam ededursun Osmanlı sarayının en gizli odalarından birine doğru dalgınca yürüyen şehzade Murat küçük bir patırtı işitti. Selim'in saklandığı oda ilerde, köşeden dönüşteki son odaydı ve kapısına diktiği nöbetçiler dışında koridorda kimse olmaması gerekiyordu. Peki, bu usul patırtının sebebi neydi? Hemen dikkat kesilip yavaş adımlarla yürümeye başladı. Ondan başka bir ayak sesinin olduğunu köşeyi dönmeden fark etti ve geleni karşılamak için pozisyonunu aldı.
Ceketinin düğmelerini gevşetti, gözlerini köşeye dikerek sessizliği dinledi. Fazla beklemesine gerek kalmadı. Az sonra Selim elinde nöbetçiden aşırdığı ucu kıvrık hançerle köşeden çıktı. Yüzünde saf bir hiddet taşıyordu, elindeki hançerden akan kana bakılırsa kapısındaki dört nöbetçiden hayatta kalan olmamıştı. Dağınık saçı, sakalı ve delilik akan gözleriyle Murat'ın varlığından haberdar olduğunu belirten bir duruşla ona baktı. Üzerinde ipekli pantolon dışında bir şey yoktu ve paçaları kanlı pantolondan yere damlayan kanlar çıplak ayaklarını da kızıla boyamıştı.
"Selim!" dedi Murat otoriter olmaya çalışarak ama yüreği paramparçaydı. Küçük kardeşi delilik kabuğunun altında kaybolmuştu. "Selim, benim Murat!"
Selim kanlı eliyle saçlarını geriye sıvazladı, belli ki isimler onun için önemi değildi. Murat onun için karşısında çıkan bir engelden başka bir anlam taşımıyordu. Elindeki hançeri denkledi ama fırlatmadı. Düşmanının ne durumda olduğunu öğrenmeden elindeki silahı harcamayacak kadar akıllıydı.
"Ağabeyini tanımadın mı Selim?" dedi Murat, neredeyse yalvaracaktı.
"Gitmem gerek." dedi sadece, mekanik bir sesle.
"Seni aramadığım yer kalmadı Selim." dedi ona doğru iki adım daha atarak. Selim ne gerildi ne duruşunu değiştirdi. "Yıllar sonra bulmuşken gitmene izin veremem. Odana geri dön kardeşim."
Selim dişlerini göstererek bir hayvan gibi hırladı. "Kardeşim deyip durma deyyus, benim kardeşim filan yok!"
"Sana her şeyi anlatacağım Selim..."
"Benim adım Selim değil lan!" diye bağırdı elindeki hançeri sıkarak.
Yine de kafası karışmaya başlamıştı. Beyni zonklarken bölük pörçük duygu kırıntıları soğuk kalbinde beliriyordu ve bu his, onu daha da öfkelendiriyordu. Karşısında duran herifi gözünü kırpmadan öldürmesi gerekirken neden dinliyordu ki? Onu hapsetmişti, başına da dört tane gardiyan dikmişti. Onun iyiliğini düşünen kimse olmamıştı hayatında, hele ki hapsedip bekçi tayin edilmesi...
Eskilerden gelen karanlık bir görüntü bulanık zihninde asılı kaldı. Dağıtmak için başını sallayarak hançer tutan elinin tersiyle alnına vurdu. Kafasında her ne cehennem yaşıyorsa, Selim bu acı dolu ıstıraptan bıkmıştı ve bundan kurtulmak için kanın rengini görmeye muhtaçtı. Elini başından çekti ve burnundan soluyarak karşısında duran yeni avına doğru atıldı.
Murat her ne kadar bu saldırıyı istemese de başına geleceğini tahmin ettiğinden tedbirliydi. Selim'in atağını kesip hançerli elinden sakındı. Selim ile aynı boydaydılar, fakat Selim biraz daha iriydi. Onun gücünü kullanarak kendini savunmaya ama kardeşine de zarar vermemeye çalıştı. Selim onu alt edemedikçe hırçınlaşıyor, daha hayati ataklarda bulunuyordu. Murat daha önce Salih'in yaraladığı göğsüne hafif bir tekme attı. Bu darbesinin Selim'in nefesini keseceğini düşünüyordu. Düşündüğü gibi olmadı. Canı yanan Selim kıvrak bir hareketle kendini çevirdi ve hançeri hızla savurdu. Hançer, Murat'ın kolunu yararken Selim, dengesizleşen ağabeyine sert bir tekme attı.
Yüz üstü duvara çarpan adamın saçlarından asılan Selim hançeri de onun boğazına dayadı. Murat sesli soluklarla nefes almaya çalışıyordu.
"Selim!" diye fısıldadı.
Selim, adamın neden teslim olduğunu düşünüyordu ve eli bir türlü hançeri sürtmeye varmıyordu. Ağzına dolan kanı yere tükürdü ve bedeniyle hapsettiği adamın kulağına eğildi.
"Canın için savaşsana korkak herif!"
Murat kardeşini bu sefil ruh halinden kurtarmak için hayatını riske atıyordu ama bu teslimiyeti ona borçluydu. Usulca konuştu.
"Kana kan..."
Kulağına gelen fısıltı Selim'i rahatsız etti. Hançeri tutan eli titredi, hareketine devam edemedi. Adamın saçlarına bir kez asıldı ve Murat'ın yüzünü duvara sertçe vurdu. Murat aldığı darbeyle sarsıldı, Selim onu bırakınca kendini tutamayarak yere yığıldı. Selim bilinci gidip gelen adamın tepesine dikildi. Kaşı açılmış yüzü şimdiden kan içinde kalmıştı. Eğildi, adamın yakasından tuttu.
"Ne dedin?"
Murat bayılmamak için kendiyle savaşırken Selim'in sorusunu cevapladı. "Kana kan..." dedi sızlayan beynine rağmen konuşmasına devam etti. "Biz biriz, senin kanın benim kanım! Kardeşim..."
Selim yüzünü buruşturarak Murat'ı bıraktı ve karşı duvara kadar geriledi. Sırtı duvara çarpınca güçsüzce yere kaydı. Yeniden hatırlıyordu... Tüm dehşeti, korkuyu ve acımasız işkenceleri...Murat'ın her şeye rağmen ona kol kanat germeye çalışmasını... Ağabeyi Murat'ın...
İki şehzadeyi anılarının girdabında yalnız bırakalım, bu arada Selim'i düşünen başka biri daha vardı.Babası diyemeyeceğiz çünkü kayıp oğlunu düşünemeyecek kadar meşguldü. Selim'i düşünen onun ismini dahi bilmeyen Edip Nuri idi.    
Beyaz köşke dönüp adamı hiçbir yerde bulamayan Edip sinirinden köpürmüştü. Sözünü dinlemeyip kurban peşine düştüğünü sanıyordu. Hatta en kötüsü Salih'in peşine... Belalı katili geriye bir iz bırakmadan ortadan yok olmuştu. Arayamazdı çünkü adamın dolandığı yerleri bilmiyordu. Kaçması da anlamsızdı, Edip Nuri onun velinimetiydi. En kötüsü tutuklanması olabilirdi.
Yapacak tek şey vardı. Asayişten sorumlu ortağına haber salarak, azılı bir katil yakalandığında ona haber vermesini istemişti. Adamın deliliği tutarsa ne yapacağı kesindi; o yüzden, günün birinde ya hapishaneyle ya bimarhaneyle yolu kesişeceği aşikârdı. Edip bu sefer adama daha sert davranmaya karar verdi, her istediğini yapmasına bundan böyle izin vermeyecekti. Hayvan misali yularının sıkılması icap ediyordu fakat yularını sıkmayla baş edilmeyecek kadar vahşiydi, belki de adamın ölme zamanı gelmişti. Bildiği şeylerle Edip'in canını sıkabilirdi. Şu Ruhi Bey'e hakikatli bir zehir hazırlamasını söylemeyi kafasında yazdı. Bir işe yarasındı değil mi?
Bütün oyuncularımız açılacak son kartları bekleyip hayatlarına yön verecek rüzgarın esmekte olduğunu hissediyordu. Verdikleri kararların sonuçlarının nelere yol açacağını kendilerince tahayyül ediyorlardı ama kaderde ne varsa işlemeden durmazdı. İyilik düşünen iyilik bulsun diyerek çoktandır beklediğimiz düğün gününe varalım. Çünkü bu güne kadar olan olmuştu, planlar kurulmuştu. Bakalım hayat oyuncuları, kendilerine has gölge tiyatrosunda rollerini nasıl keseceklerdi?
***

İki konaktaki düğün telaşı sabahın erken vaktinde başlamıştı. Erkek evi iki günden beri öğle ve akşam yemekleri yüzünden dolup taşıyordu. Tanıdık tanımadık insanlar bahçede kurulan sofralarda keyiflerine bakarlarken aynı heyecanı telaş kız evinde de sürüyordu. Kına gecesinin yorgunluğunu atamadan uyku mahmuru gözlerle ezan vaktinden önce uyanılmış, düğün için hazırlanılmaya başlanılmıştı.
Salih resmi evrakları teslim ettiğinden resmiyette evli sayıldıkları Yasemin'e dini nikahtan sonra kavuşabilecekti. Öğleden sonra yola çıkacak kafile vaktine kadar içi içine sığmıyordu. Behzat'ın da içinde olduğu birkaç gençle birlikte damat tıraşına oturdular. Salih ilk defa geleneksel bir düğüne şahit oluyordu ve bu, onun düğünüydü. Kalbi heyecandan sıkışırken akşamı nasıl edeceğini kara kara düşünmeye başlamıştı.
Yanı başında düşünceli duran Behzat'ın hali de ilgisini çekmiyor değildi. Yasemin Perran'ın durgunluğunu fark etmemişti ama Salih Behzat'taki tedirgin duruşu hoş karşılamamıştı. Tıraş bittikten sonra arkadaşını kenara çekti.
"Ne bu hal Behzat, canın sıkılır gibi."
Salih'in sesindeki uyaran tonu anlayan Behzat omzunu silkti. "Düğünler beni huzursuz eder Salih, ne diye üstüne alıyorsun?"
Aklı cebindeki iki mektuptaydı, sıkıntısı da bundan ileri geliyordu. Resmiyette evlenmiş arkadaşını son adımda vaz geçirirse tamamlanmayan nikah bozulacaktı. Eli cebine gider gibi oldu sonra geri çekti ve hafifçe sırıttı. Düğün kalabalığının ortasında rezalet çıkarmamak için sabretmeliydi ama neden içinden bir ses onu durdurmaya çalışıyordu ki? Salih'e karşı kazanacağı bu keskin zafer, yabana atılmayacak kadar değerliydi. Kaldırdığı elini Salih'in omzuna koydu.
"Kaç bekar kaldı ki?" dedi şakacı bir göz kırpmayla.
Salih arkadaşının şakacı tavrına kanmadı. Yine de uzatmak istemediği için dudağının kıyısıyla gülümsedi. Behzat da Salih'i daha fazla kuşkulandırmamak için erkeklerin tarafına doğru yürüdü. Uygun anı kollamalıydı. Diğer konakta ise Perran, dadısı ve annesiyle birlikte yardım için konağa gelmişlerdi. Tayyibe, Perran'ın sevdiği gencin düğününe katılmaktan pek rahatsızdı, elinde büyüyen kızın mutsuzluğuna yol açacak bu eğlence onun suratını iyice asmasına neden olmuştu. Küçük Pertev'i avutma görevi verildiğinden çocukların arasında olmak sıkıntısını arttırmıştı.
Kalabalık telaş akşam vakti iyice arttı, erkek tarafından gelecek kafile bekleniyordu. Behzat kafileye katılmamıştı çünkü damadın yakın arkadaşı olduğu için sağdıç göreviyle kalan konuklarla ilgilenmesi gerekmişti. Dini nikahın erkek evinde kıyılacağını sandığından kendini toparlaması için zamanı olduğunu sanıyordu. Keşke Perran ile bir kez daha konuşabilseydi...
Salih gelin almaya konağa geldiğinde Yasemin heyecandan bayılmak üzereydi. Annesi ve Münevver onun odasında son hazırlıkları yapıyorlardı. Az sonra imamın yanına inilecekti. Yakın akrabalar dışında diğer konuklar diğer konağa doğru yola çıkmışlardı bile. Yasemin gelinliği içinde bir meleğe benziyordu. Akmayan yaşlarla dolu iki çift göz ona bakarken içleri titriyordu. Afife Hanım nefeslenip Yasemin'in saçlarını örten danteli düzeltti.
"Güzel kızım benim, ne çabuk büyüdün sen?"
Yasemin hüzünlü bir gülümsemeyle başını kaldırıp annesine baktı. Afife Hanım kızının yanaklarını iki avcunun arasına aldı ve gözlerine baktı.
"Seni üzecek olursa, kızımı geri alırım bak, tamam mı?"
"Ben baş ederim onunla." dedi Yasemin annesinin elleri üzerine ellerini koydu. "Sakın merak etme."
"Evlenmeye kesin kararlısın demek..." dedi şakaya vurarak, yoksa hüngür hüngür ağlamaya başlayacaktı.
"Evde kalmaktan iyidir." dedi burnunu kırıştırarak.
Afife Hanım gülerek kızına sarıldı. Kulağına fısıldadı. "Sen bu genci gerçekten seviyor musun Yasemin'im?"
Yasemin deli gibi çarpan kalbini yatıştırmaya çalışarak titrek sesle cevap verdi. "Evet anneciğim."
Münevver'in güçlü hıçkırığıyla birbirlerinden ayrılıp ağlamaya başlayan kadına baktılar. "Kınada ağlamadım ama tutamayacağım artık kendimi!" diye hıçkıran Münevver kendini Yasemin'in kollarına attı. "Suratsız diye diye geldiğin hale bak!"
Afife Hanım gülsem mi ağlasam mı diye bir an karar veremedi, sonunda sarılmış ikiliye o da katıldı. Gelin odasında mutluluk yağmurları yağarken Salih alt katta, babasının yanında dokuz doğruyordu. İmam çoktan yerine kurulmuş, gelinin odaya gelmesini beklerken kapakları düşmüş gözleriyle, damat beyi süzüyordu. Heyecanından yerinde duramayan damadın bu uygunsuz coşkusunu hiç onaylamadığı belliydi. Salih gözlerini yeniden kapıya çevirdi ve babasına doğru eğildi.
"Nerede kaldılar? Başlarına bir şey gelmemiştir değil mi?"
Babası şaşkınca oğluna baktı. "Bir kat aşağıya inecekler oğlum başlarına ne gelebilir ki? Merdivenden yuvarlansalar duyarız herhalde"
Babasının şakasına iç geçiren Salih, Yasemin'in yeniden bayılmasından çekindiğini söyleyemedi. Kısalttığı saçlarının düzenini bozma pahasına parmaklarını saçlarına geçirip ofladı. Tam ayağa kalkıp masadan su alacaktı ki, kapı açıldı. Yarı doğrulmuş halde kalakaldı.
Sadık Muhsin Bey'in koluna girmiş, dantel duvağıyla yüzünü saklamış ay parçası başı önde odaya girdi. Salih'in kımıldamadığını gören babası eliyle oğlunun omzuna bastırdı ve ağzının içinden konuştu.
"Yerine otur Salih"
Salih nihayet soluk alıp gözlerini kırpabildi. Bakışlarını bu alımlı peri kızından alması zor oldu ama başını eğerek selam verdi. Aman, kalbim çatlamanın sırası değil şimdi diyerek içinden telkin ederken imam ikisinin babasını dışarı gönderdi. Karşılıklı oturmuş iki gencin nikahını kıymak için dualarına başladı. Ne Yasemin başını kaldırıp Salih'in yüzüne bakabildi, ne de Salih Yasemin'in duvaklı yüzüne. Hocanın sesi bile kulaklarına zor ulaşıyordu.
Lafı dolandırmayalım gönül çalkantısı içinde Yasemin ile Salih'in nikahı tamamlandı. İmam hayırlı dualar ettikten sonra aile büyüklerini çağırıp gençleri onlara teslim etti ve düğün yemeğine yetişmek için diğer konağın yolunu tuttu. Konakta kalanlar da gelin ve damadın ardına düşerek hava kararmaya başlamadan yola döküldüler.
Erkekler bahçede, kadınlar konakta toplanmış eğlencelerine bakıyorlardı. Yorgun olanlar birer birer düğünden ayrılırken yakın akrabalar ile eş dost kalmıştı geriye. Behzat nikahın tamamlandığını duyduğundan beridir, tuhaf bir huzurla dolmuştu. Perran'ın kızacağını biliyordu ama o elinden geleni yapmıştı değil mi?
Perran ise ne hissedeceğini bilemez bir haldeydi, afakanlar basıyordu genç kızı. Bu ruh hali Salih'i Yasemin'e kaptırmaktan ileri gelmiyordu. Annesine gönderilen haberdeydi. Hayriye Hanım kızına görücü geleceğini ve saygın bir aile olduklarını öğrenince bir zilleri takıp oynamadığı kalmıştı. Faruk Tahsin Bey'e kaşla göz arasında bu mutlu haberi vermiş ve damat adayının varlıklı olmasından ziyade efendi olmasından bahsetmişti. Doktor bey ise kızını isteyen adamın geçen gün tedaviye gelen genç olmasını kuşkuyla karşılamıştı.
"Nerede gördüler birbirlerini acep?" dedi fikrini söylemeden önce karısının ağzını yoklamak adına. Evde karşılaşmış olduklarını düşünmüştü bir an.
"Görmeleri mi gerek beycağızım?" dedi Hayriye Hanım. "Kızımızın methini duymuş olacak. Yoksa bilirsin Perran konağın penceresinden bile başını çıkarmaz. İki kat peçeler ardında bir tek Yasemin'in evine gider gelir, gözünü yerden kaldırmaz."
"Bilirim hanım da..."
"E, bilirsin de, neden şüphelenirsin. Beyefendi evlenecek çağda, İstanbul hudutları içinde Perran kadar edepli hanım bir kızı nereden bulacak? Güzellikte var, bana benzemişliğinden ileri gelen."
Adam kadının çenesinin durmayacağını anlayınca başını sallar. "Peki, hanım, peki. Haftaya uygun bir vakit gelsinler madem. Ben de bu arada hakkında hoş lakırdı işitmediğim şu genci bir soruşturayım."
"Soruşturup ne yapacaksın benden ala bilgi kaynağı mı var? Sen o işi bana bırak kocacığım, ben lazım geleni öğrenir sana rapor ederim. Kız geldi on dokuz yaşına, isteyenlerin en iyisi de bu genç, gönlün alırsa everelim gitsin."
Doktor bey ağzını hoşnutsuz bir tavırla büktü. Olur, anlamında homurdanarak erkek tarafının eğlencesine döndü. Hayriye sevinçten uçarak Perran'ı yakaladı, kenara çekip meramını hızlıca açıkladı.
"Perran müjde! Sana görücü geliyor, yakında sana da Yasemin'in gösterişini aratmayacak bir düğün yapacağız. Ay, çok heyecanlandım şimdi, kadınlar hasedinden çatır çatır çatlayacaklar! Söylesem mi şimdiden bilemedim, daha erken ya, beklesem mi? Haberimiz yokmuş gibi..."
"Anne, ne diyorsun sen?"
Perran duyduğu havadis karşısında titredi kaldı. Görücü gelecekti! Annesinin coşkusuna bakılırsa çoktan karar verilmişti. Çenesi titreyerek sordu.
"Alay mı ediyorsun benimle?"
Hayriye Hanım yüzünü buruşturdu. "Ne alay edeceğim seninle, işim gücüm yok sanki. İsteyici çıktı diyorum sense boş konuşuyorsun. Ciddi ciddi görücü geliyor, yoksa babana söylemezdim."
"Babama mı?"
Hayriye Hanım başını salladı. "Oldu da bitti maşallah! Düğünü geciktirmeyelim, Afife'nin görkemini bastırsın. Arayı soğutmamak gerek. Ay aman çok işimiz var! Neyse ki çeyizin beş yaşından beridir hazır da oyalamayacak. Kime çıtlatsam da hemen yayılsa acep?"
Annesi dedikodu gücünü kafasında sıralarken kızının yanından uzaklaştı. Perran'ın eşekten düşmüş karpuz gibi ortada öylece kaldığını anlayamadı. Ne kadersiz başı vardı bu kızcağızın! Kime gönlü aksa tepe taklak oluveriyordu. Tam da Behzat aklına düşmeye başlamışken hadsiz bir görücü ortaya çıkıyordu. Bakışları salondaki divanda oturan Yasemin'e doğru çevrildi. Yoksa ettiği kötülüklerin ceremesini mi çekiyordu? Arkadaşının arkasından çevirdiği dolaplar yüzünden, bu dünyada haksız bulunup mutsuzluk cezasına mı çarptırılmıştı?
"Perran, öldüm bittim."
Perran düşüncelerinden sıyrılıp yanı başına gelmiş Tayyibe'ye baktı. Kadın elini beline koyarak sırtını iyice gerdi. "Pertev en nihayetinde uyudu, ne hareketli bu çocuk yahu! Maşallah!"
"Anlamadım dadı" dedi aklı hala yerine gelmemişti.
Tayyibe genç kızın yüzüne baktı, ağlamaklı ifadesi karşısında şaşaladı. "A benim güzel gözlüm, üzüldün mü sen? Söyle derdini dadına."
Perran'ın çenesi titredi ve başını eğerek kadının lafını onayladı. "Sevdiğime kavuşamamakmış benim kaderim" diye mırıldanınca Tayyibe'nin öfkeli bakışları Yasemin'in olduğu tarafa kaydı.
Hileyle Perran'ın sevdiği adama el koymuştu, Salih denen züppe de Perran'ın derin aşkını görmezden gelip bu süslü bebeğe varmıştı. Nasıl kinlendi kıt aklıyla, bu iki taze karıkocaya, nasıl, anlatamayız! Perran'ın omzuna kolunu attı, biraz zor olmuştu ama başardı.
"Üzülme Perran'ım. Su, yolunu bulur, kötüler de elbet cezasını..."
Perran daha da hıçkırdı. "Öyle deme Tayyibe, yarama tuz basma. Yaptıklarımın sonucunun bu olacağını nerden bileyim?"
"Lafım sana mıydı kızım? Haydi vakit de geç oldu, sen arabaya geç. Böyle hüngür hüngür ağladığını kimse görmesin. Ben de validene haber edip arabada pirelerini uçuşturan Pertev'in eşyalarını da kucaklar gelirim."
Kadının önerisini onaylayan Perran yaşlı gözlerini saklayarak dış kapıya yollandı. Yasemin'e veda edecek hali yoktu, yüzüne bakacak hali de. Salih'e olan deli sevdası yön değiştirmiş Behzat'a doğru esmeye başlamıştı ama kavuşamayacaklardı. Üstlüğünü giyinip yan yoldan ivedi adımlarla yürümeye başladı. Ta ki, tanıdık bir ses duyana dek... Ağaçların gizliliğine sığınarak kulak kabarttı. Kuytu köşeye çekilip konuşan iki gençten biri Salih idi, diğeri ise Behzat.
"Behzat, bu gizem de neyin nesi?"
"Aşk olsun Salih, insan can dostuyla yalnız kalıp iki kelime konuşamayacak mı? Evliler kervanına katılıp bekarları unutmaya erken başladın."
"Unutmak değil Behzat, akrabaları uğurluyoruz. Babamı tek başına bırak..."
"Benim konuşacağım şey, akraba göndermekten daha önemli Salih." Behzat'ın eli cebine gitti. Yürek çarpıntılarını yatıştırmaya çalışarak parmaklarının arasındaki kağıdı çıkardı. "Uzun zaman önce eline geçmesi gereken bir name var. Aradım, taradım, anca yeni buldum."
Perran neredeyse çığlık atacaktı, eliyle ağzını kapattı. Kapatmakla kalmadı, parmaklarını ısırdı. Üzüntüsünden taş kesilmişti, Behzat ile birlikte hazırladıkları acımasız gösteriyi seyrediyordu. Behzat elindeki mektubu Salih'e uzattı.
"Al bakalım."
Salih kaşlarını çatıp kuşkulu bakışlarla arkadaşının elindeki kağıdı aldı. Açmadan bir an kağıda baktı kaldı. Behzat arkadaşına gülümsedi.
"Durma, aç." Sonra geri adımladı. "Ah, belki yalnız okumak istersin. Bana eyvallah."
Salih mektuptan gözlerini alarak Behzat'ın arkasından baktı. Dudağının kenarını ısırarak krem renkli tanıdık kağıdın katlarını yavaşça açtı. Salih mektubu okuyadursun Perran ateş almış gibi Behzat'ın yoluna doğru koşarak karşısına aniden çıktı.
"Siz ne yaptığınızı sanıyorsunuz?"
Karanlıkta birden önüne atlayan kızın korkusuyla yerinden sıçrayan Behzat kısa bir nida bıraktı.
"Allah'ım sen koru ya rabbim!"
"Bu ne densizliktir efendi, evlendiler onlar. Plan bozuldu" diye adamın karşısına dikilen Perran hırsla peçesini açarak söylenmeye devam etti. "Bu kadar ödlek olmayın, Perran'ım ben, bir altınıza yapmadığınız kaldı."
Behzat elini kalbine koyarak nefeslendi. "Aklımı aldınız Perran Hanım"
"Daha da fazlasını alacağım beyefendi. A, canınız mı kalmış arkada? Onu da alayım bana zahmet!"
"Gece gece neden celallendiniz siz böyle? Vallahi gördüğüme sevinemedim."
"Sevinmeyin de zaten! Mektubu neden verdiniz Salih Bey'e?"
Omzunu silken Behzat kızın sorusunu basitçe cevapladı. "Çünkü onun hakkıydı. Perran Hanım, size dürüst olacağım. Sizinle yaptığımız oyunların boşa çıktığını gördük, demek ki kısmet buymuş. Salih'in sizde gönlü olsaydı, tüm kumpaslara gerek bile olmazdı. Ben düşündüm taşındım, kaderinizin farklı olduğuna karar verdim."
Perran kaşlarını çattı. "Ne saçmalıyorsunuz siz kuzum? Şerbeti fazla mı kaçırdınız?"
"Hayır, hanımefendi, tam tersi aklım yerine geldi. İzninizi almadığım için beni af edin ama el koyduğum ilk mektubu Salih'e takdim etmeyi daha uygun gördüm. Yanlış mektup doğru kişiye ulaştığı için de hiç müteessir değilim."
"İlk mektubu mu verdiniz Salih Bey'e?" dedi ilk defa sevinerek. "Size getirdiğim mektup yerine diğerini mi verdiniz?"
Gururla başını dikleştiren Behzat, kızın öfkesini karşılamaya hazırlandı. "Tam tamına öyle Perran Hanımcığım. Hakkı oydu."
"Ah, nasıl mutlu oldum! Ne isabetli davrandınız anlatamam. Utanmasam boynunuza atılabilirim Behzat Bey!" dedi ellerini çırparak. "O derece sevindim."
Behzat çapkın bir bakışla dudağını büktü. "Hayır, demem. Gerçi gören olursa ikimizin evlenmesi gerekebilir."
Perran'ın sevinci aniden soldu, süzüldü. Yüzünün eğilmesine şaşıran Behzat ona doğru bir adım attı. "Neden üzüldünüz Perran Hanım? Şakam size çok mu ağır geldi? Haddimi aştım özür dilerim."
"Başka şeyler söz konusu Behzat Bey, üzüntümü üstünüze almayınız. Sanırım yaptığımız büyü beni lanetledi, derdimin tek bahanesi bu olabilir."
"Sizi neden lanetlesin?" dedi Behzat, kızın üzüntüsüyle kahrolarak. "İlginiz yoktu ki, büyü yapılan saçlardan biri benim saçımdı."
Perran başını öyle hızlı kaldırdı ki, Behzat irkildi. "Ne dediniz? Salih Bey'in saçı değil miydi?"
Yanaklarını basan ateşe rağmen suçunu itiraf etmek için başını sağa sola salladı. "Salih'in saçlarını almak kısmet olmadı, ben de hoca ile konuşup benim ve Yasemin Hanım'ın saçlarını kullanarak bir sevda büyüsü yapmasını istedim. Yani sizin hiçbir günahınız yok ki lanetlenesiniz, tüm günah bendenizin. Çektiğim ve çekeceğim acılar da benim diyetim."
"Demeyin." Diyerek ellerini birbirine vuran Perran gülse mi ağlasa mı bilemedi. Göz göre göre gitmişler birbirlerine sevda büyüsü yaptırmışlardı. "Ben de aynı kaderi paylaştım. Size mahcup olmamak için de, Yasemin'in saçı yerine kendi saçımı koydum mendilin içine."
Behzat'ın gözleri açıldı. "Demeyin!"
"Dedim de yaptım da beyefendi, yalan söyleyecek zaman mı ayol?"
"O halde..." diye kafasından hesap eden Behzat zihninde parlayan fener ışığıyla aydınlandı ve bu aydınlanma yüzüne de yansıdı. "Size bir iyi, bir kötü haberim var Perran Hanım."
Perran vardığı sonuçlarla şaşkın halde söylendi. "Aman çabuk söyleyin beyefendi zira vaktim çok az."
"İyi haberi mi, kötü haberi mi?"
"Birinden başlayın efendim, nazlanmanın sırasın mı tövbe, tövbe. Vaktim az diyorum."
Behzat baygın bakışlarla Perran'ın yüzüne baktı. "Hoca hazretlerinin yaptığı büyü tuttu ama sanırım eksik gelen bir şey var. Bu kötü haberdi. İyi haber de; büyü tuttu çünkü ben size fena vuruldum Perran Hanım. Gecem gündüz oldu, uyku tutmuyor kaç gündür. Keşke çektiğiniz sevda ateşini ben körükleyebilseydim."
Perran ağzını açtı ama ses mes çıkartamadan öylece baktı. Bayılacakmış gibi sallanınca Behzat uzanıp kızın sırtını ağaca yasladı. Perran'ın başı öne eğikti. Behzat aşk sözlerinin beğenilmemesine alışkın olmadığından kızın bu hali ona pek dokundu. Perran da çetin ceviz nazlı nazenin çıkmıştı.
"Rica ederim, bayılacak kadar kötü bir lakırdı etmedim ben." dedi küskünce dudağını sarkıtarak. "Size aşık olduğumu söylemem cüretkar olabilir ama karakterim gereği kahramanlık yapmayı seven hınzır bir tarafım vardır. Bu şaşkınlığınızı neye yoracağımı bilemedim."
Perran nemli bakışlarla Behzat'a baktı ve ağlamaklı bir sesle konuştu. "Tek taraflı dediğiniz sevda ateşi kaç gündür bana da aman vermez Behzat Beyciğim. Hoca efendinin büyüsü çok yaman bir büyüymüş, gönlümü Salih Bey'den koparıp size yamayıverdi. Şaşkınlığım hem sevinçten hem üzüntüdendir ama yanlış anlamayın. İtirafınız beni cennete çıkarmışken kaderim olan cehennem aklıma geldi de ondan fenalaştım. Yoksa bu saatler benim hayatımın en güzel saatleriydi."
"Üzüntünüz nedir cancağızım?" dedi mutluluk ve tereddütle titreyerek.
Perran hıçkırdı ve elleriyle yüzünü kapattı. Behzat kızın bu süzgün haline dayanamıyordu. İri gözleri daha da irileşmiş, göle düşmüş dolunay gibi parlıyordu. Cebinden mendilini çıkarıp kıza uzattı.
"Lütfen, kabul buyurun ve ağlamayın. Üzüntünüzü anlayalım belki hal çaresine bakarız, belki değil, kesin bakarız."
Perran yumuşacık mendili aldı ve gürültüyle sümkürdü. Behzat hafifçe burnunu buruştursa da genç kızın bu samimiyetinden hoşnut olması gerektiğini hatırlayıp tiksinmedi. Perran nihayet başını kaldırdı ve dolunay bakışlarıyla Behzat'ın soran gözlerine baktı.
"Hafta içinde bana görücü geliyor beyzadem. Babam ve annem beni vermeye karar vermişler, onlara kesinlikle karşı çıkamam. Babam beni dilim dilim keser."
"Neden babanız cerrah mı sizin?" dedi öfkeyle. "Ben kendisini sade doktor bilirdim"
Ne bu ya? Ne zaman bir kıza talip olsa kısmeti açılıyordu. Bu sefer elini çabuk tutacak ve Perran'ı istemeye gelecek saygısızdan önce kızı kapacaktı. Başını doğrulttu ve konuşmasına devam etti.
"Hiç üzülmeyin, ben hemen yarın büyükannemi gönderir, sizi istetirim."
"Vermezler ki!" dedi hıçkırarak. "Babam çok serttir ve bir karar verdi mi kimseyi dinlemez. Anneme tamam dedikten sonra isterse padişah beni oğluna istesin, dünyada vermez. Öyle inattır."
Behzat kaşlarını çattı, kırıştırma pahasına da çatmaya devam ederek söylendi. "Biz de kalplerimizi bağlayan mübareği ziyaret ederiz. Bir kez daha yardım isteriz. Bakın, bakalım o zaman babanızın inadımı kırılacak yoksa bizim çöpümüz mü çatılacak. Yok, bu sefer kaybetmem. Katiyen olmaz. Tanıdık birine yenildim, tanımadık birinin canını okurum."
Genç adamın bu tiyatrosunu izleyen Perran'ın gönlü ferahladı. Ah, ne hoş ve akıllı bir adamdı bu Behzat. Hoca efendi iyi ki aklına gelmişti, bir büyü daha yaptırır, gelecek görücünün ayağını kesiverirlerdi. Rahat bir nefes alıp doğruldu ve o anda telaşlandı. Çok oyalanmıştı.
"Beyzadem, çok iyi düşündünüz. Size zahmet, yarın ilk iş hoca efendiye bir danışıverin, ben de bizimkileri vaz geçirmeye çalışayım ama fazla ısrar edersem Musul'a sürülürüm. Kararınca konuşmak gerek. Haydi, herkes görevinin başına!"
Behzat baygın bakışlarını kıza dikti. "Yüzünüzü gösteren geceye şükürler olsun."
"Şükretmeyi bırakın da vedalaşalım." dedi Perran. "Aman, beni aramaya başlamışlarsa vay halimize."
"Allah'a emanet olun nazlı Perran Hanımcığım."
"Siz de Behzat Beyciğim."
İtiraflardan sonra yeni planlarla ayrılan çiftimizi ayrı yollara uğurladık. Biz gelelim Yasemin'in kendine yazdığını sandığı mektubu okuyarak yürüyen Salih'e. Yüzünü teslim alan gülümsemeyle, gönlünü okşayan Yasemin'in inci gibi yazısının taçlandırdığı kelimeleri okuyan Salih eridi, aktı. Bitmek üzere olan düğünün kalabalığı aklından silindi. Kadınların geceyi bitirmek üzere doluştuğu konak kapısına doğru yürüdüğünü anlamadı, aklı Yasemin ile dolu ve özlemiyle yanarken niyeti bir an önce sevdiğinin yüzünü görmekti.
Bir gün önce Yasemin'in dadısıyla karşılaşıp ondan yardım almıştı. Fakat bu gece rastlayacağı dadı,karşılaşmaması gereken dadıydı.    
***
Taşlık yola geçeceği sırada mektuptan başını kaldırdı ve ona kızgın bakan bir çift gözle yüz yüze kaldı. Kadının elinde bir çocuk çantası tutuyordu. Salih ayılarak yanlış yöne döndüğünü fark etti. Kadına selam verip geriye dönecekken kadının sesi pes perdeden cırladı.
"Sen ne zalim, ne insafsız bir adammışsın. Yüzünü gören de melaike sanır ama kara kalpli bir âdemoğlundan başka bir kişi değilmişsin. Dur, dur kaçma bir de!"
Salih şaşırarak kadının kime söylendiğine bakmak için başını çevirdi. Kadın mor üstlüğünün içinde sallana sallana onun yanına doğru seğirtti. Bir yandan da konuşmaya devam ediyordu.
"Hiç mi acımadın gencecik kıza?"
"Özür dilerim hanımefendi ama kime konuşuyorsunuz?"
"Burada bizden başka kimse var mı? Sana konuşuyorum tabi ki, bir de suçunu bilmez gibi soru soruyor."
Salih kadına dikkatlice baktı. "Ben kiminle müşerref oluyorum?" dedi meczup kadını onu merak edeceklere teslim etmek için.
"Kim olduğum mühim değil, senin işlediğin iş mi be oğlum? Sevenleri ayırdığın yetmedi bir de seni seven kızın gözyaşı dökmesine neden oluyorsun. Konuşmayacaktım ama duramadım. Zavallı Perrancığım senin derdinden hasta oldu. Yine de ne yüce gönüllü ki, düğüne gelip üstüne üstlük elinden gelen yardımı da etti. İçim şişti, kızımın günden güne helak olmasına dayanamadım."
"Yanlışınız var hanımefendi, beni başkasıyla karıştırıyorsunuz."
"Hiç de karıştırmıyorum. Yüzünü ezber ettim, sen beni tanıyamadın ama daha önce de seni görmüştüm."
Salih o an uyandı. "Perran Hanım'ın dadısısın sen..."
"Öyleyim ya!" dedi kadın elindeki çantayı sallayarak. "Kır gezisinde sana sevdalanıp mektup yazan Perrancığımdı. Yasemin zillisi, Behzat Bey'e vurulmuş ona mektup yazmış. Perrancığım utandığından mektubu sana göndermekten vaz geçmiş ama hınzır Yasemin durur mu? Name düzdüğü Behzat Bey'den yüz bulamayınca, son çare, sana evet demiş. Perran'ımın kısmetine göz dikmiş."
Salih afalladı. "Ne dersin sen kadın?"
"Dinle diyeceğimi, anlarsın o zaman. Sana gelen name, aslında Behzat'a yazılmıştı. Yasemin'in gönlü Behzat'taydı ama talihe bak, işler karışmış. Yasemin de yalan söyleyip benim kızcağızımın sevdasını çalıvermiş..."
Tayyibe kantarın topuzunu iyice kaçırmıştı, kendini durduramıyordu. Ne zamandır içinde sakladığı yalan zehrini, zavallı Salih'in üstüne kustu. Bildiklerini söylediği yetmiyor gibi tahmin ettiklerini de anlatıverdi. Salih, kadını dinlerken kalbi atmayı bırakmış, göğsünde büyük bir boşluk oluşmuştu. Kadın konuşmaya devam ederken kulakları artık duymuyordu. Zihninde Yasemin'in ona olan tavırları geliyor ve mantığına oturmaya başlıyordu. Genç kızın kaşlarının altından attığı kinli bakışların sebebi bu olsa gerekti. Son zamanlarda değişen hali de, kaderine teslim olmasından başka bir şey değildi.
Ne kadar öyle cansız dikildi bilmiyordu çünkü gözleri görmeye başladığında kadının gitmiş olduğunu gördü. Tek başına, elinde ateş harflerle yazılmış mektup parçasıyla duruyordu. Boşluk duygusu, can acısına dönüşürken ezbere bildiği mektubu parçalamamaya gayret ederek bir daha açtı. Gözleri cayır cayır yanarken satırları yeniden okudu, aşk dolu satırlar artık onun için değildi. Yabancı birine yazılmıştı.
Bu sabah ne mutlu bir sabahmış! Yüzünü görmek için uyandığımı bilmiyordum ama gönlümdeki neşenin sebebinin sen olduğunu, ilk görüşte anladım. Ateş oldum buza dönüştüm, buz oldum yangına dönüştüm. Gün gözüyle, gölgelerin arasında bin bir biçim değiştirdim, aşkımın narıyla kavruldum. Kora döndüm. Bir bakışına nail olabilmek uğruna beyaz oldum, kara çaldım, uslanmadım, sevgimle yıkanıp yine beyaz oldum. Bu hadsiz aşkzede kim dersen... Ilık bir yaz akşamı, gözlerini kapat ve derin bir nefes al. Aldığın nefesteyim... Adımı fısıldar gecenin kokusu sana... Umudum ben der, beklediğin yalnız kalbine... Sevdanım der, umudunun bittiği yerde...
Salih elindeki kağıdı sıktı ve gözlerini kapattı. Bacaklarında derman kalmamıştı, sallanarak geriledi. Sırtı bir ağaca çarpınca kendini yere bıraktı. Tatlı çiçeğinin kalbi başkası için mi atıyordu? Neden söylememişti? Salih bağrına taş basar yine... Hayır, unutamazdı, taş basamazdı. Ölürdü.
"Yasemin... Yasemin'im..." diye sızladı yüreği ince ince, dilindeki yalvarışla birlikte. "Nasıl yaşayacağım şimdi ben? Bana yaptığın hak mı?"
Kulağına çalınan seslerle kendine geldi, yola yakın duruyordu. Sendeleyerek kalktı ve bahçenin sonundaki çeşmenin başındaki mermer oturağa doğru gitti. Gözlerini yakan yaşlar dökülmek bilmiyordu, içinde canını acıtan bir yumru oluşmuştu, nefes alamıyordu. Kendini sıraya bıraktı, başını ellerinin arasına aldı ve öylece oturdu. Hisleri uyuşmuştu, tek hissettiği tarifsiz bir üzüntüydü. Yasemin onunla çok fena oynamıştı, amacı neydi? Behzat'ı isteseydi alamaz mıydı, ondan ne istemişti?
***
Konakta ise son misafirleri uğurlayan ev halkı, baş başa kalmışlardı. Salih'in yokluğunu ilk fark eden Sema Hanım, ayrılmaya hazırlanan dünürlerine belli etmeden kocasına sordu. Salih'in Behzat ile konuşmaya gittiğini öğrenince gençlerin alkol için bahane bulduklarını düşünüp üstelemedi. Afife Hanım'a tahminini çıtlattığı için de iki kadın Salih'in yokluğunun anlaşılmamasına uğraştılar. Ne de olsa Salih aklı başında bir gençti, aşırı bir şey yapmazdı. Behzat ise bir parça belalıydı, Salih onu başından savamamış olacak, henüz meydana çıkmamıştı.
Afife Hanım ve Sadık Muhsin Bey'i uğurladıktan sonra Sema Hanım kapıdan Behzat'ın çoktan ayrıldığını duyunca meraklandı. Behzat tek başınaysa Salih neredeydi? Yasemin'i odalarına göndermişti, Hüma da misafirler gidince kendini yatağa atmıştı. Sema Hanım, kocasını dertlendirmemek için kahyaya bahçeyi aramasını söylemek için sofaya inmişti ki, Salih buz gibi bir ifadeyle kapıdan girdi. Görmeyen gözlerle ona kısa bir bakış atan oğlunu görünce kadıncağızın aklı gitti.
"Salih'im neyin var?"
Salih konuşmadan merdivenlere dönmüştü ki, Sema Hanım kolundan yakaladı. Salih hızla silkinerek annesinin elinden kurtuldu. Omzunun üstünden ters ve ölümcül bir bakış attı. Kadın oğlunun gözlerindeki ayazdan üşüyerek geriledi.
"Oğlum..."
"Bir şeyim yok anne!" dedi dişlerinin arasından. "Hiçbir şeyim yok! Beni biraz rahat bırak!"
"Canını sıkan ne Salih, ne bu..."
"Konuşmak istemiyorum!"
Kadın nefeslendi. "Salih, düğün gününde..."
"Düğün günüm..." dedi Salih küçümser bir tavırla gülerek annesinin lafını kesti. Gözleri, ciğeri ama en çok da kalbinin en derinleri yanıyordu. Can acısından beter biz azaptı içinde olduğu, başka türlüydü keşke göğsüne bıçak saplasaydı Yasemin de... Başkasına sevdalanmasaydı. 
Ona şaşkınca bakan annesinin yüzüne bakarak ekledi. "Madem düğün günüm, gergin ve yorgun olmamı normal karşılaman gerekir. İyi geceler anne."
Kadın merdivenleri tırmanan oğlunu arkasından mırıldandı. "İyi geceler oğlum, Allah rahatlık versin."
***
Yasemin gelinliği üstünde, duvağı başında gerdek odasında damadını bekliyordu. Nikahtan beri görmemişti, az sonra görecek olduğunu düşündükçe heyecandan soluk alamıyordu. Anne ve babasını uğurladıktan sonra Salih'i beklemek için odalarına çekilmişti. Ayakta durmaktan yorulup yatağın kenarına ilişti. Bekledi, bekledi... Yorgunluktan kendinden geçip yatağa devrilmeden önce, saatlerce Salih'in kapıdan içeri gireceği anı gözledi. Salih'in birkaç kapı ötedeki odada, ona kinlenerek karanlıkta oturduğunu bilmiyordu.
***
Sabahın alacakaranlığında Salih oturduğu koltuktan nihayet kalktı. Hissiz adımlarla ruhuna azap veren gerdek odasına doğru yürüdü. Yasemin'in çoktan uyuduğunu düşündüğünden sessizce kapıyı açtı ve içeri süzüldü. Tahmini doğruydu. İnce dantel duvağı maske misali yalancı yüzünü örten genç kız iliştiği yatağın kenarına uzanmış uyuyordu. Pencereden sızan loş ay ışığı altında masumdu ama onun ne kadar zalim bir düzenbaz olduğunu dün gece öğrenmişti. Hala inanamıyordu ve bu düşüncesi onu daha da öfkelendiriyordu. 
Salih göğsünde kopan fırtınalara inat kıza bakmamaya çalışarak kıyafetlerinin konduğu dolaba gitti. Usulca açıp üstüne bir takım giysi aldı. Odayı doldurmuş çiçek kokusuyla mest oluyordu ama kanmayacaktı. Onu sevmeyen biriyle evlenmiş olmanın sancısıyla dişlerini sıkarak kapıya doğru döndü. Elini tokmağa atamadan titrek bir ses onu durdurdu.
"Salih Bey..."
Eli kapı tokmağını kavradı ama çevirmedi. Yasemin'in sesi tedirgin bir tonda yeniden kulağına çalındı.
"Sizi beklerken uyuyakalmışım, üzgünüm."
"Uykunuza devam edin hanımefendi, ben çoktan uyandım." Dedi Salih sert bir sesle ve tokmağı çevirdi.
"Gidiyor musunuz?"
Kapıyı ittirdi ve yatağın üzerinde doğrulmuş, sesiyle insanı esir eden bir siren kadar güzel ama onun kadar ölümcül kıza doğru döndü. Gelinliğinin içinde bir kuğu misali zarif ve göz alıcıydı. Ona baktıkça kalbinin yumuşamasına sinirlenerek söylendi.
"Görüyorsunuz ki, gidiyorum. Bir sakıncası mı var? Yoksa sizden izin mi almalıydım?"
Yasemin ayağa kalktı ve duvağı başından çekip yatağın üstüne bıraktı. "Neden bu şekilde konuşuyorsunuz?"
"Çünkü hak ettiğiniz şekil bu!"
"Hak ettiğim mi?" dedi Yasemin hala uyku mahmurluğu taşıyan yüzünde oluşan kırgınlıkla.
Salih yorgun, uykusuz ve afallamış bir insanın nasıl olur da bu kadar hoş görünebileceğini düşündü bir an için. Sonra içinden güldü. Şeytan da cennetten düşmeden önce bir güzellik abidesi değil miydi? Yasemin de dün gece Salih'in onu yerleştirdiği melekler katından aşağıya düşmüştü ama güzelliğini muhafaza etme becerisini göstermişti. Şimdi de masum duruşuyla, onun aklını çelmeye çalışıyordu. Elini cebine atıp buruşmuş kağıdı çıkardı. Yasemin'e doğru fırlattı.
"Bana dürüst olun." dedi soğuk bir sesle. "Bu satırların adandığı kişi kim?"

Hiç yorum yok:

Seri Hikayelerin Düzeni

TUTSAK SERİSİ 1. Kitap    Tutsak 2. Kitap    Anahtar 3. Kitap    Dünya 4.Kitap    Cehennem Hikayelerin dizilişi bu şekildedir. Diğer ...