KALPTEN ÖTE -9-

Şarap kokulu mahzende gür bir kahkaha patladı. Murat elini dizine vurarak gülerken karşısında eski fıçının üstünde rahatsızca oturan Mustafa anlattığına bin pişmandı.
"Küçücük bir kızdan mı dayak yedin sen lan? Hiç mi utanmadın?"
"Alay etme abi, ya. Pusuya yattığını tahmin edemedim."
"Onca eğitimi kıza verseydik keşke, senden daha yaman biri olacağı kesin."
Mustafa ensesini kaşıyarak söylendi. "Kız olmasaydı, gününü görürdü o."
"Sanki küreği başına yediğinde cinsiyetinden haberdardın." diye yeni bir kahkaha patlattı. "Evire çevire dövmüş işte seni. Aferin be kıza!"
Murat'ın alaycı sözlerine karşılık veremezdi, yerden göğe kadar haklıydı. Kızdan öyle bir karşılama beklemediği için savunmasız yakalanmıştı ve bahanesi yoktu. Murat her zaman, kimseyi zayıf görme derdi, her türlü saldırıyı herkesten bekle. Yeri gelir benden de sakınman gerekebilir. Peki, bunca uyarıya rağmen varlığını bildiği kıza karşı neden savunmasını indirmişti? Bu soruya verecek cevabı yoktu.
Murat ciddileşerek yana attığı ceketine uzandı, cebindeki köstekli saati çıkararak baktı.
"Salih nerdeyse gelir." dedi ve gözlerini ona çevirdi. "Kardeşiyle gelmesin şimdi, istersen sen saklan."
Oflayan Mustafa iyice kızardı bozardı. Bir kere Murat'ın diline düşmüştü, ömür billah başına kakardı bu ahmaklığını. Murat umursamaz bir tavırla ceketini kenara attı ve mindere yayıldı.
"Meyhaneciye söyle, yiyecek bir şeyler hazırlatsın. O hazır edene dek çaktırmadan etrafa bakın, yiyeceklerle geri gel."
Mustafa aldığı emirleri uygulamak için oturduğu yerden fırladı. Çocuk kapıdan çıkmadan Murat yeniden seslendi.
"Elinde kürek olan küçük kızlardan da sakın ha!"
Kaderine boyun eğen Mustafa, suskunca kapıdan çıktı. Kıza nasıl da sinir oluyordu, onun yüzünden Murat'ın gözünden düştüğü yetmezmiş gibi sabah akşam alayla karşılanacaktı. Bir daha onunla yüz yüze gelmemek için elinden geleni yapmaya ant içti, hiç değilse boyu kızdan uzun olana dek. Kızın mendilini geri vermekten de vaz geçti, işlemeli mendildeki kan lekesini zar zor temizlemişti ama karşılaştığı alayların diyeti olarak kendine saklamaya karar verdi.
Salih meyhanenin kapısında, dışarı çıkan Mustafa ile karşılaştı.
"Nereye Mustafa?" dedi Salih ıssız meyhaneye doğru bir bakış atarak.
Mustafa da onun tersine sokağa bakarak cevapladı. "Etrafa bakıp geleceğim abi, o aşağıda."
"Sokak bekçisinden başkasına rast gelmedim ama bir de sen bak bakalım." dedi göz kırparak.
"Eyvallah abi." dedi Mustafa yüzündeki yarayı kasketiyle gizleyip dışarı çıktı. Kanı durmuştu ama kesiğin çevresi oldukça şişmişti. İzi kalacak ve zayıflığını hep hatırlatacağı için canı yeniden sıkıldı.
İçki ve mezelerin etkisiyle havaya sinen ekşimsi koku mide bulandırıcıydı. Alışmak için birkaç dakikanın geçmesi gerektiğini bilen Salih, mutfak olarak kullanılan köşede çalışan meyhaneci ile yamağına bir göz atarak alt kata inen basamaklara doğru yürüdü. Müşterisi yoktu bu gece. Bu kısmetsizliğin Murat'ın işi olduğunu tahmin etti. Ya herkesi kovmuştu, ya da millet onu görünce başka mekânlara sıvışmıştı.
Tahta basamakları hafifçe gıcırtarak aşağıya indi, iki kapılı dar geçitten daha önce konuğu olduğu odaya doğru yöneldi. Kapıyı tıklattıktan sonra içeri girdi. Küçük oda en son bıraktığından daha toparlanmıştı. Minderde yatan bu sefer Murat'tı, kapının açılmasına karşılık kapalı gözlerini aralayıp ona baktı.
"Tam zamanında, senin bu dakikliğin beni öldürüyor paşazade."
Başıyla selam veren Salih elini iç cebine atarak konuştu. "Allah sizi başımızdan eksik etmesin beyefendi, nazikliğiniz de beni öldürdü."
Murat doğruldu. "O ne biçim laf lan, ne bu ciddiyet?"
Defteri çıkarıp Murat'ın yanına giderken söylendi. "İş ortağım diye eve çıkagelmenizden daha ciddi değil. Aileme nasıl açıklama yapacağımı bilemedim. Eşime karşı hareketinizde ayrı mesele."
"Ben yeterli açıklama yapmıştım, ayrıca oldukça kibar davrandığımı düşünüyordum."
"Kibarlığınızı duydum." dedi sinirli bakışlarını şehzadeye çevirerek. "Neyse, artık lafını etmeye değmez. Biz işimize bakalım."
"Sen bana kızgın mısın yumuşak paşazade?"
Salih küçük tahta sandalyeyi mindere doğru çekti. "Eşime övgüler yağdırmanı nasıl karşılamamı beklerdin?"
Başını geriye atan Murat eğlenceli bir şaka dinlemiş gibi keyiflendi. "Aman şuna bak, kıskanmış ya! Lan, ne saçmalıyorsun? Karın gerçekten de güzelmiş, övmesem erkek olduğumdan bizzat kendim şüphelenirdim. Kibarlık gereği iki laf dedik diye mi horozlanıyorsun? Bence gayet masum iltifatlardı, keza Yasemin Hanım da büyük bir olgunlukla karşıladı."
"İltifat etme yahu, ben senin eşine iltifat etsem hoşuna gider mi?"
"Bak, bak, bel altı vuruyoruz. Tamam, lan, özür dilemem gerekiyorsa dilerim. Doğru dedin ne diyeyim. Senin zevcen gibi bir eşim olsaydı, ben de aynı tepkiyi verirdim, haklısın. Yarın gidip Yasemin Hanım'dan da özür dile..."
"Aman eksik kalsın, özür filan dilemeyin."
Murat Salih'in kıskançlığına şaşırmıştı, laf gereği söylenmiş bir iki övgü sözüne bu kadar kafayı takması ilginçti. Gerçi Yasemin daha güzel sözleri hak eden bir hanımefendiydi ama onun söz hakkı yoktu. İki elini havaya kaldırdı.
"Şaka etmek de suç oldu bu devirde. Ne sana laf deniyor, ne de Mustafa'ya. Kardeşin bizimkini fena pataklamış, asık suratını çekmek bana düştü."
Derdini belli eden Salih sakinleşti, meseleyi dallandırıp budaklandırmak gereksizdi. Başını salladı.
"Bir yanlış anlaşılma oldu."
Murat uzattığı bacaklarını kendine çekip bağdaş kurdu. Yüksek ve hasır dolgulu sert minderde neredeyse Salih ile yüz yüzeydiler. Salih'in elinde sıktığı defteri işaret etti.
"Ne buldun anlat bakalım."
Salih nefeslenerek defterin arasına sıkıştırdığı notları Murat'a uzattı. Üç alfabenin ve dört ayrı dilin harmanlanarak kullanıldığı planı, sade Türkçeye çevirmişti. Ağdalı Osmanlıcadan kaçınmıştı. Planın deşifresini hızlı göz hareketleriyle okuyan Murat'ın kaşları, her satırda daha da çatıldı. Dikkatlice okuduğu yazı bittiğinde iyice alev rengine dönmüş gözlerini Salih'e dikti. Salih ciddi bir sesle sordu.
"Sence olası mı?"
Murat bir süre baktıktan sonra başını sallayarak onu onayladı ve yine bakışlarını kağıda çevirdi. En alta eklediği formüle benzeyen yeri gösterdi.
"Bu ne?"
"Anlamadım, bir çeşit formül gibi ama benim için çok karışık."
"Kimya formülüne benziyor..." diye mırıldandı.
Bir süre daha satırlarda gözlerini dolaştırdıktan sonra kağıtları katladı. Elini Salih'e uzattı. Salih elindeki defteri uzatınca kağıtları katlayıp arasına sokuşturdu, sonra da hızlı bir hareketle sırtını yasladığı hasır halı yastığının altına itti. Önünü dönmüşken kapı çalındı. Elinde tepsiyle Mustafa odaya girdi.
Murat aldığı nefesi geri salarken söylendi. "Gelenin Kiristo olduğunu sandım ya lan. Sen bu kadar gürültülü gelir miydin?"
Salih adım sesi dahi duymamıştı, Murat'ın nasıl işittiğini düşünürken Mustafa meze tepsisini önlerine bıraktı.
"Bekliyorsun diye sakınmamıştım abi, kusura bakma."
"İyi, iyi..." dedi Murat uzanıp kalamardan birini ağzına attı. "Rakı filan yok muymuş?"
"Olmaz mı?" dedi ve ceketinin cebinden bir şişe çıkardı, diğerinden de iki bardak. Ona büyük gelen ceketinin cepleri de büyüktü.
"Otur şu köşeye." dedi ağzı dolu. Rakı şişesine uzandı. "Anlat bakalım Salih."
"Defterde üç katmanlı bir yazı var, baştaki ve sondaki yazılar bana anlamsız geldi. Sanki kafa karıştırmak için yazılmış gibi, o yüzden çevirisini yapmadım. Asıl önemli olan kısım ikinci katman ve ortasındaki formüldü. Formül yazının ortasına konduğu için hepsinden mühim diye düşünüyorum, gerçi önce onu da yanıltıcı diye önemsememiştim."
Kadehi bir yudumda içen Murat devam et der gibi elini salladı. Salih kendi kadehine içki doldururken kısaca yazdığı planın detaylarını anlatmaya başladı.
"Plana göre; adı zikredilmeyen ama kim oldukları bariz, zengin ve güçlü grubun çıkarları için büyük bir savaş başlatılacak. Bunu sen de okudun. Bu kişilerin kuklası olan yöneticiler, uzun süredir bunun hazırlığını yapıyorlar. Bu gurubun yönetemediği birkaç ülke kaldı ve sömürmeye can attıkları."
"Bizim anamızı belliyorlar zaten." diye mırıldandı Murat, sonra başını kaldırıp ona baktı. "Osmanlı hanedanını yok etmek neden istesinler?"
"Cevabını biliyorsun." dedi Salih.
"Bir de sen anlat."
Salih uzun süre Avrupa'da yaşamıştı ve onların çekincelerini görme fırsatını her milleti inceleyerek yakalamıştı. Karşısında bir Osmanlı şehzadesi vardı ama kelimelerini yine de dikkatli seçmeliydi.
"Osmanlı hanedanı, bu grup için çok tehlikeli. Hammaddelerimizi yıllardır sömürüyorlar ama biri çıkıp karşılarına dikilirse çok büyük zora düşerler. Asya'daki sömürgelerine ulaşmak için Osmanlı'nın onlara sağladığı olanaklara muhtaçlar. Bu yüzden yol üzerindeki tüm kaleleri ele geçirmek istiyorlar. Kendi atadıkları kuklalarla itiraz edilemez olmak istiyorlar. Türkler onlara göre uyuyan bir ejderha, bir gün uyanıp yeniden saldırmasından korkuyorlar."
Murat bir kadeh daha yuvarlayıp doğruldu. "İslam dünyasının gücünü arkasına almış bir güç görmek istemiyorlar. Hasta adamın boğazına çöküp nefes alamayacak hale gelsin istiyorlar." Dedi sinirle ve derin bir nefes alıp sakinleşti. "Ne zamandır Arapları kışkırttıklarından haberim var. Alt tarafımızdan kuyumuzu kazıyorlar."
"Ama Araplar bize bağlı..."
"Nah bağlı!" dedi Murat. "Misyoner kılığında bir sürü dinsiz casus dolanıyor. Daha iyi bir yaşam vaadi ile karanlık beyinleri sulandırıyorlar. Sanki Türklerden daha iyi bir ev sahibi bulabilecekler gibi. Bak gör, bizden ayrılmaya kalkarlarsa hiç biri gün yüzü görmeyecek. Kendi kendilerini yiyecekler, leş kurtçukları gibi."
Salih kaşlarını çattı. "Orada Araplardan bahsedilmiyor."
"Çünkü onlar çantada keklik, şu yazanlar ise şimdi yapılması planlananlar."
"Ben..." dedi başını sallayarak. "Ben aramızda bu denli ayrılık olacağını düşünemezdim."
"Lan onca tarikatı neden kurdular, kim kurdu sanıyorsun, insanları Allah yoluna çağırmak için mi? Git birine, dinle bakalım. Onca lafın içinde Müslümanlık adına ne duyacaksın. Allah bize kitabını göndermiş, okuyup dinimizi öğrenelim diye. Sakallı bir adamın lafıyla mı öğreneceğim?"
"Her bir azınlığı, bir tarikatla eşleştirmeleri doğru o halde."
Murat hoşnutsuz bir baş sallamasıyla onayladı. "Daha ince işler var paşazade, çok daha şeytani işler."
Deşifre olan yazıda Osmanlı hanedanının tüm üyelerini bir gecede ortadan kaldırıp aynı zamanda da yönetimden huzursuz olan halkı galeyana getirecek güçleri harekete geçirmekten bahsediliyordu. Halkın tek huzursuzluğu, iliğini kurutan savaş yılları ve onun getirdiği sefaletti. Avrupa'daki gelişmelerin hiç biri ülkede uygulanmıyor, hala yüz yıl öncesi yaşanıyordu.
Kendi yağında kavrulan halkı, tarikatların tahrikiyle bir iç savaşa sürükleyecekler ve ülkeyi küçük bir parça kalana dek böleceklerdi. Bölünen bu küçük parçayı yönetmesi için anlayışlı ve insancıl devletler, halkın başına bir komisyon atayacaklardı. Bu komisyondaki devletlerin temsilcileri bile belliydi, kendi yararlarına Asya ve Avrupa'nın can damarına dişlerini geçireceklerdi.
Bu planda en önemli olan Osmanlı İmparatorluğuydu. Böylece Asya, Avrupa, Afrika'nın kaynakları, kendini seçkin kabul eden grubun avucuna düşecekti. Uyuyan ejderhanın boğazını kesip hem Türk korkusundan kurtulacaklar, hem de zamanla kalan Türkleri asimile edip dünya yüzünden sileceklerdi.
Yıkılmasını istedikleri diğer imparatorluklarda biri Rus Çarlığı, diğeri de Avusturya-Macaristan imparatorluğu idi. Rus Çarlığı büyüklüğü ve kullanmadığı gibi kullandırtmadığı gelecekte önem teşkil edecek doğal kaynaklarıydı. Halkın direncini kırmak için çarlığa darbe vurmaları yetecekti. Çarlığın en zayıf noktası, çok işçiye sahipti. Çalışan işçilerden geri kalan ve sefa süren azınlık, asilleriydi. İşçileri ayaklandırmak için birden fazla yol yazılmıştı hatta oyunu kurmaya bile başlamışlardı.
Üçüncü stratejik noktanın belki de en az uğraştıracak ayağı Avusturya-Macaristan idi. O tetikleyici olarak kullanılacaktı. Diğer ikisinde yaratılan karmaşadan sonra, Avrupa'ya etkisi olarak Avusturya'daki olaylar gösterilecek ve kıyamet senaryosu başlatılacaktı. İnsanların korkusundan yararlanılacak ve müdahale hakkını kendilerinde bulan büyük devletler bu zavallı, kendini yönetmekten aciz devletlere yardım elini uzatacaklardı.
Bu yardım elinin kabul edilmesi için de, kemik bir grup çoktan her ülkenin beynine yerleştirilmişti. Hain devlet adamlarına düşen tek görev, uysalca boyunduruk altına girip sömürge prangasını bileklerine takmak olacaktı. Düşünme ve isyan etme yetisi elinden alınan halk, bu detaylı ele geçirmeye karşı koyacak durumda olmayacaktı. Hatta bu belayı kendilerine sunulmuş bir nimet olarak göreceklerdi, devletin koynuna çöreklenmiş besili yılanların en has görevi buydu.
Milletlerin özgürlüğü ve refahı öne sürülerek başlatılmış buhranlı dönemde, tek harcanacak taraf millet olacaktı; işin kaymağını da, yüzyıllar önce kurulmuş, gizli yönetici sınıf yiyecekti. Ne kadar çok karışıklık çıkarsa, o kadar yararlarınaydı. Çok kan, çok para anlamına geliyordu.
"Fakat yine de yazılanlar bana çok masalsı geliyor. Koskoca imparatorluğu böyle yok edemezler."
Murat acı bir gülümsemeyle sırıttı ve önündeki bir salkım üzüme uzandı. Salkımları birer birer ayırırken konuştu.
"Koskoca salkımı nasıl kolayca bölüyorum, değil mi?" dedi, salkımın dibinde kalan üç tane üzümü kopardı ve ağzına attı. "Böyle küçülterek yemek de ayrı zevkli yahu!"
Salih genç adamın ne demek istediğini anladı, aptallığına şaşırarak düşünceli bir tavırla doğruldu. Bir gün öncesine kadar nasıl da her şey güllük gülistanlık geliyordu. Şimdi ise okuduğu felaket, Murat'ın da mantıklı açıklamalarıyla zihninde canlanmaya başlamış ve içini sıkıntı bürümüştü. Kısa süren suskunluğun ardından bakışlarını Murat'ın yüzüne kaldırdı.
"Şimdi ne yapacağız?"
"Sen bir şey yapmayacaksın paşazade, artık azat edildin."
"Ne, ne dedin?" dedi şaşırarak.
Murat içini çekti ve sırtını hasır yastığa yasladı. "Kulaklarını aç da iyi dinle. Girmeyi hiç istemediğin bu görevde, işin bitti, bundan sonrası benim işim."
"Hayır, bu durumda bırakamam. Yardım..."
"Ne yapacaksın lan? Baştan beri istemiyordun işte!"
"O bunları öğrenmeden önceydi. Bu planı birilerinin bilmesi gerek, dönen oyunu anlatmalıyız."
Murat aniden doğruldu. "Sakın ha! Ne safsın sen! Kimse bilmeyecek, bu odada konuşulanları başka bir yerde dillendirdiğini öğrenirsem, seni gebertirim anlıyor musun? Öğrenmem sanma sakın, sana acıyacağımı da düşünme!"
Salih öfkelendi. "Anlatacak değilim ama elim kolum bağlı da bekleyemem. Planın olası olduğunu söyledin, hem de beni ikna ettin. Şimdi beni azat edemezsin. Bana onca şeyi boşuna mı öğrettin?"
"Tekme atmayı öğrendin diye kendini ne sanıyorsun lan?"
Salih yumruğunu sıktı, saldırmak için değil, sinirine hakim olmak için. "Yapabileceğim bir şeyler olduğuna eminim."
"Siktir git paşazade, seninle uğraşamam."
"Hiçbir yere gitmiyorum!"
Keskin bakışlar birbiriyle çakıştı. Murat'ın geri adım atmayacağını adı gibi bilen Salih bir umut son kozunu da öne sürdü.
"Yapılacak bir şeyler olduğunu biliyorum ve bir sebepten beni geride bırakmak istediğini de. Bana ihtiyacın olduğunu da iyi biliyorum. Senin durmayacağını da..."
Salih dediklerinde haklıydı ama... Murat minderin köşesinde sessizce duran Mustafa'ya döndü.
"Şu Agop ibnesini de çağır bakalım, uyuduğu yeter adamın."
Mustafa hemen ayaklanıp kapıya doğru gitti. Agop uykudan uyanmış bir halde derbeder bir kılıkta odaya girene dek iki adam konuşmadan düşünceler içinde oturdular. Agop tanıdık biri olan Salih'e bakarak burnunun ucuna düşen gözlüğü yukarı ittirdi ve sırıttı.
"Cilvelenip durma da içeri gir."
Murat'ın azarı karşısında Agop kıpkırmızı bir yüzle içeri girdi. Tavrını açıklamak için zayıf bir sesle konuştu. "Cilve değildir Osman Bey, selam vermek istediydim."
"Merhaba Agop." dedi Salih, adamın utanmaması için.
"İyi, selamlaştınız işte, ört kapıyı Mustafa. Sen de yanıma gel Agop." Hasır yastığın altındaki defteri çıkarıp formül yazan sayfayı Agop'a uzattı. "Bak şuna!"
Agop sürekli kayan gözlüğünü yeniden ittirdi ve dikkatlice sayfadaki harfleri, numaraları, işaretleri incelemeye başladı. Salih'in huzursuz ve sıkkın haline karşılık Murat çok sakindi. Tepsideki mezeleri mideye indirmekle meşguldü.
"Bu..." diye mırıldandı Agop, kırmızı damarlı gözlerini Murat'a çevirdi. "Bu da nedir?"
"Seni, bu soruyu cevaplarsın diye çağırdık, sen kalkmış bize sorarsın. Hiç mi bir şey anlamadın lan?"
Yeniden önüne eğilen Agop parmağının ucuyla görünmez bir işlem yaparak birkaç dakika daha kâğıda baktı. Kalem gibi kullandığı parmağının ucunu kâğıttan kaldırdığı vakit, bakışlarını da yukarı kaldırdı. Duvarda bir şekil görür gibi gözünü kısarak bir şeyler yazıp çizerken Murat dayanamadı.
"Deli lan bu! Rahmetli Ruhi az söylemiş."
Salih 'rahmetli' lafına şaşırsa da, yorum yapmadı. En son gördüğünde kanlı canlıydı, belki Murat şaka yapıyordu. Mustafa da Agop'un tuhaflığı karşısında kıs kıs gülüyordu. Hayali hesabı bitince Agop başını kaşıyarak Murat'a baktı.
"İki kısımdan oluşur, bir kısım hafif mekanik kısım, diğeri kimyasal bir formül. Kimyasal formül benim ihtisasım değil ama diğer kısmı çözerim."
"Çöz o vakit" dedi Murat, biraz sinirlenmeye başlamıştı.
Agop kağıda yeniden eğildi. "Bir düzenek var, küre gibim bir şey. Çevresinde sıcaklığı iyi ileten bir metalle kaplanmış ama kimyasalla nasıl birleşiyor anlamadım."
"Onun tarifi, bir çeşit bağnaz kehanet gibi yazılmıştı." Diye lafa girdi Salih. Sonra Murat'a döndü. "Sözünü ettiğim anlamsız bölümde yazıyordu. İki katmandan oluşan cehennem belli bir sıcaklığa ulaşınca, pencereler açılacak ve ölüm dumanı günahkârların üstüne salınacakmış."
"Bu bir toplu suikast düzeneği." dedi Murat, Salih'e bakarak.
Salih başını salladı. "Belli bir alandaki herkesi öldürebiliyorsa, hedeflerindeki kişilerle yüz yüze gelmelerine gerek yok."
"Kimyadan hiç mi anlamıyorsun Agop?" dedi Murat, şaşkınca onları izleyen adama döndü. "Ya da böyle bir düzeneği kim hazırlayabilir fikrin var mı?"
"Şu yaşıma kadar görmediğim bir düzenek, sıcaklığa bu biçimde tepki veren bir metal doğal değildir. Her kim hazırlamışsa, bu işin ehli."
"Fakat sen kim olabileceğini tahmin edemiyorsun?" diye sordu aslında soru olmayan soruyu memnuniyetsizce.
Agop gözlüğünü düzeltip "Cık!" diye safça cevapladı.
"Lan tam da işe yarayacaksın diye umutlanmıştım!" diye elini dizine vurdu Murat. "Yine boş çıktın."
"Ne kızorsun Osman Bey, ne diyeyim yalan mı? Dosdoğru konuşurum."
"Sus, be, sus! Hıncımı senden çıkarmayayım şimdi."
Agop öfkeli azar karşısında sıkıntıyla kıpırdandı, adamı temelli çileden çıkarmaya gelmezdi. Maazallah öbür dünyaya erken gitmek de vardı işin sonunda. Salih, iki adamın tartışmasını pek dikkat etmeden dinliyordu, çünkü o sırada anlamsız olarak bulduğu kenar köşeleri zihninden geçiriyordu. Belli ki, onlarda sebepsiz yazılmamıştı. Claude dikkat çekmesin diye saçmalayarak şifrelendirmişti.
Murat'ın yanında duran deftere uzandı. İkinci sayfayı açıp ezberindeki şifreyle yazıları yeniden okudu. İsim yoktu ama adres tarifine benzeyen bilmeceler vardı.
"Karıştır bakırı, demiri bir de oynak çinkoyu." dedi başını kaldırıp Agop'a baktı. "Sözünü ettiğin metal bu olabilir mi?"
Agop kararsızca durakladı, adamın bu düşünceli halini Salih anlayışla karşıladı ama Murat'ın sabrı yoktu.
"Evet, veya hayır diyecen sadece! Ne var bunca düşünecek? Ben de senin kadar düşünseydim sonucu bulurdum."
"Efe..." Salih son anda lafını durdurabildi. "Osman! Agop'un kimya bilgisi yetersiz zaten, emin olması zor. Sadece tahmin etmesi yeterli, belki bir uzmana ihtiyaç var."
"Oldu olacak Edip gibi ekip kuralım." Dedi ve yüzünü buruşturarak hayıflandı. "Adam deyyusun önde gideniydi ama tüm gerekli hazırlığını yapmış şerefsiz. Kimya, mekanik ve benim gibi bir fareyi ayarlamış."
"Saraya girmek için seni mi kullanacaktı?" dedi Salih, konuştukça emin olmuştu ama sormuş bulundu.
"Öyle zahir, şu tertibatı kimsenin haberi olmadan yerleştirebilecek bir ben varım. Nasıl yapabildiğim değil, yapabilmem onun için önemliydi."
Salih en çok korktukları soruyu dillendirmeden edemedi. "Bu düzeneği birileri tasarladığına göre; uygulamak için harekete geçmemelerini nasıl engelleyeceğiz?"
Agop basit bir şeyi açıklar gibi iki elini yana açtı. "Kaynağı bulmak zor olamaz." Her iki adam ona doğru dönünce ellerini indirip kararsızca ekledi. "Dünyada bunu tasarlayabilecek çok kişi yoktur, ondan dedimdi."
Murat yanında oturan Agop'un sırtına öyle vurdu ve güldü ki, adamın hangisinden sarsıldığını Salih anlayamadı. Oturur durumda öne kapaklanan Agop yere koyduğu ellerini silkerek doğrulurken söylendi.
"Konuşmayam dedim, konuştum, sümsüğü yine yedim ya!"
"Aferin lan! Dedi Murat. "Şimdi git, al eline kalemi kağıdı, isimleri yaz. Sonra da şifreli kısımdaki saçmalıklarla karşılaştırırız."
"Tanrım sen koru!" diye söylenerek ayağa kalkan Agop, aldığı darbe yüzünden yer değiştiren ciğerlerini sakinleştirmeye çalışıyordu. "Nefes al, şimdi ver. Alıver, veriver... Zor değil Agop..."
Salih'e dönen Murat otoriter bir sesle ve ciddiyetle konuştu. "Şu saçma bulduğun yazıları da yaz Salih, sonra git."
"Bunu konu..." Murat elini kaldırınca Salih sustu.
"Daha sözüm bitmedi. Evine git, pazartesi sana bir pusula gelecek. Sen bu saatten sonra geri plandasın, normal hayatına devam eder görüneceksin. Sana ihtiyacım olacağı konusunda haklısın, çünkü milletimizin senin gibi zeki ve güçlü insanlara ihtiyacının olduğu bir zamandayız. Fakat kimsenin seni harcamasına izin veremem."
Kenarda sessizce oturan Mustafa'ya bakan Murat yeniden Salih'e dönerken sesi yumuşamıştı. Neredeyse şefkatli bir tona bürünmüştü.
"Sen ve Mustafa benim için kardeşim gibisiniz. Ve kendi kanımdan öz kardeşimi koruyamamanın acısını bu kadar çektikten sonra, yine aynı kederi yaşayamam."
Salih'in nefesi kesildi. Murat'ın sözlerindeki ve bakışlarındaki acıyı görebiliyordu, hissedebiliyordu. Genç adam bu kaybı gizleyememişti, ya da gizlemek istememişti. Demek ki, Selim göçmüştü...
"Ben bir yolunu bulana dek, ikiniz de uykuya çekileceksiniz. Vakti gelince ben sizi uyandıracağım."
Murat inkar edecek gibi duran Salih'ten başını çevirerek Mustafa'ya döndü.
"Anlaşıldı mı Mustafa?"
"Efendim..."
"Senden çok memnunum ama henüz çok gençsin. Kendini geliştirmek için en önemli yaşa ulaştın. Kafanı kullan, ilerde vatanına daha yararlı olmak için eğitilmek mi istersin? Yoksa bu dar kabiliyetinle ayakçılık yapmak mı?"
Mustafa yüzünü eğdi, neredeyse ağlayacaktı ama kendine yakıştıramıyordu.
"Dayak yediğim için mi kızdınız?" dedi safça.
Murat dayanamayıp güldü. "İki kelime ciddi laf ettirmiyorsun soytarı. He, dayak yedin diye seni derslerinin başına gönderiyorum. Başka türlü adam olacağın yok senin. Tövbe yahu! Hadi, çok dillenme de, git Agop salağından kağıt kalem getir."
Mustafa utancından iyice kızararak kapıya doğru fırladı. Murat ardından bağırdı.
"Acele etme, beş dakika dışarıda bekle."
"Tamam, efendim." dedi kapıyı onların üstüne kapatırken.
Çocuk çıkar çıkmaz Salih homurdandı. "Beni de Mustafa gibi kandırmayı düşünmüyorsun değil mi?"
Murat gülümseyen bakışlarla ona baktı. 
"Al birini vur ötekine!" dedi sonra ciddileşerek ona doğru eğildi. "İkinizi de kandırmıyorum. Aslında seni bu işin temelli dışında bırakmak isterdim ama çenenden kurtulamam diye düşünüyorum. O yüzden kulaklarını aç, beni iyi dinle. Ben sana haber gönderene dek, hiçbir işe karışma. Açıkçası senin bu denli cesur olacağını hiç sanmazdım yumuşak paşazade, beni şaşırttın. Sende kabiliyet var, seni bu yüzden istedim ama âşık olman planda yoktu. Âşık bir adam benim şu anda işime yaramaz, yarardan çok zarar verirsin. Geride kalman mecburi oldu. Zaten en büyük faydayı sen sağladın. Şimdiden sonrası çocuk oyuncağı ve bir parça koşturma gerektiriyor. Yani benim işim."
Salih haklı olmasına rağmen Murat'ın tek başına olmasına gönlü razı değildi. Yasemin'siz de kalamazdı. Sinirle nefeslenip başını çevirdi. Murat yeniden konuştu.
"Gerçi iş yine sana düşerse, karının koynundan almasını da bilirim ben seni. Evlenme dedim ama dinlemedin. Ayrıca bu çözdüğün planın örneği olduğunu sanmıyorum. Bir nedenle bu kâğıtta yazana muhtaçlardı, yoksa senin peşinden bu kadar koşmazlardı. Tek yapmamız gereken defteri saklamak; böylece suikastı engelleyip tetiğe basmalarına mani olacağız; öte yandan da, her birini keklik gibi avlamayı başaracağız."
"Böyle konuşunca çok basit gibi geliyor." dedi sıkıntılı bir baş sallamasıyla Murat'a döndü.
"Çok basit lan, karşında kim duruyor senin hala kavrayamadın mı? Bana Osman demişler, Deli Osman! Başa çıkamayacağım bir bela olamaz çünkü belayı ben yaratırım."
Tartışmayı aynı noktada döndürüp durmanın alemi yoktu. Murat haklıydı, Salih işin bu kısmında pek yarar sağlayamazdı. Adama inandı, çünkü eğer Salih'e ihtiyaç duyarsa, kimsenin onu engelleyeceğini sanmıyordu. Ensesinden tuttuğu gibi, Salih'i işin başına koştururdu.
Uysalca başını salladı. "Emredersiniz efendim."
Murat geriye yaslandı ve yarım ağızla gülümsedi. "Valla ne diyeyim. Bu lafı sen söyleyince pek bir hoşuma gidiyor."
Salih adamın şakacı haline dayanamayarak gülümsedi. Genç adamda nasıl bir hava varsa, istediğini kabul ettirmekte üstüne yoktu. Gecenin ilerleyen vaktine dek, defterde saçma bulduğu kısımları düzgünce Mustafa'nın getirdiği kâğıda döktü. Birkaç anlam benzeşmesini de Murat'a göstererek not aldı. Tüm işi bittikten sonra Murat ve Mustafa ile helalleşti, Murat'a başsağlığı diledikten sonra meyhaneden ayrıldı.
Biliyordu, yeniden görüşeceklerdi. Er ya da geç, Murat onu yanında isteyecekti. Deşifre ettikleri plan, büyük bir kumpasın sadece bir ucuydu. Eninde sonunda kararlı beyinler, kendilerine yol açmak için başka acımasız planlar yapacaklardı. Karşılarında durmak fırsatı, bu sefer birkaç insana düşmüştü ve Salih yeniden bu fırsatı yakalayacağını hissediyordu. Her zaman hazırlıklı olacağına ve gardını asla düşürmeyeceğine kendi kendine yemin etti. Murat'ın dediği gibi: Gözünü hep açık tutacaktı...
Salih, sabah ışıkları yeryüzüne düşmeden sözünü tutarak Yasemin'i kolları arasına aldı. Ona verilen görevi tamamlamıştı ama yeni gelişmeler ve öğrendiklerinden sonra aklı Murat'ta kalmıştı. Zihninde dolanan kuşku ve düşünceleri tatlı eşine sarılarak yatıştırabileceğini sanmıyordu ama insan hali, ona mutluluk veren bir varlığın yanındayken hayat, yeniden tozpembe olmayı bir şekilde başarıyordu.
***
Merakla beklenen nişanın Gülçehre Hanım'ın şatafatlı köşkünde yapılacak olması, birkaç aileyi telaşa sokmuştu. Kısa zamanda yapılacak hazırlıklar için Hayriye Hanım'ın dışında, hem Afife Hanım hem de Sema Hanım yardıma koşmuştu. Hayriye Hanım'ın cakasına diyecek yoktu. Perran'ı isteyen ailenin soyuyla övünürken, üstüne bir de Gülçehre Hanım gibi bir hami de kol kanat germişti. Kadın bunca asaleti istese bulamazdı.
Nişan gününde en mutsuz olanlar ise haliyle nişanlanacak çiftti. Onların bozulan morallerini düzeltmek için Salih ile Yasemin devreye girmişti. Perran zaten üzüntüsü yüzünden odadan dışarı çıkmıyordu, kimseyle konuşmuyordu. Babası bu durumu normal karşılıyordu ne hikmetse. Kızının utangaçlığına veriyor, hiç üstüne gitmiyordu, ne de olsa kız kısmıyla anneler uğraşırdı. Baba olarak o geçimi sağlamakla mükellefti, o kadar.
Hayriye Hanım nasıl oldu da ağzından kaçırmadı dersiniz? Çok haklı bir soru, cevabı da bir o kadar basit. Kadın dostuna komşusuna övünmekten kızıyla selamlaşmak bile aklına gelmiyordu. Şimdi de farklı bir ev söz konusu olduğundan hem sahte bir yakınmayla söyleniyor hem de nişanın görkemli olacağından emin gururlanıyordu.
"Ah, size de yük olduk Gülçehre Hanımcığım, müteşekkiriz. Evinizi bize açtığınız ve bu müşkül durumda bizi rezil olmaktan kurtardığınız için ne kadar dua etsek azdır. A, o aynanın çevresi altından mı? Minderler de ipek sanırsam, ay çok severim Fransız gipürü mü o?"
Gülçehre Hanım ondan beklenmeyecek bir sabırla laf söylemiyor ama ilk fırsatta kadının yanından kaçıyordu. Bu sabrın bir nedeni vardı, o da arkadaşı Şefika Hanım. Şefika Hanım'ın nişandan memnun olmasını arzu ediyordu. Durumlar böyleyken Hayriye Hanım'ın çenesi, Afife Hanım ile Sema Hanım'a zimmetli kalıyordu.
Pertev'i de Tayyibe ile bahçeye salmışlardı çünkü küçük çocuk meydanı geniş bulunca, kendince bir koşma müsabakası düzenlemişti. Ödül olarak da, antik Çin vazosunu parçalara ayırarak Gülçehre Hanım'ın kısa süreli baygınlık geçirmesine sebep olmuştu. O olaydan sonra çocuk ve dadı bahçeye sürülmüştü. Tüm antikalar da ortadan kaldırılmıştı.
Yasemin nişandan önce, Perran'a destek olmak için köşke gelmişti. Onu köşke bırakan Seyfi Efendi,günün öneminden mi, yoksa sadece aklına estiğinden midir bilinmez; iki dirhem bir çekirdek giyinmiş, hatta tıraş dahi olmuştu. Berber yerine geçen kardeşi, tıraş olayında kantarın topuzunu fazlaca kaçırmıştı ama hava sıcaktı ne de olsa. Üşüyecek değildi ya.
Adamcağız, Yasemin'e yalıya dönmesi gerektiğini mi ya da beklemesini sorarken, Pertev'in peşinde koşmaktan yorulmuş Tayyibe'nin ilgisini çekti. Kadıncağız, Perran'ın içine kapanıklığı ve etrafın telaşı yüzünden haylaz Pertev'in tüm bakımının üstüne kalmasından bunalmış kendince heyecanlar arıyordu. Gören gözün anlayacağı bu sahne, onun karışık aklını daha da karıştırdı ve Yasemin ile konuşan adamı merak ediverdi.
"Pertev!" dedi yanından koşan çocuğun ensesinden yakalayarak. "Mutfakta lokma dökülüyormuş, hem de kaymaklı. Koş, yetiş!"
Pertev lokma lafını duyunca durakladı ve geriye dönerek mutfağa doğru topukladı. Yemez içmez ama tatlı deyince akan sular dururdu çocukta. Tayyibe,haylazdan en az on beş dakika kurtulduğunu hesap etti, biraz da mutfaktakileri delirtsin diyerekten üstüne çeki düzen verip Yasemin'in karşısına çıktı.
"Hoş geldin Yasemin Hanım"
"Ah, hoş bulduk Tayyibe, nasılsın?" dedi yüzü gözü ter içindeki kadına bakarak.
"İyiyim de hanımcığım, o bey kimdi? Pek fiskos yaptınız."
Yasemin, kadının sorusuna gülse mi kızsa mı bilemedi. Gerçi kaç gündür nişan telaşından o da nasibini almış görünüyordu, o yüzden şaka yapmayı seçti. Küçük bir şaka yaparsa, kadının rahatlayıp güleceğini düşündü.
"Tanımadın mı Tayyibe, damat bey o!"
Tayyibe gözlerini kocaman açtı. Yutkundu, sonra hiçbir laf etmeden arkasını dönüp koşar adım yürümeye başladı. Yasemin, birlikte gülmeye hazırlanmışken, kadın arkasını dönüp gidince bir anlığına öylece kaldı.
"İnanmamıştır değil mi?" dedi kendi kendine. "Yok, canım, inanmamıştır. Tuhaf bir kadın ama deli değil nihayetinde."
Yasemin köşkün basamaklarını tırmanırken yaptığı şakayı da unutmuştu, zaten saçma bir şakaydı. Belki Tayyibe basit komikliği onunla alay olarak alıp bozulmuştu. Bir ara kadının gönlünü almayı aklına yazdı, gerçi bayağıdır ona karşı çok soğuk davranıyordu. Aman diyerek omzunu silkti. Önce büyüklerin hatırını sorup Perran'ın yanına çıkmaya karar verdi. Bir gün öncesinde Perran ile ilgilenip moralini biraz düzelttiği için acelesi yoktu.
Perran, Behzat'tan umudunu kestiği için hem ona kırgın hem de kaderine boyun eğer durumda ona verilen odada oturuyordu. Birkaç saat sonra ise hayatının en mutlu anlarını yaşayacağından habersiz, çok bedbahttı. Kimse onu dinlemiyordu, Salih'i elinden almak için onca plan yaptığı Yasemin dışında. Kızın yüzüne her baktığında utanıyor ve başına gelenin ettiği işlerden kaynaklandığını düşünüyordu. Kazdığı kuyuya, tepe üstü düşmüştü.
Oda kapısı aniden açılınca, içinde bulunduğu buhrandan dolayı boşluğuna geldi ve oturduğu yerde sıçradı.
"Allah'ım sen koru! Aklımı mı alacaksın Tayyibe?"
"Kız, az önce kimi gördüm? Benim aklım alındı seninki yerinde mi kalsın?"
"Tayyibe, gözünü seveyim git bir yıkan. Valla terden..."
Tayyibe parmağıyla kendi dudağını kapattı. "Bir sus, iki gözüm, bir sus da dinle. Kimi gördüm diye soruyorum, sen hamama git diyorsun."
Perran, kadının heyecanından nem kaparak ellerini çırptı ve ayağa kalktı. "Ay, deme, geldi mi mavişim?" Ellerini yukarıya açtı. "Allah'ım sana şükürler olsun. Beni kaçırmaya mı geldi?"
Perran yatağın altına sıkıştırdığı bohçasına uzanırken Tayyibe'yi dinlemektense, sevinçle söylenmeye devam ediyordu.
"Gündüz vakti gelmesi de ayrı konu, salak mıdır, cesur mudur anlayamadım. Geceler torbaya girmiş gibi... Behzat'ın aklının havada olduğu bilirdim ama zamanı anlayamayacak kadar havada olduğunu düşünmemiştim. Aman neyse, geldi ya!"
Bohçası elinde, ona aptallaşmış bir ifadeyle bakan Tayyibe'ye döndü.
"E, nerede bekliyor çapkın şehzadem? Bahçede mi, yoksa..."
Tayyibe kızın elindeki bohçaya hırsla uzandı. "Delirdin sen iyice, sakla şunu, bir gören olacak!"
"Ayol, ne yapıyorsun? Bohçasız kaçacak halim yok, her şey adabına göre."
"Başlatma kaçmana! Kız, nasıl kaçacaksın? Gelen yok seni kaçırmaya, kendi kendini mi kaçıracaksın?"
Perran, kadının çekiştirdiği bohçayı aniden bırakınca, Tayyibe kıç üstü yere düştü.
"Ay!"
Perran ise söylediklerinde kalmıştı. Kekeleyerek konuştu. "Be... Behzat gelmedi mi?"
"Kız, Behzat kim, o niye gelsin?"
Kadın kalçasını ovalayarak doğruldu, kızmaya başlamıştı. Daha düne kadar sürmelim diye ağlaşırken birden mavi gözlüye dönmüştü. Zavallı kızcağız sevdasından ötürü sayıklar ve saçmalar olmuştu. Bohçayı geri yerine itelerken konuşmaya devam etti.
"Benim güzel gözlü Perran'ım, senin kaderinde ne kötüymüş. Yine de aklını kaçırman iyi oldu, damat beyin yaşını düşünürsek, bunaması yakındır. İkiniz de aynı dili konuşursunuz böylece."
Perran kendini taş gibi yatağa bıraktı. Afallamış bir yüzle kadına baktı. Tayyibe işini tamamlayıp doğruldu, hemen konuşup Pertev'in başına dönmesi gerekiyordu. O yüzden dilini çabuk tuttu.
"Perran'ım az önce damat beyi gördüm. İyi yönlerini söyleyeyim mi, yoksa sana sürpriz mi olsun?"
"Bilemedim, önce kötüleri söyle de." Diye öylesine mırıldandı.
Tayyibe saçının örtüsünü düzeltirken gayet rahat bir tavırla konuşmaya başladı.
"Yaş desen, yakından gördüm yanılmam, yetmiş veya taş çatlasa altmış dokuz. Kendine bakmış, yaşından genç gösterir derlerse, yüzü devirmiş derim. Lakin araba süren atlara hâkim olduğuna göre güçten düşmüş değil. Hani olur da bir iş yapmak istersiniz, bir sıkımlık barutu var gibi göründü gözüme."
Perran densiz laflar karşısında şok geçirdi ama verebildiği tek tepki hıçkırmak olmuştu.
"Hık!"
"Ama bence sen yine de pek deneme, haftayı doldurmadan dul kalırsın."
"Hık!"
"O Salih denen hayırsızdan kısa, boynun yorulmayacak yüzüne bakarken. Tabi, bir kere baktıktan sonra bir daha bakar mısın bilemem. Hem de pek zayıf bir adamcağız, yemekle arası yok, sofradaki yemekler sana kalır böylece."
"Hık!"
"Su getireyim mi Perran'ım?"
"Cık, anlat sen. Hık!"
"Bak, kötü yönleri iyileştirip söylüyorum canın sıkılması diye."
"Anladım, hık!"
Tayyibe rahatlayarak, yaptığı keşiften memnun devam etti. "Nerede kalmıştım, saçı sakalı tıraşlı bir beyefendi ama sanırım bu bakımdan ileri gelmiyor. Saç bakımından şansı yok zannımca."
"Bu iyi yönü müydü?"
"Yok, kız, adam bildiğin kel köse. Gençliğinde öyle miydi bilemem, zaten seni ilgilendiren şu anı olduğundan, isterse gençliğinde gür çalı olsun. Ne fark edecek? Şimdiki halinde tepesinde iki kıl sallanıp durur."
"Ay, Tayyibe, yeter valla.İçim karaydı, sayende katran oldu. Git başımdan, kendi kendime öleyim şurada!" diyen Perran kendini yatağa attı, bayılacak gibi.
"İyi yönünden bahsetmedim ama Perran'cığım, aşk olsun."
"Bu adamın iyi yanları mı var? Duymak istemem!"
"Ben bir tane buldum, dayan biraz daha da söyleyeyim."
Tayyibe konuştuktan sonra susunca Perran bir iki saniye bekledi. Devam etmeyince başını yastıktan kaldırıp, tepesinde dikilen kadına baktı. Sanki bir işaret bekliyor gibiydi veya vahiy gelmesini.
"Ne bekliyorsun?" diye homurdandı. "Bulamadın mı sallayacak yalan bir lakırdı?"
"Bu yaşta kadının sana yalan borcu mu var kızım? Doğrulup dinlemeni bekliyorum."
Perran gözlerini devirerek güç bela doğruldu. Yaşlı talibinin albenisi olduğuna inanmıyordu ama merak, meraktı. Aileden miras alınan bir huy olabilir diye düşündü.
"E, kalktım işte söyle bakalım."
Tayyibe dediğini yaptırdığı için kurularak başını yukarıya doğru kaldırdı.
"Hah, şöyle, lafımı bir gün dinleyeceğini biliyordum. İyi habere gelince, galiba senin şu Yasemin ile iyi anlaşıyorlar. Böylece birbirinize gider gelirsiniz..."
Tayyibe lafını bitiremedi, yüzüne yediği yastıkla afalladı. Perran sinirle bağırmaya başlayınca kızın aklını temelli kaybettiğini düşünerek kapıya doğru seğirtti.
"Valla elimde kalacaksın Tayyibe! Katilin etme beni! Nişan yüzüğü yerine, pranga takacağım senin çenen yüzünden!"
"Sana da iyilik yapılmıyor ayol!" dedi kızın söylenmesine bozularak. "Bu deliliğini, heyecanına veriyorum, hadi iyisin. Ben de Pertev'e bakayım bir!"
"Hala konuşuyor, çık dedim kadın!"
Tayyibe öfkesinden morarmış kızı odada yalnız bırakıp koridora kaçtı. Gelin kızların kaprisi de fena oluyor diye düşünerek mutfağa yollandı. Damadı tanısın diye haberdar etmeye gitmişti, aferin yerine dayakla odadan kovulmuştu. Perran o ihtiyar ile evlenince yanıma gel diye yalvaracaktı, bak o zaman da, Tayyibe naz yapacaktı.
Kadıncağız kendi kendine söylenmeye öyle dalmıştı ki, Yasemin'in ona seslendiğini fark etmemişti bile. Yasemin şakasını düzeltmek için, sinirle merdivenlerden inen kadına yüksek sesle bağırması fayda etmemişti. Kadını boş verip Perran'ın odasına yöneldi.
Kapıyı tıklattı, içeriden endişeli bir 'Kim o?' sesini duyunca girmeden önce cevapladı.
"Benim Yasemin, girebilir miyim Perran?"
"Yalnız mısın?"
Kuşkuyla sorulan soruya yanıt verdi. "Evet!"
Aniden kapı açıldı ve Perran kolundan tuttuğu gibi onu içeri çekti. Yasemin ne olduğunu anlayamadan kapıyı kapattı ve telaşla söylendi.
"İyi olacak hastanın doktor ayağına gelirmiş. Şükürler olsun." dedi Yasemin'i şaşırtarak, çünkü ilk defa bir atasözünü tastamam söylemeyi başarmıştı.
Yasemin Perran'ın uğraştığı şeye hayretle bakarak konuştu.
"Neler oluyor Perran, ne yapıyorsun kuzum sen?"
Yatağın üstüne yığdığı kumaş yığınına baktı, sanki çarşafı, nevresimi ortaya çıkarmıştı. Ve uçlarını bağlamaya çalışıyordu...
Perran çarşafa uzanarak bir ucunu Yasemin'e uzattı. "Ay, neye benziyor? Kaçacağım bu hapisten!"
"Ne?" dedi elinde kumaş parçasıyla.
"Neyse ne, dayanamayacağım artık. Sersem bir korkağı beklediğim yeter. Kızım, bağlasana ucunu, durma öyle şaşkın tavuk gibi."
"Kaçmak da nereden çıktı Perran? Hani konuşmuştuk, evlenecektin."
"O talibimin bana övülmesinden önceydi. Ölürüm de o teneşir yolcusu adamla evlenmem."
Yasemin kızı kolundan tuttu. "Otur şuraya da anlat bir"
"Acelem var, kalabalık basmadan kaçmalıyım."
"Deli olma Perran!" diye seslice söylendi. "Aklını mı kaçırdın sen? Nereye kaçacaksın?"
Perran duraklayıp kaşlarını çattı. Omzunu silkerek mırıldandı. "Kaçayım da, sonra düşünürüm." Sonra bakışlarını kısarak Yasemin'e baktı. "Sana da aşk olsun Yasemin, adamı tanıyormuşsun. Bana neden söylemedin?"
"Ta... Tanıyor muymuşum?"
"Kekelersin şimdi karşımda, bayağı da samimiymişsiniz. Neden bana anlatmadın?"
Behzat'ı öğrenmiş olamazdı, olsaydı kaçmaya kalkmazdı. Perran'ın bu deliliğinin bir sebebi olmalıydı ama Yasemin bir an düşünemedi. Perran yeniden çarşafa atılırken söylenmeye devam etti.
"Üzülürüm diye söylemediysen aşk olsun, yaptıklarım için bana kızıp sakladıysan da intikamın hayırlı olsun. Talibimde gözüm yoktu ama bari Behzat'ın gölgesi olacak biri olaydı. Anlatılan adam olsa olsa Behzat'ın büyük dedesi olur."
"Bağıracağım ama şimdi Perran. Bırak şu kumaşla uğraşmayı da neler olduğunu anlat."
Perran kendini yatağa bıraktı, zaten bir türlü iki ucu bağlayamıyordu. Keten kumaş olsaydı kolaydı ama ipekli olunca kumaş birbirini tutmuyordu. Elindeki kumaşa bakarak Tayyibe'nin söylediklerini anlattı, sonra başını kaldırıp ağzı açık onu dinleyen Yasemin'e kızgın bir bakış attı.
"Behzat Bey'den sonra ikinci ihanetimi de senden yedim. Cezamı öbür dünyaya bırakmayacaksınız anlaşılan. Hani beni af etmiştin?"
Yasemin gülümseyerek arkadaşının yanına oturdu. Elindeki kumaşı alıp yana bıraktı, sonra kızın soğuk ellerini kendi ellerinin arasına aldı.
"Canım Perran'ım, dadının gördüğü o adam damat değil. Ben Tayyibe'ye ufak bir şaka yapmıştım, itiraf edemeden yanımdan çekip gitti. Düzeltme imkanım olmadı. Üzgünüm ama gördüğü o hoş beyefendi bizim evin kahyası..." Durakladı, nefes alarak devam etti. "Yani emektarı gibi bir adamcağızdır. Arabayla beni bıraktı, konuşurken de Tayyibe görmüştü, bana sorunca, dayanamadım."
Perran iri gözlerini büyüten damlalara rağmen gülümsedi.
"Yani, o ihtiyarla evlenmeyecek miyim?"
Yasemin başını salladı. "Hayır"
Biraz rahatlayan Perran, derin bir nefesle göğsünü şişirdi. Başını geriye atarak mırıldandı.
"Şükür ya" sonra yeniden Yasemin'e döndü. "Peki, öğrenebildin mi?"
"Öğrenemedim ama çok yakışıklı biri olduğunun haberi geldi." dedi göz kırpan Yasemin. Bunu da Salih'ten mi kapmıştı ne!
Perran dilini çıkardı. "İsterse güzellerin şahı olsun, Behzat olmadıktan sonra. Beni nasıl da umutlandırmıştı, aşkıyla başımı döndürdükten sonra ortada bırakıverdi."
"Ona kızma Perran, senin güç durumda kalmanı istemediğine eminim."
"Hiç gördün mü?" dedi umut dolu bir sesle. "Yani, Behzat Bey'i gördün mü yakınlarda?"
Yalan üstüne yalan atmaktan rahatsız oluyordu ama birkaç saat kalmıştı. Mutluluklarını birbirlerinin yüzünde görmelerini istediğinden, olumsuz anlamda başını salladı. Perran'ın omuzları düştü, gözyaşları pınarlarına doluşurken fısıldadı.
"Unuttu beni..."
Gönlü daralan Yasemin sıkıntılı bir nefes aldı ve dudağını ısırdı. Az daha, olan şeyi itiraf edecekti. Salih'in onu sevmediğini düşündüğü zamanlardaki azap dolu her saniyenin onun canını nasıl yaktığını hatırladı. Gerçi unutması mümkün değildi.
Perran gözlerini silerek doğruldu, kararlı bir sesle konuştu. "Ne bekliyordum ki, çapkınlıktan vaz geçmesini mi? Ne yapalım, benim de kaderim buymuş. Bağrıma taş basıp önümdeki eziyete katlanacağım. Zaten Behzat ile evlenmedikten sonra ha ihtiyarla evlenmişim ha gençle. Benim için hepsi bir ama bir Behzat değil."
Nemli bakışlarını Yasemin'e çevirdi. Verdiği kararın ağırlığından mıdır yoksa geride bıraktığı varlığın kıymetinden midir nedir, genç kızın çenesi titredi.
"Beni öyle süsleyelim ki Yasemin, gelin kız nasıl olurmuş cümle alem görsün. Belki Behzat Bey'in de kulağına gider de beni kaçırdığına pişman olur." Duraklayıp ekledi. "Yani kaçırmadığına..."
Yasemin rahatladı ve kıza sarıldı.
"Hah, şöyle canım arkadaşım. Bazen yanındaki değerler, göz diktiklerinden daha kıymetli oluyor." Ayrılıp kıza baktı. "Bunu en iyi biz ikimiz anlayabiliriz, öyle değil mi?"
Perran iç geçirdi. O Salih'e göz dikmişti ama kısmetine kim olduğunu bilmediği bu talibi çıkmıştı. Yasemin de Behzat'a göz dikmişti, kader onu Salih'e bağlamıştı. Belki bu işte de bir hayır vardı, hem sadece nişanlanacaktı, değil mi? Ölüm yoktu ya sonunda...
***
İki genç kız odayı toplayıp hazırlanmaya başladıkları sırada; Salih, zil zurna sarhoş olmuş Behzat'ı ayıltmaya çalışıyordu. Babaannesine dil döken Behzat, kadını kararından döndüremeyince; belki derbeder halini görür de ikna olur diye yarım şişe viskiyi boğazından aşağıya yuvarlamıştı. Hesap etmediği şey, babaannesinin evde olmayabileceği ihtimaliydi. Şefika Hanım, öğleye doğru Gülçehre Hanım'ın köşküne gidince beyhude intiharını görecek kimse kalmamıştı.
Salih bu anlamsız intihara yetiştiğinde Behzat bulanık aklıyla odasında oturuyordu. Viskinin geri kalanını içse miydi, yoksa tadında bıraksa mıydı? Nişan yapılacak eve gidip rezalet çıkarmayı dahi düşünmüştü. Cesaretinin içkiden ötürü geldiğini biliyordu ama haklı olduğunu düşündüğünden bu hareketinin rezalet değil de, aşktan gözü dönmüş bir adamın son hamlesi olarak görüleceğini umut ediyordu.
Odasındaki tekli koltuğa yayılıp gözlerini dolabına doğru dikti. Nişan evini basmak için üstünü değiştirmesi gerekiyordu, aşık olabilirdi ama zevksiz değildi. Günlük kıyafetiyle değil nişana gitmek, balkona bile çıkamazdı. Saçlarını dağıtmak pahasına eliyle başını kaşıdı.
"Yahu, nasıl yürünüyordu?" Zor açık tuttuğu gözlerini, ileriye uzattığı bacaklarına çevirdi. "Muhteremler! Sanırım sizin de biraz gayret etmeniz gerekiyor."
O sırada kapının açıldığını fark edince bakışlarını, emirlerine uymayan asi bacaklarından alıp kapıya çevirdi. Elinde bir kahve fincanıyla bıkkınca ona bakan Salih'i görünce sevindi.
"Hoş geldin birader, tam zamanında!" dedi kelimeleri ağzının içinde yuvarlayarak. Dili mi büyümüştü, yoksa çenesi mi gevşemişti anlayamadı. Elini uzattı. "Kaldır beni de dolaba kadar götürüver, ya da dur. Beni kaldırma da, dolabı yanıma getiriver."
Kapıyı kapatan Salih, kahvenin az geleceğini tahmin ederek arkadaşına doğru yürüdü.
"Ne berbat bir adamsın sen Behzat. Dert çıkarmaktan başka işe yaramıyorsun."
Şaşıran Behzat dönen başının hareketine ayak uydurdu. Başı öne arkaya sağa sola devrilirken arkadaşına bakmaya çalışıyordu. Dayanamayıp kıkırdadı.
"Düzgün yürüsene Salih, ne yalpalıyorsun?"
"Allah'ım sen sabır ver. İç şunu da aklını başına devşir. Ben sana yoldaşlık etmeye geleyim sen bu şekil karşıma çık!"
"Dolabı yanıma getirmedin ki birader, üstümü değiştireyim."
"Saçma salak konuşma Behzat, kılığından bahsetmiyorum, halini kastediyorum. Tut fincanı, dökme. Yahu dökmeden iç!"
Behzat fincanı tutamayınca Salih arkadaşına içirmek zorunda kaldı. Behzat'a sadece dudaklarını uzatmak kalmıştı.
"Üfle kahveyi Salih, pek sıcak."
"Kafandan aşağıya geçireceğim şimdi, illallah!"
Kahvenin yarısını döke saça içirmişti ki, Behzat hepsini halıya kusuverdi. Salih söylenerek Behzat'ı omzuna attığı gibi hamama götürdü. Bağırıp çağırmasına aldırmadan iki kova soğuk suyu başından aşağıya boca etti. Soğuk suyu yiyen Behzat sarhoşluğunun bilinçsizliğinden kurtulmuş olacak, bu sefer o, Salih'e söylenmeye başlamıştı. Dişleri tıkırdayarak ve paçalarından sular saçarak kolundan onu sürükleyen Salih'e homurdandı.
"Ne zalim adamsın sen birader. Ben acımdan kavrulayım senin ettiğine bak!"
"Fena mı ateşini söndürdüm."
"Hem suçlu hem güçlü, dondum yahu. İnsan biraz suyu ısıttırır."
Salih Behzat'ı odaya geri sokarken hizmetli de halıyı silmiş odadan çıkıyordu. Kat kat havlulara sarılmış titreyen Behzat'ı görünce kadıncağız kendini tutamayıp güldü. Sonra utanarak ağzını kapattı.
"Başka bir isteğiniz var mıydı beyim?"
Behzat kaşlarını çatıp odaya girerken Salih kadına teşekkür edip, misafir odasına çay götürmesini söyledi. Çay, alt üst olmuş mideyi biraz olsun düzene sokardı, belki...
"Hizmetlilere de rezil oldum!" diye homurdanan Behzat, üstünü değiştirmek için dolabın önüne dikildi. Bakındı. "Kolu nerede bu meretin?"
"Dolap değil o şaşkın, boy aynası!"
Salih oflayarak gidip dolabı açtı. Bir takım kıyafet çıkarıp yatağın üstüne bıraktı. Behzat aynaya biraz daha yaklaşıp gözlerini sabitledi. Sonra inleyerek doğruldu. Güzelliğinin bozulduğundan yakınarak üstünü başını değiştirdi, sonunda aynada gördüğü görüntüden biraz hoşnut olunca, misafir odasına yollandılar.
Behzat, kahve-soğuk su-çay idmanlarından sonra ayılsa da inadından vaz geçmemişti. Nişana gidecekti ama iptal etmek için. Salih ne laf dediyse de dinletemedi. Sonunda sinirle doğruldu.
"Evliya hozanın sözünden mi çıkacaksın? Adam demedi mi uyumlu ol, ben işi düzelteceğim diye?"
"Necmettin'i eşekler kovalasın! Zaten ne geldiyse başıma o zerzevat akıllı yüzünden geldi. Şeytan diyor, önce hocayı tepele, sonra nişan evini bas."
"İçtiğin içkiyi temizleyemedik anlaşılan, bir banyo daha yapman elzem oldu. Adam sana yardım etmeye çalışıyor, hakaret etmenin zamanı mı?"
"Onun ettiği yardımın hayrını görmedim!" diye somurtan Behzat, susma zamanının geldiğini anladı. Yoksa ağzından istemediği laflar çıkacaktı. Salih'ten dayak yemek şu durumda hiç işine gelmezdi.
"Kaç kere yardım etti ki?" dedi Salih gözlerini ona dikerek.
Behzat yutkundu ve çayına uzanırken mırıldandı. "Lafın gelişi birader, ben ettiğim lafı biliyor muyum? Perrancığımı elimden alıyorlar, beni de başkasına yamıyorlar. Gündüz vakti, hayırlı geceler dersem şaşırma."
Salih ifadesiz durmaya çalışarak çay bardağına uzandı ama bakışlarını Behzat'tan çevirmemişti. Behzat ise bu bakıştan oldukça rahatsız yerinden kıvrandı. Başı nasıl da dönüyordu!
"Ben o kızla nişanlanamam Salih!" dedi kelimeleri düzgün çıkarmaya gayret ederek. "Perrancığım duyarsa ne düşünür?"
"Ne düşünürse, doğru düşünür." dedi Salih. "Sonuçta senin evleneceğini biliyordur, zaten o da evlenmiyor mu?"
Bardak elinde titreyince Behzat üzerini çay lekesi yapmamak için bardağı tabağına geri bıraktı.
"Deme öyle birader, kalbim atmayı bırakacak. İmkânı yok, o nişana gitmem!Gidersem de, berbat etmeye giderim. Sonra da Perran'ımı aldığım gibi kaçarım, gerekirse Avrupa'ya."
Konuşmaktan yorulmuş Salih iki elini yukarı kaldırdı.
"Pes! Vallahi pes, bu ne aşkmış. Leyla ile Mecnun'dan sonra yakında ozanlar Perran ile Behzat diyecekler sanırım. Sonunda ölürseniz tam olur!"
"Ağzından yel alsın, o ne biçim söz!"
"Senin yapacağın işin sonu bu, ne bekliyorsun?"
"Öldürmezler canım..." dedi Behzat ve soru soran bakışlarını Salih'e dikti. "Değil mi?"
"Belli olmaz." dedi Salih dudağını bükerek. "Ben olsam güvenmezdim."
Behzat bacak bacak üstüne attı, bir eliyle öbür elinin dirseğine dayanak yapıp diğer elinin işaret parmağı ile çenesine küçük fiskeler atmaya başladı. Salih bunun düşünceli hali olduğunu anlayıp kararsızlığının tadını çıkardı. Fakat uzun sürmedi. Behzat parmağını şaklatıp doğruldu.
"Hay, aklımı seveyim. Zeki olduğumu biliyordum ama bu kadarını tahmin edemezdim. Önce yolu, yordamı, aracı, parayı ayarlamak gerek, sonra kızı kaçırayım. Hem hızlı olur, hem de kimse ne olduğunu anlamadan uzaklaşmış oluruz. Nasıl fikir ama?"
Salih boş bir bakışla Behzat'a bakıp mırıldandı.
"Bundan parlak bir fikir daha yeryüzündeki hiçbir adamın aklına düşmemiştir. Aferin!"
"Kendime hayranlığım boşuna değil birader. Lakin hangi taşıtı seçsek de hızlıca ülkeyi aşsak acaba?"
"Hazerfan Ahmet Çelebi gibi kanat takıp uç bence. En hızlısı kuş gibi uçmak olur."
Behzat kaşlarını çattı, alınarak homurdandı.
"Ben sana yordam danışıyorum sen benle alay ediyorsun. Dediğin çelebiyi tanımam etmem Salih, kuş gibi kanatlanmak mümkün müdür sanki de benimle kafa buluyorsun? Kim sarhoş şaşırdım valla."
"Ne alay edeceğim Behzat, dediğim çelebi üç yüz yıl önce uçmuş sen niye uçamayasın. Uygun rüzgarı da yakaladın mı, ta Avrupa'nın göbeğine konarsın alimallah!"
"Tövbe bismillah! Olacak iş desene sen bana!"
Salih iyice bozulan Behzat'ın üstüne gitmedi. Zaten biraz daha oyalanırsa kendi nişanına geç kalacak olan adama ciddi bir ifadeyle baktı.
"Tamam, önerimi beğenmedin. Başka bir teklifim var." Behzat can kulağıyla tüm dikkatini ona verince devam etti. "Bak, birader, şu senin nişana gidelim. Sen gelin adayını beğenmezsen, sana söz bu gece Perran'ı kaçırmana yardım edeceğim. Hem de kimsenin size ulaşamadan, sağlamca kaçmanızı sağlayacağım. Şeref sözü veriyorum."
"Yapacak mısın?" dedi gözleri parlayan Behzat. "Sonra kıvırmak yok ama!"
"Şeref sözü verdim ya."
"Şimdiden kaçırmaya gitsek..."
"Dikkat çekmemek gerek Behzat. Önce milletin gözünü boyayalım sonra kendi işimize bakarız. Dediğim gibi gelin kızı beğenmezsen sözüm geçerli."
"Ne beğeneceğim ninemin bulduğu kızı? Sen şimdiden hazırlığı yap Salihciğim, bu gece Perran'ımı kaçıracağız! Çok heyecanlandım be!"
"Ben de, ben de!" dedi hiç belli etmeyen bir bıkkınlıkla.
Behzat'ı kandırmayı başaran Salih, adamın son sarhoşluk izlerini de silmesi için odasına, hazırlığa gönderdi. Behzat bir saatin sonunda nihayet hazırlanınca rahat bir nefes alıp köşke doğru yola çıktılar.
Gülçehre Hanım'ın köşkü nişan için özene bezene hazırlanmıştı. Bahçeye kurulan seyyar çardaklarda erkekler ağırlanıyor, evin içindeki ikiz balo salonunda kadınlar. Hizmetçiler misafirlere sürekli serinlemeleri için şerbet dağıtıyordu. Öyle kalabalıktı ki, ne damat kayınbabasını görebilmişti ne de kayınbaba damadın nerede olduğunu biliyordu. Bu durum Salih'in işine geldi, zaten geç gelmişlerdi.
Akşam olurken sofralar kuruldu, millet yemeğin başına üşüştü. Hazır kalabalık oyalanırken de Behzat, eve çağırılıp nişan takılma merasimini tamamlamak istediler. Kalabalığın çoğunun yemekten sonra kaçacağını biliyorlardı, nişanı duyurmak için bu en iyi fırsattı.
Perran, Yasemin'in kolunda bir hayalet gibi salona adım attı. Güzeldi güzel olmasına ama pek mutsuz duruyordu. Hayatında ilk defa rol yapmak hiç içinden gelmiyordu, sözde dost düşman çatlatacaktı. İş ciddiye binince lafta kalmıştı. Nişanı Gülçehre Hanım takacağından Yasemin, nazlı gelini sırtı onlara dönük damada doğru sürükledi. Sürükledi diyoruz çünkü Perran arkasını dönüp kaçmamak için kendini zor tutuyordu.
Kızın kulağına eğilen Yasemin fısıldadı. "Herkes bize bakıyor Perran, biraz uzun adım at yahu!"
"Serseri adam başını çevirip bakmıyor, onun gönlü yoksa benim hiç yok. Bırak gideyim Yasemin." Diye Perran kısık sesle tısladı.
Yasemin kıza izin vermedi. "Yürü diyorum, tekmeyi basarım şimdi en nazik yerine! Yeter ama!"
Perran'ın ayak sürüdüğünü gören Gülçehre Hanım, kalabalığın da kızın isteksizliğini fark ettiğini sezdi. Bu hengameye ön ayak olduğu için çoktan pişman olmuştu, bir an önce bitirmek niyetiyle Perran'a doğru seslendi.
"Aman, kızımıza nazar değmesin, maşallah. Utanma kızım, gel."
Behzat kadının lafı üzerine tamamen istemsizce arkasını döndü ve müstakbel eşine baktı. Aralarında üç metre dahi yoktu ama gördüğünü anlamadı. Ağzı açık, ayak direyen Perran'a baktı kaldı.
Perran ise ona dönen adamın yüzünü görünce iri gözlerini daha bir açtı ve eliyle ağzını kapattı. Yasemin kolundan tutmamış olsaydı olduğu yere yığılacaktı.
"A..."
Behzat hayalet görmüş gibi bembeyaz bir yüzle kıza bakıyordu. Rüyada mıydı? Zavallının aklı zaten yarımdı, temelli gittiğini sandı. Ağzını kapatmaya yeltenmeden az ötesinde duran Salih'e ve yanındaki doktor beye baktı. Salih'in yüzündeki hınzır ifade karşısında başı döndü. Yoksa... Bayılacak gibi sallanan kızı yanına getiren Yasemin'e bakarken Perran'ın bülbül sesini işitince rüyada olmadığını ve kızın gerçek olduğunu fark etti.
İki gencin tepkisi etraflarını saran akraba kalabalığının dikkatini çekmişti elbet. Bu çelişki yaratırken Perran'ın 'A...' nidasından sonra bayılması, ardından da Behzat'ın tepe taklak yere düşmesini kimse beklemiyordu. Bayılan iki gencin yardımına koşan ebeveynleri telaşlandılar, neyse ki Perran'ın babası, gençlerin aşırı heyecandan bayıldıklarını söyleyip milleti geriletti.
Uzun lafın kısası, Perran ile Behzat ayılıp nişanlandılar ve tabidir ki, Behzat nişanlısından o kadar hoşnut kaldı ki, kaçırma planlarının pabucu dama atılıverdi. Salih köşke varınca öğrendiğini söyleyip işin içinden sıyrılırken, Yasemin şaşkın rolüne devam etti. Bayılma vakası da, gecenin dedikodu malzemelerinden biri olarak sadece gülüşmelere yol açtı. 
Müstakbel nişanlılar yüzlerine yapışmış kalmış kocaman bir tebessümle günü devirdiler dersek yalan olmaz. Onca ağlama, sızlama, üzüntü gözlerinin ve ellerinin buluşması ile zihinlerinden silinip gitmişti. Mutluluğu bulunca üzüntüler hiç yaşanmamış gibi gelmiyor mu? İnsan hali işte; en büyük acıları dahi dindirmek ve gönülleri tazelemek için bir anlık mutluluk yetiyordu.
Yasemin ile Salih gecenin yorgunluğunu odalarına kapanıp birbirlerine sarılarak attılar. Geçirdikleri eziyet dolu saatleri anlatırken kah güldüler kah sözlerin maneviyatıyla iç geçirdiler. İntikamlarını en tatlı bir biçimde almışlardı. Hem arkadaşlarının sevdalarını sağlamlaştırmışlar, hem de çevirdikleri işten pişman olmalarını sağlamışlardı.
Salih kollarının arasında gülümseyen bir yüzle uzanan eşine baktı. Odanın loşluğuna rağmen genç kızın incileri kıskandıran teni, ruhunun güneşiyle parıldıyordu. Salih bir kez daha ne kadar şanslı olduğunu düşündü. Akıllı, nüktedan, savaşçı, zarif, güçlü ve dünya güzeli bir eşe sahipti. O gün mektupların karıştırmasına vesile olan ilahi güce içinden dua ederek bakışlarıyla, Yasemin'in yüz hatlarını içti.
"Çiçeğim, güzelim... Yasemin'im..."
Yasemin başını hafifçe yukarı kaldırarak Salih'in dudaklarına uzanırken mırıldandı.
"Ruhum...Kalbimin sahibi, Salih'im..."
Hareketli geçen günlerden sonra Pazar gününün sakinliğini, mutluluk ve sevgi bulutlarının arasında gezinerek kullandılar. Perran ile Behzat önlerine düşüveren kavuşma şansına hala inanamıyorlardı. Ayıldıkları andan itibaren yüzlerine yapışan gülümseme yüz kaslarını ağrıtsa da bırakamıyorlardı. Yasemin ile Salih de yüklerinden kurtulmuşlar, hem yuvalarıyla hem de birbirleriyle ilgilenirken her bir anın tadını çıkarıyorlardı.
Pazartesi sabahı ayarlanan hizmetçilerle ilgilenen Münevver'in söylenmesine katlanmak Yasemin'e kalmıştı. Sadık Muhsin Bey'in yönlendirdiği iki bekçiye görevlerini anlatmak da Salih'e düşmüştü. Evi gezdirmesi için adamları Seyfi Efendi'ye teslim edip eve döndüğü anda; dış kapıdan birinin seslendiğini duydu. Gelen, resmi bir ulaktı ve mühürlü zarf getirmişti.
***
Salih eve doğru yürürken zarfı açtı. Okuduğunu anlaması için iki defa üstünden geçmesi gerekti. Basamakları çıkarken sadece yazıları düşünüyordu ki, sofada Yasemin ile karşılaştı. Genç kız onun afallamış halini görünce soran gözlerle ona döndü.
Salih şaşkınlığının sebebini anlatırken hala inanamıyordu.
"Saraydan haber geldi, Hariciye Nazırlığına danışman olarak atanmışım, nazır yardımcısı."
Yasemin sevinerek kocasının boynuna sarılırken Salih ne düşüneceğini bilemiyordu. Yıllarını vererek, belki, ulaşabileceği bir görevi daha yirmi üç yaşındayken kazanmıştı. Bu talihin kendi becerisi olmadığını bilecek kadar kendini bilmez değildi. Şehzade Murat'ın parmağı olduğu kesindi. Yasemin'in ince beline sarılırken Murat'a ne kadar müteşekkir olduğunu düşünüyordu.
Sevda kasırgalarının çetin dalgaları arasında savrulan çiftlerimiz, bazen en derin üzüntü kuyularına düşmüş bazen de sevinçten arşa uzanıp bulutların üstünde dans etmişlerdi. Her biri farklı tezgahlardan geçmiş, ayrı oyunların içine karışmışlardı. Yine de mutlu son yaratmasını bilmişlerdi. İyiler hep kazanır lafı bu dünyada bir kez daha ispatlanmıştı. Niyet sevdaya dair olduktan sonra, insanın ameli de o yöne doğru dönerdi. Bu, hayatın kanunuydu.
Necmettin Raif Hoca Hazretlerine olan lafı söyleyen Behzat, sevdiğine kavuştuktan sonra ettiğinden pişman olup adamdan helallik almaya gitmişti. Sonuç olarak helalliği almıştı ama hocanın alıngan cinlerine koca bir koç bağışlaması gerekmişti. Bir daha kapısına düşürmemesi için içinden dualar ederek hocanın istediğini kapıcısına bıraktıktan sonra ardına bakmadan topukladı. Bu mahallenin kenarından bile geçmemeye kararlıydı.
Düğün günü çabucak kararlaştırılan Perran'daki ruh değişikliği, Hayriye Hanım'ı şaşırtsa da uzun süre kafa yormadığını tahmin edersiniz. Fırsat bulduğu her boşlukta konu komşu gezip nişanın şatafatından ve düğün hazırlıkları yapan erkek tarafının itinalı ilgisinden bahsedip övünmeyi iş edinmişti. Doktor Bey de karısının çenesinden biraz olsun kurtulup beynini dinlendirdiği için, karısının mısır hayranı tavuk gibi mahalleyi gezmesine ses çıkarmıyordu.
Sema ve Afife Hanımlar da çocuklarının mesut haline bakıp daha da mutlu oluyorlardı. Onlara baktıkça gözleri dolsa da ceplerinden çıkardıkları mendillerle hemencecik silmekte ustalaşmışlardı. Ah, bir de torun verselerdi ellerine...
***
Normal seyrinde geçen her gün gibi, akşam oldu, gecenin kanatları şehrin üzerine yayıldı. Ağaçlarla çevrili bir yolda ilerleyen atlı acelesini belli eder bir hızla tozu toprağı havalandırarak koşturuyordu. Yüzünü yarı yarıya örttüğü kumaş parçasını başına sarmıştı. Ateşli bakışları kumaşın arasından belliydi. Yorulan atını eski yolu hemen aşmak için son bir gayret hırslandırdı.
"Deh!"
Varmak istediği eski av köşküne yaklaşan Murat, anıları hiç aklına getirmeden etrafına bakındı. Görüşmek istediği adam ondan önce köşke ulaşmıştı, yaylı araba sürücüsüz bir halde bakımsız bahçenin bir köşesinde duruyordu. Burnundan soluyan atını durdurdu ve üstünden indi. Atın yularını çalıya öylesine astıktan sonra terli boğazını okşayarak karanlıklar içindeki köşke gözlerini dikti.
Salih ve Agop'un verdiği bilgilerle planın diğer unsurlarını açığa çıkarmıştı. Vakit geçirmeden bu kişileri sorgulayıp asıl hainlere ulaşması gerekiyordu. Çünkü hainlerin yenilgiden sonra işin peşini bırakacaklarını sanmıyordu. Plan zaten mevcuttu, zamanı er geç gelecekti. Önemli olan, gelecekteki kaostan mümkün olduğunca az yara almaya çalışmaktı.
Az sonra görüşeceği adam onu bu konuda en iyi yönlendirebilecek kişiydi. Murat ilk defa kendinden başka birinin aklına ihtiyaç duyuyordu çünkü karşısındaki teşkilatın, onun boyunu aştığının farkındaydı. Gençliği, gözü karalığı, cesareti ve kurnazlığı sayesinde birçok olayı tek başına halletmişti. Bu seferki olay, ülke sınırlarını aşan bir olaydı ve alçakgönüllülükle söyleyebilirdi ki, tecrübesi yoktu.
Bir zamanlar işkenceyle eğitildiği, kardeşinin ruhunu kaptırdığı bu cehenneme doğru korku duymadan yürüdü. Bundan sonra hoca yerine koyduğu adam ve onun dışında kimse olmayacaktı. Selim'i kaybettikten sonra Mustafa ve Salih'i salmak zorunda kalmıştı. Aslında Salih'i istemeyerek bırakmıştı çünkü akıl hocasının şartı buydu. O yüzden Murat tüm forsunu kullanarak, genç adama iyi bir iş sağlamıştı. Bu görevi alnının akıyla hak etmişti genç adam; ayrıca ilerde görevinin verdiği haklar, Murat'ın işine de yarayabilirdi. Tabi, bu fikrini kendine sakladı. Akıl hocasının fark etmeyeceğini düşünmüyordu ama kendi diliyle kendini de açığa çıkartacak değildi.
Üst kat merdivenlerini seri adımlarla tırmandı ve hafif bir mum ışığının sızdığı odaya girdi. Beyefendi yüksek arkalıklı bir koltuğa gömülmüştü. Odaya girince adam hafifçe doğrulup kalktı ve başıyla selam verdi.
"Hoş geldin."
Murat selamını alıp adamı başını eğerek selamladı. "Hoş buldum." dedi karşısındaki koltuğa oturdu. Adam da oturunca Murat olanları kısaca anlattı. Onu dikkatle dinleyen adam bir yandan da düşünceli bir tavırla başını eğmişti. Söyleyecekleri biten Murat cebinden kâğıdı çıkardı.
"Kimyasal maddeyi çözebilmek için bir kimyager bulmak gerek ama ihtiyaç var mı karar veremedim."
Kâğıttakilere göz gezdiren adam başını salladı. "Ben güvenilir birini bulurum." dedi başını kaldırıp Murat'a baktı. "Ne olduğunu anlayalım ki, tehlikenin boyutunu öğrenelim. Nadir bulunan bir madde ise, piyasadaki hareketini takip ettirebilirim. Ayrıca kimin bu kimyasalı yapabileceği konusunda alternatifleri de öğreniriz."
Bu detaylar, Murat'ın aklına gelmemişti. Derin bir nefes alıp geriye yaslandı, bu adam gerçekten de işinin ehli ve çok zeki bir adamdı. Adam yeniden kâğıda döndüğünde Murat devam etti.
"Liste gördüğünüz gibi çok uzun değil. Gerçi bilmecelerin hepsini çözemedik sadece Agop'un bilgisi olan kısımları tahminen açığa çıkardık."
Adam gülümsedi. "Tahminen olmadığını düşünüyorum. Sen yaş tahtaya basmazsın."
Murat da gülümsedi. "Basmamaya çalışıyorum." Ciddileşip keskin bakışlarla adama baktı. "Ne dersiniz? Bu işin altından kalkabilecek miyiz?"
Sadık Muhsin Bey düşünceli bir tavırla, elindeki kâğıdı Murat'a geri verdi. Aklındaki olasılıkları tarttığı ve yolları düşündüğü belliydi. Sırtını koltuğuna yasladığında yüzünde rahatlamış bir bakış vardı, neredeyse gülümsüyordu.
"Kalkmak zorundayız Murat, Allah'ın izniyle de kalkacağız."
Genç adam, usta diplomatın sözleriyle güven doldu ve başarısızlığı aklına bile getirmekten kaçındı. Yapılacaktı başka yolu yoktu. Zincirleme gitmesi beklenen planı şimdiden bozmuşlardı. Yeni hedefleri, ortaya çıkan isimlerin izini sürmekti, böylece asıl çakalların inini basmak için gerekli ipuçlarına sahip olabileceklerdi.
Öte yandan da sürekli dürtülüp galeyana getirilmeye çalışılan grupları sakinleştirmek gerekliydi. Onların laf ebelerinin ağzını kapatmak için Murat'ın oldukça işe yarar fikirleri vardı. Ülke dışındakiler daha kapsamlı bir uygulama yaptıkları için isyana teşvik edilen insanlara gerçek durumu göstermek zordu ama ülke içindekiler genelde tek insana bağlı olduğu için uğraşmak daha kolaydı. O isimler de Murat'ın hafızasında yer etmişti, genç adam kararlı bir sesle konuştu.
"İnşallah!"
Sadık Muhsin Bey aklında şekillenen planı Murat'a anlatmadan önce, samimi bir bakışla genç adama baktı.
"Salih hakkında ricamı kabul ettiğin için teşekkür ederim. Ama atadığın iş bana biraz ilginç geldi. Açık olan tek kadronun orası olması ne tuhaf, değil mi? Hem de öyle önemli bir makamın..."
Dudağını büken Murat, yerinde kımıldandı. "Ben de çok şaştım."
Başını hafifçe sallayan Sadık Muhsin Bey gülümsedi ve aklında tasarladığı sıralamayı ve önemine göre sorgulamaları gereken kişileri anlatmaya başladı. Damadını bu işten şimdilik uzaklaştırmayı başarmıştı, fakat genç adamın yeteneklerine ihtiyaç duyulması halinde ne yapacaktı? Bu konuyu düşünmemeye çalışmak en iyisiydi.
Şehzade Murat onunla görüşmek için geldiğinde, Sadık Muhsin kendince araştırmalar yapmaya çoktan başlamıştı. Fakat aşırı gizlilikten dolayı çok yavaş ilerleyebiliyordu. Rahmetli paşaların art arda ölmesi bardağı taşıran son damla olmuştu, bu işin içinde mide bulandırıcı şeyler olduğunun bilincindeydi.
Olayları açıklayan ve sonuçları birbirine bağlamasını sağlayan Murat'ın anlattıkları olmuştu. Sadık Muhsin, genç şehzadeye yardım edecekti etmesine ama tek şartı vardı. Salih Hüsnü azat edilecekti. Şartı kabul edilmezse kendi araştırmasına devam etmeye ve bir şekilde damadını, Murat'tan almaya kararlıydı. Şu duyduklarından sonra Salih'in görevdeki varlığına ve Murat'ın davranışlarında ne kadar isabetli olduğuna şükrediyordu. Şeytanın bacağını şimdilik kırmışlardı, sırada kendisini bulup başını kesmek vardı.
Kıyamet planının bulmaca kısmı çözülmüştü. Şehzade Murat, akıl hocası Sadık Muhsin Bey ile el birliği yaparak bulmacada çıkan hedefleri ele geçirerek, güçler kalesini sarsmayı düşünüyorlardı. Kalenin sahipleri, çok uzun zamanlardan beri ördükleri güç ve kurnazlık duvarlarını iyice yükseltmişlerdi. İkilimiz bu duvarı yıkmak gayesinde değillerdi.İstedikleri, duvardan dökülecek kızgın yağdan olabildiğince uzakta durmaktı.
Esaret bilmeyen bir milleti, sömürgeleştirmeye çalışmanın ne demek olduğunu anlamalarını sağlayacaklardı. Bunu başarıp başaramadıklarını öğrenmek zor değil çünkü Türk'ün adımları hala yeryüzünü sarsmaya ve korkak yürekleri çaresizce titretmeye devam ediyor. İsimsiz kahramanlar ve güçlü liderler sayesinde de dünyanın son gününe kadar Türk nesli ayakta kalacaktı. 
***
Dört Yıl Sonra...
Martılar, İstanbul Boğazı'nın mavi sularının üstünde neşeyle kanat çırpıyorlardı. Yazın ilk günleri olmasına rağmen sıcak hava insanları bunaltmış, şenlik bahanesiyle herkes boğaz kenarına hücum etmişti. Erken gelenler gölgelik yeri kapmışlardı. Güneşe kalanlarda dikkatli bakışlarla boşalacak bir yer bakınırken testilerdeki soğuk sularla teskin oluyorlardı.
Ağaçlardan ve çiçeklerden yayılan hoş kokulu rayiha, havayı ferah bir nefes gibi kaplamıştı. Boğazın suları hafif esen rüzgârla hafifçe dalgalansa da herkes halinden memnundu. Kiralık kayıklarla gezenler bu çalkantıyı macera olarak sayıp eğlenceli gezintinin tadını çıkarıyorlardı.
Kayıklarda tanıdık iki çift var. Ayrı kayıklarda birbirlerine göz süzerek gezinen çiftler, baş başa kalmanın zevkiyle hem dinleniyorlar hem de aşklarını tazeliyorlardı. O mutlu karışıklıktan bu yana dört sene geçmişti ama sevdaları azalacağına her yıl katlanarak artmıştı. Yasemin ile Salih'in oğulları Mehmet ve Perran ile Behzat'ın kızları Şahane de bu mutlu ailelere bir nazar boncuğu olarak katılmışlardı. Şahane ismini tuhaf bulabilirsiniz ama şöyle söylersek neden konduğunu anlayabilirsiniz. Şahane Behzat. Kızının, isim olarak onun güzelliğini vurgulaması için Behzat, özellikle bu isimde ısrar etmişti. Şimdiki göbekli haliyle de, şahane kısmının yüz güzellikten çok, göbeğinin muhteşemliğini onayladığından da habersizdi.
Anneleri ve babaları kayık sefasındayken yaramaz çocuklara bakma işi tamamen Hüma'ya kalmıştı. Çünkü Münevver dadı dizlerini bahane ederek çocukların peşinde koşamayacağını söylemiş ve gölgeliğe kendini atmıştı. Pertev desen her şeyden şikâyet edip üzerine oturduğu kilimden bir metre uzaklaşmamakta ısrarlıydı. Ya pantolonun ütüsü bozulursa?
Hüma, bir yandan Perran'ın kardeşini neden peşlerine taktıklarını düşünürken; öte yandan, çalıların arkasına saklanıp duran çocukların arkasından koştu.
"Mehmet! Şahane!" dedi bıkkınca bağırarak. "Canlarım saklambaç oynamayalım, düşeceksiniz." Sonra kısık sesle ekledi. "Zaten oynadığınız da saklambaç değil ya neyse!"
Mehmet, kumral saçları terden ıslanmış ve koyu mavi gözleri parlayarak çalının ardından fırladı.
"Halacığım, Şaane elbisesini yırttı."
Hüma oflayarak çalının ardındaki kıza doğru yürürken Mehmet onun eteğinden tutup çekiştiriyordu.
"Çabuk, çabuk! Kımıldama dedim ama belki kımıldar."
Çalının diğer tarafında Şahane iri gözlerini yaş bürümüş içini çekiyordu. Küçük kırmızı dudakları titreyerek Hüma'ya baktı ve elbisesinin çalı dikenine takılmış yerini işaret etti.
"Üma... Mehmet beni itti."
"Yalan söyleme!" diye sinirle bağırdı Mehmet.
"Şşşt! Çocuklar! Ağlama tatlım, ben elbiseni kurtarırım."
Şahane kımıldamadan dururken Mehmet elbiseyle ilgilenen Hüma'nın etrafında dört dönüyordu.
"Annen sana kızacak! Annen sana kızacak!"
Hüma zıplayan Mehmet'e doğru baktı. "Mehmet, bak geliyor beş kardeş! Şahane'yi itip çalıya elbisesini takmışsın, bir de alay ediyorsun. Ayıp, özür dile bakayım."
"Ben itmedim!" dedi küçücük ellerini yumruk haline getirerek Hüma'ya diklendi. "Kendi düştü."
Şahane yeniden ağlamaya başlayınca Hüma kızı kucağına aldı. Şahane her lafa ağlayan bir çocuktu, Mehmet ise katiyen ağlamazdı. Canı acısa anca bir iki bağırır ama gözünden yaş gelmezdi. Çok inatçı olan çocuğun asla yalan söylemediğini bilen Hüma ısrar etmedi. Mehmet'in tersine Şahane'nin iki lafından biri yalan veya abartıydı.
"Tamam, hadi barışın canlarım." Dedi Hüma kucağındaki kızla yere çökerek. "Oynarken olur böyle şeyler, bak elbiseni de kurtardık."
Mehmet, iç çekerek hıçkıran nazlı kıza üzülerek baktı. Sonra Hüma'ya dönüp tatlı bir sesle sordu.
"Hala, ona çiçek getireyim mi? Babam getirdiğinde annem gülümsüyor ya! Neydi adı, hah, acemborusu..."
Hüma çocuğun tatlılığı karşısında eriyip biterek gülümsedi.
"Olur Mehmet ama burada acemborusu bulamayız. A, bak orada ağacın dibinde bir papatya var. Birini kopar gel bakalım Şahane gülümseyecek mi?"
Çocuk kendi kendine 'Papatya, papatya' diyerek çiçeklerin yanına yürüdü. Hüma küçük çocuğun ardından bakarken Şahane'nin kolunu çekiştirdiğini fark etti. Küçük kız onun elini işaret ediyordu.
"Üma, elin uf olmuş."
Hüma şaşkınlıkla eline baktığında iri bir çalı dikenin elini yırtmış olduğunu gördü. Kesik henüz acımıyordu ama çok yakında canını yakacağını biliyordu. Tecrübelerine göre dikenler sonradan acı vermek üzere yaratılmışlardı. Kızı, üstüne kan bulaşmaması için kucağından indirdi.
"Of ya!" dedi dikeni çekerken. "Şimdi daha çok kanayacak!"
"Buyurun hanımefendi."
Ona mendil uzatan adama doğru başını kaldırdı. Uzun boylu, hafif dalgalı koyu kumral saçlı genç utangaç bir tavırla elindeki mendili kibarca yukarı kaldırdı.
"Özür dilerim, konuşmanıza istemeden kulak misafiri oldum. Kanı bununla durdurabilirsiniz. Çok işe yaradığına bizzat şahidim."
Hüma kaşlarını çattı, neden yaptığını bilmeden mendili genç adamın elinden aldı.
"Teşekkür ederim." dedi tedirgin bir sesle. Genci tanımadığına emindi, ayrıca hareketi nazik bir yardım olsa da çok cüretkârdı. Hüma bu yardımı kabul ederek tanımadığı adamı cesaretlendiriyordu. Neden? Bilmiyordu.
"Rica ederim." Dedi genç adam.
Hüma, gence bakmamak için çocuklara bakındı. Şahane'ye papatya veren Mehmet'in kızın elinden tutup piknik yaptıkları yere doğru götürdüğünü fark edince, elinde kan lekeli mendille kalakaldı. Genç adama kirli mendili geri nasıl iade edecekti, hem neden almıştı ki? Sonra birden mendile dikkat etti, daha doğrusu mendilin kenarındaki sümbül işlemesine. Bu mendil, onun mendiliydi!
Mustafa, mendildeki işareti fark eden Hüma'nın şaşkınca ona bakması karşısında nefes almayı unuttu. Dört senedir bu anın nasıl olacağını hayal ediyordu. Türlü eğitimlerle geçen yıllar boyunca ve birbirinden zor derslerle başının ağrıdığı vakitlerde, emanet olarak gördüğü mendili Hüma'ya nasıl iade edeceğini hayal eder, kendi kendine huzur bulurdu.
Özel eğitimleri sırasında Şehzade Murat nadiren onu ziyarete geliyordu. Mustafa ona layık olmak için elinden geleni yapıyordu, tüm bu çalışması bir gün Murat'ın emrine girebilme uğrunaydı. Bu onun hırs ve gerçeklik dolu tarafıydı, duygusal tarafını ise tamamen Hüma'nın hayali kaplıyordu.
Başına kürek yediği o günden sonra kızı hiç görmemişti. Bugün de göreceğini tahmin etmiyordu. Kır eğlencesine şimdiye kadar hiç katılmamıştı, eğlence olduğunu dahi bilmiyordu. Dolanırken ayakları onu buraya kadar getirmişti. Şimdi sebebini biliyordu, yıllardır yanından ayırmadığı emanetinin geri verilmesinin zamanı gelmişti. Çünkü kızı uzaktan görür görmez tanımıştı, hayallerinde olduğundan çok daha güzel olmasına rağmen.
Hüma inanmaz bir dikkatle genç adamın yüzünü süzdü. Siyahı andıran parlak kahverengi gözlerinin aşinalığı kadar kemikli çehresinin hoş hatlara kavuştuğunu fark etti. Elmacık kemiğinin hemen üstündeki yara izi de kimliğini tamamen ona hatırlattı. Bu çocuk ne kadar uzamıştı öyle!
"Siz!"
Mustafa çekingen bir tavırla gülümsedi, istemsizce. Neden heyecanlanmıştı anlamadı. Daha önceleri kızların karşısında çekindiği bir anı hatırlamıyordu. Şimdi ise eli kolu uzamış, dizlerinin kemikleri kaybolmuş gibi hissediyordu.
"Anımsamanıza şaşırdım." diye mırıldandı, aklına bir laf gelmeyince.
"İnanır mısınız bende şaşırdım." diye konuşan Hüma, bakışlarını mendile indirdi. "Bunca zamandır..."
Soruyu sorması yanlış anlaşılabilirdi o yüzden duraksadı. Mustafa sorulmayan soruyu cevapladı. Umursamazca omzunu silkti.
"Borçlu kalmak istemem. Bana ait olmadığı için size geri vermek için fırsat kolluyordum." Hüma kaşlarını altından ona bakınca kararlılığı kayboldu, ne diyeceğini unuttu. Aklına gelen cümleyi ortaya atıverdi. "Ayrıca artık boyum sizden uzun..."
Hüma adamın yüzüne gülmemek için başını yana çevirip dudaklarını birbirine bastırdı. Mustafa yine de bozularak gözlerini sıkıca kapatıp dudağını ısırdı. Ne boş konuşuyordu yahu! Kendine hallice bir küfür salladıktan sonra gözlerini açtı. Hüma hala gülüşünü bastırmak için diğer yana bakıyordu.
Gitmesi gerekiyordu ama bacakları ve gönlü uzaklaşmakta isteksizdi. Bakışları küçük çocukların gittiği kadına döndü ve yanında baston yutmuş gibi oturan çocuğa. Kadın yemek istemeyen çocukların ağzına bir şeyler tıkmaya çalıştığından Hüma'nın yokluğu ilgisini çekmemişti.
"Rutin boy ölçme işiniz bittiğine ve mendilimi bana getirdiğinize göre ne bekliyorsunuz?"
Mustafa afallayarak genç kıza baktı. "Niyetim boy ölçmek değildi küçük hanım!"
Hüma gözlerini hafifçe kıstı ve gizemli bir ifadeyle konuştu. "Mendilimi getirmekti sanırım."
"Ne münasebet! Sizi takip ettiğimi sanmayın. Tesadüftü..."
"Hala şakadan anlamıyorsun çocuk." diye söylenen Hüma içini çekti. Bu tuhaf genç ilgisini çekse de oyalanması hoş değildi.
"Çocuk demeyin bana." Mustafa hırçın tavrı yüzünden bir kez daha kendine kızdı.
"Ah, doğru ya sizin boyunuz uzamıştı. Nasıl da fark edemedim? Çocuk sayılmazsınız artık."
Genç kızın alaycı lacivert gözleri neşeyle parlıyordu. Onun sinirli haliyle pek eğlenir görünüyordu. Mustafa kızın karşısında yeterince rezil olduğunu düşünerek kararsızca elini şakağındaki yaraya sürttü. Bu onun dalgınlıkla yaptığı ve farkına varmadığı bir tik haline dönüşmüştü. Yara izini hafifçe okşar olduğu vakitler ona kimse bulaşmazdı.
Gözleri, Hüma'nın derin denizleri andıran gözlerine daldı. Hüma'nın oyuncu gülüşü hafifçe solarken, bir metali andıran bakışların yoğunluğuyla bir an nefes alamadı. Sanki bu gözler sadece görmeye yaramıyor, zapt ediyor ve meydan okumayı en somut hale getirip insanı güçsüz bırakıyordu.
Genç adam uykudan uyanır gibi irkildi ve elini yüzünden çekti. Hüma da aynı anda irkilerek geriledi. Arkasını dönen genç adam, iki adım yürüdükten sonra omzunun üstünden ona baktı. Genç kız bu sefer onu izliyordu. Yumuşak bir sesle konuştu.
"Benim adım Mustafa." dedi ve başıyla kibar bir selam verip yoluna devam etti.
Hüma, Mustafa'nın ardından uzunca bir süre baktı, ta ki genç adam yolun sonunda kaybolmadan bir kez daha ona bakıncaya dek. Ona veda etmemişti, ilk karşılaştıklarında da klasik bir vedalaşma yapılmamıştı. Hüma utangaç bir gülümsemeyle elindeki mendile baktı. Demek ki, yeniden karşılaşacaklardı.
"Dört sene sonra olmazsa sevinirim çocuk." diye kendi kendine mırıldandı. Ve Münevver'in yiyecek baskısından kurtulmak için,adını seslenerek ona doğru koşan çocukları kucaklamak için döndü.
Mustafa başına yeniden kürek vurulmuşçasına sersemlemiş bir haldeydi, az önce olanlara isim koymak dahi istemiyordu. Büyülü bakışlara sahip orman perisini bir daha görmeyecekti, görmek de istemiyordu. Emanetini geri vermişti, rahatlamalıydı ama yokluğuyla oluşan boşluk ona doğru dürüst nefes aldırmıyordu. Ufak ipek parçasına bu denli bağlandığını düşünememişti. Ve sahibiyle arasındaki bağın sebebi olan mendilin ona bu denli huzur verdiğini...
Şehzade Murat ile buluşacağı köhne meyhaneye doğru adımlarını hızlandırdı. Dağılan aklını toplamak için erken varıp bir kadeh yuvarlamaya ihtiyacı vardı. Şu haliyle adamın karşısına çıkarsa saçmalaması ve adamı sinirlendirmesi kuvvetle muhtemeldi. Bu buluşmanın onun için önemli olduğunu düşünüyordu çünkü yıllardır ilk defa onu meyhaneye çağırmıştı.
Oyalanmak için öylesine uğradığı mesire alanında vurgun yiyen Mustafa, ağabeyden öte bellediği hamisinin çağrısıyla meyhaneye giderken; gökyüzünde dolanan martılar, çığlıklar atarak yeni bir sevda savaşının başladığını, boğazın berrak sularına müjdelediler. İki kıtayı kavuşturan nazlı İstanbul, yeşeren bu yeni sevda tomurcuğu hakkında nihai hükmü vermeden önce bakalım ne oyunlar ne cilveler sunacaktı sevdazedelerine... 
BİTTİ...

Hiç yorum yok:

Seri Hikayelerin Düzeni

TUTSAK SERİSİ 1. Kitap    Tutsak 2. Kitap    Anahtar 3. Kitap    Dünya 4.Kitap    Cehennem Hikayelerin dizilişi bu şekildedir. Diğer ...