Lanet&Armağan - 1.Bölüm

KATLİAM


Güneş henüz batmıştı. Tung, aklından yine aynı soruyu geçirdi: bu belaya yine nereden bulaşmıştı?
Sorunlara bu kadar yakın yaşayıp sonra da ona yakalanmaya her seferinde aynı tepkiyi veriyor, şaşırıyordu. Yine öyle olmuştu ama bu kez durum pek parlak görünmüyordu. Parlak olmayan elbette ki Tung' un kendine olan güveni ya da bu sefer etrafını saran en azından on beş kişiden kendisine karşı yükselmekte olan öfkenin baharatımsı kokusunu almış birinin hissedeceği doğal korku hali değildi.
Yine aynı şey olacaktı, bundan neredeyse emindi: karanlık yanı ortaya çıkacaktı ve o bunu bastırmak için yine uğraşacak, o bilindik karamsarlık tümüyle Tung'un ruhunu ele geçirecekti. O daha aklını kurcalamakta olan bu gel-gitlere bir çözüm bulamadan adamlardan iri olanı bir adım daha atarak neredeyse burnunu Tung'un yüzünde dayadı:
-"Bir daha söyle bakayım, ne dedin?"
Tung sessizce adamın arkasına doğru bir göz attığında bu sahneyi de önceden hatırladığını fark etti. Tıpkı diğerleri gibi, bu kuş beyinliler de iri arkadaşlarının arkasına doğru yaklaşmaya başlamış; basit bir insanın düşünebileceği en basit saldırı manevrası olarak, güçlü olanın arkasında mevzilenmişlerdi. Ama Tung, savaşçı ırkının ona doğuştan getirdiği temel sezileri sayesinde biliyordu ki bu şekilde konuşlanmak, düşmanın işini kolaylaştırmaktan başka bir işe yaramayacağı gibi, geri kalan adamların da birkaç etkili darbeden sonra ürkmelerine neden olacaktı.
Bu basit grup içinde, en temel fikrin, öndeki iri kıyım adamın yapabileceklerine olan inanç olduğu düşünüldüğünde de sayının hiçbir önemi kalmıyordu. Seçeneklerini şöyle bir gözden geçirdi; şu öndekini, eğer etkileyici bir darbeyle indirebilirse grubun yarısının tedirginliğini kazanacak, sonra karşısına çıkacak iki kişiye yapacakları ile de kavgayı çok fazla büyümeden kazanabilecekti. Bu durum, ona belki de çok daha az adrenaline neden olacaktı, yine de bu, şu an gruptaki en az on beş adamdan, tam karşısındaki iki metrenin üzerindeki insan azmanından ya da yavaş yavaş kınından çıkmakta olan kılıçların kulak tırmalayıcı tınılarından daha az şeye mal olacaktı.
Adam, artık niyetini iyice belli edercesine sağ kolunu hafif bir kavisle sanki bir mancınık gibi gerdi. Bir süre havada tuttuktan sonra olanca gücüyle savurdu. Havada bir ıslık çalarak tam yüzüne doğru gelmekte olan yumruk, eğer Tung eğilmese yüzünde bir ayda zor iyileşecek bir iz bırakacak ama çok daha kötüsü; o adam, değil bir ayı, ertesi dakikayı bile göremeyecekti.
Adam için endişelenmiyordu sonuçta o belki de bunu hak eden biriydi ama böyle şeylerden sonra gelen inanılmaz vicdan azabı Tung'u adeta kasıp kavuruyordu. Buna yeniden izin veremezdi. Dedesinin, babasının kısacası ailesindeki diğer herkesin ve ırkının sahip olduğu savaş içgüdülerine hiç yakışmayacak bir biçimde, rakibini düşünmek yerine bu düşüncelere dalmak, onun durumunda biri için ölümcül bir hataydı. Ölümcüldü, ancak yine de ölecek olan kesinlikle kendisi değildi.
Bundan sonrası rüzgâr gibi aktı. İri kıyım adamın kolunun altından geçtiği gibi onu yana itti ancak tam o sırada kafasına hızla inmekte olan odunu, daldığı anlık düşünceleri yüzünden çok geç fark etti. Tahta iki parçaya ayrılırken Tung kendini yavaşça kaybediyordu. Kendisini içine doğru çeken o huzurlu rüyanın pembeliğinde kaybolmak... Uyumak... En az iki gün uyanmamak isteğiyle dolup taşan kalbinin son çırpınışlarını buruk bir biçimde izliyordu. Kalbi son çırpınışlarındaydı; çünkü artık atmakta olan o kalp bir başkasının kontrolüne geçiyordu.
Tung, yavaşça ayağa kalktı. Sopayı vuran adamın attığı kahkaha yarım kalmıştı. Bu kadar kalın bir sopanın etkisinin çok daha ağır olmasını bekliyordu, dahası adamın suratındaki bu anormal sırıtış, sırtından buz gibi bir ürperti dalgası geçmesine neden oluyordu. Ne gülüyordu ki şimdi bu adam, acaba kafasına aldığı darbeden beyni falan mı sarsılmıştı? Yavaşça yanındaki arkadaşına döndü ve onun da gözlerindeki "Bu da ne?" bakışını gördü.
Tung' un sol kaşının hemen üzerindeki bir bölge, tıpkı ikinci bir nabızmış gibi atıyordu. Yüzüne gelip yerleşen o buz gibi gülümseme, karşısındaki on dört kişide, bir gülümsemeden beklenebilecek olanın tam tersi bir etki yapıyordu. Artık istemeyerekte olsa adamın arkasında kalmış olan iri arkadaşlarının yapacağı şeyi bekliyor ve ona güveniyorlardı. Bu tuhaf adam, onları cidden ürkütmüştü.
Adam şimdi hızlı hızlı nefes alıyordu ve sadece çok dikkatli gözlerin yakalayabileceği, elbiselerinin altındaki kaslarının hareketi, akıl alır gibi değildi. Beyninin salgıladığı adrenalin arttıkça kaslara pompalanan oksijen de artıyordu ve elbette ki adamın gömleği kaslarından dolayı yırtılmıyordu ama bu adam bariz bir şekilde irileşiyordu. Ya da onlara öyle görünmüştü.
Ve işte o an gelmişti. Tung'un kaşındaki seğirme bir anda durdu. Esen rüzgâr, artık oraya sadece bir ölüm havası üfürmekteydi. Tung, hızla dönerek arkasındaki adamın gözü ile yanağının tam ortasına bir yumruk patlattı. İki metrelik dev adam, sendelemeye bile vakit bulamadan iki ayağının da yerden kesildiğini anladığında çoktan kafa üstü yere çakılmıştı.
Diğerleri daha bunun şokunu yaşarken, bir dirseğin bir buruna çarptığında çıkabilecek en korkunç sesi, peşi sırada kınından çıkan bir kılıcın havayı ikiye yararak kırmızı bir sıvı saçmasını korkuyla izlediler. En arkadakiler çoktan arkalarına dönüp kaçmaya başlamışlardı bile, ama bıraktıkları arkadaşlarının acı dolu çığlıklarıyla hızla kalkıp indiği, parçaladığı kemik çatırtılarından anlaşılan kılıcı enselerinde hissediyorlardı.
Kaçışlarının yirminci metresi bile dolmamışken, üzerlerinden neredeyse uçarak geçen bir arkadaşlarını ( ya da ondan geriye kalanı ) görerek bir an yavaşladılar. Bu da gruptaki son altı kişinin toplamda yirmiden fazla parçaya ayrılması ile sonuçlanan yeni bir beş saniyeye neden oldu. İri adam, güçlükle doğrulurken yaşadıklarının şoku neredeyse suratına yapışmıştı.
Zaten adamın sinüsleri patlamış ve delicesine kanıyordu ama ortalık gerçek anlamda babasının mezbahasına dönmüştü bile. Birlikte büyüdüğü tüm arkadaşları yerde yatıyordu ve tamamına yakını tek parça bile değildi. Demin saldırmaya çalıştığı önündeki adam, kendisine doğru yürüyordu, yeşil gözleri kurumaya bile zaman bulamamış kanla kaplanmış siyah-kırmızı karışımı renkteki yüzünün içinde parıldamaktaydı.
Adama umutsuzca yalvarmaya başladı. Hayatı için endişe edebileceği hiç aklına gelmemişti. Sonuçta bir haraççıyı korkutmak amacıyla, birlikte büyüdüğü arkadaşlarıyla birlikte toplanmış ve adamı bir köşeye sıkıştırmışlardı. En fazla biraz hırpalayacak ve şehirlerinden defolmasını ona söyleyeceklerdi, tabii adam da pabucun bu kadar ucuz olmadığını anlayacaktı. Kendi kasap babası gibi diğer arkadaşları da şehrin ileri gelenlerinin çocuklarıydı ve şehirlerine birkaç günden beri çöreklenen bu haydut yüzünden sürekli diken üstündeydiler.
Babalarını haraca kesen bu adama sadece bir ders vermek istemişlerdi ama şimdi hiçbir arkadaşı nefes almıyordu. Bu adam, bu kadar deli olabilir miydi? Tung, kılıcını kınına soktu. Adam derin bir nefes almıştı. En azından onu hayatta bırakacaktı. Syril'e evlenme teklif etmesinin üstünden üç gün bile geçmemişti ve şimdi başına gelenlere inanamıyordu.
Tüm arkadaşları ölmüş, kendisi ağır yaralı ve tüm bunları yapan başka bir diyardan gelmiş, tüm şehri neredeyse tek başına haraca bağlamış bir barbardı. Adam halen yaklaşıyordu, artık gözleri bir parıltıdan daha fazlasını anlatıyordu. O ölümcül bakış, kendi endişesini yine kendisine yansıtan yeşil bir ayna gibiydi, gördüğü şey aslında kendi korkusuydu. Adam sanki kendinde değil gibiydi.
Tung usulca adama yaklaştı, bacağının diz kapağının arkasındaki kemiğine sertçe bastı ve tekmenin etkisiyle adamın kaval kemiğini kırdı. Adam acıyla yere çökmüştü ve korkuyla ağzından salyalar saçarak bir şeyler söylemeye çalışıyordu.
Tung, "Amacımız sadece korkutmaktı!" ile "Bir nişanlım var, acı bana!" benzeri birkaç kelimeyi duydu ya da duyduğunu sandı. Sert bir hareketle adamın boynunu kendi soluna doğru çevirerek diğerleri gibi onun da acınası hayatına son verdi. Adamın cansız kafası yere çarparken Tung da yavaş yavaş yeniden kendine gelmeye başlamış ve gördüklerinin etkisiyle dudaklarından dökülen iki kelimeye engel olamamıştı:
-"Tanrılar adına!"
ÖLÜM GETİREN
Kaldığı hana geldiğinde Tung öfkeliydi. Öfkesi, zamanla yerini vicdan azabına sonra da kasvete en sonunda da karamsarlığa bırakacak ve yeniden normale dönecekti. Her zaman böyle olmuştu. Karamsar havası, onun ulaştığı son ve nihai duygusal noktaydı. Evinden bu kadar uzakta ne yapmakta olduğu, bir süre kendisine bile yabancı gelmişti. Onu halkı göndermişti, daha doğrusu sürmüştü. Hala gözlerinin önündeydi o sahne, babasının iki yıl önce kendisiyle yaptığı o konuşma.
-"Beni iyi dinle Tung. Sen bu halk için bir kurtuluş ümidisin. Biliyorsun, halkımız yıllardır birçok koloniyle savaşıyor ve artık savaş bizim hayatımızın normal bir parçası. Son yaptığımız Zervok kalesi akınında Yüce Tegin seni yakından izlemiş. Düşman kelimesinin anlamını elbette hepimiz çok iyi biliyoruz ama senin kabiliyetlerini, savaş tecrübelerini ve kılıcının keskinliğini sorgulamıyoruz oğlum. Yüce Tegin, senin, kendinden korkuyor."
-"Yüce Tegin benden mi korkuyormuş? İşte bu tuhaf."
-"Zaten bu yüzden bu konuşmayı yapıyoruz değil mi? Yani ben Kalmarr'ı yıllardır tanırım ve on yedi yaşındaki bir çocuktan korktuğunu ilk kez gördüm. Gözlerine kadar korkuyla doluydu."
-"Hımm bu gurur verici. Tam olarak neyimden korkmuş büyük liderimiz?"
-"Sesindeki alay tonu hiç hoşuma gitmedi evlat. Unutma, o olmasa Tyrus diye bir halk olmazdı. Ne ben, ne sen ne de annen olurduk. Yüce Tegin, insanların ruhlarını, dahası kalplerini görebilir, biliyorsun. Sende gördüğü ise, aslında onu korkutan şey. Günün birinde yeni büyük liderimizin sen olabilirsin, daha on yedi yaşındasın ve akında en iyi savaşan kişi sendin. Ama Yüce Tegin, bunu yapanın sen olmadığını düşünüyor."
-"Nasıl yani? Ben değilsem kimmiş?"
-"O senin karanlık yanın oğlum. Mutlak kontrol altında tutman gereken karanlık parçan. Senin kalbinin pırlanta gibi olduğunu annen de bende iyi biliyoruz ama bu karanlık yanını bende çok yakından gördüm. Unutma savaşta tam yanında duruyordum. Ya Yüce Tegin'in söyledikleri... Lanet olsun, iki yüzden fazla Zervok savaşçısı, on beşten fazla kadın, üçte çocuk öldürdüğünü söylediler. Ve tanrılar aşkına Tung, birkaç köpek bile. Bu sen değildin!"
-"Çocuklar konusunda bir şey diyemem. Sonuçta onlar da büyüyüp bir Zervok savaşçısı olacaklardı. Bu arada savaşta tek görevi benim öldürdüğüm düşmanı saymak olan birisi olduğunu bilmiyordum. Ama sorduğun kendimi kaybettiğimse evet, sanırım öyle oluyor."
-"Çünkü seni kendinden bile korumak gerekiyor. Neden yitiriyorsun peki bilincini?"
-"Neden olduğunu düşünüyorsun? Sonuçta bir akın düzenliyoruz ve karşımızdaki de düşmanımız. Kime merhamet edeyim ve neden?"
-"Biz Tyruslular düşmanımıza merhametimizle de ün yapmışızdır. Sense bu kuralı sürekli çiğniyorsun. Atalarının sana bıraktığı kutsal bir emaneti hiçe sayıyorsun. Düşman öldürmek zaten en iyi yaptığımız şey, bunu biliyorsun. Ondan fazla akına katıldın, hepsinde de küçük yaşına rağmen benimle birlikte en öndeydin. Bir Tyrus, asla kadına, çocuğa hatta suçsuz ve savaşmayan erkeklere dokunmaz. Seninse girdiğin yerden hayvanlar bile sağ çıkamıyor."
-"Seni anlayamıyorum baba. Benden tam olarak ne istiyorsun? Daha dört yaşındayken bir elime kılıç ve diğerine de bir yay veren sen değil miydin?"
-"Elbette ki bendim! Sen de tıpkı diğer Tyruslu çocuklar gibi doğuştan savaşçı kanı taşıyorsun. Ben de diğer babaların yaptığı gibi sana öğretmeye çalıştım. Ama tüm şanlı Tyrus tarihi boyunca başka bir çocuk yoktur ki, dört yaşında eline aldığı kılıçla ve yayla, on yaşında savaşa gidebilecek durumda olsun."
-"Biraz hızlı büyümem mi seni endişelendiren!"
-"Benimle konuşmana dikkat et! Unutma ki hala senin babanım. Sen farkında olmayabilirsin ama bir ölüm getirene dönüşüyorsun."
-"Bu senin daha önceden gururlandığın bir şeydi baba. Şimdi ne değişti?"
-"Sen benim oğlumsun ve seninle hep gurur duydum oğlum. Ama son yaptığın şey, beni de tıpkı Tegin gibi büyük bir korkuya itti. Seninle bu konuşmayı Yüce Tegin'in ve onun kurultayının verdiği ortak karar ile yapıyorum. Sen bizim gelecekteki kurtarıcımız ve büyük liderimiz olabilirsin ama yüreğinin karanlık tarafını kontrol etmeyi öğrendiğin zaman bize faydan dokunacak. Son yaptığın ise, bunun şu anda pek mümkün görünmediği"
-"Yani?"
-"Kurultay senin kaderini araman ve onunla yüzleşmeni istiyor. Kendini kontrol edebilene kadar..."
-"Gitmeliyim yani. Annem ne diyor bu konuda?"
-"Senin tek çocuğumuz olduğunu, seninle gurur duymamız gerektiğini. Ve tabi daha sadece on yedi yaşında olduğunu."
-"Pekala baba. Madem sen de aynı fikirdesin, ben de bunu yapacağım. Ama korkak Tegin ya da onun tuhaf kurultayı istiyor diye değil. Sırf sana borçlu olduğum şey yüzünden."
-"Sen ne cüretle!!!"
-"Tamam gidiyorum. Demek bu kadar kolay benden vazgeçmen. Savaşmam için elime verdiğin kılıcı iyi kullanmak, onların gözünü korkuttu ve senden beni evden kovmanı dahası ülkemi terk etmemi sağlamanı istediler. Sende sözde, o kadar çok gurur duyduğun oğlunu bir kalemde silip attın. Zaten burada kalmamın pek bir anlamı kalmamış."
-"Gitmenin nedeni kurultay ya da Yüce Tegin değil. Bizzat sensin oğlum, bizzat sen. Bunu anladığın gün geri geleceksin ve benimle, babanla yaptığın bu konuşma yüzünden çok pişman olacaksın."
-"Asıl sen çok pişman olacaksın. Korkak bir adamın ve onun yardakçılarıyla dolu bir meclisin korkuları ve gelecek ihtirasları yüzünden tek oğlunu kovduğun için. Onların yanında olduğun için çok pişman olacaksın baba."
-"Bir Tyruslunun özelliğidir bu oğlum; her zaman liderinin yanında durur. Kibrin gözlerini öyle karartmış ki bunu bile unutmuşsun."
-"Öyleyse yanlış yerde duruyorsun baba. Düşmanlarımızın gözünde zaten barbar ve yağmacıyız. Sahip olduğumuz değerler hiç kimsenin umurunda olmayan saçmalıklar. Siz kendi yolunuzdan gidin, ben de kendiminkinden."
-"Seni nasıl yetiştirmişim ben böyle? Unutma ki elinde tuttuğun silah basit bir savaş aletidir ama ona ruh veren, kendi kişiliğiyle bütünleştiren o saçmalık dediğin değerlerimizdir."
-"Sadece bir konuda haklıydın baba. Çok iyi bir savaşçı yetiştirdiniz ve bunu kurultay da yakın zamanda öğrenecek."
Tung, o gün kapıyı sertçe çarpıp çıktı. Tam üç yıl önceydi. Annesinin gözyaşları, köylerindeki kapı komşuları olan Salma'nın beklenti ve endişe dolu bakışları onu yavaşlatmadı bile. Atına atladığı gibi batıya, düşmanlarının arasına doludizgin sürdü atını.
Üç yıldır gerçek bir göçebe gibiydi, gittiği her şehirde önce yatacak bir han buluyor, sonra dışarıya çıkıp bir zemin araştırması yapıyor, gözüne kestirdiği zengin adamlardan haraç alıyordu. Her seferinde karşı çıkanlar oluyordu ama nadiren bunların sakince üstesinden gelebiliyordu. Üstüne gereğinden fazla gelindiğinde beyni birkaç kat hızlı çalışmaya başlıyordu önce, harcadığı enerji miktarı arttıkça sol kaşı seğirmeye başlıyor ve kasları gitgide gerilmeye başlıyordu. Bu halini bir kez aynada görmüş ve kendinden çok ürkmüştü.
Anladığı kadarıyla belli bir nokta onun sınırıydı, işte tam o noktada gelip onu sarmalayan derin bir karanlığın içine düşüyor ve beyni, kolları, bacakları hatta dirsekleri ve dizleri tamamen kendisinden bağımsız hareket eden birer savaş aleti haline dönüşüyordu. Tüm bunların sonunda solunumu ve kasları normale döndüğünde bu kadar çok savaş aletinin birleşerek tam da babasının dediği gibi bir ölüm getiren haline geldiğini anlıyordu ama her seferinde çok geç oluyor, yaptığından geriye kalanlar için de aynı tepkiyi verebiliyordu:
-"Tanrılar adına!"
KARANLIK YÜZDEKİ KAN LEKELERİ
Zaman zaman düşünmüştü babasının ona söylediklerini. Kahramanlık hikâyeleriyle büyütüldüğü Yüce Tegin de pek haksız sayılmazdı aslında. Kendisini gerçekten kaybediyordu ama tuhaf bir haz da alıyordu bu durumdan. İşte Tung'u asıl iğrendiren de buydu. Birilerini öldürmek değil, fakat bu eylemden tuhaf ve açıklanamaz bir haz duyması onu gerçekten endişelendiriyordu ve bu durum, kendi genel ruh halini karamsarlığa itiyordu.
Hüzünlü kalabilirse adrenalin seviyesini sabit tutabiliyor ve en azından kendinde kalabiliyordu. Sonuçta kendini kaybedince olanlar ortadayken; her basit durumda, bu değişimi yaşamaması gerekiyordu. Savaş zamanları bu dönüşümü onu çok endişelendirmiyordu. Çünkü karşısındaki eğer bir düşmansa; kendisine ya da sevdiklerine kötülük yapmak niyetinde olan, bunun da gereklerini yerine getirmek amacıyla silahlanmış bulunan biriydi ve buna merhamet etmek de gereksizdi. Babası halen haksızdı yani, ama Tegin'in bahsettiği o karanlık yanının da gerçekten kontrol edilemez bir hal aldığı da oluyordu.
Hancı, Tung'a onu tekrar beklemiyormuş gibi tuhaf bir bakış fırlattı, sonra da gönülsüz ama dehşet dolu bir ifadeyle odanın anahtarını uzattı. Tung, adamdaki bu garip bakışa anlam veremedi. Bir an onun oğlunu da öldürmüş olabileceğini düşündü, ama sonra hancının bir oğlu olmadığını hatırladı. Ayrıca haber bu kadar hızlı yayılmış olamazdı. Bir anda kan içinde kalmış yüzü aklına geldi. Silmeyi unutmuştu. Pelerininin başlığı olmasa, insanların içinde bu kadar rahat hareket edemeyecekti. Bu başlık, hafif de olsa bir gizlenme sağlıyordu.
Hancının neredeyse alıklaşan hareketleri Tung'un zaten kabarmış olan öfkesini iyiden iyiye tetikliyordu ki adam karşısında duran gence "Ne oldu?" diye sordu. "Bu kadarı yeter" diye düşündü. Bu adamla biraz daha zaman geçirirse lanet handa da kimse kalmayacaktı. Sertçe:
-"Ver şu kahrolası anahtarı. Seni ilgilendirmeyen konulara da lanet burnunu sokma!"
Adam korkudan neredeyse titriyordu, tamamen donmuş, elleri anahtarı bir pençe gibi sıkı sıkıya kavramıştı. Gözlerindeki korku, açıkça okunuyordu ama yine de merakı ağır basıyor ve neler olduğunu öğrenmeye çalışıyordu. Kaldı ki, sonuçta o bir hancıydı ve kendisiyle bu tonda ve sertlikte konuşan bir yabancıya haddini bildirmeliydi.
Herkes sesini kesmiş onları izlerken bunu mutlaka yapmalıydı, yoksa insanlara ücret ödetmek konusunda sahip olduğu caydırıcılık yerle bir olur, kimseye de kendini kabul ettiremezdi. Yere bir iğne düşse, sesi açıkça duyulabilirdi:
-"Burası benim hanım. Ne istersem onu sorarım. Yüzündeki kana bakınca belli ki barbarın tekisin. Seni hana almayı tekrar düşünmeliyim."
Tung, kaşının yeniden seğirmeye başladığını fark etti. Hemen sakin olmalıydı. Derin bir nefes aldı. Etrafına bakmak, onu biraz rahatlatabilirdi, yavaşça sırtını yanındaki merdivenlerin tırabzanına dayadı. Herkes ona ve hancıya bakıyor, sanki çıkabilecek olayları tahmin etmeye çalışıyordu. Tuhaf suratlar, kafası dumanlı ve hafiften sarhoş tipler hanın her yanındaydı.
Tam kenarda, duvarın dibinde oturmakta olan kapüşonlu birisi dikkatini çekti. Saçlarının ön tarafı anlına düşmüştü ve simsiyah tellerin arasından kan kırmızısı bir perçem göze çarpıyordu. İlginç biriydi, yüzü görünmüyordu ama bu kadar güzel saçlar, ancak bir kadında olabilirdi. Tung, tekrar hancıya doğru döndüğünde biraz daha sakinleşmişti:
-"Bana bak ve kulaklarını aç! Sen, para için bana yatak sağlayan basit bir seyissin. Ver şu lanet anahtarı da odama çıkıp yatayım. Ve sende yarın benden alacağın parayla atlarına yeni bir çift nal alabil."
Bu kez de hancı öfkelenmişti. Kim oluyordu bu barbar da herkesin önünde kendisini böyle aşağılayabiliyordu? Yine konuşacak oldu. Tung içinden "Lütfen yapma" diye adeta dua etti. Tam o sırada hanın arkasından melodik bir ses yükseldi:
-"Amca! Müşterilere kibar olman konusunda sana ne söylemiştim?"
Hancı yavaşça dönerek, o an için aklına gelmeyecek olan, kurtarıcısına baktı. Bu barbarla kavga etmeyi gerçekten istemiyordu, çünkü ondan çekiniyordu. Artık bu yavaşça büyümekte olan tartışmayı, yanında çalışan yeğeni vasıtasıyla kapatabilir ve böylece de bu işten sıyrılabilirdi. Gülümsemeye çalışarak:
-"Haklısın Felixa. Ama bu adamın benimle konuşma tarzı hiç hoşuma gitmedi."
Kız:
-"Tamam, bundan sonrasını ben hallederim." diyerek anahtarı adamın elinden kaptı.
Sonrada Tung'a işveli bir bakış fırlatıp neredeyse sekercesine, merdivenleri ikişer üçer atlayarak çıkmaya başladı. Tung, bu kızın kendisine bakışının hana ilk geldiğinden beri farkındaydı. Onunla pek ilgilenmemişti, ama sinirlerini sakinleştirdiği için aslında bir yanıyla ona minnettardı. Hancının hayatını kurtardığını bilse, o da kendisiyle gurur duyardı.
Hancıya yeniden sert bir bakış fırlattı ve adamın yüzünden geçen korku dalgasından ikinci kez yüzündeki kanı anımsadı. Sertçe arkasını dönerek yukarı çıktı ve hanın üst katındaki koridorda yürümeye başladı. Önünde yürümekte olan kızın, birisine seslendiğini ve cevaben "Hemen efendim" şeklinde bir karşılık aldığını duydu.
Kendisine verilen odanın önüne geldiğinde, kızın kendini güneş gibi sapsarı saçlarıyla yatağının üstüne bırakmış olduğunu gördü. Hemen yanında oda hizmetçisine benzeyen kılığıyla, yatağın üzerindeki kızın saçlarından daha sarı saçlarını hızlıca bir bezle toplamaya çalıştığı belli olan güzel yüzlü bir kadın, başını yerden kaldırmadan sağı solu toparlamaya çalışıyordu. Yatakta oturmakta olan kız hafifçe gülümsüyor, gülümsemesinin altındaki muzipliğin dudaklarına yerleşmesine aldırmıyordu.
-"Merdivenlerden bu kadar hızlı çıkmak, başımı döndürdü. Bakın kalbim nasıl da çarpıyor."
Kız dev göğüslerini ileri çıkartarak kollarını da omuzlarından biraz geriye doğru aldı ve hızlı hızlı solumaya başladı. Bu görüntü, genç adamın üzerinde kızın beklediği etkiyi yapmamış olacak ki; bir süre bu şekilde durup adama neler kaybetmekte olduğunu göstermekte bir sakınca görmedi. Sonra öfkeli bir hayal kırıklığı ile yataktan hızla doğruldu ve sesindeki tüm işveyi gizleyerek:
-"Hadi Salma çıkalım. Başka bir arzunuz var mı beyim?" diye sordu.
Tung'un nefesi kesilir gibi oldu bir an, hizmetçinin üzerinde gezinen gözleri hayal kırıklığıyla yeniden hancının yeğenine döndü. Yıllardır kendi köyünden birini görmemişti ve bu isim benzerliği bile heyecanlanmasına yetmişti. Karşında kendisine mahcubiyetle gülümseyen kadının adı da Salma'ydı, hepsi o. Bakışlarını diğer kızın üzerinde bir aşağı bir yukarı gezdirerek:
-"Başının dönmesi geçti sanırım. Bu kadar hızlı kalkabildiğine göre?"
-"Benim adım Felixa. Bu hanın sahibi amcam olur, demin de anlamış olacağın gibi."
-"Biliyorum, sonuçta üç gündür buradayım ve bana hep sen hizmet ettin."
-"Bana dikkat ettiğinizi fark edemedim beyim. Buz gibi karakterinize bakarak söyleyebilirim ki sanırım kuzeylisiniz."
Tung, normalden hızlı bir tonda solumakta olan kızın sözündeki iğnelemeyi fark ederek gülümsedi.
-"Senin bir insanın nereli olduğunu ve karakterini anlayabileceğini fark etmiştim. Yine de her birinin odasından böyle nefes nefese kalarak çıkıyorsan... Biraz daha isabetli bir tahmin bekliyor insan."
Kızın yüzü kıpkırmızı olmuştu. Ne söyleyeceğini şaşırmıştı. Demek ki amcası onun bir barbar olduğunu söylerken haklıydı, en azından batının kibar efendilerinden olmadığı açıktı. Başını yavaşça öne eğdi ve nefesi normal bir hıza düşsün diye olanca gücüyle yumruğunu sıkmaya başladı. Bir an önce çıkmalıydı bu odadan çünkü karşısındaki adamın yüzüne ve gözlerinin içine bakarak bunu yapamayacaktı.
-"Benim adım Tung. Doğudan geliyorum, Tyrus kabilesinden."
-"Tyrus mu?"
-"Evet. Bilir misin benim kabilemi?"
Özellikle diğer kızın yüzüne baktı. Salma, Tyrus'a özel bir isim değildi sonuçta ama yine de yakın zamanda kendi köyünde bulunmuş olması ihtimali bile yetiyordu. Felixa devam etti:
-"Nasıl bilmem! Burada kara bir efsane gibisiniz. Günün birinde gelip tüm şehri istila edeceğiniz korkusuyla yaşarlar burada insanlar. Gerçekten öyle bir niyetiniz yok değil mi?"
Tung, gülümsedi:
-"Kadınlarını bilmem ama Tyruslu erkekler, senin gibi mihmandarlar olduğunu bilseler eminim ki buraya gelmek için can atarlar."
Felixa, yine alnına kadar kızardı. Bu adamın kibarlığıyla ilgili az önceki düşüncelerinin ne denli haklı olduğu açıkça ortadaydı. Genç kız yeniden nefes nefese kaldığını fark ederek:
-"Artık gideyim. Amcama yardımcı olmam gerek. Ama gecenin ilerleyen saatlerinde yeniden gelerek bir şeye ihtiyacınız olup olmadığını kontrol ederim... Arzu ederseniz?"
Tung, bunun bir soru olmadığını anladı. Diretmek gereksizdi, o da sadece omzu silkti. Kız ve temizlikçi, odadan çıktığında Tung da sonunda pelerininin başlığını kafasından çıkardı.
Yatağın üzerinde hiçbir hareket yapmadan, sadece yaptıklarını düşünerek öylece oturdu. Sonunda kendine geldiğinde birkaç saattir hiç hareket etmediğini havanın kararmasından anladı. Odanın kenarına banyo yapmak isterse diye konulmuş tahta küvetin içindeki suya doğru yürüdü, tutulmuş vücuduna hayret ederek eğildi, şöyle bir kendine baktı.
Yüzündeki kan, iyice siyahlaşmış ve sağ alnı ile yanağını tamamen kaplamıştı. Kendi kanıyla adamların kanı birbirine karışmış, tuhaf bir görüntü oluşturmuştu. Yine de bunun iğrençliği ve korkutuculuğu konusunda hancıya içten içe hak verdi.
Ilık suyu yüzüne çarptığında, öfkesinin de Felixa sayesinde ve kendi köyünden birinin adını duyduğu iyiden iyiye dağılmış olduğunu tebessüm ederek fark etti. Salma'nın kendisi de onda bu etkiyi uyandırır, sadece bir bakışı ve armoniyi andıran sesi ile onu sakinleştirirdi. Bu hissi tekrar hissetmeyeli uzun zaman olmuştu.
Tahta küvetin içine akıp giden kanın altından çıkanlar, kanlı suda yansıma olarak Tung'a geri döndü. Biçimli burnu ve ince dudakları, bir savaşçıya göre kendisine efemine bir hava katıyordu ve aslında o da bu ikisinden nefret ediyordu. Ama ne zamanki çıkık elmacık kemiklerinin hemen üzerine gözü kaysa içi birden rahatlıyor, bir şahin gibi keskin iki yeşil mat pırıltı, kendisinde gururla karışık bir hayranlık uyandırıyordu. Kaşlarının kavisi bile "Ben bir savaşçıyım" diyordu adeta.
Öfkeli olmasa bile sürekli çatık duran kaşlarını takip ederken sol kaşının bittiği yerde durdu. İşte oradaydı, kaşının hemen üzerindeki o tuhaf yer. Sağ taraftakiyle arasında görünürde hiçbir fark yoktu ama orada içten içe bir nabız gibi atmaktaydı. Karanlık yanı, Tung'a göre işte tam buradaydı ama ilginç bir biçimde kendisinden ayrılamayan parçasıydı.
Islanmış simsiyah saçları kulaklarının arkasından çıkıp dudaklarının hemen üzerinden çenesine düştü ve kaşının üstünü kapattı. O da daha fazla bununla ilgilenmedi. Zaten yıllardır düşünüyordu, bir de bu akşamdan sonra bunun kritiğini yapacak mecali kendisinde bulamadı. Üstündeki pelerini sıyırıp attı, gömleğini de bir çırpıda çekip çıkardı.
Bir anda sertçe açılan kapıyı duymasıyla, kılıcını kınından hızla çekerek sıçraması bir oldu. Küvetin hemen yanındaki duvara basarak, kendini olanca gücüyle sağ yanına doğru fırlattı. Havada bir takla atarak hem sıçramanın verdiği yalpalamayı düzeltti, hem de kılıcı iki eliyle kavramak için gereken açıyı yakaladı. Sol ayağı yere değmeden hemen önce kılıcı başının üzerinden arkasına doğru iyice kaldırmıştı, belinin hemen üzerinde metalin soğuk dokunuşunu hissetti. Ufak bir çığlık, bu çeyrek saniyelik hazırlığı yarıda kesti:
-"Durun beyim! Benim!"
Gelen Felixa idi ve Tung onu bu kadar çabuk beklemiyordu. Sinirle:
-"Aklını mı yitirdin be kadın, kendini öldürtecektin bana!"
Tung, dizlerinin üzerinden yavaşça kalkarken kızın iki eliyle üzerinde tutmakta olduğu ipek şal da bir anda korkuyla ellerinin ikisini de kaldırması sonucu kayarak yere düştü. İncecik geceliğinden içinde başka bir şey olmadığı rahatça anlaşılıyordu.
Tung şaşırmıştı ki, kızın gözleri bir anda genç adamın kaslı ve iri vücuduna kaydı. Kılıcı halen vurmaya hazır olarak tutmakta olan Tung'un şişmiş kasları, kızın gözlerindeki açlığı bir kat daha arttırdı.
Felixa titrek bir adım attı, şimdi neredeyse adamın tenine değiyordu. Tung, kılıcı halen iki elinde sıkarken, kadının narin dokunuşlu parmakları göğüs kafesinde dolaşmaya başladı. İki elini de açan genç adam, kılıcın yere düşüşüyle gelen çınlamayı kadının çıplak ve pürüzsüz tenine dokunarak karşıladı. Felixa'yı belinden kavrayarak ayaklarını yerden kesti ve yatağın üzerine doğru usulca bıraktı. Kız hafifçe inledi. Tung, alaylı bir sesle:
-"Sanırım yine başın dönüyor."
-"Kesinlikle!"
GİZEMLİ MAĞARADAKİ SIR VE KRAL
Ufak sandal, bir o yana bir bu yana sallanmaktan artık yorulmuştu. Taşıdığı dört kişinin ağır yükü de yaşlı sandala yeterince ıstırap veriyordu, o da bunu çıkardığı tuhaf gıcırtılarla belli ediyor ve kullanıcısına gerekli mesajı vermeye çalışıyordu.
Sandal sonunda durduğunda Kral Phereas, yolculuğun artık sonuna geldiğini anladı. Çevik bir hareketle sandaldan atlayarak diz kapaklarının hemen üzerine kadar gelen suyun soğukluğunu hafif bir ürpertiyle hissetti. Hemen arkasından suya atlamaya çalışan yakın muhafızlarına basit bir el hareketiyle sandalda kalmaları gerektiğini biraz sertçe anlattıktan sonra, sanki suda değilmişçesine büyük bir rahatlıkla ilerlemeye başladı.
Kralın kendilerini yanına almaması, şövalyelerin canını sıkmış olsa gerek; ikisi de huzursuzlukla kıpırdandı. Küçük yaştan beri hayatlarını, krala adamış olan bu savaşçılar; büyülü olduğu söylenen bu mağaraya, yüce krallarını tek başına göndermeye hiç razı değillerdi ama kral, onlara bir emir vermişti.  Kelimelerle ya da hareketle olmasının bir farkı yoktu, onlar için emir emirdi. Beğenmeseler de fark etmezdi, onlar beğenmek için değil itaat etmek için eğitilmişlerdi.
             Phereas, mağaranın duvarlarına kadar geldiğinde bacaklarındaki dermansızlığı fark etti. Bir süredir vardı bu zayıflığı, yani buz gibi suyun içinde yaptığı üç dakikalık yürüyüşle bir ilgisi yoktu. Derin bir nefes aldı genç kral, tüm ciğerlerini oksijene boğmak istercesine. Çok küçük yaşta yüklenmişti omuzlarına ulusunun kaderini. Babası öldüğünde sadece on dört yaşındaydı ve halkının başında Kursk belası varken, bu zor görevi nasıl yerine getireceğini, ne kendisi ne de babasının hayatta kalan son özel danışmanı Leroy biliyordu.
Leroy, onu iyi yetiştirmişti. Adam, babasının en takdir ettiği veziri ve kendisinin hocasıydı. Neredeyse o büyütmüştü Phereas'ı, babasından çok onun yüzünü görmüştü ve sadakatinden, kendisine olan sevgisinden zerre kadar şüphe etmiyordu. Zaten o değil miydi Kursk'lar konusunda yardım almak için kendisini bu tuhaf yere gönderen? 
Yaşlanıyordu artık Leroy, boş ümitlere kapılıyor, kendisini de bu saçmalıklara sürüklüyordu. Bu kadar yakın olmasalar, reddedip sesini kesmesini sağlayabilirdi ama sonuçta hem hocası, hem baş danışmanı, hem de babasından ona kalan, Phreal ile birlikte son yadigârdı.
Phreal; babasının kılıcı, ona da kendi babasından kalmış olan, kılıçtan da öte sanki nefes alan en yakın silah arkadaşı ve tüm Priest halkının en güçlü ve sadık koruyucusu. Görkemli metalin sedef işlemeli kabzasına dokundu. Bunu yapmak, küçüklüğünden beri onu rahatlatır ve kendisini güvende hissettirirdi. 
On iki yaşındayken vermişti babası ona, "Bu seni gerçek bir kral yapacak evlat. İsmi Phreal, Priest'in kalbi demek. Tıpkı senin adının Priest'in ruhu demek olduğu gibi. Bu adı unutma, çünkü bir gün, ulusumuzun kaderini senin güçlü avuçlarına ve Phreal'ın yazgısına bırakacağım."
             Tüm bu düşünceler, zaten dermansız olan bacaklarındaki yorgunluğu, sanki bir kat daha arttırmış, kralın mecalini iyice tüketmişti. Ayakta bile zor duruyor, takatsizlikten yere yığılmamak için kendini zorluyordu. Hala gençti, daha otuz bile değildi yaşı, ama on dört yaşında tahta çıktığından beri ulusunu bir arada tutabilmek için kıyasıya savaşıyordu. Kurskların yaptıkları yağma baskınlarına direnmek için karşısına çıkan her fırsatı kullanıyordu. Ama artık ordusunun gücü de buna yetmiyordu.
Müttefikleriyle ayrı düşeli çok olmuş, tek başına ülkesini refaha kavuşturmak için elinden geleni yapmıştı, ama bilim ve sanatta çok ileri gitmelerine rağmen bir türlü Kursk saldırılarına engel olamamış, her saldırıda da ülkesi ve medeniyeti geri gitmişti. Şimdi son umudu, ülkesinin hemen yanı başındaki kutsal denizin tam ortasındaki bu küçük mağarada yaşadığı söylenen bir periden isteyebileceği yardımdı. 
Aslında Phereas, böyle şeylere inanmazdı ama Leroy bunu özel olarak kendisinden rica etmiş ve araya hatırını koymuştu. Leroy'un hatırını çiğnemezdi ama zaten o da bu kozu çok sık kullanmazdı.  Nedense bu sefer çok ısrar etmişti yaşlı adam.
             Mağaradan içeri ürkek bir adım attı kral. Burnuna gelen nem ve yosun kokusu ilk anda genzini yaktı, gözleri karanlığa alışana kadar bekledi.  Düşünmesi gereken onca sorunu varken, neden bu tuhaf karanlık mağarada zaman öldürüyordu ki sanki? Bacakları da zaten Phereas'ı öldürüyordu.
           Karanlık mağarada sabırla ilerlemeye devam etti Priest kralı. Sadece birkaç dakikadır içeride olmasına rağmen sanki ışığın nasıl bir şey olduğunu unutmuş gibiydi. Kafasından onca şey geçerken bir süredir daldığını ve mağarada epeyce ilerlediğini fark etti. Burnuna gelen kesif nem kokusu da bu teorisini destekledi. 
Bacakları kendini artık güçlükle taşıyordu ki, bir anda yerin ayaklarının altından çekildiğini hissetti. O ana kadar, kabzasına dokunarak yürüdüğü kılıca şimdi sımsıkı yapışmış, bir tünelden aşağı doğru kayıyordu. Bir pişmanlık dalgası sardı bedenini. Ne yapmıştı böyle, bu kadar düşmanı olduğunu bile bile, kendini bir kapanın tam ortasına atmıştı.
Düşüşü tamamlandığında, Phereas, herhangi bir yerinin kırılmamış olduğunu fark etti. Ne kadar yüksekten düştüğünü, düşüşü sırasında geçen mesafeye bakarak az çok tahmin edebiliyordu ama bunun nasıl olabileceğine akıl erdiremiyordu. İlk kez o an Leroy'un sözlerinde haklı olabileceği aklına geldi. Tam bu sırada, hemen sol tarafında kesik bir hıçkırık duydu. 
Hızla kendi sağına doğru atlayıp zaten sıkıca kavramış olduğu Phreal'ı tek bir hareketle yerinden çıkardı. Gözlerini karanlığın içindeki bu daha karanlık olan ufak bölgeye dikerek alışmasını bekledi. Hıçkırığı ikinci kez, ama bu sefer öncekinden daha da net bir şekilde yeniden duydu. Tehdit olmaktan çok yardıma ihtiyacı olan küçük bir çocuğun ağlamasına benziyordu. Daha doğrusu ağlamaktan yorulmuş bir çocuğun hıçkırıkları. "Kim bilir ne kadardır buradadır?" diye düşündü Phereas kendi kendine.
 Bunun da bir tuzak olabileceğini fark etti, başını sertçe iki yana salladı. Seslice:
             -"Kendine gel Phereas!'' diye fısıldadı.
İçinden "Sakin ol ve düşün. Burası cehennemin dibi ve küçücük bir çocuğun burada ne işi olabilir? Bu da olsa olsa Kursk suikastçılarından biridir. Seni öldürmek için eğitilen onlarcasından biri..." diye düşündü ve kılıcına biraz daha sıkı sarıldı. Karanlıktan kendisine doğru gelen şey, her ne ise ondan önce davranmalı ve bu suikastı durdurmalıydı.  Dikkatini karanlığın tam ortasına topladığı sırada küçük bir ayağın parmaklarını gördü. Ve sonra küçücük bir surat, peşi sırada minik bir beden... 
Phereas, şaşkınlıkla çocuğu süzmeye başladı. Az önceki düşüncelerinden eser kalmamıştı, hatta bu biraz da utanç verici geliyordu şimdi. Belki üç ya da dört yaşında küçük bir kız çocuğuydu, kesinlikle suikastçı olmaktan çok uzaktı. Saçları ipek gibi ve bembeyazdı, zifiri karanlıkta ufacık bir ışık parçası bile kızın saçlarından yansıdığında, adeta mini bir güneş gibi parıldıyordu.
Kral, kıza gülümsedi, korkmuş kızı biraz sakinleştirmek için kılıcını ortadan kaldırmayı düşündü. Tam kını tutmuştu ki, parlak bir ışık huzmesi bulundukları hendeği bir anda doldurdu. Phereas, yeniden savunmaya geçirdiği kaslarını ve hayatı buna bağlıymışçasına sımsıkı tuttuğu kılıcı, huzmenin tam ortasına doğru adeta güdümledi. 
Oradan gelecek olan tehlike her ne ise artık sadece kendisini değil, bu küçük kızı da koruması gerektiğini biliyordu ve bulunduğu hendekten bunu yapabilecek durumda değildi. Hızla ileri doğru atıldı, küçük kızı sağ koluyla koltuğunun arasına sıkıştırdığı gibi hendeğin güney ucuna koşmaya başladı. Sırtını duvara yaslayabilirse en azından savaşarak ölebilir, belki bu küçük kızın da hayatını kurtarabilirdi.
         Bir anda tuhaf bir şey oldu, Phereas'ın ayakları yavaşladı. Hızla çarpmakta olan kalbi yavaşlamaya, nabzı normale dönmeye, içine bir serinlik dolmaya başladı. Şimdi kendini çok iyi hissediyordu, artık koşmuyordu bile. Yüzüne yerleşen gülümseme ile başını kaldırıp ışık huzmesine doğru yeniden baktı. İşte oradaydı, tüm bu rahatlığın sakinliğin ve huzurun nedeni. Öyle ki bacakları bile ağrımıyordu artık. 
Çok güzel bir şey ona doğru bakıyordu, aslında buna güzel bile diyemezdi çünkü tam olarak karşılamıyordu o kavramı. "Artık insanlar güzel olan bir şeyden daha fazlasını anlatırken; şu an karşımdaki muhteşem yaratığın adı ile hitap etmeli." diye geçirdi içinden.
         Peri, ışıltılı bir gülümseme ile karşısında neredeyse aptallaşmış genç krala büyük bir sevecenlikle baktı. Adamın kucağındaki çocuk ağlamayı kesmiş, şaşkın gözlerle etrafını izliyordu.
         -"Hoş geldin genç Priest kralı. Seni son gördüğümde elindeki ufaklık kadardın."
         -"Sen! Sen gerçekten varmışsın! Seni inkar eden düşüncelerim konusunda gerçekten utanç duyuyorum şu an, sanırım Leroy'u dinlemekten vazgeçmemeliyim."
-"Artık seni de inandırabildiğime sevindim. Neden geldiğini biliyorum."
         -"Bunu anlatmak çok zor zaten şey... Yani yüce peri... Adının ne olduğunu bilmiyorum ama halkım senin bizi kutsadığına inanıyor. Bana yardım edecek misin?"
         -"Sen benim için ne yapabilirsen, ben de senin için halkına o kadar yardım ederim genç kral."
         -"Ne istiyorsun peki, Kurskların yaptıkları saldırıları engellemem için bana yardım etmen için ne yapmalıyım?"
-"Zaten şu an yapmakta olduğundan fazlası değil Phereas. Kucağında tuttuğun o kızın hıçkırıkları, tam bin yıldır ilk kez kesildi. O seni seçti. Saçlarının rengi de onun artık bir ölümlü olduğunun göstergesi. Artık benim kontrolümden çıkma zamanı geldi ve onu ilk kez gördüğün halde onun için hayatını bile tehlikeye atmaktan çekinmeyen bir kişiye, yani sana bu emaneti rahatlıkla teslim edebilirim."
         Phereas, küçük kızın gözlerinin içine gülümseyerek baktı. Kızın da aynı şekilde ona karşılık verdiğini görünce başını yeniden periye doğru kaldırdı:
         -"Adı ne?"
        -"İsmi Leani. Ona kendi adımın bir türevini verdim. Böylece değer bilmez insanoğlu, en azından benden çekindikleri için onu çok fazla üzemez."
         Sebebini bilmemekle birlikte bunun düşüncesi bile kralı rahatsız etmeye yetti. Gözleri öfkeyle ateş gibi yanarken:
         -"Bu çocuğu üzmek, benim hayatıma da mal olsa ölümle cezalandırılır."
         -"Bundan eminim genç kral. Ama bunu bana bir söz olarak vermen gerekir."
         -"Nasıl bir söz istiyorsun?"
         -"Bugünden sonra on altı yıl geçecek. Sen Leani'yi veliahdınla evlendireceksin ve onu tahtının varisinin eşi yani ülkenin gelecekteki kraliçesi yapacaksın."
        -"Ama bunu nasıl yapacağım? Benim ülkemde kraliçelerin aynı ırktan olması bir gelenektir."
        -"Bana bu sözü vermezsen, yüce kral, düşünmen gereken bir ülken de, uyman gereken bir geleneğin de kalmayacak. Bunu bir düşün."
         Phereas, bir anda, yine, nereden geldiğini anlayamadığı bir karamsarlığın esiri oldu. Bu hızlı duygu değişimlerinde doğal olmayan, mistik bir şeyler olduğunu kestiriyordu, ama peri öylesine inanılmazdı ki ona karşı koymak bile içinden gelmiyordu. Muhtemelen peri sözleriyle yaptığından fazlasını yapıyor, onun duygularını da etkiliyordu. Sonunda:
         -"Tamam. Sana söz veriyorum.  Sen nasıl istersen öyle olacak. Bu kızı, on altı yaşına geldiğinde, veliahdımla evlendirip Priest prensesi yapacağım. Oğlum, benden sonra yerime geçtiğinde de kraliçe olarak halkıma hükmedecek. Peki ya sen peri, halkımı kutsayacak mısın? Bizi Kursklara karşı koruyacak mısın?"
         -"Bu da benim sana sözümdür, Priest kralı. Sen kendi sözüne sadık kalırsan, benim de tüm gücüm senin ve halkının yanında, kılıcının içinde olacak. Kılıcının anlamı Priest'in kalbi olduğuna göre benim gücümü taşımaya en layık nesne de o. Kızımın seçtiği kral, senin ülkenin de kurtuluşu olacak."
         Kral, saygıyla eğildi, kucağındaki çocuğa biraz daha sıkı sarıldı ve geldiği yöne doğru dönerek yürümeye başladı. Sonuçta ulusunun kaderi periye verdiği söze, dolayısıyla da bu kıza bağlıydı. O bunları düşünürken bir anda kendini dizlerine kadar sulara gömülmüş, mağaranın çıkış kapısına bakarken buldu. 
Periyi bulmak için dakikalarca yürümüş, metrelerce yüksekten düşmüş ve devasa hendeklerin içinde kaybolmuştu. Şimdi kalp atımından kısa bir sürede çıkış kapısına bakmaktaydı. Kucağındaki kızın yüzüne baktığında kendisine gülümsediğini gördü ve:
         -"Şaşırmam için bir neden yok değil mi ufaklık? Sanırım alışmaya başlıyorum."
SEVGİLİ VE VELİAHT
Saçlarına örttüğü şalı düzeltip odadan hızla çıktı. Önüne çıkan ilk dönemeçte, kayıp düşmemek için duvardan destek almak zorunda kalarak ıslak koridordan akarcasına geçti. Genç prensin odasının hemen önünde durduğunda, kalbi deli gibi çarpıyordu. Buz gibi soğuk bakışları, ne zaman prens söz konusu olsa bir anda yumuşuyor, hüzün dolu gözleri aşkla parıldamaya başlıyordu. Buna engel olması gerektiğini biliyor, ama yine de karşı koyamıyordu genç kız.
Derince aldığı nefesini son kez bırakmasıyla sıkıca tutmakta olduğu kapının kolunu çevirip açması bir oldu. Hızla içeri dalarken son bir kez daha etrafını kolaçan etmekten de kendini alamadı. Yatağında uzanmakta olan genç prens, kızın bir anda odasına girmesiyle ayağa fırladı.
-"Leani! Buraya neden geldin?''
-''Seni görmeliydim sevgilim.''
-''Bende seni özledim biricik aşkım ama buraya gelerek kendini tehlikeye attın. Yakalanman hoş karşılanmaz. Sana kötü gözlerle bakılmasını istemiyorum!"
-"Senin için geldim prensim. Aşkımız için her şeyi göze alırım, sadece benden bunu ispatlamamı iste. Sürgün bile bana vız gelir."
-"Senin olmadığın bir yerde ne bu ülke, ne taht ne de başka bir şey umurumda olur mu sanıyorsun? Ama beklemeliyiz aşkım. Biliyorsun, babam zaten küçüklüğünden beri seni, herkese prenses olarak takdim eder. Bir gün kraliçe olacağını söylediğin gün de tüm dünyalar benim olmuştu." 
-"Peki, ne zamana kadar beklemeliyim, sana ne zaman kocam diyebileceğim? Bu bekleyiş ne zaman sona erecek? Sen sürekli at üstündesin, düşmanlarımızı yendik hem de defalarca, ama halen savaşıyorsunuz ve baban, ısrarla ordularını komuta etmen konusunda seni öne sürüyor. Ne zaman sarabileceğim seni?"
-"Çok az kaldı prensesim. Babam, çok yakında ikimizi zaten evlendirecek biliyorsun bunu...'' Gözleri parlayarak kıza yaklaşır. ''Ama yine de ne zaman sarabileceğin konusunda, ufak bir tüyo verebilirim sana."
Prens, yavaşça genç kıza sarıldı. Belinin hemen üzerini, güçlü kollarından biriyle çepeçevre sardı. Kızı sıkmaya başlamıştı, neredeyse vücutları bütünleşmiş, kızın ayakları yerden kesilerek dudakları, yakışıklı prense doğru yaklaşmıştı. Boşta kalan diğer eli, refleks ile yavaşça aşağı, güzel kızın kalçalarına doğru kaydı. 
Leani bir anda ürperdi ama kendinde geri çekilecek iradeyi de bulamadı. İşte karşısındaydı, uğrunda hayatını verebilecek kadar çok sevdiği biricik sevgilisi. Üstelik "baba" dediği yüce kral da onları evlendireceğini söylememiş miydi? Öyleyse kendini neden sınırlayacaktı ki! Kendisini sevdiği adama vermekten daha güzel, daha doğal ne olabilirdi? Hayatının erkeği onun ne kadar iffetli olduğunu zaten bilecekti.
Prens, kızı yavaşça kaldırıp yatağının üzerine bıraktı. O kadar nazik ve şefkat doluydu ki, sanki kızın incinmesinden korkuyordu. Yavaşça yanına uzandı ve dudaklarını biricik sevgilisinin dudaklarına bastırdı. Tek bir solukta kızı içmek istiyor gibiydi. İkisinin de artık dayanacak gücü kalmamıştı. Kendini bildi bileli Leani yanlarındaydı ve ona âşıktı. Neredeyse on beş yıldır bu kıza adeta tapıyor ama sürekli kendini ona karşı frenliyordu. Artık duramayacağı bir noktaya geldiğini anladı.
 Yavaşça güzel prensesin elbisesinin üst düğmesini açtı. Dudaklarını kızın dudaklarından önce çenesine, oradan boynuna doğru kaydırdı. Kızın istek dolu iniltileri artmaya başlamıştı ki ikinci düğmeyi de açtı. Genç kızın göğsüne başını yaslayarak kendinden geçmeyi bekledi. Leani, sanki kilometrelerce koşmuş gibi soluyordu. Kalbi çıkarcasına atıyordu. Kız, yavaşça gözlerini kapadı...
İki saat kadar sonra odasına gelen hizmetçiler, yatakta çırılçıplak birbirine sarılmış uyuyan iki beden görünce gülüştüler. Üzerlerindeki ipek örtüye rağmen kızın vücut hatlarıyla, prens açıkça seçiliyordu. Prensin yakışıklılığı karşısında hep iç geçiren hizmetçi kızlar, yatakta yatan kızın prenses olabileceğini akıllarına bile getirmeden; kendilerini "Ne şanslı kızmış. Kim acaba?" diye düşünmekten alıkoyamadılar.
Gülüşmeler, sevgilileri de uyandırmıştı ama ikisinin de kalkabilecek cesareti yoktu. Leani, acıyı, zevki ve utancı içi içe yaşıyordu son iki saattir ve şu an yüzünün kırmızılığı ile saçlarının grimsi bulut beyazı rengi arasındaki tezatlığı, aynaya bile bakmaya gerek duymadan fark ediyor, hizmetçilere görünmemek için iyice siniyordu sevgilisinin kollarına. 
Sonunda gülüşmeler eşliğinde odadan çıkan hizmetçilerin hemen arkasından, genç kız da elbiselerini bile giymeden şalını üzerine sardı ve koşarak kendi odasına döndü. Çok mutluydu, canı çok yanıyordu, çok utanıyordu ama çok da heyecanlıydı, aynı zamanda çok yorgundu ve bir o kadar da tedirgindi. Kız, gülümseyerek bugünü atlatabilirse bir daha hiç bir şeyin onu öldürmeyeceğini düşündü.
                                       *          *          *
Tam iki ay sonra, ülkesinin Kursk istilasından kurtuluşunun 16. yıldönümü kutlamaları için sarayın en büyük odasında hazırlanan dev masanın başında, birbirlerine sevgiyle bakıyordu iki genç. Kız, sevgilisine vereceği haber için gecenin olmasını bekliyordu. Çok heyecanlıydı, aklından onlarca düşünce aynı anda geçiyordu ki tüm bunlara kral Phereas'ın gür sesi son noktayı koydu.
-"Priestliler! Bugün, ülkemizin en mutlu gününün yıldönümü! Ben, bundan tam on altı yıl önce, koruyucu perimize bir söz vermiştim ve o da tüm gücüyle halkımızın yanında oldu. Ona verdiğim sözü tam olarak yerine getiremedim; çünkü kızım kadar çok sevdiğim biricik prensesim Leani, bana evlenmek için çok küçük geliyordu.  Ama onu geçen gün kalenin avlusunda nedimeleriyle birlikte gezerken gördüm ve anladım ki artık kızım büyümüş ve benim de sözümü tutmamın vakti çoktan gelmiş."
 -"Evet, ey seçkin Priest halkı! Ben koruyucumuz olan periye bir söz verdim ve onun kızını ülkemin resmi prensesi ilan edecektim. Leani o zaman dört yaşlarındaydı, ama zaten onu ilk kucağıma aldığım anda benim biricik prensesim olmuştu. Kızım şimdi neredeyse yirmi yaşında ve artık buna hazır. Hepinizin huzurunda, kızımı Priest ülkesinin resmi prensesi ve oğlumun, varisimin eşi ilan ediyorum"
Bir anda büyük bir alkış tufanı koptu. Leani, gözyaşlarına hâkim olmakta güçlük çekiyordu. Kendi çocuğunun, belki de oğlunun doğacağı haberini vereceği akşam, kralı, biricik babası ona bu mükemmel sürprizi yapmıştı. Yavaşça ayağa kalktı güzel prenses. Saçları, grinin en parlak tonunda, gerçek bir peri kızı beyazlığında parlıyordu. Kral Phereas'ın kendisine doğru uzattığı eli nazikçe tuttu ve sol yanına geçti. Phereas, diğer yanına dönerek:
-"Marin, yaklaş evladım. Tahtımın varisi!"
İlk anda yanlış duyduğunu sandı. "Tabikesinlikle yanlış söyledi" diye geçirdi içinden Stear.  Kardeşinin adını söylemişti babası, ama bu nasıl olurdu? Büyük kardeşi neden gülmüyordu, neden babası gerekli düzeltmeyi yapmıyordu?
Leani, ilk şok dalgasını atlattıktan sonra kralın yüzüne sorgulayan gözlerle baktı. Phereas:
 -"İşte koruyucumuz olan yüce peri, sana söz verdiğim gibi! Varisimle kızını, kendi ellerimle evlendiriyorum. Biricik kızım Leani ve oğlum Marin!"
KURSK BASKINI
            Geyik, yaşamı için verdiği savaşa, incecik bacaklarında kalan son güçle devam ediyordu. Hemen arkasındaki atlının durmaya ve geyiğin hayatını bağışlamaya hiç niyeti yoktu. Geyik, bir o yana bir bu yana saparak koşuyor ve arkasındaki atlının artık peşini bırakması için şansını alabildiğine zorluyordu.
Rüzgâr da dalgalanan siyah, ipek misali parlak upuzun saçlarını, eliyle gözünün önünden çektikten sonra atının karnına topuklarıyla hafifçe dokundu Lea. At, sanki bu anı bekliyormuşçasına sahibinin isteğini geri çevirmedi ve iyice yorulmuş geyikle arasındaki mesafeyi bir karışa kadar indirdi. Lea, atının sol yanına doğru hafifçe yatarak kılıcıyla neredeyse rüzgâr kadar hızlı koşmakta olan geyiğin başına sertçe bir darbe indirdi. 
Geyik önce yalpaladı, sonra yavaşladı ve sendeleyerek yürümeye başladı. Belli belirsiz sızan kana rağmen Lea, onu hakladığından son derece emindi. Atını yavaşlatarak sakinleşmesi için boynunu okşamaya başladı, atın solukları normale dönerken,  geyik de kızdan on metre kadar ilerde yığıldı kaldı.
             Atının üzerinde, hemen önüne koyduğu devasa geyikle birlikte doğu Priest'teki köyünün kerpiçten yapılma evine döndüğünde; Beatrice'nin, onu endişeyle beklediğini gördü. Kızı görmesiyle birlikte derin bir rahatlama, kadının önce yüzüne, sonra gözlerinin içine, en son da sesine yerleşti. Sert olmaya çalışan ama yakınından bile geçemeyen bir sesle:
             -"Lea! Sana bu konuda ne demiştim ben?"
             -"Sakin ol Beatrice. Sadece yiyebileceğimiz bir şeyler bulmaya çalıştım. Şansım varmış ki, birkaç günü idare edebilecek bir şey buldum. Bak!"
             Beatrice, şaşkınlıkla dev geyiğe baktı.
             -"Birkaç gün mü? Kursk çapulcuları kadar iri olsak bile, bu hayvan bize bir hafta yeterdi. Sadece seninle ikimize en az bir ay yetecek kadar et var bunda. Bazen seni de orduya yazdırmalıydık diye düşünmüyor değilim kızım. Tanrı aşkına, bu şeyi ata yüklemeyi nasıl becerdin?"
             -"Hiç zor olmadı Beatrice. Ayrıca ordu içinde de bir kızın pek barınma şansı yok sanırım."
             Lea, kadına gülümseyerek aşağı indi, geyiği de attan yavaşça indirip eve taşıdıktan sonra biraz dinlenmek için kapının önüne astığı hamağa gitti. Çevik bir hareketle fileden yaptığı sallanan yatağa uzandı.
             -"Beatrice... Gel yanıma. Sonra uğraşırız geyikle. Gel biraz oturalım. Çok yorgunum."
             Kadın, Lea'nın yanına geldi ve yavaşça hamağın yanına bağdaş kurdu. Kız hafif hafif sallanırken:
             -"Bana yine annemden bahsetsene Beatrice. Tıpkı küçüklüğümdeki gibi..."
         -"Hala bıkmadın bunu dinlemekten. Beş yaşından beri bana aynı şeyi anlattırıyorsun. Anlatacak farklı bir şey kalmadı."
            Lea gözlerini dikerek şaşkın şaşkın Beatrice'ye bakmaya başladı. Ne söylediğini fark ettiği anda, kadın da utanmıştı. Lea, yattığı yerden fırladı, "Biraz yürüyeceğim hemen dönerim." diyerek köyün içine doğru hızlı adımlarla yürümeye başladı. Beatrice arkasından:
             -"Öyle demek istemedim kızım. Özür dilerim. Hadi Lea..." dediyse de sesini duyuramadı.
Lea, bundan nefret ediyordu. Ne zaman annesi ile ilgili bir şey duysa hemen aklına öksüz olduğu gerçeği geliyor ve ne kadar zorlarsa zorlasın gözlerinden kopan damlalara hâkim olamıyordu. Oysa güçlü olmak zorundaydı ve kendini bildi bileli annesi söz konusu olmadığı zamanlarda bunu çok iyi başarıyordu. Genç ve çok güzel bir kız olmasına rağmen onun yanına yaklaşmaya cesaret eden oğlanların tamamını bir şekilde buna pişman etmişti ve Beatrice'in dediğine göre de, artık evde kalmıştı.
Priest kızları, on altısında halen evlenmemişlerse evde kalmış sayılırlardı, bu bir kuraldı. Oysa Lea, etrafında hiçbir erkeği barındırmamış, böyle bir ihtiyacın özlemini hiç duymamıştı. Sadece en yakın arkadaşı Cylus ile bir şeyler paylaşabiliyordu. Onun erkek olması, aralarındaki ilişki konusunda Lea'ya hiçbir şey ifade etmiyordu. Bazen Cylus'tan da tuhaf hisler ve bakışlar almamış değildi ama o yaşlardaki erkek çocuklarında bu tarz değişimler olması doğaldı. En azından Beatrice öyle demişti.
             Lea on dokuz yaşındaydı ve başkentleri kendisi doğmadan birkaç gün önce Kursk istilasına uğramıştı. Doğduğu gün ise hem annesini hem babasını kaybetmiş, annesinin hizmetkârlarından birisi olan Beatrice, onu da alarak direnişçilere katılmış ve kalan son birkaç Priest köyünden biri olan bu şirin yere gelerek yeni bir hayat kurmuştu. Annesi ile ilgili şeyleri de yine ona Beatrice anlatmıştı. Beatrice'i onun annesinden farklı yapan yegâne şey, Lea'nın ona adıyla hitap etmesi, anne dememesiydi. Ama genç kız biliyordu ki; kadın, annesi olsa onu daha fazla sevemezdi.
             Bu düşüncelere dalmış ilerlerken bir anda arkasında kendisine hızla yaklaşmakta olan ayak seslerini duydu ve tüm duyuları bir anda alarma geçti. Kendisini ileri doğru fırlatırken kılıcını çektiği gibi arkasını döndü, sağ ayağının üzerine çömelerek tam aksi yöne doğru atıldı. Kılıcın parıldayan ucu, Cylus'un boğazına dokunduğunda genç adamın pes eder bakışlarını görerek yüzüne geniş bir gülümseme yayıldı. 
Hep böyle olmuştu zaten, bir erkekle oynamanın en zevkli yanı, onları pes ettirene kadar uğraşmak ve en sonda da onların bu ezilmişliklerinin tadını çıkarmaktı. Öteki oğlanlar, bunu kaldıramıyordu ama Cylus dayanıklı çıkmış ve denemekten hiç vazgeçmemişti. Ama Lea, gafil avlanmamak konusunda sanki doğuştan yetenekliymişçesine arkadaşının tuhaf çocuk oyunlarına hiç düşmemişti. Bu oyunu sürekli oynardı tek arkadaşıyla. Cylus ses çıkarmadan yürür ve Lea'nın ne kadar uyanık olduğunu test ederdi bir şekilde.
             Cylus, ellerini yavaşça indirdi ve:
             -"Tamam, tamam. Sakinleş bakalım vahşi savaşçıların kraliçesi. Hani bana söz vermiştin avlanmaya birlikte gidecektik?"
             -"Kaç kere söyleyeceğim Cylus! Avlanmak eğlenmek için yapıldığında aptalca olur. Senin evinde her türlü yiyeceğini getirecek bir baban ve yemeğini hazırlayacak bir annen var. Neden zavallı hayvanların canını almaya bu kadar heveslisin?"
             -"Anlaşıldı, sen yine tersinden kalkmışsın bugün. Dur bakayım anlarım şimdi. Gözlerimin içine bak."
             -"Kes şunu Cylus, ciddiyim."
             -"Ben de ciddiyim Lea, gözlerimin içine bak."
             Kız, daha fazla tartışmak istemediği için çocuğun gri gözlerine bakmaya başladı. Büyük bir dikkatle kendi gözbebeklerine bakmakta olan bir çift gri büyük göz, Lea'ya komik gelmeye başlamıştı. Cylus aniden gülümsedi.
             -"Evet, şimdi normal görünüyorlar. İkisi de açık mavi. Gökyüzü rengindeler."
             -"Kes saçmalamayı da yürü."
             Lea gülümsüyordu, bu çocuk hep kendini mutlu hissetmesini sağlıyordu. Ortada mutsuz olması için onca sebep varken bile, Cylus tılsımlı bir şekilde onu gülümsetmeyi başarıyordu. Gözleriyle ilgili olan şey de aslında ciddi bir durumdu mesela, sadece Cylus' la paylaşmıştı bu durumunu genç kız. Ne zamanki sinirlense, öfke süreci içerisinde gözlerinden birisi – solda olanı – gitgide koyulaşıyordu. 
Bunu ilk kez, bir gün yan komşusunun oğluyla kavga edip çocuk, onun alt dudağını patlatınca fark etmişti Lea. Yüzünü yıkamak için dereye eğildiği sırada sol gözünün renginin gece mavisi renginde olduğunu ve o sakinleştikçe gitgide açıldığını şaşırarak izlemişti. Sağ gözünde herhangi bir terslik yoktu, daha sonra Cylus'a da göstermişti bunu. Kız öfkelendiğinde, sol gözü yavaş yavaş koyulaşmaya başlıyordu ve sanki kendisi olmayan bir kişiliğe bürünüyordu. 
Cylus'un dediğine göre göz rengi tam siyah olduğunda tümüyle tanınmayacak bir hale geliyor ve mesela aynı komşusunun oğlunu öldüresiye dövebilecek kadar kendinden geçiyordu. Cylus "Senden ilk o gün korkmuştum." derken yüzündeki ifadeden anlıyordu bunun doğru olduğunu. Bu kesinlikle bir lanetti ve nedense kendisi gibi öksüz bir kızın başına gelmişti.
             Köy meydanına ulaştıklarında yolunda gitmeyen bir şeylerin olduğunu fark etti Lea. Etrafını dikkatli gözlerle incelemeye başladı, diğer taraftan da kılıcını gerekirse diye, kolayca çıkarabileceği bir şekilde tutmaya çalışıyordu. Birkaç adım sonra, tiz bir kadın çığlığıyla ikisi de irkildi. Evlerden birinin kapısı kırılırcasına açıldı ve dışarıya dişleri alt dudağının – ya da alt dudak olduğu iddia edilen şeyin – üzerine kadar sarkmış, kirli yüzünü doğduğundan beri yıkamadığı anlaşılan, insan olduğu iddiasına kolayca inanılamayacak tipik bir Kursk yağmacısı dışarıya çıktı. Ellerindeki kan, içeriden gelen kadın çığlığının nedenini açıklıyor gibiydi.
             Cylus, hızla ileri atılıyordu ki, Lea onun koluna yapıştı. Genç adam daha ne olduğunu anlamadan evin etrafından onlarca Kursk çıkmaya başladı. Görünen oydu ki bunlar yağma yapmaya gelmemişlerdi, bir istila ordusunun öncüleriydiler. Üzerlerindeki zırhtan bu kolaylıkla anlaşılabilirdi. Lea'nın aklına bir isim şimşek gibi çaktı:
-"Beatrice!"
             Kız olduğu yerde geri dönerek çıldırmış gibi koşmaya başladı. Eve yetişmesi ve Beatrice'yi uyarması gerekiyordu. Her zaman köy meydanına, ne kadar sürdüğü anlaşılamayacak kadar yakın olan evi, sanki şimdi fersah fersah uzaktaydı, bir türlü yaklaşamıyordu.  Bacaklarındaki tüm kaslar gerilmiş, artık kramplar girmeye başlamıştı ki evi yavaş yavaş görüş alanına girmeye başladı. Çığlık çığlığa:
             -"Beatrice! Beatrice! Kursklar geliyor. Beatrice!"
             Beatrice, o sırada kapının önünde elinde küçük bir balta ile Kursk öncülerinden birine karşı kendini korumaya çalışıyordu. Hemen arkasındaki çitten atlayan bir diğeri, kadına doğru elinde çatallı kılıcıyla koşarken, Lea da çığlık çığlığa bağırmaya devam ediyordu. Kadına, arkasına dikkat etmesini neredeyse haykırarak söylemesine rağmen, aradaki mesafe yüzünden sesini ulaştıramamanın umutsuzluğu içinde, kadının sol göğsünün hemen üzerinden çıkan metal çengelini gördü. Bacakları kendiliğinden durdu, donup kalmıştı Lea. Rüyasında bile görmediği, görmeye cesaret edemeyeceği bu sahne karşısında, Kursklara birkaç metre kala donmuş kalmıştı.
Siyah uzun saçları dalgalandı bir anda, yanından koşarak, hayır uçarak Cylus geçti. Kılıcını çoktan çekmiş, ilk Kursku omzuyla başının arasına vurduğu darbeyle indirmişti bile. Beatrice'nin kalbine sapladığı kılıcı hızla geri çeken diğer Kursk, aynı kılıcı Cylus'a savurmak için kaldırdığı sırada genç adam, seri bir hareketle kılıcını yaratığın tam karnına sapladı. İkinci Kursk da boş bir çuval gibi yere yığılırken, Cylus da Beatrice'nin başında diz çöktü.
             Lea'nın gözleri yanıyordu. Ayakları bir türlü hareket etmiyordu. Hayat bir anda durmuş gibiydi, ne sesler ne de başka görüntüler yoktu. Her şey duruyordu, özellikle kendini büyüten kadının, Beatrice'in kendisini çaresizce savunmaya çalışırken kalbine saplanan kılıcın ucundaki eğrilik. O eğrilikten yavaşça yere damlayan kan...
             -"Anne..." dedi sessizce.
Sonra tekrar... Üçüncüsünde boğazı yırtılırcasına bağırıyor, gözyaşları içinde kadına doğru yaklaşıyordu. Kulağını vızıldayarak arkasından geçen bir ok, yüzünü yaladı, bir diğeri ufak bir yara açarak kolunu sıyırıp geçti. Doğrudan tam karşısında, kanlar içinde yatmakta olan Beatrice'i kucağında tutmakta olan Cylus'un boğazına saplandı.  
Fışkıran kan, aradaki mesafeye rağmen Lea'nın yüzünü tamamen kızıla boyamıştı. Masmavi gözleri alev alev yanmaktaydı. Sol gözü, neredeyse tamamen laciverte dönüşmüş olarak arkasını döndü ve ilk Kurskun dört beş metre kadar ötesinde, elinde yayla beklediğini gördü. Diğer oku yaya sürmeye çalışıyordu. Cylus'u vuran bu olmalıydı.
             İlk adımını attığı gibi kılıcını çekmişti genç kız, Kursk un başı, oku daha yaya yerleştiremeden yere düştü. Sol gözü artık simsiyahtı kızın. Nefretin rengi alev alev yanıyordu, adeta gazaba gelmişti. Yirmi kişilik bir Kursk grubunun içine daldı, hafif çömelerek ilk hamlesini yaptı, sonra diğer ayağının üzerinde yaylanarak ikincisini. Şimdi yerden en az iki metre yükselmişti Lea, düşmanlarının doğrudan kafalarına kılıcıyla yaptığı hamleleri birbiri ardına sıralarken. Birkaç dakika sonra, adamlar, nefes almıyordu.
             Kafasını ufka kaldırdığında yüzlerce Kursk'un adeta oraya doğru akmakta olduğunu gördü. Bu sırada bir hırıltı duydu:
             -"Lea..."
             Hemen arkasını döndü. Bu sesi nasıl tanımazdı? En yakın arkadaşı, çocukluğundan beri birlikte büyüdüğü Cylus'tu bu. Koşarak yanına gitti genç adamın, bir eliyle boğazına bastırıyordu ama yapabileceği hiçbir şey yoktu. Kucağında Beatrice ile birlikte neredeyse hareketsiz yatıyordu. Gözlerinden boşalan yaşlara engel olamıyordu genç kız, tüm ailesi oradaydı ve altında birikmiş göl onlara ait hayat sıvılarıydı.
            -"Cylus. Lütfen beni bırakma. Hiç kimsem kalmadı senden başka."
         En yakın arkadaşı ve annesi olarak bildiği kadın, tam önünde yerde yatıyordu ve ikisi de ölümün pençesindeydi. Cylus:
-"Gitmelisin Lea. Kaç buradan. Çok kalabalıklar!"
 -"İntikamını alacağım dostum. Sana yemin ederim ki Kursklar bunu çok ağır ödeyecek. Belki beni de öldürecekler ama onlara çok pahalıya mal olacağım."
Cylus'un artık nefes alamadığını gördüğünde gözlerinden yaşlar sicim gibi boşalıyordu. Beatrice'e döndü, onu kollarına aldığı sırada kadın da kalan son nefesini harcayarak
 -"Beni dinle Lea. Bana bir söz ver. Gideceksin... Gideceksin ve batı denizinin ortasındaki mağarayı bulacaksın. Orada yaşayan bir peri var ve hayatınla ve annenle ilgili sana gerekeni anlatacak. Burada olanların sorumlusu da, o."
 Kadın doğrulmuş ve Lea' nın kolunu sıkabildiği kadar sertçe sıkıyordu. Anlattığı şeyin önemini iyice kavratmak ister gibi bir hali vardı. Göğsünün ortasındaki açıklıktan sızan kızıl sıvı, adeta göl olmuş kalmıştı. Lea, biraz toparlanmış bir şekilde ona baktı ve:
-"Neden bahsediyorsun Beatrice? Dinlenmen gerek, sakin ol."
Kadın güçlükle:
 -"Beni daha fazla konuşturma, tanrılar aşkına yap şunu..."
Kadın daha fazla konuşamadı. Aşırı kan kaybı onu kendinden geçirmişti. Tiz bir çığlıkla ağlamaya başladı genç kız, gözüne hemen yanında yatmakta olan arkadaşı ilişti. Cylus'un da durumunun kadından farkı yoktu, onun da boğazında önden girip arkadan çıkmış kırık bir ok parçasıyla daha fazla şansı olamazdı. 
Lea'nın gözleri yanıyordu. Cylus ve Beatrice ile son kez konuşabilmesi onu biraz sakinleştirmiş olsa gerekti ki o yabancıyı içinde hissetmiyordu, kendi gibiydi genç kız. Kendi gibi düşünebiliyor ve karar verebiliyordu.
Son bir kez geride bıraktığı on dokuz yılın özetine baktı. Anne diyebileceği onu büyüten kadın ve hayatında hiç kimseyi sevmediği kadar sevdiği en yakın arkadaşı. Belki de köyün yakıştırmasıyla evleneceği adam ve çocuklarının babası. Bunu gözünde bile canlandıramıyordu Lea, hafifçe gülümsemeye başladı. "Bu gülümseme, Cylus'un oldum olası hoşuna giderdi." diye geçirdi içinden.
Az sonra yeniden başlayacak olan ağlama krizinin hemen öncesinde, başını çevirip bir yaklaşmakta olan düşmanlarına, bir diğer tarafta alabildiğine uzanan batı denizine baktı. Bir karar vermeliydi, ölmüş arkadaşının ve anne diyebileceği kişinin intikamını alarak intihar etmek mi, yoksa batı denizindeki periyi bulup tüm bu olanların hesabını sormak mı? Sonsuz kederine rağmen gözleri, neredeyse aynı renge dönmüştü artık. Evine ve son nefesini vermiş sevdiklerine son bir bakış daha fırlattıktan sonra, koşarak denize doğru gitmeye başladı genç kız.
Birkaç dakika sonra, balıkçılardan birinin sahilde bekleyen, muhtemelen bir daha binemeyeceği sandalıyla denize açılmış ve ayakta kendi köyündeki çığlıkları, yağma haykırışlarını ve yükselen dumanları izliyordu. Yeniden bir ağlama krizine yakalandı. Bu seferki çok uzun sürecekti.
Geceye doğru, denizin tam ortasına geldiğinde, yavaşça doğruldu uyuyakaldığı yerden. Bir an çaresizce etrafına bakındı, rüyada olup olmadığına emin olmak istiyordu. Bu yaşadıklarının rüya olması için neler vermezdi ki? Beatrice'e bağırması, onu en son gördüğünde üzmüş olabileceği, arkasından "Özür dilerim... Lea!" diye bağırışı ve sonra kalbinden çıkan o ucu eğik demir. Ve Cylus. Biricik dostu. Tek dostu. Yeniden ağlamaya başlamadan kendini toparlamalıydı. Buraya intikamı için gelmişti.
Kendini buz gibi suyun içine bıraktı. Yüzerek mağaranın önüne kadar geldi. Kılıcını çekti ve hızla içeri daldı. Başı dönüyordu, midesi muhtemelen açlıktan bulanıyordu ve beyni zonkluyordu ama umurunda bile değildi. Bunun sorumlusunu bulmak, köyünün ve arkadaşlarının intikamını almak her şeyden önemliydi şu an için. Fazla ilerlemesine gerek kalmadan bir ışık huzmesi parladı ve hemen kızın üzerinde o güne kadar gördüğü en güzel kadın belirdi. Kadın, güzelliğinin aksine hüzün doluydu, tıpkı Lea gibi. Periyi yukarıdan aşağıya iyice süzdü geç kız. Sonunda:
-"Sanırım aradığım sensin. Şimdi beni iyi dinle! Beni büyüten kadın ile en yakın arkadaşımı yeni kaybettim. Beatrice, olanların sorumlusunun sen olduğunu söyledi. Tam olarak benden tam olarak ne istiyorsun bilmiyorum, seni tanımıyorum ancak Beatrice, annemle ilgili gerçeğin de sende olduğunu söyledi. Benim bir annem yok. Bir arkadaşım yok. Hiç kimsem yok benim, köyüm, ülkem bile. Benden ne istiyorsun lanet olası, sen bir perisin!"
Genç kız bir kez daha hıçkırıklara boğulmuştu. Peri, birden:
-"Annen bunu tam bin yıl yaptı biliyor musun? Tam bin yıl boyunca bekledim onu susturabilecek olan kişiyi. Sonunda bir gün, o da senin gibi çıkageldi ama bana verdiği sözü tutmadı. Kızımı bir prenses yaptı, ancak mutlu edemedi. Halkı kızımı dışladı, onu iffetsizlikle suçladı. O zamana kadar hep korumuştum onları, ama artık umurumda değiller. Hiçbirisi hem de. Anne dediğin hizmetçi de, o zavallı çocuk da. Hiç kimse. O topraklara bir daha huzur gelmeyecek."
-"Beni ne yapmam konusunda zorladığının farkında mısın? Bu olanların sorumlusunun sen olduğunu düşünüyorum. Konuşmaya devam etmemize gerek kalmadı!"
-"Beni tehdit mi ediyorsun?"
             -"Hayır, tehdit insanların yapmayacakları şeyleri söylemeleridir. Bu konuşma bittiğinde ikimizden biri ölecek. Beatrice'in ve Cylus'un kanlarını yerde bırakmayacağım ya da onlarınkinin yanına benimkini de ekleyeceksin. Ben sadece şu an senin nedenini öğrenmek istiyorum. Bu vahşete izin verirken neyi amaçlıyordun?"
             Genç kız, bunları söylerken gözyaşları kurumuş ve hüzün, yerini katışıksız bir öfkeye bırakmaya başlamıştı. Sol gözündeki mavilik, önce gökyüzü renginden deniz mavisi tonlarına, oradan da gece ortaya çıkan mükemmel koyuluğa doğru evrilmeye başladı.
             -"Benim adım da Lea. Biliyor muydun?"
             -"Bana ne bundan?"
             -"Bin yıl hiç durmaksızın ağlayan, sonunda hıçkırığını kesen o kişinin bizzat hayatını kararttığı ve senin halkım dediğin insanların, iffetsizlikle suçlayarak eziyet etmeye çalıştıkları kişi de benim kızım. Yani senin öz annen, Lea."
             -"Benim annem iki gün önce Kursk saldırısında öldü. Şimdi kes şunu ve bana benimle ve ülkemle ilgili gerçekleri söyle"
             -"Sol gözün neden renk değiştiriyor biliyor musun? Çünkü o sana ait değil canım.  Tıpkı annenin hizmetçisi ve arkadaşın gibi. Orada ama sana ait değil."
             Gözlerinden bahsedilmesi Lea'yı şaşırtmıştı. Bir an ne diyeceğini bilemedi. En sonunda:
             -"Sürekli gerçek annemden bahsedip duruyorsun. Peki, nerede o?"
             -"Sabırlı olmalısın. Önce sana yardım edecek kişiyi bulmalısın. Karanlık yanın, halkının eziyet ettiği anneni ilelebet senin kalbine hapsetti. Öfkeni serbest bırakmadan önce, bunu seninle birlikte yapacak yoldaşını bulmalısın. O göz senin değil, annenin gözü. Anneni serbest bırakmak istiyorsan, önce ülkeni kurtarmalı, insanlarının saygısını yeniden kazanmalı, annen hakkındaki düşüncelerini değiştirmelisin. Yoksa sonsuza kadar senin karanlık yanın olarak içinde kalacak."
             Lea şaşırmıştı. Neden bahsediyordu şimdi bu; kadın, ya da her neyse? İntikamı için geldiğini unutmamalıydı.  Toparlandı:
           -"Ne yapmamı istiyorsun? Benden tam olarak ne istiyorsun?"
 -"Senin için iyi olanı istiyorum kızım. Annene vermek istemedikleri saygıyı sana göstermek zorunda kalacaklar çünkü sen onun gibi değilsin. Bunu zorla alabilecek güçtesin. Anlayacaksın yakında."
 -"Neden peki? Sen peri değil miydin? Neden korumadın onu ve babamı? Daha babamı bile tanımıyorum."
-"Senin öz baban, prens Stear. Annenin gönül verdiği, Kral Phereas'ın diğer oğlu... Bana verdiği söz ile krallığının başına geçirmeyi düşündüğü veliahdı arasında kaldı. İkizlerinden Marin'i veliaht ilan etti ve diğer oğlu Stear'ı da ordu komutanı olarak atadı. Annenin seçimi yüzünden Phereas'ın ve halkının, kızıma yaptıkları, onu iffetsizlikle suçlamaları senin yaşama sebebin. Sonuçta sen benim kanımı taşıyorsun kızım. Sizi elbette ki koruyacaktım. İkinizden birini kaybetmek düşüncesi bana bu fikri verdi ve anneni senin kalbinin karanlık yanına hapsettim. Böylece kimse ona orada dokunamayacaktı. Priestliler, başlarına gelenlerden kendileri sorumlu ama sen ve senin kalbin bana aitsiniz. Bunu, lanet Priest ülkesi de böyle bilecek ve kızıma yaptıklarından sonra benim lanetimde onların üzerine olacak."
Perinin sesindeki derinlik bir anda dipsiz bir kuyu kadar arttı. Acı çektiği belliydi, daha doğru ifadeyle acı değil, vicdan azabı. Artık karanlık bir pırıltı yayıyordu ortaya, öfkesi adeta dışarı akıyordu. Annesi ile ilgili söylediklerini düşünmeye başladı genç kız. "Onu senin kalbinin karanlığına hapsettim." derken neyi kastediyordu? Sol gözündeki problemle ilgili olabilir miydi acaba perinin söyledikleri?
 -"Benim kimsem yok!"
 -"Ben varım. Sen benim kanımdansın. Ve bir annen var. Kalbinin derinliklerinde gizli... Onu oradan bulup çıkarmak senin görevin kızım. Sana güveniyorum ve bunu yapabileceğine eminim." 
Peri, yeniden ışıl ışıl parlamaya başlamıştı.
-"Senin bir karanlık yanın var. Gözlerinden birinin diğerinden farklı olması, bunun göstergesi. Burasını senin için kutsadım ve kimsenin zarar veremeyeceği bir yer haline getirdim, anneni de oraya sakladım. Bu bir lanet, ama aynı zamanda da onu kontrol edebilirsen bir hediye ve ben eminim ki sen onu kontrol edebilirsin. Sana bu konuda gereken yardımı sağlayacağım. Anneni oradan sadece sen bulup çıkarabilirsin, ancak bu şekilde koruyabilirdim onu. Priestlilere onun masumiyetini ispatlayarak ve yaptıklarına onları pişman ederek bu görevi yerine getireceksin. Yalnızda olmayacaksın. Ben hep senin yanında olacağım. Ve bir de yol arkadaşın."
 Aklına bir anda Cylus gelmişti genç kızın. Ve arkasından Beatrice... Gözleri yine dolmaya başlamıştı ki peri devam etti:
-"Beatrice ve Cylus, benim seni korumakla görevlendirdiğim benim kontrolümdeki insanlardı. Onlar görevlerini tamamladılar ve bu dünyadan ayrıldılar. Şimdi senin kendi yoldaşını bulman ve onun yardımıyla hem anneni, hem sürgündeki babanı, hem kendini kurtarman gerekiyor. Yoldaşın sana arayışında yardım edecek ve senin de ona yardımın dokunacak."
 -"Bir yoldaş mı? Ona neden ihtiyacım var peki? Karanlık yanımı madem kontrol edebiliyorum, bir yoldaşa neden ihtiyacım olsun ki?"
-"Kontrol senin, ama güç lanetli ikizinin kızım. Sana bu lanet, ya da hediye verilirken, aynı anda seninle aynı gün doğan bir başkasına da verildi. Senin ikizin dememin sebebi bu, kaderleriniz birlikte yazıldı onunla. Kontrol senin ellerine, güç onun bedenine bırakıldı. Seninkiyle neredeyse aynı belirtileri gösteriyor ama o senin gibi kendini kontrol edemiyor. Bu kontrolü ona sen vereceksin, o da sana ülkeni ve aileni kurtarıp adını temize çıkaracak gücü."
 -"Nereden bulacağım peki onu? Nerede aramalıyım, onu bile bilmiyorum."
 -"Zamanı geldiğinde Lea. Birbirinizi bulacaksınız."
 Peri yavaş yavaş soluklaşırken Lea atıldı:
 -"Dur bekle. Daha soracaklarım var. Cylus ve Beatrice konusunda ne demek istedin? Bekle öğrenmem gereken çok şey var!"
-"Sen, yoldaşınla birlikte tek bir vücudun zekâsısın Lea. Tüm yanıtlara ulaşabilirsin istersen. Sadece düşünmen yeterli. Ama bu savaşı kazanmak için vücudunu, yoldaşını da bulmalı ve onunla bütünleşmelisin. Ancak o zaman başarırsın. Ve unutma, her zaman seninle olacağım, annen de en derin yerinde. Kalbinde..."
Peri yok oldu. Ortalık bir anda zifiri bir karanlığa büründü. Lea, korkmaya başlamıştı, içinden haykırmak geliyordu ama perinin sözleri kafasının içinde yankılanıyordu. Derin ve dipsiz bir kuyuya düşüyor gibiydi. Yavaş yavaş kendinden geçmekte olduğunu fark ediyordu ama Beatrice'nin ve Cylus'un hala yüreğinde olan sıcacık anılarına sığınmış, çaresiz bir teslimiyetle düşüşün tamamlanmasını bekliyordu. 
Tekrar anımsadı perinin söylediklerini. "Benim kontrolüm altındaki insanlar"... "Onlar görevlerini tamamladılar." Yalan olmadığını hissediyordu içten içe bunların. Kendinden geçerken son aklında kalan, iki dostunun aslında gerçek anlamda yaşamıyor olabileceği, yine de onu bunca yıldır korumak için yaptıkları her şeye duyduğu derin minnet ve kalbinin en derininden kopan, kendine mi yoksa oraya saklanmış annesinden mi geldiğini bilemediği buruk bir "elveda" kelimesi olmuştu.
                                                     ***
             Uyandığında bir duvarın kenarında, kafasında geniş bir kapüşon ve içinde kaybolduğu geniş bir pelerinle, sanki sızmış bir haldeydi. Etrafta konuşan bir sürü insan vardı ve gürültüden hiçbir şey anlayamıyordu. Tam gözlerinin önüne kıpkırmızı bir perçem düşmüş, her nasılsa bunun perinin her zaman onun yanında olduğunu anımsatmak için kendisine verdiği bir hediye olduğunu anlamıştı. Demek peri bunu kastediyordu, "Sadece düşün, zaten bildiğini göreceksin." derken. 
Aslında peri böyle bir şey de dememişti ama her nasılsa bunu da biliyordu. Beyni zonklamaya başlamıştı güzel kızın. Kırmızı perçemi, usta bir el hareketiyle simsiyah saçlarının arasına sıkıştırdı ve kimsenin görmemesi için dua etti. Sonuçta burası, anladığı kadarıyla bir handı ve bir sürü adam burada içki içiyordu.
        Gözüne birkaç saniye önce sarışın bir kız çarpmıştı ama o saçıyla uğraşırken kızı kaybetti. Kız ve hizmetçiye benzer birisi, handa kendisinden başka diğer kadınlardı ve sarışın olanın elinde taşıdıklarına bakılırsa orada çalışanlardan biriydi. O kızla konuşabilir en azından yatacak bir yer ayarlamasını sağlayabilirdi, hem böylesi daha güvenliydi, hem de kendisini de açığa çıkarmamış olurdu. Bu handa bir kadının kaldığını öğrenen bu kadar sarhoş adamdan birisi, mutlaka bela olurdu başına. 
Hafifçe doğrulmuş etrafına bakınırken bir anda bir bağırış işitti:
-"Ver şu kahrolası olası anahtarı. Seni ilgilendirmeyen konulara da lanet burnunu sokma!"
Herkes susmuş, hancının karşısındaki uzun boylu adamı izliyordu. Hancı da sesini yükseltti ve bir şeyler söyledi, ama Lea gözünün önüne ikinci kez düşen perçemini düzeltmeye çalıştığı sırada, az önce hancıyla kavga etmekte olan adamın derin nefesler alarak merdivene dayandığını ve sorgulayan gözlerle kendisine baktığını fark etti. 
Yüzündeki kan lekesi çok ürkütücü olmakla birlikte gözüne ilk çarpan şey; adamın biçimli dudakları ve insanı delip geçen bakışları oldu. Kız, ürkmüştü, tanınmaktan korkuyordu ki adam önüne geri döndü ve bu sefer sarışın kızın da içine girdiği yeni bir tartışma başladı. Tekrar önüne döndü, perinin dediklerini düşünmeye başladı, onu bulmalıydı, kendine yardım edecek olan o yol arkadaşını. Ve nereden başlayacağını hiç bilmiyordu...
KAÇIŞ
Gözlerini açtığında kan ter içinde kalmıştı, Tung. Son üç yıldır daha sık görmeye başlamıştı aynı rüyayı. Aslında kendini bildi bileli görürdü bu düşü, zamanlamasını bile biliyordu artık. Ne zamanki bir kavgaya karışmış, birilerini öldürmüş ya da sadece çok öfkelenmiş olsa, o günün gecesinde görüyordu bu rüyayı. Alnındaki damar, o gün çok hızlı atmışsa, o gece göreceği rüyayı biliyordu Tung. İlk başlarda korkuyor, o günlerin gecelerinde uyumak istemiyordu ama büyüdükçe zamanla alışmıştı.
Rüyasında devasa bir ordunun karşısındaydı, tek başınaydı ve kulağına bir kız ağlaması geliyordu. Tuhaf bir siyah gölge, sol gözünden içeri giriyor, içine doğru inerek aynı yoldan geri çıkıyordu ve gökyüzüne doğru havalanıyordu. Tung'dan iki metre yüksekte duruyor ve hiç hareket etmiyordu. Tung, o anda içinden çıkanın o hep bildiği ama hiçbir zaman kendisine ait hissetmediği insanüstü savaş kabiliyeti ve onun da üstünü çepeçevre saran simsiyah pelerinin, cesareti olduğunu anlıyordu.
Artık kendini çıplak hissediyordu, delicesine korkuyordu; gerçi korku, daha önce yaşamadığı bir duyguydu ve o yüzden tam olarak neye benzediğini de bilmiyordu, sadece tahmin ediyordu. Buna rağmen kendini inanılmaz hafiflemiş hissediyordu, sanki sırtından büyük bir yük kalkmış gibi.
Ağlama sesi şimdi daha yakındı ve sayıları, gözlerinin algı kapasitesinin çok üzerinde olan düşman hızla yaklaşmaktaydı. Kıza yardım etmek istiyordu, ama korkudan hareket edemiyordu. Hissettiği rahatlama bir anda pişmanlığa dönüşüyordu ve başını kaldırıp beklentiyle, üzerindeki o siyah bulutu arıyordu.
Nereden geldiği anlaşılmayan bir ses adeta haykırıyordu beyninin içinde: "Lanetin kaldırıldı, Tyruslu Tung. Lanetin seni terk etti. Lanetin ve armağanın."
Tung, yavaşça yatmakta olduğu yataktan doğruldu. Yanında yatan çıplak kız, kolunu onu sarmaya çalışırmış gibi Tung'un omuzları üzerinden göğsüne koymuş, huzurlu bir gülümsemeyle bir daha uyanmayacakmış gibi uyuyordu. Bir kol hareketiyle kızın elini yana doğru itti, açıktaki göğüslerinin üzerine de kızın yere düşmüş olan şalını örttü.
Doğrularak ayağa kalktı. Tahtadan yapılmış odanın iki duvarı arasındaki destek kalasına, bir sıçrayışta yapıştı ve kendini yavaşça yukarı çekmeye başladı. Önce gerilen kol kaslarını, omuzlarındaki yanma izledi. Sonra da göğüs ve sırt kasları devreye girdi. Kalasın tepesine çıkıp baş hizasıyla onu geçtiğinde vücudunun üstündeki tüm kaslar sanki bir mancınık gibi gerilmişti. İyice yoruluncaya kadar indi, kalktı. İki demir pençeyi andıran ellerini tahtadan bırakırken, artık daha rahat düşündüğünü fark ediyordu. Üstünü giyinip dışarı çıkmaya karar verdi.
Arkasını döndüğünde kızın uyanmış ve yattığı yerden hafifçe doğrulmuş olarak genç adamın çıplak bedenini ilgiyle izlediğini fark etti. Saçlarını bir tarafına toplamıştı ve bakışlarındaki ilgiden daha yoğun bir şekilde hissedilen açlık, Tung'u biraz tedirgin etti. Pantolonunu hızlıca giydi, tekrar kızın yüzüne baktığında kendisine kırılmış gibi baktığını gördü. Kıza gülümseme nezaketinde bile bulunmadan:
-"Gitsem iyi olacak. Babana parayı sana verdiğimi söylersin. İşte tam yanına bıraktım."
Kız yavaşça dönerek adamın işaret ettiği yere baktı. Gerçekten kırılmıştı, ama kırılmaya hakkı olmadığını da biliyordu. Sonuçta adam ona hiçbir şey vaat etmemişti. Tung'un çekiciliğine ve inanılmaz kaslı vücuduna kapılan, onu delicesine arzulayan kendisiydi, ve sonuçta ona kendini sunmuştu. Hiç olmazsa bir tebessümü hak ettiğini düşünüyordu, yine de bu adamdan tehlikeli bir biçimde hoşlandığını anladı.
Genç adam sessizce giyinmeyi sürdürüyordu. Şu lanet rüya bir türlü aklından çıkmıyordu. Neden sürekli aynı şeyi görüyordu ki? Birileri ona bir şeyler mi anlatmaya çalışıyordu acaba? Hem sonra burayı hemen terk etmeliydi, akşamüstü yaptıklarının duyulması an meselesiydi, hatta belki de çoktan toplanıp kendisini aramaya başlamışlardı bile.
Gece olması işine gelirdi, hızla çıkar giderdi buradan ve sabah olmadan şehri terk etmiş olurdu. Bir köy bulana kadar da durmazdı. Peşinden gelenler olabilirdi ki bu her zaman olurdu, intikam için peşi sıra koşarlardı. Aslında hepsine bir şans verirdi Tung, "Seni uyarıyorum! Arkanı dön ve çek git evine, sevdiklerinin yanına. Yoksa olacaklardan ben sorumlu değilim..."
Yine de şanslarını denemek isterlerdi, artık bu dünyada yaşamayan zavallı insanlar.
* * *
Lea, ne yapacağını bilmiyordu. Seçeneklerini değerlendirdiğinde, orada ne aradığını bile bilmediği için, muhtemel çözüm yollarına dair de herhangi bir fikri olmamasına şaşırmıyordu. Peri onu neden bir hana gönderme gereği duymuştu acaba? Bu bir sınama testi gibi bir şey miydi? Arka kapıdan çıkmakta iken, toplanıp gelmekte olan elleri kılıçlı ve baltalı en azından iki düzine adamı görünce bir şeylerin ters gittiğini düşündü.
Bu adamların niyeti kötüydü ve genç kız işin ciddiyetini kavramış, hemen hana geri dönerek yine o sarışın kızı aramaya başlamıştı. Etrafta görünmüyordu, hancıya da soramazdı, çünkü konuştuğunda sesinden bir kadın olduğu anlaşılırdı. Gecenin o saatinde orada ne aradığını anlatmak da yapmak istediği son şeydi. Etraftaki insanların sayısı giderek azalmakta idi ve hanın sahibi de dışarı çıkmış, eli silahlı çeteye hararetle bir şeyler anlatmaktaydı.
Lea, adeta orada mahsur kalmıştı, iki saattir dışarı çıkacak bir yol bulamamıştı. Çok sarhoş birkaç kişiden başka da etrafta kimse yoktu. Bu sefer ön kapıyı denemeye karar verdi genç kız. Yapabileceği de çok fazla bir şey yoktu zaten, bir at bulup doludizgin Priest'e dönebilir, bir şeyleri aramaya oradan başlayabilirdi. Hatta belki de yeniden periyi bulup kafasındaki soruları sormayı başarırdı. Tabii bir de şu yoldaş meselesi vardı, onu da bulması gerekiyordu.
Çıkış kapısının hemen yanındaki atların bakımına ayrılmış bölümde iki atın durduğunu gördü. Beyaz olanı gözüne kestirdi, yavaşça ahırın önündeki barikat amaçlı kalası kaldırdı. Etrafına bakınmaya başladı, ata vurmak için eyer arıyordu, gözüne bir tanesi çarptı. Duvarın dibine yaklaşmaktaydı ki, bir anda bir gürültü duydu. Birileri hızla merdivenlerden yukarı koşuyordu, tahtaların isyan eden gıcırtıları, neredeyse tamamen boşalmış handa boş duvarlara çarparak Lea'nın kulaklarında dans ediyordu.
***
Felixa'nın üzgün bakışları arasından kopan bir damla gözyaşı, demin şehvetle kullandığı dudaklarının üzerine doğru yuvarlanırken Tung, ona "Hoşça kal." dedi. "İyi vakit geçirdim, seni tanımak güzeldi." Kapıyı çekti ve merdivene doğru hareket ettiği sırada aşağıdan gelen bir gürültü duydu. Merdivenlerden hızla birileri çıkıyordu.
Tung, durumu hemen kavradı, adamlar gelmişti. Aslında geç bile kalmış sayılırlardı.
-"Lanet olsun." dedi, "Yine aynı rüyayı göreceğim bu gece."
Kılıcını çekti ve kollarını yukarıya doğru sıvadı. Her zamankinden çok farklı hissediyordu, ona sınırsız güç veren enerjiden eser yoktu henüz. Kalp atışları bile hızlanmamıştı, nabzı yemek yerken nasılsa yine öyleydi. Tatlı Felixa, ona iyi gelmişti.
Merdivenden çıkmayı ilk başarabilen, çıktığından birkaç kat daha hızlı bir biçimde aynı yere geri döndü. Adamı tuttuğu gibi tırabzanların üzerinden aşağı fırlatmıştı Tung, kılıcını merdivene doğru dimdik uzattı ve:
-"Sizi uyarıyorum. İkinci bir şansınız olmayacak. Evinize dönün ve beni daha fazla zorlamayın."
Adamlar birbirlerine baktı. Açıkça korkuları sezilebiliyordu ama kalabalık olmaları onları az da olsa rahatlatıyordu. Kiminin oğlu, kiminin akrabası, kiminin de arkadaşıydı Tung'un öldürdükleri. Bunu onun yanına bırakamazlardı. Fakat bunu tek başına yaptığı düşünülürse, kendi başlarına gelecek olan da farklı değildi, bir örneğini görmüşlerdi bile. Bir şeyler yapmalıydılar, bu adamı hep beraber saldırırlarsa alt edebilirlerdi ancak. Bu da bu merdivenlerde pek mümkün görünmüyordu. Tam o sırada hanın alt katından bir bağırtı yükseldi:
-"Gel bakalım küçük hırsız. Bir sen eksiktin zaten buralarda. Yanlış zaman seçtin ufaklık, çok yanlış bir zaman."
Bunları söyledikten sonra kızı, hanın ortasına doğru itekledi ve aynı anda başındaki kapüşonu da tutarak çekti. Bir anda simsiyah saçlar, başlıktan kurtulmanın verdiği özgürlükle göz kamaştırıcı bir parlaklığa ulaştı ve kızın deniz mavisi gözlerinin önüne düştü. Kız yere kapaklanmıştı ve yavaşça doğrularak saçlarını geriye doğru attı. Göz alıcı siyahlığı delen tek şey, kızın saçının önünde, bir kömürün tam ortasına saplanmış kan kırmızısı bir ok gibi gözüken kızıl saç tutamıydı.
Adamlar şaşırmıştı, handa bir kız olmasını beklemiyorlardı, hele ki hırsız bir kızı hiç. Gecenin bir yarısı, böyle bir handa, sarhoşların arasında hırsızlık yapan güzel bir kız! Hiçbiri hayatında bu kadar güzel bir kız görmemişti, zaten yaşadıkları şokun etkisini de bu arttırıyordu.
Merdivendekiler ilgiyle bu sahneyi izlerken Tung aynı hataya düşmemiş, düşmanlarından gözünü bir an olsun ayırmamıştı. Olası kaçış sahnelerini birer birer aklından geçirerek analiz etmiş ve hem en uygun yolu, hem de o yola girdiğinde aşması gereken engelleri tek tek kafasına kazımıştı. Artık harekete geçmek üzereydi ki aşağıdan gelen sese, bu sefer mecburen kulak kabarttı:
-"Benim hanımdan at çalmak ha! Seninle işim bittiğinde, kendine bir koca bulamayacak kadar çirkin olacaksın aptal kadın."
Kız, "Bak yanlış anladın." gibi bir şeyler gevelerken, devasa boyutlardaki hancının tokadı, çoktan yola çıkmış ve hedefindeki yüzün sağ yanağına süratle inmişti. Kızın ayakları yerden kesilmiş bir biçimde sırt üstü yere serilmesi, bir anda Tung'un dikkatini ona çevirmişti.
Başka zaman olsa, umursamazdı bile, ama nedense bu kıza merhametle karışık bir bağ hissetti. Kıza yardım etmeye karar verdi. O her kimse, dışarıya sağ salim çıkması için elinden geleni yapacaktı ve zaten bu gidişle ölecek olan adamları, farklı bir sebepten dolayı öldürmesinde de bir sakınca yoktu. Uyarısını daha yüksek bir perdeden yineledi:
-"Tekrar söylüyorum. Defolun buradan! Zaten terk ediyorum lanet şehrinizi!"
Şaşkın bakışlar arasında da ekledi:
-"Ve kadın da benimle gelecek."
Kız yavaşça yatmakta olduğu beton zeminden doğruldu. Yüzünü tamamen kapatan, parlaklığıyla simsiyah yanan saçlarını, yavaşça omuzlarının arkasına geçirdi. Yüzünün sağ yanı kıpkırmızı olmuş ve şişmişti, hancının elinin izi tüm ayrıntılarıyla seçiliyordu. Lea, gözlerinin tam önündeki kızıl tutamı yavaşça kulağının arkasına iterken, lacivertin en koyu tonu, kızın sol gözüne adeta gelip oturmuştu.
Tung, şaşkınlığı bir kat daha artmış bir şekilde kızı incelemeye başladı. Mesafe çok uzak olmasına ve kızın yüzündeki tokat izi ve parlak saçları dışında fazla bir şey seçilememesine rağmen, gözleri hemen algılanıyordu. Daha önce görmediği bir mavilikti, ama daha ilginci, ikisi farklı renklerdeydi. "Acaba kör falan mı?" diye düşündü, tam o anda gördükleriyle kanının donduğunu fark etti.
Lea, kendi ekseni etrafında yıldırım gibi dönerek elde ettiği hızla, hancının karın boşluğuna öyle bir tekme attı ki; devasa adam, karşı duvara adeta yapıştı. Diğerleri daha şoku atlatamadan, en yakındaki adamın iki bacağının arasına, olanca şiddetiyle, sol ayağının üstüyle vurdu. Adam acıyla iki büklüm oldu ve elinden kılıcını düşürdü.
Sol gözü neredeyse siyahlaşmış bir mavilikteydi Lea'nın ve yavaşça yerdeki kılıcı eline aldı. Tung, bayılacak gibiydi. Bunca zamandır karakterindeki bölünmeyle sadece kendisini farklı sanmıştı, bu farklılık onu evinden, annesinden, sevdiklerinden herkesten ayırmış, üzerindekinin bir lanet olduğuna kendisi bile inanmıştı. İşte orada, sadece birkaç metre aşağısında inanılamayacak kadar güzel bir kızda da benzer özellikleri görüyordu. Başkası anlamazdı belki, ama Tung çok iyi anlıyordu.
Lea, dördüncü adamı da biçtiğinde, merdivenlerde hareketsiz duran adamlar da aşağı koşturmaya başladılar. Tehdit, hiç beklemedikleri birinden gelmişti ve onlar bunun şaşkınlığıyla Tung'u tamamen unutmuşlardı. Kız şimşek gibiydi, kılıcın parıltısı havada belli belirsiz seçiliyordu ama kızıllık giderek tüm hanı kaplıyordu. "Evet, işte tamamen aynı" dedi kendi kendine Tung, "Ama sanki o kendinde." Bunu söylemesine neden olan şey, kızın kılıçla yaptığı hiçbir hamlenin öldürücü olmayışıydı.
Bir savaş uzmanı sayılırdı Tung, gördüğü her sahneyi, aklında hemen inceliyordu. Kız istese çoktan öldürürdü rakiplerini, yine de tekrar tehdit olamayacak hale getirip bırakıyordu öylece. Tung hatırlamasa da babasının anlattığına göre bir düşman askerini, karısı ve çocuklarıyla birlikte yalvarmaları eşliğinde adeta katletmiş ve bunu yaparken eli bile titrememişti. Şimdi izlemekte olduğu bu sahne, kafasında yeni bir umudu canlandırdı. O berbat vicdan azabından kurtulabilecek olması ihtimali bile yetmişti ona.
Kızın sol gözü artık simsiyahtı, tıpkı saçları gibi parlıyordu, ortalığa saçtığı kan rengi de saçının önündeki kızıl perçem gibi. Arkasındaki kapının açıldığını duydu, yavaşça arkasına döndü. O kadar yavaş dönmüştü ki, gelen onu öldürmek niyetinde olsa bunu kesin başarırdı ama Tung'un hareketleri donmuş gibiydi. Neyse ki bu yüzü tanıyordu, hancının yeğeni endişeyle tırabzanların yanına koşturdu. Amcasının yerde iki büklüm karnını tutmuş bir biçimde yattığını görünce:
-"Amca!" diye haykırdı..
Genç kadın, merdivenlere doğru hamle ettiği sırada bir pençenin onun kolunu sımsıkı kavradığını fark etti. Tung onu yakalamış kendisine doğru çekiyordu, bir yandan da anlaşılmaz bir şeyler söylüyordu.
-"Bırak beni. Amcaaa!"
-"Sakin ol. Amcana bir şey olmayacak. Senin hatırına, hayatta kalacak. Sana kendi sözümü veriyorum."
Sarışın kız aptallaşmış bir ifadeyle ona bakıyordu, Tung'un gözü ise birkaç metre aşağıda olanlardaydı. İyice hareketlenmişti genç kız, artık gözle takip edilmesi çok zor bir hıza erişmişti. Kız hala kimseyi öldürmemişti, kesin olan bir şey vardı ki kız, tamamen kendine hakimdi ve yaptıklarının bilincindeydi.
Adamlar durmuşlardı artık, hareket etmiyorlardı. Kızın üstüne gelmekten vazgeçmişlerdi. Ama Tung'a daha ilginç geleni; kız da olduğu yerde durmuş onlara bakıyordu. Sanki kendini savunmak dışında, başka bir şey yapmayacağını anlatmak istiyor gibiydi. Tung, kolundan kırarcasına sıktığı Felixa'yı bıraktı, merdivenlere doğru yöneldi, ama aşağı inip inmemesi gerektiğini kestiremiyordu.
Felixa, koşarak aşağı indi ve amcasının başında diz çöktü. Adam kesik kesik nefes alıyordu, muhtemelen kaburgalarından birisi kırılmıştı. Sarışın kız, hıçkırarak ağlamaya başladı, amcasının ölebileceği ihtimalinin karamsarlığı, kızı çepeçevre sarmıştı. Lea, yavaşça onun yanına yaklaştı ve mahzun bir ifadeyle şişmiş olan sol yanağını okşayarak:
-"Üzgünüm. Böyle olsun istemezdim. Ama beni buna kendisi zorladı."
Adam, yavaşça doğrulmaya çalıştı ama dayanılmaz bir sancı tüm benliğini ele geçirince, dudakları acıyla büküldü. Ağzından güçlükle dökülen "Ağğğhhh" narası, çektiği acıyı anlatır gibiydi. İki düzine adamdan geri kalan altı-yedi kişi de, ön kapının yanına kadar gerilemişlerdi. Zemin, sağı – solu, kolu, bacağı kesilmiş acıyla inleyen adamlarla doluydu.
Tung, kapının yanında durdu ve arkasındaki kadına baktı. Yakından yüzünü gördüğünde, bu kadarını kendisinin de beklemediğini fark etti. Bu düpedüz bir periydi, başka bir şekilde açıklanamaz bir güzelliği vardı. Büyük dedesi Börkü anlatmıştı bir keresinde, çok uzaklardaki bir ülkenin bittiği yerde başlayan denizin tam ortasındaki periden. İşte, muhtemelen şu an ona bakıyordu.
Kızın sol gözündeki rengin gitgide uçmakta olduğunu ve siyahtan deniz mavisine dönmekte olduğunu fark etti. Kız da gözlerini ona dikmiş, dimdik kendisine bakıyordu. Bakışlarında bir beğeni ya da sorgudan ziyade, öfke vardı. Yavaş yavaş sönmekte olan öfkenin, Tung'a hiç yabancı olmayan o zalim pırıltısı.
Kıza söyleyecek bir şeyinin olmadığını fark edene kadar, bir süre boş boş baktı. Sonra da omuz silkip arkasını döndü ve ahıra bağlı atlardan beyaz olanını çözmeye koyuldu. Lea, yavaşça ona doğru bir adım attı ki, aynı anda kapının önünde korkuyla bekleşmekte olan adamlar birbirlerini ezercesine kapıdan çıkıp kaçmaya başladılar.
Tung, bir an durup onların arkasından baktıktan sonra, artık engelleyemediği bir kahkaha patlattı. Adamların o tuhaf kaçışları, Tung'u nefes aldırmadan güldürmüştü, bir türlü duramıyordu adam. Lea, önce şaşırdığı bu harekete kendisinin de tebessümle cevap verdiğini fark etti, ama hemen arkasındaki Felixa'nın azalmış da olsa, istikrarlı bir biçimde duyulan hıçkırıklarını duyunca hemen ciddileşti. Yabancıya hitaben sertçe:
-"Komik olan nedir?"
Tung, ciddileşmeye çalıştı ama pek de başarılı olamayarak ekledi:
-"Pek yardıma ihtiyacın varmış gibi görünmedin. Ben bu etkiyi onlarda yaratamazdım."
-"Yardıma ihtiyacım olduğunu nereden çıkardın? Şu an asıl senin yardıma ihtiyacın var. Kes gülmeyi!"
Kızın buz gibi sesi, Tung'un neşesini dudaklarında dondurdu. Yine de bu sefer kendini zorlayarak gülmeye devam etti ama artık kızla ilgilenmemeye karar vererek arkasını döndü ve ipi çözmeye devam etti. Lea, sinir olmuştu bu adama, ne sanıyordu kendisini? Ayrıca kendi göz koyduğu atı almak niyetindeydi. Sanki onun yardımına ihtiyacı varmış gibi önce herkese meydan okumuştu, şimdi de alaylı alaylı gülüyordu.
Cylus geldi yine kızın aklına, bunu o yapsaydı yaptığına pişman ederdi. Adam hala gülüyordu, hem de bunu sesli yapmakta da bir sakınca görmüyordu. Sabırla nefesini verdi genç kız, arkasını dönerek yeniden Felixa'nın yanına döndü. Öfkesini hala kontrol etmekte güçlük çekiyordu. Kızın omuzlarına dokunarak:
-"Tekrar özür dilerim. O iyi olacak, merak etme. Sadece biraz dinlenmeye ve insanlara saygı göstermeyi öğrenmeye ihtiyacı vardı, ikincisiyle bizzat ilgilendim. Sen de dinlenmesini sağlarsın."
Kahkahanın hemen arkasında yeniden yükseldiğini fark etti. Bu sefer deminkinden daha büyük bir öfke hissetti içinde Lea, hızla arkasını döndü ve gözlerinden ateş çıkararak doğrudan adamın gözünün içine baktı. Atına binmiş bir şekilde, dimdik durarak gülüyordu adam. Kendisiyle hiç ilgilenmiyormuş gibiydi, omzunun üzerinden arkasına bakıyordu sanki.
-"Tekrar hoşça kal Felixa. Seni tanımak gerçekten güzeldi. Bu arada amcan ölmeyecek, ama birkaç hafta buraya gelen insanlarla senin ilgilenmen gerekecek."
Lea'nın bakışlarındaki öfkeye duyarsız kalmak, Tung için bir ilkti. Daha önce hiç kendisine öfkelenen birini, bu kadar doğrudan "es" geçip arkasını dönüp gitmemişti genç savaşçı. O izin verse bile içindeki diğeri, bunu atlamazdı ama nedense bu kez farklıydı. Karşısındaki olağan güzellik sınırlarının çok üzerindeki bu kıza kızamıyordu bile. Diğer taraftan da merakla kavruluyordu, sormak istiyordu "onu" nasıl kontrol altına alabildiğini. Yine de bu kızla, tüm güzelliğine rağmen daha fazla konuşacak şeyinin olmadığına karar verdi.
Tam arkasını dönmüş gidiyordu ki ufukta kopan gürültüye kulak kesildi. Gecenin karanlığında pek bir şey seçilemiyordu, ama anladığı kadarıyla bela yine kendisine doğru hızla yaklaşmaktaydı. Bu kız yüzünden kapıldığı sihre de daha fazla güvenmemesi gerektiğini biliyordu.
Felixa, koşarak yanlarından geçti ve hanın dışına çıktı. Bir süre elini anlına sanki dışarıda güneş varmış gibi siper ederek gürültünün geldiği yere doğru baktı. Sonra yine seri hareketlerle arkasına döndü ve Tung'a soluk soluğa:
-"Bu Brox ve onun paralı askerleri. Askerleri çağırmışlar. Buradan hemen gitmelisin. Yani, gitmelisiniz. İkinizde."
Bakışlarını yavaşça Lea'ya kaydırdı hancının güzel kızı. O kadınlara özgü kıskançlıkla kaplı umursamaz ifade ile baştan aşağı süzdü bir kez daha kızı.
-"Senin de gitmen gerekiyor. Her nereye olursa. Bu kadar şeyden sonra seni kesin öldürürler. Belki o seni koruyabilir."diyerek Tung'u işaret etti.
Lea, yine sinirlenmişti. Öfkeyle:
-"Kimsenin beni korumasına ihtiyacım yok. Hele ki bir barbarın!"
Kan bir anda beynine sıçramıştı Tung'un. Bu da neydi şimdi böyle? Kıza karşı içindeki tüm o ılık duygular, sanki bir bıçak darbesiyle açılan yarıktan akıp gitmiş gibiydi. Şimdi Tung da öfkelenmeye başlamıştı:
-"Bana bak!!!"
-"Kesin şunu. Hanım zaten yeterince dağıldı. Burayı hemen terk etmezseniz daha fazla zarar göreceğim sizin yüzünüzden. Bu gelenler profesyonel asker üstelik. Brox eskiden Batı Priest ordusu komutanıydı. Şimdi kendine ait profesyonellerle, bu işi para için yapıyor. Çabuk karar verseniz iyi olacak."
Felixa'nın tavrı ikisinin de fikirlerini etkilemişti. Güç birliği yapmaya en azından şimdilik mecburdular. Lea kafasını "Eh, ne yapalım..." der gibi çaresizlikle salladı, Tung da derin bir iç çekti. Yine de şu belayı atlatana kadar bu ukala şeyle birlikte hareket etmesi kendisinin de işine gelirdi.
Ahırdaki diğer atı hızla çözdü Lea ve bir sıçrayışta eyersiz ata çıkıp oturdu. Tung, ona bir eyer ayarlamak zahmetinde bile bulunmadan:
-"Beni takip et ve çeneni kapa." emrini verdiği gibi kapıya doğru atıldı.
Arkasından bir cevap bile veremeden öylece kaldı Lea, bu adamla işi vardı. O da topuklarıyla hafifçe atın karnına dokundu ve adamın atının hemen arkasından ilerlemeye başladı. Birlikte şehrin çıkışına doğru at sürerken Tung, yavaşlamıyordu bile. Atını dörtnala sürüyordu; tek görebildiği şey, genç adamın rüzgârda dalgalanan, omuzlarının hemen üzerine kadar inmiş gür saçları oldu.
KIZIL ŞAFAK
Neredeyse şafak söküyordu, güneşin ilk ışıkları, çılgıncasına ilerlemekte oldukları ormana henüz inmemişti. Lea'nın gözleri yanmaya başlamıştı, artık yorgunluktan iyice takatsiz hissediyordu kendini. Bir gün olmuştu uyumayalı, ama sanki bir ömür geçmiş gibiydi. Geyik avlamakta olduğu an geldi gözünün önüne genç kızın. Bu olaydan sadece birkaç saat sonra tüm hayatı değişmişti. Şimdi neredeydi böyle, bu tanımadığı adamla nereye gidiyordu?
Sesinin ona izin verdiği kadar bağırdı:
-"Hey! Nereye gidiyoruz? Durmayacak mıyız bir yerde?"
Duymamış gibi devam etti Tung. Kız bu sefer daha yüksek bir perdeden, hançeresini yırtarcasına tekrar bağırdı:
-"Duymuyor musun beni, barbar? Seninle konuşuyorum."
Tung yavaşladı. Vücudunu o kadar yavaş ve kendinden emin bir biçimde kıza doğru çevirdi ki, Lea elbiselerinin üstünden bile onun göğüs kaslarını fark etti.
-"Sana benimle geleceksen çeneni kapamanı söylemiştim. Pek aptala da benzemiyorsun ama demek ki görünüşe aldanmamak gerekirmiş..."
Lea, hayretler içinde kalmıştı. Daha önce kimse onunla böyle konuşmamıştı, buna asla izin vermezdi. Böyle bir adamla ilk kez karşılaşıyordu.
-"Sense tam tersi, gerçek bir aptala benziyorsun! Benimle bu şekilde konuştuğuna göre..."
İşte yine kahkahalarla gülüyordu, tıpkı handaki gibi. Sinir olmuştu bu adama Lea, tuhaf tuhaf gülüp duruyordu, işin kötüsü kendi içinden de buna tebessüm etmek geliyor, ama bunu uluorta yapıp da adamı daha da cesaretlendirmek istemiyordu. Bu tartışmayı daha fazla uzatmak istemedi, zaten yorgunluktan bayılmak üzereydi. Adamın tam gözlerinin içine baktı. Bıkkın bir ses tonu takınarak:
-"Kes gülmeyi. Beni sinir ediyorsun. Sanırım burada ayrılsak iyi olacak. Zaten sen pek dinlenmek niyetinde değilsin. Yolun açık olsun, ben dinleneceğim burada biraz."
-"Tabi... Bence de dinlenmelisin. Hatta güneşin altına uzanıver biraz, iyi gelir kemiklerine. Paralı askerler kemiklerini daha zor kırarlar."
-"Peşimizde olduklarını mı düşünüyorsun? Neredeyse üç saattir durmaksızın at sürüyoruz."
-"Dediğin gibi olsun. Benim yolum açık, sende nerede istiyorsan orada dinlenebilirsin."
Böyle söyledikten sonra, atını hızla geriye doğru çevirdi ve dörtnala kaldırdı. Lea, adamın tuhaflığını bir kez daha içten içe onayladı, aynı anda da suratındaki aptal sırıtışı, kendine öfkelenerek fark etti. Neydi şimdi bu, neyine gülüyordu bu barbarın? Bu arada gerçekten doğru olabilir miydi söyledikleri? Öyle olsa bile adım atamayacak kadar yorgundu, tamamen tükenmiş hissediyordu kendini. Kimseyle karşılaşabilecek durumda değildi. Zaten yeterince güç harcamıştı handa, sadece güvende olmaya ihtiyacı vardı. Çaresiz tekrar topukladı, yorgunluktan kendisi gibi tükenmek üzere olan atının, hızlı hızlı inip kalkan karnını.
Adamın atı fırtına gibiydi, aslında bunu sağlayan biraz da atı, kullanandı. Lea birkaç kalp atımı beklemişti olduğu yerde ve şimdi adamı zor seçebiliyordu. "Beyaz atı seçmeliydim." diye geçirdi içinden. En azından çevreyi tanıyordu adam, onunla birlikte bir süre takılmak işine yarayabilirdi. Yine de kendisini ne kadar sinir ettiğini tekrar düşününce bu fikrinden vazgeçti. Belirli bir mesafeden, elbette yetişebilirse adamı izlemeye karar verdi. Böylece yiyecek ya da kalacak bir yerlere girdiğinde, o da mekânı öğrenebilecek, aynı zamanda da adamla muhatap olmak zorunda kalmayacaktı.
Bu düşüncelerle bir saat kadar daha ilerlediler. Yaklaşık yüz metre önündeki adamı gözden kaybetmemek için büyük bir çaba sarf ediyordu Lea. Köyünde kendisinden daha iyi ata binen yoktu ama bu adam ata binmiyor, onu adeta uçuruyordu. Küçük bir köy, ufukta seçilmeye başladığında kız da rahat bir nefes aldı. Sonunda burada dinlenebileceği bir yer bulabilecekti.
Tung, köyün yakınlarına geldiğinde, her zaman yaptığı gibi gözlerini dört açarak etrafı incelemeye koyuldu. Her zamanki köylerden farklıydı burası, terk edilmiş gibiydi. Sabahın erken saatleri olmasına rağmen, yine de etrafta kimseciklerin olmayışı şüphelerini iyice ateşliyordu genç adamın. Burası ölü bir köye benziyordu adeta. Yavaşça ilerlemeye başladı. Enerjisinin o tanıdık tadını yine duyumsamaya başlamış, kasları uyarı alarmı vermişti. Tetikteki bir pars gibi, atın üzerinde ağır ağır ilerliyordu.
Bir an, önünden geçmekte olduğu bir evin ufak penceresinde bir hareketlilik gördü; küçük sayılabilecek, üstü tamamen kel, biçimsiz bir baş hızla karşısından geçmişti. Uyarı alarmı, bir anda savaş alarmına dönüştü ve genç adamın solukları iki katına ulaştı. Kulağına belli belirsiz gelen nal seslerini saymaya çalıştı; dördü geçemedi. Bu demekti ki, eğer doğru saymışsa gelmekte olan her ne ise tekti, ama şu an bununla uğraşamazdı. Dikkatini yeniden küçük pencereye yöneltti.
Bir haykırış, bir anda tüylerini diken diken etti, kılıcını sapından kavrayıp sağ ayağını sert bir hareketle üzengiden çıkararak, ileri fırlamaya hazır bir hale geldi. Artık kaşındaki seğirmede başlamıştı, yavaş yavaş dönülmez noktaya ilerlemekteydi. Tam o sırada bir çığlık koptu ve evin tahta kapısı hızla açılarak dışarıya küçük bir çocuk fırladı. Sapsarı saçları, güneşin henüz doğmuş ışıklarının canlı pırıltısı altında, altın başaklar gibi parlıyordu. Çocuk, haykırarak dışarı fırladı, gözlerinin şişliği, o mesafeden belli oluyordu.
Tung, ilk anda kendini güçlükle frenleyebildi, az daha ufaklığı kılıcıyla biçecekti. Kendine hâkim olmayı başarmıştı, ama halen kasları inanılmaz gergindi. Nefesini yeniden düzenlemeye çalıştı, ama artık hâkimiyetin kendi elinden tamamen çıkmakta olduğunu fark etti. Her zamanki gibi, yine içinden, hızla yükselmekte olan kabarmayı bastıramıyor, yavaş yavaş derine çekilmekte olduğunu hissediyordu. Diğeri gelmekteydi, hem de en öldürücü haliyle.
Son kelimelerinde, ufaklığa "Buradan kaç!" demek istedi, ama o anda peşi sıra dışarı fırlayan kadını ve onun arkasından gelen Kursk'u gördü. Çaresizce kendini dönüşüme teslim ettiği sırada nal sesinin artık tam kulağının dibinde olduğunu fark ediyordu ki, kınından sıyrılan kılıç sesi, kulaklarını deldi geçti.
Tung, hızla arkasını dönerken artık bir başkasıydı, çıkan kılıca kendininkini de yıldırım gibi çekerek karşılık verecek gibi olduğu sırada, burnuna o zamana kadar duyduğu belki de en güzel koku, adeta sürünerek geçti. Önce bir tutam ateş kızıllığı, peşi sıra da ateşten geriye kalan simsiyah bir parlama. Hareket bile edememişti, ama ilginç bir şekilde geri dönmüş olduğunu fark etti.
Vücudu hala onu dinlemiyordu, kılıcının kabzasını parçalarcasına tutmakta olan elini gevşedememişti mesela. Bu çok ilginçti, ilk kez diğerinin bedenindeydi, kendisiyle aynı olmadığı çok açıktı. Şimdiye kadar aynı bedeni kullanmışlardı, orası öyleydi, ama aslında sıkmakta olduğu kılıcı hissedişi bile farklıydı. Eli sızlıyordu kılıcı sıkmaktan. Bacak kaslarındaki taşlaşma, kol kaslarındaki seğirme, göğüs kaslarındaki gerginlik inanılmazdı. Omuzları dikleşmiş ve neredeyse üzerindeki elbiseyi zorlar hale gelmişti, bir beden kadar büyümüştü üstü genç adamın.
Kas yapısındaki akıl almaz değişiklik, Tung'u hem korkutmuş hem şaşırtmıştı, ama bundan ilginç bir haz da alıyordu. Dönüşümü yarım kalmıştı, bunu şimdi fark ediyordu. Bedensel dönüşümünü tamamlamış, kasları enikonu gerilerek savaş düzenine geçmiş, yine de zihnine hâkim kalabilmişti. Şimdi hayretler içerisinde bu kendine ait olmasına rağmen yabancı hissettiği bedene alışmaya çalışıyor, ama nasıl gevşeyeceğini bile bilemiyordu.
Bu arada yanından geçen de kimdi? Bu soru çok geç takılmıştı aklına, çoktan bir bıçak ya da kılıç, kasları tamamen gerilmiş vücuduna saplanmış olabilirdi. Kendini hayranlıkla dinlerken, belki de ölümcül bir yara almıştı, bu kadar kudret şimdilik yaranın acımasına engel oluyordu. Gökyüzüne doğru uçan kafatası, şaşkınlığını korkuya doğru evriltti genç adamın. Tıpkı rüyasındaki gibi kasılıp kalmıştı, diğerini geri çağırıyordu içten içe.
Kendisi de kılıç kullanmayı bilirdi, yeterli talimi yapmıştı. Hatta iyiydi bile bu konuda, kavga da edebilirdi. Ama daha önce hiç bunu yapmak zorunda kalmamıştı, enerji seviyesi arttığında o da devreden çıkıyordu. Bu korkuyu, böyle bir durumda hissetmeye alışkın değildi genç adam.
Yanından geçen ateşli saçların sahibesi, yavaşça atını geriye doğru döndürdü. Kızla yeniden göz göze gelmişlerdi. Elindeki kılıcın ucundan kan sızıyordu ve kız gözle görülür bir şekilde öfkeliydi. Sol gözü, artık laciverde kayıyordu ve adama tuhaf tuhaf bakıyordu.
Kız, adamı baştan aşağı süzdü. Bu kadar iri olduğunu hatırlamıyordu, beğeniyle bakmakta olduğunu anlayınca bir anda utanarak yüzünü çevirdi. Adamın hayatını kurtarmıştı, ama o öylece duruyor, hiç kıpırdamıyordu. Kendi elindeki kılıcın, handaki kavga sırasında eline geçirdiğini anımsadı, ama bu adamın bir kılıcı olduğunu bile bilmiyordu. Kullanmayı bilen biri gibi çekmişti, tutuşu da fena değildi ama nedense kullanmamıştı. Kendisi yetişmese, Kursk onu öldürebilirdi. Birinin ona kılıcı çekmenin ötesinde nasıl kullanacağını da öğretmesi gerekiyordu.
Bir Kursk' un burada ne işi vardı? Ne arıyordu buralarda? Bu evde, bu kadın ve çocukla ne yapıyordu? Kadın hıçkırıklar içinde adamın ayaklarına sarılmış ağlıyordu. Atın üzerindeki genç adam ise, dimdik durmuş, ne bir şey söylüyor, ne de hareket ediyordu. Şaşkın gözlerle çocuğu ve annesini süzüyordu. Lea:
-"Bunların burada ne işi var?" diye sordu.
Kadın ağlamayı sürdürdü, ancak adamın bacaklarını bırakıp, asıl kurtarıcısına hitaben:
-"İki gün önce geldiler. Köyün erkekleri, büyük Priest saldırısına katılmak için yola çıkalı bir hafta oldu. "
-"Büyük Priest saldırısı mı? O da nereden çıktı?"
-"Haberiniz yok mu? Kursklar her yerdeler. Geçtikleri her yeri işgal ediyorlar, yakıp yıkıyorlar. Batının bütün ırkları da bir araya geldi ve saldırı kararı alındı. Priest kralı Marin'in yöneteceği tek ve büyük bir saldırı. Bizim köyümüzün erkekleri de onlara destek olmak için bir hafta önce yola çıkmışlardı ki, iki gün kadar önce bunlar geldi. Kendimizi savunacak durumda bile değiliz. Bu pislik de iki gündür evimde kalıyor."
-"Kimse kalmadı mı geride sizi koruyacak?"
-"Hayır, herkes savaşa gitti, onlar da rahatça bütün köyü işgal etti. Evlerimize zorla girdiler ve kendimizi korumak için yapabileceğimiz hiçbir şey yok. Yaşlı Fore, direnmeye çalıştı, ama kafasını gözlerimizin önünde kesip cesedini meydana astılar. Kocam geri döndüğünde onun yüzüne nasıl bakacağım ben..."
Bunları söyledikten sonra yüzünü utanç ve acıyla büktü kadın. Tung ve Lea göz göze geldiler, anlamışlardı kadının başına geleni. Kursklar, işgal ettikleri topraklarda ilk önce, yaşayan eli silah tutabilecek herkesi öldürür, ardından orada yaşayan kadınları sıraya dizip kendilerine birer tane beğenirlerdi. Sonra da evlerine yerleşip birkaç gün keyiflerine bakarlar, sonunda o kadınları da öldürüp yeni bir hedefe doğru yola koyulurlardı. Bu sefer de yine aynı şey olmuş olmalıydı, gördükleri küçük çocuğu çoktan öldürmüş olması gerekirken halen hayatta olmasından hareketle annesinin onu evde bir yerlerde saklamış olabileceğini düşündü Lea.
Gözlerini Tung'dan kaçırmaya çalıştıysa da beceremedi, en azından adamın gözlerinden başka bir yere bakmamaya çabalıyordu. Gözleri, genç adamın vücuduna kaydığı zaman, elinde olmadan gelip ta içlerine yerleşen beğeni açıkça fark ediliyordu ve içinde bulundukları durum düşünüldüğünde bu iğrenç bir şeydi. Bu kadının, onun çocuğunun ve hatta barbarın hayatını kurtarmıştı, işte hepsi buydu.
Dosdoğru adamın gözlerinin içine bakmaya devam ediyordu genç kız, dikkatini de tekrar topladığında adamın artık başka bir yere bakmakta olduğunu fark etti. Hemen omuzlarının üzerinden arkasına bakıyordu sanki. Havayı yararak hızla yaklaşmakta olan ince bir odun parçasının ucuna bağlı sivri metal, adeta ıslık çalarak kıza doğru uçuyordu.
Tung haykırdı:
-"Dikkat et!"
Kız seri bir hareketle kendi soluna doğru atladı ve havada uçan ok, kızın saçlarını yalayarak hareketsiz duran Tung'a doğru yoluna devam etti. Adamın bir sözüne neden bu kadar güvendiğine pek bir anlam verememişti, sadece "Dikkat et!" diye bağırması bile mutlak bir güvenle soluna doğru, kolunu kırarcasına atlaması için yeterli olmuştu. Peki, adam neden çekilmiyordu? Kendisine doğru hızla uçmakta olan oku çoktan görmüş ve kendisini uyarmıştı. Ama kendisi neden öylece olduğu yerde çakılmış gibi duruyordu?
"Öldürtecek kendini" diye düşündü.
Adam hala kıpırdamamıştı, daha çok hareket edemiyor gibiydi. Lea tüm bunları kafasından geçirirken, ok, olanca hızıyla adamın sol koluna saplandı. Lea, hızla arkasına dönerek oku atanı görmeye çalıştı. Başka bir Kursk'tu, ama mesafe çok uzaktı. Yara fazla derin olamazdı. Gerçi yaradan çok adamın zihniyle ilgileniyordu şu an için Lea, neden hareket edemiyordu acaba?
Kursklar, sanki topraktan çıkar gibi bir anda çoğalmaya başladılar. Artık düşünmekten fazlasını yapmak zorundaydı; yine. Tükenmişti artık, ama bu garip adamın hayatı da artık kendisine bağlıydı. Onca zorunluluğunun içinde bir de başına bu adam çıkmıştı, konuşması ve hareketlerinden barbarın teki olduğu anlaşılan, ancak kendisini koruyamayan bir baş belası. Hoş, Beatrice'den barbarların savaşmaktan başka bir şey bilmeyen, Kurskların biraz daha insani özellikler taşıyan farklı birer çeşidi olduğunu öğrenmiş ve onlardan uzak durması gerektiği küçük yaşlarından beri kafasına kazınmıştı. Sonrasında aldığı eğitim neticesinde bunun pek de böyle olmadığını öğrense de küçükken aklına kazınan şeylerden kurtulması o kadar da kolay olmuyordu. Küçük çocuk ve kadın geldi yeniden aklına. Kim bilir daha kimler vardı bu köyde kurtarılması gereken? Tüm bunları düşündü Lea ve damarlarına yeniden dolan oksijenle ileri doğru atıldı. Sol gözündeki rengi tahmin edebiliyordu, bu köyün kurtarıcısı da zaten bu renk olacaktı.
Hızla oku atan Kursk'a doğru koşmakta iken yanından geçtiği ilk evin taş duvarlarının arkasından bir parıltının kendine doğru geldiğini fark etti. Tam zamanında eğilmese, bir kılıçla başı ve boynu birbirinden ayrılmış olacaktı. Genç kız, boştaki sağ elini ve sağ dizkapağını yere dayayarak ileriye doğru ivmelendi ve Kursk'u tam karnından adeta delerek geçti. Daha fazla da onunla ilgilenmedi, hemen arkasına dönüp okçuya doğru koşmaya kaldığı yerden devam etti. Tam bu sırada ikinci okun da kendisine doğru uçmakta olduğunu fark etti, en azından bu seferkini kendisi gördüğü ve arkasında oku yiyecek bir başkası olmadığı için şanslı olduğunu düşündü.
Gözü, artık simsiyahtı kızın, tıpkı saçları gibi parıldıyordu. Yeteneklerinin zirvesindeydi ve bu, sadece kendisini şaşırtmıyordu. Birazdan göreceği sahneden sonra bu genç adama bir sürü şey anlatmak zorunda kalacağının da farkındaydı, ama başka da çaresi yoktu. Elindeki kılıcı öyle düzgün salladı ki, kendine doğru uçmakta olan ok tam ortadan diklemesine ikiye bölündü. Önce metal, sonra peşi sıra gelen tahta ve hatta en son tahtanın arkasındaki tüyler. Hepsi iki eşit parçaydı.
İşte yine yapıyordu, tıpkı kendisi gibi değişmiş ve ölümcül bir hal almıştı, kabiliyetleri akıl almaz seviyedeydi. Sevincinden neredeyse bağıracaktı genç Tyruslu, koluna saplanmış oku hissetmese bile zaten önemli değildi. Kendisi gibi birini bulmuştu, yalnız değildi. Tabii bu yeni hali biraz tuhaf, daha çok acınasıydı, sonuçta savaş kabiliyetini şu an için hepten yitirmişti. Hareket bile edemiyordu ama mutlaka kolundaki oku çıkartmalıydı. Kursk okları zehirli olurdu, bunu babası söylemişti ona bir kez.
Hiç gerçek bir Kurskla karşılaşmamıştı, ama babası söylemişse; bu, doğru olmalıydı. Derin bir nefes aldı genç adam. Kılıcı sıkmakta olan elini hala gevşetemiyordu, o da diğer elini kullanmaya karar verdi. Okun saplandığı kolunu yavaşça oynatmaya çalıştı, ilk anda gerilmiş kasları ona izin vermediyse de en azından bileğini oynatabilmişti. Bu iyiye işaretti çünkü en azından hareket edebildiğini gördü.
Bu sırada Lea, okçu Kurskun artık yanına kadar gelmiş ve yol boyunca epeyce Kursk öldürmeyi de ihmal etmemişti. Tek bir kılıç darbesiyle, onu da tehdit olmaktan çıkardı. Biraz nefeslenecek zamanı bulmuştu artık, aynı günde iki kez yaşamamıştı hiç dönüşümünü. Etrafını sarmakta olan on kadar Kursk, kızın dikkatini yeniden toplamasını sağladı.
Kaslarında kalan son güçle kendi sağındaki Kursktan başlayarak hepsini kılıçtan geçirdi, ama artık tamamen tükenmişti. Neyse ki köydeki diğer kadınlar, yaşlılar hatta çocuklar bile ellerine geçirdikleri kazma, sopa, kürek, artık ne buldularsa kalan üç–beş Kurska saldırarak kaçmalarını sağlamışlardı. Kaçarken etrafı ateşe vermekten de geri durmadı yağmacılar, ellerine geçirdikleri sopaların ucunu yakarak samanla kaplı çatılara fırlattılar. Lea, yavaşça olduğu yere yığılırcasına çömelirken, nedense aklındaki son şey barbarın yarası idi.
Tung, artık kolunu hareket ettirebiliyordu ki, bir anda kaşının üstündeki seğirmenin geri dönmekte olduğunu fark etti. Kalp atışları normale dönüyordu şimdi, peki bu seğirme neden geri gelmekteydi? Bunu merak ederken, bir anda tüm kaslarının içinin boşaldığını hayretle hissetti. Tutmakta olduğu kılıcı bile yere düşürdü, sol kolunda inanılmaz bir acı hissetti. Aynı anda, seğirme de geldiği gibi yok oldu.
Bu, sanki diğerinden kendisine gelen bir uyarı gibiydi, "Bir kez daha bunu yapmaya cesaret etme!" türünden bir şey.
GÜCÜN KÖLESİ VE EFENDİSİ
Lea, bayılmış gibi uyuyordu. Hiçbir şey umurunda değil gibiydi, yüzünde sadece derin bir huzur vardı. Daha önce kızın yüzünü incelemeye fırsat bulamamıştı Tung ama şimdi burada, tam önünde melekler gibi uyurken, ne kadar güzel göründüğünü şaşırarak fark etti. Kendi burnu ve dudaklarını çok kadınsı sanır hatta buna öfkelenirdi, şimdi gerçekten muhteşem güzellikteki bir kızın, gerçek kadınsı uzuvlarını incelerken, kendisininkileri fazla abarttığını gülümseyerek anladı. 
Karşılaştırabileceği hiç kimse yoktu, tanıdığı en güzel kız Salma'ydı, onun dişil güzelliği bile sönük kalıyordu bu kızın yanında. Dayanamadı, saçlarının hemen önündeki kızıl uzantıya, onu incitmemek istercesine dokundu. İlk kez böylesine dokunma isteği hissediyordu bir kadına karşı, birçok kadınla birlikte olmuş olmasına rağmen bu duygu yabancıydı.
Kendi kendine: "Hayat, kabalığı ve acımasızlığı yüzünden köyünden bile kovulmuş bir savaşçıyı bile ne hale getiriyor?" dedi.
Yüzünde saçma bir gülümsemeyle kıza bakmaya devam ederken, saçlarının yumuşaklığından teninin pürüzsüzlüğüne doğru kaydı bu konudaki acemi parmakları. O kadar beyazdı ki kızın teni, dokunduğu yerde ufak pembelikler beliriyordu sanki ya da Tung'a öyle geliyor da olabilirdi. Çünkü şu an gerçek anlamda, kızın güzelliği onu sarhoş etmişti.
Kolundaki sızıyı bile unutmuştu adam, ciddi olmasa bile sızlaması ara ara hissediliyordu. Köylüler, yanan çatıları söndürmüşlerdi, onlara alevleri söndürürken hiç yardımcı olamamış olsalar da kurtarıcılarına ellerinden gelen tüm ikramı yapmak için seferber olmuşlardı. Adamın kolunu sarıp yiyecek bir şeyler hazırlamışlar, kızı da rahat ettirmek için etrafında adeta dört dönmeye başlamışlardı. Ama Lea'nın onları duyacak durumda olmadığı açıktı.
Sonunda kızın güzelliğinden ve masumiyetinden kendini alabildi Tung, biraz da utanmıştı kendinden. Uyumakta olan yabancı bir kıza şehvetle dokunmak hiç kendi yapacağı bir şey değildi, genelde birlikte olduğu kadınlar kendisine bunu yaparlardı ve Tung kesinlikle bundan nefret ederdi. Yine de pek masum sayılmazdı uyuyan kıza tekrar baktığında. Bu kızın masumiyetin bizzat kendisi olduğunu şaşırarak fark etti. "Olağanüstü" diye mırıldandı, tam o sırada yanında biten yaşlı bir köylüyü görüp ona döndü ve kızın sihirli güzelliğinden kendini kurtarmayı başardı.
-"Merhaba. Adım Kleorfe. Bizi bu işgalcilerden kurtardınız, hayatımızı size borçluyuz, ne kadar teşekkür etsek azdır."
-"Önemli değil. Ama teşekkür etmeniz gereken ben değilim, şurada uyuyan kız." İlginç şekilde henüz kızın adını bilmediğini anımsadı.
-"Siz ikinize de büyük bir iyilik borçluyuz genç adam. Sana da, sevgiline de."
Tung, gülümsedi:
-"O, benim sevgilim değil. Birlikte yolculuk bile etmiyorduk, ayrılmıştık. Ama iyi ki de arkamdan gelmeye devam etmiş, yoksa bir kurtarıcı bulamayacaktınız kendinize."
Bunu söyledikten sonra yeniden o ana döndü zihninde. Neler olduğunu anımsadı, nasıl olmuştu da öylece kalakalmıştı? Daha önce olanlardan farklı olan ne yaşamıştı? Bu kızın bir etkisi miydi, yoksa yavaş yavaş kurtuluyor muydu bu illetten? Sonra kızın handaki hali? Bunu kontrol edebilmek? Binlerce soru geçiyordu kafasından genç savaşçının, hangisinden başlayacağını bilmiyor, dahası hiçbirinin de cevabını bilmiyordu.
Yaşlı adamın Lea'yı biraz "detaylıca" incelediğini fark edip alaycı ama uyaran bir sesle:
-"Bakışlarına hakim ol ve bana Kursklardan söz et."
Adam utanmış gibi kırgın bir ses tonuyla devam etti:
-"Bundan yıllarca önce de ben Kursk istilalarını hatırlarım. O zamanlar yüce kral Phereas vardı, Priest ülkesinin başında. Priestliler, cesurdu ve akıllıydı. Askeri alanda da, bu istilacıların karşına Phereas çıkıyordu hep. Biz de onlara elimizden geldiği kadar yardımcı oluyorduk, asker, yiyecek gönderiyorduk. O da bizim yüzümüzü kara çıkarmadı ve Priest – Svallia birleşik ordularını zaferden zafere koşturdu. Yirmi yıllık bir barış dönemi yaşadık, her şey mükemmeldi, ta ki bir okçunun uğursuz oku, on yedi yıl önce yüce kralı bizden alana kadar. İşte o gün bu gündür, Kursklar sanki sürat kazanmış bir at gibi sürekli hareket halindeler ve geçtikleri yerlerin hali malum. Şimdiki Kral Marin de babasının yolundan devam etmek istiyor ve büyük bir ordu kuruyor. Ama bizim ülkemiz, Kursk saldırılarıyla tamamen dağıldı, kabilelere ayrıldık. Bizim kabilemiz, Priest ile halen müttefik ve eli silah tutan herkesi Kral Marin'e yolladık. Ama bu sefer de kendi ülkemizi koruyacak adamımız kalmadı. Tabi bunu çok geç fark ettik."
Tung'un gözleri, ateş gibi parıldıyordu:
-"Bu Kursklar, çok güçlü olmalı, yirmi senedir tüm batı ülkelerini kasıp kavurduklarına göre? Tyrus akıncı ordusuyla birlikte onlarla karşılaşmak isterdim."
-"Gerçek bir savaşçı olduğunu, seni daha ilk gördüğümde anlamıştım evlat. Demek Tyruslusun. Bir Tyruslu görmeyeli uzun seneler oldu. Tek bir ırkın kurduğu safkan bir kabilenin, tüm doğunun en güçlü ordusu olduğu kulağımıza geldi. Sizin kabileniz katışıksız bir güçten oluşuyor, hiçbir ulusa benzemiyor. Hepiniz aynı kandan geliyorsunuz ve sanırım gücünüzü buradan alıyorsunuz."
-"Kendimle övünmeyi pek sevmem. Zaten artık Tyruslu da sayılmam. Ama yüz seksen kişilik akıncı birliğimizle, on üç bin kişilik Rutz ordusunu dağıtmıştık. Bu sayıyı anlayabiliyor musun? Her birimiz elliden fazla Rutz savaşçısı öldürdük. Toplam kaybımız iki ölü ve bir yaralıydı. Biz doğuştan savaşçı bir milletiz." Diye gururla konuştu.
-"Evet, kulağımıza geldi. Efsanesiniz buralarda, bir gün batının uygar toplumlarına da saldıracağınızdan korkuyor insanlar. Kursklarla yapacağınız bir ittifak, sanırım dünyanın sonunu getirecek. Priestliler sizden fazla hoşlanmazlar o yüzden, bizim ülkemizdeki askerlerde öyle."
-"Peki, dağılmaya neden izin verdiler öyleyse, sizi neden koruyamadılar?"
-"Artık sadece savunma amaçlı ufak ordular var. Ama asıl büyük güç, Brox'un paralı ordusu. Eski bir komutandı ama artık para için kelle avcılığı yapıyor. Kral Marin'i de kesinlikle tanımayacağını söyledi ve diğer oğlu Stear'ın tarafında olduğunu ilan etti. Bizi korumaya gelmemelerinin sebebi de bu olsa gerek. Tabi onlara verecek paramızın olmayışı da sebeplerden diğeri olmalı."
-"Sizin ülkenizin askeri olduğu halde, buradaki çocukları, kadınları korumaya gelmiyorlar. Gerçekten büyük bir askermiş." Dedi alayla.
-"Brox, düşündüğünden de güçlü ve acımasız biridir. Onu hafife almamanı tavsiye ederim genç Tyruslu. Tabii bu kıza güveniyorsan o başka. Yine de sadece ikinizsiniz, onlarsa paralı askerleriyle birlikte en azından yüz kişiler. Hepsi de profesyonel asker, aptal Kursklara benzemezler."
Tung, sözdeki imayı kavradı, ister istemez kalbine dolan öfkeyle çok sert bir bakış attı yaşlı adama. "Hiç kimseye güvenmem ben!" diyecek oldu, sonra sustu. Sonuç ortadaydı, yerde mışıl mışıl uyumakta olan kız, kendi hayatını da köylülerinde hayatını da kurtarmıştı. Gerisi, sadece köylülerin ona gösterdiği saygıdan ibaretti. Günün kahramanı bu güzel kızdı, kesin olan buydu.
-"Bana biraz daha şu Kursklardan bahset."
Yaşlı adam derince soludu. Sanki nefesiyle hatıralarındaki Kursk illetini yakmayı planlamıştı:
-"Kuzey batının istilacı ırkıdır. Bir ülke kurup onu geliştirmekle uğraşmazlar. Tamamı atlılardan oluşan bir orduları vardır ve yıldırım hızıyla hareket ederler. İstila ettikleri ülkelerin kaynaklarını sömürürler, bir de kadınlarını. Bir atın üzerinde doludizgin koşan siyah kürklü bir adam gördüğünde ondan olabildiğince kaçmaya bak evlat. Çünkü Kursklar asla yalnız gezmez."
"Savaş kabiliyetleri tıpkı bizimkine benziyor" diye geçirdi aklından, adamın söylediklerinden tek çıkarabildiği bu olmuştu. Gerisi zırvaydı, korkuyla karışık abartılı tasvirler yığını. Adamların okçuluk konusunda epey yetenekli olduklarını yakından görmüştü üstelik kolundaki hafif sızı da kendisini onaylıyordu.
Basit askerlerle karşılaşmış olsalar gerekti, belki öncü piyade gibi bir şeyler. Kızın onları kolaylıkla alt etmesi de bunun kanıtıydı, yine de bu kadar iyi yay kullanmaları aldıkları iyi bir eğitimin göstergesiydi. "Bunlarla ilgili daha detaylı bilgi edinmek gerek" diye geçirdi bu kez de aklından. Yakın zamanda tekrar karşılaşacaklarına dair bir his vardı içinde.
Yavaşça doğruldu genç adam. Sağ koluyla, yaralı olan diğer kolunu hafifçe sıvazlıyordu. Sızı belli belirsizdi, ama yine de ufak bir kan sızıntısı, köylülerin koluna sardıkları beyaz beze rengini vermişti. Seri bir hareketle bezi çözdü, fırlatıp attı. Yaşlı adama küçümseyen bir bakış gönderdikten sonra:
-"Sende beni hafife alma yaşlı adam. Daha beni tanımıyorsun." dedi, sonra da yavaşça yürüyüp kalabalıktan ayrıldı.
Biraz yalnız kalmaya ihtiyacı vardı. Olanları düşünmeye çalıştı Tung, o hissi tekrar hissetmeyi arzuluyordu. Babasının bir lafını anımsadı: "Gücü bir kez hissedince, ona hükmetme arzusuyla dolarsın oğlum. Ve eğer yeterince güçlü değilsen, onun kölesi olmaya mahkûmsundur."
Şimdi o da, diğerinin sahip olduğu ve kendisinin hala yanlışlıkla mı yoksa bilerek mi olduğunu tam anlayamadığı bir şekilde içine girerek ulaştığı inanılmaz gücü düşünüyordu; onu kullanamamıştı bile. Buna rağmen tutkuyla aynı şeyi tekrar yaşamak istiyordu. Gücün kölesi olmak, böyle bir şey olmalıydı.
KAÇAK PRENS
Gece yarısı olduğunda kızın gözleri aralanır gibi oldu. Zifiri karanlık havayı görünce, uyku ile geçirebileceği bir zaman diliminde olduğunu anladı ve hem bedenini, hem de ruhunu yeniden tatlı uykuya teslim etti. Deliksiz bir uykunun arkasından gelen sersemlik, uykuya yeniden dalmadan hemen önce kızın beynini şöyle bir burdu, ama Lea bunu önemsemedi.
Kulaklarına gelen belli belirsiz nal seslerini de aynı sersemliğe yordu, ama gitgide daha da yaklaşmakta olduklarını fark ettiğinde zıpkın gibi fırladı yerinden. O kadar hızlı kalkmıştı ki, bir an başı döndü ve sendeledi. O sırada burnunun dibine kadar gelmiş olan atla göz göze geldi. Atın üzerinde oturana doğru çevirdi deniz mavisi gözlerini, aynı anda da kılıcına doğru elini uzattı.
Geniş omuzları, attan tamamen taşan, yine de kaslı kollarını tamamen açıkta bırakan zırh sayesinde dengede durmakta bir sıkıntı çekmediği, rahat bakan gözlerinden okunan bir adam, kendisine neredeyse sempatiyle bakıyordu. Kız, kılıcının yerinde olmadığını da anlamasıyla, bu sempatik bakışın sebebini anladı, olmayan bir şeyi aranıyor gibiydi.
Etrafına bakınmaya başladığında, kaçış için geç kaldığını anladı. Onlarca atlı, etraflarını çepeçevre sarmıştı ve kadınlarla çocuklarda dahil olmak üzere tüm köy halkını gece uykularındayken ele geçirdiklerini gördü. Gözleri aramayı sürdürüyordu, ne aradığını geç de olsa fark etti: yanındaki adam neredeydi?
O sırada geniş omuzlu adam, üzerinde belki de Lea'nın kendisinden daha ağır bir zırh taşıdığı halde, hiç zorlanmadan bir sıçrayışta atından indi ve kızın önünde diz çöktü:
-"Leydim. Bu küçük yerde böyle bir güzelliğin gizli olduğunu bilseydim, buraya gelmek için bir barbarın peşine düşmeyi beklemezdim. Tanrılar adına siz gerçek bir insan mısınız? Yoksa savaş tanrısının gönderdiği bir hediye mi?"
Lea, adamın kimi kastettiğini ve handaki kızın sözlerini anımsayınca aradaki bağı hemen kurdu. Biraz zaman kazanmalıydı. Öfkeyle soluyarak:
-"Siz de kimsiniz?"
Adamın yüzündeki talepkâr gülümseme derinleşti. Zaten dimdik olan sırtını, biraz daha dikleştirdi. Omuzlarını kızın gözüne sokmak istercesine:
-"Benim adım Brox. Paralı askerim, tıpkı adamlarım gibi. Size karşı kendimi bile savunamayacak hale düştüğüm için silahınızı almak zorunda kaldım güzel leydim. Bana adınızı bahşeder misiniz?"
-"Kılıcımla yüzüne kazımayı tercih ederim. Şimdi, arkadaşım nerede?"
-"Arkadaşınız? Burada sizin arkadaş olabilecek kadar etkileyici bir insanla karşılaşmadım. Sadece köylüler ve ilerideki evde askerlerimin bulduğu bir barbar. Hım, sanırım ondan bahsediyorsunuz, öyle bir barbarla arkadaş olduğunuza, açıkçası üzüldüm. Büyüleyici güzelliğinizi, ancak onu hak edecek kadar asil olanlara lütfetmelisiniz."
Lea, bir an duraksadı. İş ciddi görünüyordu, üstelik yardım alabileceği birileri de görünmüyordu etrafta. Demin garip şekilde "arkadaşım" dediği henüz adını bile bilmediği adamın savaş konusundaki becerisini bilemiyordu, her ne kadar handa gördüğü kadarıyla umut vaat etse de şu an buna güvenemezdi. Bulması gereken birisi, yapması gereken yığınla iş varken şimdi bir de bu paralı askerlerle uğraşmak istemiyordu. Mavi gözleri hala ondan bağımsız çalışıyor, etrafta genç adamdan bir iz arıyordu. O sırada kulübelerden birinin kapısı açıldı ve Tung, içeriden yavaş ve emin adımlarla neredeyse salına salına dışarı çıktı. Uyuyor olduğu anlaşılıyordu, gözlerini ovuşturuyordu ve vücudunun üstü tamamen çıplaktı. Kararını verdi, adamı da kurtaracaktı kendisiyle birlikte, neden olduğunu bilmiyordu ama kendini bu garip adama bağlanmış hissediyordu.
Etrafını bir anda saran beş atlı, hemen mızraklarını çıkarıp Tung'un boğazına dayadılar. Kolundaki yaradan ince bir kan sızıyordu genç adamın, ama yüzünde alaycı bir gülümseme belirmişti. Bir deliyi andırıyordu Tung bu haliyle. Genç kız da ilk kez görüyordu onun bu halini. Bakışları çok tuhaftı ve yüzündeki gülümseyiş çok korkutucuydu. Solukları çok düzensizdi, göğüs kaslarındaki kasılıp gevşeme de tuhaftı.
O biçimli kaslar, önce adamın aldığı nefesle şişiyor, ancak o aldığı nefesi bıraktığında inmesi gereken yere geri dönmüyordu. Kaslarındaki gelişme göz alıcıydı ve Lea, böyle bir durumda adamın vücudunu incelemesinin sebebini kendi de anlamadı ama kilitlenmiş gibi adama bakıyordu. Kendisini en azından adamın yüzüne bakmaya zorladı, o tuhaf ifadeyle tekrar karşılaştı. Gülümsüyordu adam, alabildiğine ürkütücü bir ifadesi vardı, ayrıca hemen sol kaşının üstü de seğiriyordu sanki.
Bir şeyler oluyordu adama...
***
Ter içinde gözlerini açtı, artık orta yaşın çok üzerindeki kral. Gençliği çoktan geride kalmıştı, on beş yıldan fazla süredir, ülkesinin kralıydı. Ama bir o kadar süre huzur yüzü görememişlerdi ve bunun sorumlusu da bir yerde kendisiydi. Kendi yöneticilik kabiliyetlerini sorgulamış durmuştu, bu da her sabah aynı kâbuslarla ter içinde uyandırıyordu onu.
Babası gelmişti yine aklına, insanların bir dönem hayranlıkla ve minnetle andıkları, sonra yaptığı ilk yanlışta büyük bir nankörlükle, herkesin nefret ettiği biri haline dönüşen babası. Öfkelendi yine yüce kral, babasının yaptığı Kursk saldırısında kendini öldürtürcesine en önde atını sürüşü ve kalbine saplanan Kursk oku, bu gecenin de kâbusuydu.
Yavaşça doğruldu kral, elini çırpmasıyla birlikte, dört tane birbirinden güzel ve genç nedime, sanki sadece bunu bekliyormuş gibi koşar adımlarla devasa odaya girdi. Kral, yanında uyumakta olan kadının uyanıp uyanmamasına aldırmayarak yataktan sertçe kalktı. Yavaşça kollarını yere paralel olarak iki yana doğru açtı ve beklemeye koyuldu.
Nedimeler, önce adamın üzerindeki ipek geceliği çıkardılar, sonra gül yapraklarıyla bir gün bekletilmiş su ile adamın çıplak tenini nazik parmaklarıyla ovdular. Son olarak da parlak satenden yapılma pantolonu ve gömleği ile ipek pelerinini giydirip tacını takması için büyük bir saygıyla önünde eğildiler. Marin, büyük bir kibirle, som altından yapılma tacı aldı ve başının üzerine oturttu.
Kral, halkının karşısına çıkmaya hazırdı. Üstten bakan gözleri, insana kendisini değersiz hissettiren bakışları, elinde kalan son silahıydı artık. Bu şekilde hala etkileyebiliyordu insanları. Müttefikleri iyice azalmıştı ve mevcut askerleri, Kursklara karşı çok sınırlıydı. Svallia da dağıldığından beri kendilerine yeterli desteği sağlayamıyordu, yine de dağılmış ülkedeki birçok klan, halen kendisine sadakatle bağlıydı. Şu başına sürekli bela olan paralı askerlerde olmasa, kalanlarda destek olmak için elinden geleni yapacak ve bu sayede belki o hayalini kurduğu büyük saldırıyı gerçekleştirebilecekti.
Ülkesindeki küçük köylerle aşağı yukarı aynı büyüklükte olan kabul salonuna girdiğinde adeta burnundan soluyordu yüce kral. Bir sürü insan vardı yine, zaten hiç eksik olmazlardı. Ne zaman buraya girse, hemen başlayan şikâyetler, bitmek tükenmek bilmeyen çözümsüz sorunlar, savaşın ve açlığın kol gezdiği köylerden gelmiş ucubeye benzeyen insanlar etrafını sarar nefes aldırmazdı. Burada bugün fazla kalmak niyetinde değildi, pelerinini dalgalandırarak taht odasına doğru hareketlendi. Gözünün ucuyla da etrafını şöyle bir kolaçan etmeyi de ihmal etmedi.
Kendi şahsi şövalyelerinin yanı sıra, savunma komutanları, kritik bölgelerde Kursklara direnmeye çabalayan kale kumandanlarının bazıları, yüksek rütbeli subayları, hatta Svallia'dan gelen birliklerin komutasına atadığı genel komutan, orada belki birkaç saniye görebilmek için kendisini bekliyordu. Ama hiç kimseyle konuşacak halde değildi kral, hele dert dinlemeye hiç niyeti yoktu. Yalnız kalmak istiyordu, zor bir gece daha geçirmişti ve bunların sayısı giderek artıyordu.
Taht odasına girmesiyle birlikte, hazırda bekleyen farklı nedimeler, eteklerini uçuşturarak adeta yarışırcasına, meyvelerden oluşan, altından yapılma bir yiyecek tepsisini yüce kralın önüne bıraktılar. Her birinin elinde farklı bir şeyler vardı ve genelde her tepsiden birer tane yerdi. Bir süredir çok iştahsızdı, gündüzleri zaten onlarca sorunla uğraşıyor, dinlenmeyi umarak yattığı her uykuda da türlü kâbuslar görerek uyanıyordu.
Bir türlü dinlenemiyordu Marin, ilk başlarda bundan şikâyetçi değildi. Sonuçta o bir kraldı ve yapması gereken de tam olarak buydu. Ayrıca eğer yerini sağlamlaştıramazsa, küçük kardeşinin de Priest'e dönüp krallığını elinden alma ihtimali de vardı. Daha yirmi yaşındayken kovulmuştu bu ülkeden, hayran olduğu babasının ender yaptığı hatalardandı. Leani ile evlenmek zorunda bırakılmıştı, ancak kızın, hamile olduğunu söylemesi ile işler arapsaçına dönmüştü.
Leani ya da bir başka kadın, Marin'in umurunda bile değildi aslında, babasının yaptığı hata, o kızı ısrarla kendisiyle evlendirmek istemesiydi. Kızla gerçekten ilgilenmiyordu Marin, ama onu sırf Stear seviyor diye de istemiyor değildi. Kardeşiyle arası, belli dönemler haricinde hiç iyi olmamıştı zaten, pek önemli değildi onun istekleri.
Kız, Stear'ın olabilirdi, ama babası ülkenin geleceği için onları uzak bir yerlere gönderdiği sürece. Ayrıca mademki kızı kendisiyle evlendirmeyi uygun görmüştü, o halde neden hem kendisine, hem varisine, hem de krallığına böyle bir sebep yüzünden kin tutacak bir sürgün prensin yaşamasına izin vermişti? Şimdi bir de bununla uğraşması gerekliydi işte.
Önce Leani gizemli bir biçimde ortadan kaybolmuştu – ki kendisi bunun bir intihar olduğunu düşünüyordu ve bu kadar basit duygular yüzünden böylesine mahvolmuş hayatları oldum olası küçümserdi – ardından babası ölmüş ve tüm imparatorluk ile büyük batı müttefikliğinin liderliği kendi omuzlarına kalmıştı. Ama bu kez de Kursk istilaları durdurulamadığı gibi Stear'ı da destekleyen güçler azımsanmayacak kadar çoktu.
Problemleri bununla da bitmiyordu kralın, açlık büyük bir sorundu ve o da istilalar kadar can yakıyordu. Eski müttefiklerinin önemli bir kısmı Stear'ın yanındaydı ve kardeşi, intikam aleviyle adeta tutuşuyordu. Ordusundan yüzlerce hatta binlerce asker firar edip ya eşkıyalık yaparak halka zulmediyor ya da Brox gibi hainlere parayla uşaklık ediyorlardı. Yine de babasından öğrendiği az şey değildi kralın, birliği sağlayıp ordusunu her geçen gün biraz daha büyüttü ve Kursk işgaline son vererek en azından kendi ülkesini biraz olsun toparladı.
Kendi solundaki tepsilerden birinin içindeki üzüm salkımından bir tanesini alıp, isteksizce ağzına attı. Üzüm tanesinin kralın ağzında bıraktığı buruk ve akıcı tatlılık, ikinci bir üzüm tanesinin daha sonunu hazırlamış oldu ve bu böylece bir süre devam etti. Yedikçe yiyordu Marin ve kendine bir türlü engel olamıyordu. Sanki yıllardır açtı, ilk kez bir şeyler yiyordu. İlk defa hissettiği bir duyguydu bu kralın, kıtlıktan çıkmışçasına üzümleri arka arkaya üçer beşer yedikçe yiyor ve her seferinde açlığı biraz daha şiddetleniyordu.
Bu açlık başka hiçbir şeye karşı değildi, sadece çılgınlar gibi üzüm yemek istiyordu ve bir türlü duramıyordu. Nedimeler ilk bir kaçında birbirlerine gülümseyerek bakmışlar ve krallarının sonunda iştahını toparladığını düşünmüşlerdi, ama şimdi gördükleri karşısında sevincin yerini derin bir şaşkınlık almıştı. Hayretle birbirlerine bakıyorlardı, kral boğulurcasına yiyordu ve ağzına sığmadığı için yiyemediklerini de bir sonraki seferde yutmak için hazırda tutuyordu.
Tepsideki üzümler tükenmek üzereyken Marin, bir an kafasını kaldırdı ve en yakınındaki nedimeyle göz göze gelerek:
-"Kilerde daha ne kadar var bundan!" dedi. Genç kız şaşırmıştı, ne diyeceğini bilemeyerek:
-"Bunlar günlük geliyor efendimiz. Üç ya da dört uşağın taşıyabileceği kadar."
-"Ben ne kadarını yedim şimdi onun?"
Kızın şaşkınlığı, gitgide daha da derinleşiyordu. Şimdi yüzü de kızarıyordu kızın:
-"Anlayamadım efendim, özür dilerim."
-"Bundan sonra az alacaksınız. Benim yiyeceğim bu kadar ve kendiniz için de günlük ihtiyacınız kadar. Gerisini halka dağıtacaksınız. Beni anladın mı?"
-"Ama yüce efendimiz, zaten pek bir şey yemiyorsunuz ve ..."
Kralın sert bakışları, kızın susması için yeterli olmuştu. Hüzünlü ama itaatkar bir sesle:
-"Emredersiniz kralım. Siz nasıl uygun görürseniz."
Belli belirsiz bir el hareketiyle kızları da tepsileri de gözünün önünden kaldırttı. Midesine bir sancı girmişti, bu kadar yemeğe alışkın olmayan midesi, sanki isyan edercesine sancıyordu. Kusmak üzereydi, neden öyle yapmıştı bilmiyordu. Son zamanlarda garip davrandığı olmuştu ama bu seferki kendisini bile korkutmuştu.
Yeniden Stear geldi aklına. Kendisinden sekiz yaş küçük kardeşi. Fırsatı varken onu öldürmeliydi, ta babası onlara Leani'nin tuhaf bir biçimde ortadan kaybolduğunu, genç kızın intihar etmiş olabileceğinden korktuğunu söylediği gece. Hala kulaklarındaydı o sözler;
-"Çok pişman olacaksınız, ikinizde. Neye mecbur olursam olayım, bedeli ne olursa olsun, size bunu ödeteceğim."
Babası hışımla ayağa kalkmış, ancak sadece odayı terk etmekle yetinmişti. Sonra küçük kardeşi bu sefer kendisine dönüp: "Veliaht sen olabilirsin. Ama Leani'nin benim her şeyimdi ve her şeyimi benden aldınız. Ben de senin elinden günün birinde o tahtı alacağım. Bunu göreceksin ağabey, bu hayatta son gördüğün şey, benim kılıcım olacak."
Hışımla dönmüştü genç prense Marin. Ölümden hiçbir zaman korkmamıştı zaten, Stear da onu korkutmaya yetmiyordu, ama o batının ve dünyanın en güçlü ülkesinin veliahdıydı ve kimse onunla böyle konuşamazdı. Dersi hak etmişti, hızla kılıcını çekmiş ve prensin üstüne yürümüştü. Stear, kılıcını çekmeye bile fırsat bulamadan peşi peşine gelen kılıç darbeleriyle iki dizinin üstüne düşmüş ve kan revan içindeyken ağabeyi kılıcını onun boynuna dayamıştı.
-"Şimdi, hayatın için yalvarmaya ve af dilemeye başlayacak mısın, yoksa lanet laflarını boynundan geri sokacak bir delik açayım mı?"
Kapı kırılırcasına açılmış ve babası koşarak içeri girmişti, nefes nefese:
-"Kesin şunu!" dedikte sonra kendisine "Bunu sakın yapma evlat. Bana söz ver, ona dokunmayacaksın. Onun yaşamasına izin vereceksin. Krallığı ancak bu şartla sana bırakırım." demişti.
Marin, şimdi neden olduğunu anlayamadığı bir sebepten dolayı "Pekâlâ" demişti. "Sadece başka bir yerde yaşamak kaydıyla. Onu bir daha yakınımda görmek istemiyorum."
Neden böyle demişti ki? Ya da neden böyle dedikten sonra sözünü tutmak zorunda hissetmişti kendisini? Yirmi yıla yakın bir süre içinde hızla güçlenmişti Stear ve artık kendine ait bir ordusu bile vardı. Svallia da kendine bağlı çok fazla kişi bulmuş ve eski komutanlardan birkaçı sayesinde de, küçük ordusunu iyice profesyonelleştirmişti. Bir süredir gerçek bir tehdit unsuru olarak karşılarına çıkıyor ve Kursklardan çok daha ağır zararlar veriyorlardı. Üstelik Stear da bizzat saldırıları yönetiyor ve birçok adamı en önde, tek başına haklıyordu.
Bu sırada içeri nefes nefese giren adamı fark etti. Adam konuşmak için izin ister gibi hızlı ve kesik kesik soluyordu, yine de kral onu fark etmeden konuşmaya başlayamamıştı. Sonunda Marin onu gördü ve konuşması için, eliyle, gereken işareti verdi. Adam hızlı hızlı anlatmaya başladı:
-"Yüce kralım! Svallia'dan geçerken yine saldırıya uğradık. Sahip olduğumuz atların ve suyun büyük kısmı ellerine geçti. Canla başla savunduk kafileyi ama çok kalabalıktılar ve başlarında Bellion vardı. Profesyoneller, bize gönderilen yardımlarında büyük kısmına el koydular. Çevre köylerden bize katılmak için kafileye katılan bazı gönüllüleri de yanlarına aldılar. Biz hayatımızı zor kurtardık ve bizi, gördüğümüz şeyleri size iletebilelim diye serbest bıraktılar."
-"Siz aptalları kaç kişi yolladım ben oraya?"
Marin'in öfkesi karşısında adam paniğe kapılmıştı. Başını öne eğdi ve usulca:
-"Biz onlardan daha kalabalıktık yüce kralım, ama onlar profesyoneldi. Ve dediğim gibi, başlarında Bellion vardı. Ayrıca..."
-"Yeter kes! Defol çık dışarı! Bana Tardus'u yolla!"
Marin, öfkeden çıldıracak gibiydi, gözleri adeta ateş saçıyordu. Bu iş, artık daha fazla devam edemezdi, etmeyecekti. Sürekli adını duyduğu iki adam ve bir prens bozuntusu, Stear ve iki adamı, tüm Priest krallığına ve dahası kendisine meydan okuyordu. Devasa odanın içinde hızlı voltalar atmakta iken, en seçkin ordusu olan Cylexlerin komutanı Tardus, büyük bir saygıyla içeri girdi.
Adam iki metreye yakın boyu ve inanılmaz şekilli vücuduyla adeta bir devdi ve hiçbir dev, bir insanın karşısında böylesine saygıyla eğilemezdi. Adamın sadakati tartışılmazdı ve Cylexler yapılan her Kursk saldırısında en kilit rolü oynarlardı. Öfkeli bakışlarını dev adama kilitledi Marin:
-"Şu iki ismi daha önce duydun mu? Bellion ve Brox."
-"Evet efendim, ismen. Prens Stear ile birlikte Svallia'ya kaçan eski ordu komutanlarımız."
-"Güzel. Demek ki tanıyorsun onları, şimdi git, onları bana getir. Ölü ya da diri umurumda değil. Ama Stear'ı bana bırak. O haini kendi ellerimle gömeceğim."
-"Efendim, peki ya Kursklar?"
-"Kursklar ikinci bir emre kadar rafa kaldırılmıştır. Hemen harekete geç, Svallia'ya git ve o ikisinin kafasını bana getir. Gerekirse bende, ana ordunun bir kısmını savunma olarak kuzeye yollayıp kalanları alır arkandan gelirim. Ama o ikisinin işini bitirmeden sakın dönme Tardus. Beni yeterince anladın mı?"
-"Evet yüce kralım. Hemen yola çıkayım."
-"Sana güveniyorum Tardus."
-"Sağ olun efendim."

Hiç yorum yok:

Seri Hikayelerin Düzeni

TUTSAK SERİSİ 1. Kitap    Tutsak 2. Kitap    Anahtar 3. Kitap    Dünya 4.Kitap    Cehennem Hikayelerin dizilişi bu şekildedir. Diğer ...