KAYIP (Tutsak Serisi - 5.Kitap) 1. Bölüm

 

Hafifçe çiseleyen yağmur yüzünden balçığa dönmüş toprakta yürümek, onu tiksindirse de, ilerlemeye devam etti. Her adımında kararsızlığı artıyordu ama onca ayarlamadan sonra vaz geçmek istemedi. Ayrıca başarması durumunda, alacağı ödül çok değerliydi ve şu anda geri dönerse, ona yardım eden kişinin dilinden kurtulamazdı. Dileğinin gerçekleşmesini çok istiyordu öyle ki, muhatabının adilik yapma ihtimalini bile göze almıştı. Usulca yağan yağmura rağmen rüzgâr esmeye başladı, sanki doğa onu uyarıyordu, daha ileri gitme…

Sabahın olmasına bir saat kalmıştı. Acele etmeliydi, adımlarını hızlandırdı ve uzun paltosuna sıkıca sarıldı. Saçlarını örten geniş başlık sayesinde yüzünü rüzgâr ve yağmurdan koruyabiliyordu ama iyice çamura dönmüş toprak yolu süpüren paltosunun etekleri bu korumaya sahip değildi. Tek tük yapraklar esen rüzgârda koparak savrulmaya başladı. İçinden küfrederek adımlarını iyice sıklaştırdı, sanki rüzgâr, onunla alay eder gibi güçlendi ve ıslık çalan sesinin arasında tüyleri diken diken eden bir kıkırdama duydu. Onunla şimdiden oynamaya başlamıştı. Çenesi kasılsa da kendini tuttu, sabretmesi gerektiğini kendine telkin etti. Bu daha başlangıç diye düşündü, dileğinin gerçekleşmesini istiyorsan, o sersemin alaylarına katlanmak zorundasın. Yumruklarını sıktı ve sözleştikleri mağaranın girişine dek uzun adımlarla yürümeye devam etti.

Mağaranın içi zifiri karanlıktı, girişinden itibaren evrendeki tüm aydınlık silinmişti sanki. Salt karanlıktı. Emin olmak için etrafında döndü, evet, tamamen karanlığın içindeydi. Giriş bile kaybolmuştu, sadece bastığı yeri hissedebiliyordu, başka hissettiği hiçbir şey yoktu. Kendi kalp atışı bile bu ıssızlıkta rahatsız ediciydi. Sonunda olduğu yerde durdu ve sinirini bastırmaya çalışarak seslendi.

“Çık artık ortaya, senin oyunlarına katlanacak sabrım yok!”

Hafif bir kıkırdama sonrasında, yumuşak bir ses duyuldu. “Gayet iyi gidiyorsun ama…”

“Vaktimiz az! Gereksiz bir kapris yüzünden kaç saattir yürüyorum farkında mısın?”

“Yapacağın eylemi düşünmen için sana son bir şans vermek istemiştim. Zaman konusunu da kafana takma. Horozların ötmesine daha var.” Dedi diğer ses. Mağarada rasgele dağıtılmış birkaç tane mum yandı ve aydınlanan köşede başında uzun bir şapkayla yüzünü gizleyen bir adam belirdi. Üzerinde göğüs kaslarını cömertçe sergileyen ipekli bir gömlek vardı, altında da oldukça düşük bel geniş bir pantolon. Ayakları çıplaktı, rahat bir koltukta otururcasına, olduğu yeri hiç yadsımadan mağara çıkıntısına yerleşmişti. Şapkasının siperliğini havalı bir tavırla kaldırdı ve sırıtan yüzünü ona öfkeyle bakan adama doğrulttu. “Endişelenme!”

“Yakalanmayacağımıza emin misin? Eğer işe yaramazsa, ikimizin de başı fena derde girer.”

Sırıttı. “O kadar korkuyorsan tatlı çocuk, geri dön.”

“Korktuğumdan değil. Ben sana güvenmiyorum Ghede!” dedi kelimeleri çiğnercesine sinirle. “Senin yüzünden rezil olmak istemiyorum, özellikle Olimposlulara.”

Ghede, yüzü ciddileşirken yavaş hareketlerle ayağa kalktı, bakışlarını muhatabından hiç ayırmamıştı. Alaycı ifadesi kaybolurken sanki etraflarını saran karanlık genişledi, nefeslendi, canlı bir varlıkmış gibi kımıldandı. Adam başını kibirli bir tavırla doğrulttu. Asıl söylemek istediklerini yutmak istercesine karşısındakini süzdü, sonra ukala bir tavırla parmaklarını şıklattı. Aynı anda mağarada daha fazla mum belirdi ve karanlık sakinleşti. Ghede tembel hareketlerle diğerine doğru yürüdü, havada duran elini adama doğrulttu ve avcunu açtı. Adam bir an kararsız kaldı, sonra cesaretini toplayarak paltosunun cebinden dörtgen dar bir kutu çıkardı ve Ghede’nin avcuna bıraktı. Ghede adamın fikir değiştirmesini bekleyerek bir an eli havada asılı kaldı, gözlerini karşısındakinden bir an olsun ayırmıyordu. Adam başını eğip bir adım gerileyince Ghede sırıttı ve parmaklarını kutuya kenetledi.

“Sana acıyorum.” Dedi bir yılan misali, kısık sesle. Saçsız başını kapatan şapkayı çıkardı, elindeki kutuyu şapkanın içine attı, şapkayı tekrar giydi. Daha güçlenmiş bir sesle ellerini çırparak konuştu.

“Madem öyle, işimize bakalım. Bir dakika, horozun sesini duyar gibiyim.” Dedi ve kendi kendine kıkırdadı. “Bu eski şakaya bayılıyorum. Ücretimi almışken işimi yapmadan kaybolmam hiç etik olmaz, değil mi?”

Adam, başlığın altından anca görünen dudaklarını kemiriyordu. Ghede’nin şakasına tepki vermeden kollarını göğsünde kenetledi. Yere değen paltosunun eteklerinden hala yağmur suları sızıyordu. Feda ettiği çok değerliydi ama karşılığında alacağı ödül, bu fedakarlığa değerdi. Kaşlarını çatarak Ghede’yi izlemeye başladı. Ghede üstündeki uzun ceketi çıkarttı ve az önce oturduğu çıkıntıya doğru fırlattı, şapkası da aynı noktaya uçtu. Pantolonun cebinden kristal bir şişe çıkardı, mum ışığında yakut misali parlayan sıvıyı hafifçe salladı. Bir yandan da dudaklarından belli belirsiz duyulan bir duayı mırıldanıyordu. Basit bir parmak hareketiyle şişenin tıpasını açtı, şişedeki sıvıyı dikkatli bir şekilde yere dökmeye başladı. Becerikli hareketlerle yere çizdiği Vever, sanki kalemle çizilmiş gibi ince hatlara sahipti. Ghede işini bitirdiğinde yerde kan kırmızısı bir renkte parlayan zarif bir Vever belirmişti. Ghede duasını bitirdi ve çizdiği Vever’e doğru üfledi, o anda Vever tütmeye başladı, kırmızı hatlar, kireç misali beyaza döndü. Ghede yaptığından memnun bir tavırla onu bekleyen adam döndü.

“Mükemmel! İşte, ben üstüme düşeni yaptım.” Elindeki şişeyi yeniden cebine attı. “Bundan sonrası, biraz beklemen gerekecek. Büyü olgunlaşınca, sana istediğini getirecek.”

“Büyü olgunlaşınca mı?”

“Elbette, güçlü büyüler aceleye gelmez, dostum. Ayrıca büyünün iyice hazmedilmesi gerek, yoksa büyünün izini kolay bulurlar. Gerçi başarılı olduktan sonra izini kimsenin süreceğini sanmıyorum ama Ares beni biraz korkutuyor. Şüphelenmesini istemem. Kanıt bulamayacak ama tedbirli olmak her zaman daha iyidir. Vever’i koruyucu bir çember büyüsü yapacağım. İstediğine kavuşunca, hemen çemberi bozmalısın. Bu önemli!”

“Tamam.” Dedi ama aklına takılan soru başkaydı. Ghede’ye döndüğünde adamın şapkasını ve uzun ceketini giydiğini fark etti. Panikle sordu. “Büyü sadece getirilmesini sağlamayacak, değil mi? Asıl sıkıntımın ne olduğunu biliyorsun.”

Ghede kocaman sırıtarak parlak dişlerini adama sergiledi. “O geldiğinde, büyünün tamamlanmaması çok eğlenceli olurdu! Tam izlenecek bir gösteri!” dedi ve deli gibi bir kahkaha attı. “Ah! Dostum, yüzünün ifadesini bir görsen!”

Adam öfkeyle atıldı ve Ghede’yi boğazından yakaladı. Ghede kahkahasıyla boğulurcasına çırpınmaya başladı. Adam tutuşunu daha da sıkılaştırdı.

“Şaka yapma demiştim! Nereye gidiyorsun?”

“Hey! Tamam! Üzgünüm! Bir yere gittiğim yok!”

Adam homurdanarak Ghede’yi fırlatırcasına bıraktığında, Ghede dengesini toparlayamadan geriledi, duvara sertçe çarptı. Acıyan boğazını ovalayarak doğruldu. Gözleri kötücül bir ifadeyle karşısını süzüyordu. Kısık bir sesle konuştu.

“Büyüyü neden yaptığımı sanıyorsun…” dedi tükürürcesine. “Benim Eros gibi numaralarım yok, ben büyü yaparım, dostum. Şimdi, sen iyice çıldırmadan sorunu cevaplayayım. Vever güçlenince, o gelecek ve ona bir kez gülümsemen yetecek.”

“O kadar mı?”

Kızaran boğazını serbest bıraktı ve dudaklarını bükerek üstünü başını sanki tozlanmış gibi silkeledi. “Macera istersen, daha çetrefilli bir kavuşma sağlayabilirim.” Dedi kaşlarının altından adama bakarak. Adamın sıkılan yumruğuna gözü ilişince, hemen lafını düzeltti. “Daha basit… Yani daha basit bir bağlayıcı hazırlayabilirim. Yani gülümsemek senin için zor olursa…”

“Olmaz!” diye kestirip attı. Olmazdı çünkü zaten onu gördüğü anda gülümsememek zor oluyordu. “Ne kadar bekleyeceğim?”

Ghede cebinden bir kese çıkardı ve Vever’in hatlarına dikkat ederek iyice ezilmiş tuzla bir çember çizmeye başladı. “Güneşin etkisini kaybetmesini beklemen gerek, en geç akşam diyebilirim. Büyü güneş doğduğu anda çalışmaya başlayacak ve her an tamamlanabilir. Uyuma, tüm dikkatin Vever’de olsun. O gelince çemberi hemen boz ve gerisi sana kalmış.”

Ghede kesenin ipini sıkarak doğruldu ve keseyi cebine attıktan sonra onu izleyen adam döndü. Parmağını şıklattığında döktüğü tuz yanmaya başladı, renkli bir duman çabucak yanan tuzdan süzülürken keskin bir koku mağarayı sardı.

“Vever ışıldayınca, gülümsemeye hazırlan yakışıklı!” dedi ve gözünü kırptı. Tuzdan süzülen renkli dumanlar solarken Ghede çemberden uzaklaştı, koltuğa benzeyen çıkıntıya yarı uzanarak şapkasını yüzüne indirdi, kollarını kenetleyip uyumaya hazırlandı.

Mağarayı aydınlatan mumlar Ghede’nin olduğu köşede zayıfladı ama sönmedi. Paltolu adam gücü tükenmiş gibi yere oturdu, bağdaş kurdu ve beklenti dolu bakışlarını yere çizilen zarif hatlı Vever’e dikti. Çok uzun süre beklemişti, onun için çok uzun süre sabretmişti. Sabrı ve çaresi kalmamıştı, onu anlamasını umut ederek nefeslendi.

Mağaradan çok ama çok uzaklarda günün herhangi bir saatinde iki kadın bir masanın etrafında yan yana oturmuş, önlerindeki kasedeki tatlıyı kaşıklıyorlardı. Yoğun çikolatanın tadına daha iyi varmak istercesine kaşığı yalayan Dünya inledi.

“Uzun zamandır bir tatlının tadına böylesine varamamıştım.” Dedi ve kaşığı yeniden kaseye daldırırken devam etti. “Bunun için sana çok teşekkür ederim.”

Athena dudağına bulaşmış çikolatayı diliyle yalayarak kaşığı boş kaseye bıraktı. “Ortak çıkmadan tatlı yiyebilmek zor oluyordur.”

“Hiç sorma, ne zaman elimi herhangi bir çikolataya atsam, iki canavar yoktan beliriyor. Neyse, şimdi babalarına sattım biraz rahat edebilirim.” Dedi ve biten tatlı kasesini iterek kendinden uzaklaştırdı. “Oh be! Kendimi tazelenmiş hissediyorum.”

Athena, neşeyle sırıtan kadına bir süre baktı. Dünya’yı tanıdığı süre, onun ömrüne kıyasla çok kısa bir süreydi ama o kadar dolu dolu geçmişti ki, sanki yüzyıllardır onunla birlikteydiler. Dünya onun bakışına karşılık verdi, şakacı bir şaşkınlıkla doğruldu.

“Ne?”

“Hiçbir şey…” dedi Athena başını sallayarak. “Sana imreniyorum sadece.”

“Bana mı?” dedi Dünya sandalyesinde ona doğru dönerek. “Evde üç iblisle uğraşan işte huysuz müşterilerle cebelleşen ve sizin asil evlerinizde mekik dokuyan köle anahtarınıza mı imreniyorsun?”

Athena güldü. “Böyle düşününce, imrenmem saçma oldu tabi.” Dedi ve ciddileşti. “Yine de karşılaştığın her zorluğa rağmen pes etmediğin için sana teşekkür ederim. İyi ki bizimlesin, iyi ki baş belası kardeşimi biraz olsun akıllandırdın.”

“İşte o konuda kuşkuluyum.” Diye ağzının içinden konuşan Dünya nefeslendi. “Aman, bu kadar duygusallık yeter. Artemis nerede kaldı acaba?”

Athena yüzünü buruşturdu. “En son Solan’ı kontrol etmeye gitmişti, gerçi onun deyimiyle kısa süreliğine uğrayacaktı ama biliyorsun adamın başının etini yemeden bırakmaz. Hala inanamıyorum, Artemis öncekinden daha aşık olmayı nasıl becerdi? İnsan o kadar nefret ettiği birine yeniden nasıl aşık olabilir? Solan gibi soğuk biri ise, onun bu deli hallerine nasıl sabredebiliyor anlamıyorum. Çok uyumsuzlar!”

“Bence hiç uyumsuz değiller.” Dedi Dünya. “Aşk uyumdan gelmez ayrıca, kalpten ve beyinden gelir. O ikisini ilk gördüğümde anlamıştım aslında…”

“Ah, yapma! Artemis’in sözde aşkı bir süre sonra alışkanlığa dönüştüğünde kesin sıkılır. Mantıklı olmak gerek, o yalnız yaşamaya alıştı. Solan’dan sıkıldığında, aralarındaki bağ her neyse kopacak. Umarım Solan o zaman çok üzülmez.”

“Çok katısın Hena!” dedi Dünya hayretle.

“Katı değilim sadece mantıklı düşünüyorum. Artemis’in hayatına tek giren kişi Solan idi, öncesinde de onun olması, Artemis’in bir süreliğine birine bağlanmasını sağladı sadece. O da benim gibiydi, birine bağlanmak onun için zordu. Yakında bunu hissetmeye başlayacaktır. Sanırım Zeus’un kızlarının laneti de bu!”

“Saçmalık!” dedi Dünya uzandı ve ikna etmek istercesine kadının koluna dokundu. “Lanet değil bu, sen sadece sevebileceğin birine rastlamadın. Zaman meselesi!”

Athena güldü ve elini onun elinin üstüne koydu. “Dünya ben yüzyıllardır yaşıyorum. Birine rast gelmemiş olmam, zamanı gelmediğinden değil, öyle birinin olmadığındandır. Ben aşka inanmıyorum.”

Kadını ikna edemeyeceğini bilen Dünya bıkkınca elini çekecekken birden bir basınç hissetti ve gözlerini Athena’ya çevirdi. Kadın da hissetmişti. Anlık bir değişimdi ve tepki verecek zamanları olmamıştı. Birbirlerine bakarken elleri daha da kenetlendi ve masada iki boş kase bırakarak havaya karıştılar.

                                                    *    *    *    *    *

Mağaradaki Vever’in hatları ışıldamaya başladığında paltolu adam heyecanla doğruldu. Köşesinde, gözlerini açan Ghede, yüzünü örten şapkasının siperliğini kaldırıp müşterisine baktı. Her şey olması gerektiği gibiydi. Güçlü Vever’in çağrısına yanıt veren tanrıça küçük çemberin içinde belirirken Ghede panikle doğruldu.

“Hayır…” diye mırıldandı, oluşan biçimlere bakarak. “Ah, hayır, bu olmamalı! Gölgelere çekil!”

Paltolu adam derin bir nefes alırken gözlerini, tek kişinin anca alacağı çemberde beliren iki siluetten alamıyordu. Bir terslik vardı. Ghede ona yetişti ve iterek karanlığın onları gizlemesine çalıştı ama geç kalmıştı. Çemberin içinde bir beden belirecekken iki kişi belirdi. Dört çift göz şaşkınlıkla birbirine bakıyordu. İlk kendine gelen Athena korumak istercesine Dünya’yı arkasına çekerken Dünya şaşkınlıkla çığlık attı ve ayağı kaydı. Fark etmeden çemberi bozarken iki kadın yeniden havaya karıştılar. Arkalarında dehşet içinde kalmış iki adam bırakmışlardı. Paltolu adam bakışlarını tüterek yok olan çemberden alarak Ghede’ye çevirdi. Ghede hala çemberin ve Vever’in kaybolan izlerine bakıyordu.

“Anahtar…” diye fısıldadı. “Onun yanında mıydı?”

Düştüğü yerden doğrulan paltolu adam, şaşkınlığında sıyrılarak Ghede’nin yakasına yapıştı. “Burada ne oldu?”

“Lanet olsun! Ne yapacağız şimdi? Hepsi senin suçun!”

“Nereye gitti?” dedi, sayıklayan Ghede’yi sarsarak.

“Bilmiyorum. Ne olduğunu bilmiyorum. Anahtar, çemberi bozunca… Ben bilmiyorum!”

“Büyü?” dedi adam panikle. “Büyü aktif mi?”

Ghede yutkundu ve zoraki başını çevirdi, yerde tamamen silinmiş Vever’in olduğu yere göz attı. Yavaşça adama döndü, başını salladı. “Evet, büyülendi…”

Mağara, adamın hiddetli bağırışıyla sarsılırken iki kadın birbirine sarılmış bir halde hiç bilmedikleri bir yere yönlendiler. Athena savunma duruşunu bozamadan yönlenmişlerdi ve Dünya ayağı kaydığı için düşmemek için onun koluna sarılmıştı. İkisi de geldikleri yeni ortama bakarken doğruldular. Az önce mutfaktayken şimdi bir yağmur ormanının ortasında dikiliyorlardı, bir saniyeliğine uğradıkları mağara da ayrı bir olaydı. Athena başını sallayarak Dünya’ya döndü.

“O Ghede miydi?”

“Evet, o sersemi nerede görsem tanırım. Fakat yanındakini göremedim, iki kişiydiler, değil mi?”

“İki kişiydiler ama ben de diğerinin yüzünü göremedim, çok karanlıktı.”

“Bizi nereye gönderdiler böyle?” dedi Dünya, yaprakları yüzünden gökyüzünü dahi zor gördükleri ormana göz gezdirirken. “Hem neden biz?”

“Bilmiyorum ve umurumda değil. Hadi gidelim.” Dedi Athena ve yönlenmek için hazırlandı. Fakat başaramadı. Dünya da aynı durumda olacak şaşkın bakışlarını ona çevirdi. “Yönlenemiyorum.”

Dünya nefeslenip kendini toparlamak için dağılmış saçlarını geriye attı. “Kapalı bir boyutta olabiliriz. Sen işi ustaya bırak.” Dedi ve elini kadına uzattı. “Anahtarın neyse ki yanında!”

El ele tutuştular ve Dünya boyut kapısını sezmeye odaklandı. Fakat hiçbir şey belirmedi, hissetmedi, düşünceleri bomboştu. Yeniden denedi… Yeniden… Olmuyordu.

“Hena! Kapı yok! Yönlenemiyorum da!”

“Bu ne demek?”

“Burada kaldık, demek!”

Ormanı kesen bir patikaya rast gelene dek saatlerce yürümüşlerdi. Geldikleri boyutun her şeyi onlara yabancıydı, toprağı, hayvanları, ağaçları, hatta havası dahi… Karanlığa kalmamak için hızlı adımlarla, katılaşmış patikayı takip etmeye başladılar. Arada yönlenmeyi denediler ama başaramadılar. Hermes’i çağırmaları dahi işe yaramamıştı. Ares’le bağlantı kurmaya çalışmışlardı, sonuç yine hüsrandı. Kimse çağrılarına cevap vermiyordu. Zaman geçtikçe Dünya paniklemeye başladı.

“Kaybolduğumuzu fark etmişlerdir, neden bizi aramaya gelmiyorlar?”

“Bizim dönememiş olmamız ile aynı sebepten sanırım.” Dedi Athena gergin bir sesle. Elinden bir şey gelmemesi onu sinirlendirmeye başlamıştı. Tamamen yabancı bir yerde silahsız kalmak onu öfkelendiriyordu. “Ares ortalığı ayağa kaldırmıştır, buna rağmen hala bize ulaşamadılarsa, başımız ciddi dertte demektir.”

“Çocuklar…” dedi Dünya boğazı düğümlenerek. “Ares bizi bulmalı! Saatler geçti!”

Athena durakladı, Dünya’ya döndü. “Paniklemek çare değil Dünya, lütfen soruna odaklan!”

“Nasıl bu kadar soğukkanlı olabiliyorsun?”

“Sen ne ara bu kadar panikleyen biri oldun?”

Dünya gözlerini kıstı ve dudaklarını sıktı. Hakkı vardı ama kendinden çok düşündüğü birilerinin olması, insanda soğukkanlılık diye bir şey bırakmıyordu. Bunu da ilan etti. “Anne olduktan sonra!”

Bir an ona bakan Athena doğruldu ve önüne döndü. “Peki, o zaman paniklemeye devam et!”

Ormandan kurtulmuşlardı ama yabancı bir arazide olduklarından rahatlamak henüz onlara yabancıydı. Dünya sonunda adım atacak hali kalmayınca, önde yürüyen Athena’ya seslendi.

“Hena! Yoruldum ve acıktım. Mola verecek bir yer bulmalıyız ve yiyecek bir şeyler…”

Kadın durdu ve el yapımı mızrağına dayanarak etrafa bakındı. “Keşke birilerine rastlasaydık, buradaki meyveler hiç tanıdık değil ve bir şekilde hayvan avlasak, nasıl pişireceğiz?”

“Sen avla da, ateş yakmak kalsın.” Diye homurdandı Dünya, çoktandır söylenmemişti ve artık sabrının sonuna gelmişti. “Döndüğümde, o lanet olası Ghede’nin canına okuyacağım!”

“Sıraya gir!” dedi Athena ve ileriyi işaret etti. “Baksana. Şu çalılar böğürtlene benzemiyor mu? Denesek ölmeyiz herhalde, anca tadı kötüdür.”

“Ah, Hena! Ya ölümsüzlüğü de kaybettiysek?”

“Öyleyse, umarım tatları iyidir. Rezil bir şey yiyip ölmek istemem.”

Dünya, kararan havaya hayıflanarak Athena’nın arkasından çalılara doğru yürüdü. Kadının yanına vardığında Athena çoktan birkaç tanesini ağzına atmıştı. Koyu pembe meyveler böğürtlenden biraz daha büyüktü ama ondan daha suluydu. Athena onu engelleyip biraz daha yedi, zehirli olup olmadığını kontrol ediyordu. Dünya sabırsızca kollarını kenetledi.

“Hena, beklemem saçma, deli gibi acıktım. Hem etkisini ne zaman göstereceğini nereden biliyorsun?”

Yine de Athena izin verene kadar bir tane bile yiyemeden bekledi. Tadı çok güzeldi, hafif ekşiydi ama damakta hoş bir tat bırakıyordu. Kokusu da güzeldi. Hafiflemiş ve rahatlamışlardı. Hatta içinde bulundukları sıkıntılı durum bile umurlarında değildi. İlk kendinden geçen Dünya oldu, Athena onun aniden sızmasına şaşıracak zaman bulamadı. Dünya yere uzandıktan sonra o da hemen kadının dibine düştü.

                                                *    *    *    *    *

“Dünya! Uyan! Dünya!”

“Tamam, uyandım. Çocuklar…” derken gözleri açıldı. Başı çatlarcasına ağrıyordu ama yaşadıklarının anısı bir tır gibi onu çarptı ve ayılttı.

Derme çatma küçücük bir odada oturuyordu ve sıkıca bağlanmıştı. Tam karşısında Athena da aynı şekilde ama ondan daha berbat bir halde oturuyordu. Bağlardan kurtulmaya çalıştığı ama başaramadığı belliydi, saçları dağılmıştı ve yüz ifadesi korkutucuydu.

“Hala bulunamadık mı?”

“Bulunmuşuz ama istediğimiz kişiler tarafından olmadığına eminim.” Diye homurdandı Athena. İplerden kurtulmak için yine debelendi. Duvara sabitlenmiş çengelden kurtarmayı başarsa, bir umutları olacaktı ama halat oldukça sağlamdı.

Küçük oda, bir hapishaneydi anlaşılan, ya da onlar için hapse dönüştürülmüştü. Odayı aydınlatan uzunlamasına dar pencereler dışında tahta bir kapı vardı. Toprak zemin ve tahta duvarlar özensizdi ama buradan kaçmalarını zordu. Dünya da biraz debelendi ama Athena’ya dayanabilen bir düzenekte onun pek şansı yoktu. Sonunda ne olacaksa olsun diye avazı çıktığı kadar bağırmaya başladı.

“Bırakın bizi! Sizi haydutlar!”

Athena susması için ona söylendi. Dünya kadına döndü. “Beklemeye ne gerek var Hena? Nasıl olsa bizi sorgulamak için gelecekler, bari rahatları bozulsun! Hey! Oradakiler!”

Sonunda kapı açıldığında Dünya sustu, Athena ile birlikte kapıdan girene baktı. İriyarı bir haydut bekliyordu ama içeri giren adamın zarif bir elften farkı yoktu. Dizlerine kadar gelen kumaş bir ceket giymişti, boynuna sardığı uzun ve geniş atkı saçlarını da gevşekçe kapatıyordu. Dar pantolonun paçalarını binici çizmelerine sıkıştırmıştı. Görünüşe göre sırtına asılı ok ve yay harici bir silah taşımıyordu. İfadesiz bir yüzle ikisine baktı, sonra hiçbir şey demeden çıkıp gitti.

Kapı kapanınca Dünya da açık kalan ağzını kapattı. Şaşkın bakışlarını Athena’ya çevirdi. “Ortadünyaya yönlenmişiz Hena. Bu adam kesinlikle bir elf!”

Şakasına karşılık, hoşnutsuz bakışlarını ona çeviren kadın, debelenmeye devam ederken homurdandı. “Buradan kurtulduğumda çıplak ellerimle öldüreceğim bir elf! Çaresiz kalmaktan nefret ediyorum!”

“Gücünü harcama.”

“Ne yapmamı önerirsin? Kuzu gibi burada oturalım mı? Lanet olası, aptal böğürtlenler!”

“Oturalım demeyecektim. Az önceki taktik işe yaradı, ilgilerini çekmeye ne dersin?”

“Biraz aşağılayıcı bir saldırı olmaz mı?”

Dünya dudağını büktü. “Şu anda pek seçici olamayacağım.”

Nefeslendiler ve tam bağıracaklarken kapı yeniden açıldı. Az önceki adam tamamen silahsızlanmış olarak içeri girerken peşinden başka bir adam daha geldi. O da aynı giyinmişti, sanki bir çeşit üniformaydı. Adamın elinde iki paket vardı. İlk giren adam sakin bir sesle konuştu.

“Bağladığımız için kusura bakmayın ama tehdit derecenizi bilmiyorduk. O yüzden bağlamak zorunda kaldık. Gözlem altında yemeğinizi yemek umarım sizi rahatsız etmez.”

Athena gözlerini kısarak konuşan adama bakıyordu. Dünya kadının ne düşündüğünü yüz ifadesinden anlamıştı, olaylar karışmadan hemen müdahale etti.

“Hiç rahatsız olmayız ama ellerimiz bağlıyken yemek, gözlem altında dahi zor olur.”

Adam bir an şaşalayıp düşündü, sonra anlayarak doğruldu. “Elbette, sizi çözeceğiz ama size rica ediyorum, kendinize zarar verecek hareketlerden kaçının. Kısıtlı imkanlarımız için de kusura bakmayın. Sonrasında sorularımıza cevap vermenizi isteyeceğim.”

“Kibarlıktan ölecek ilk elf!” diye ağzının içinde homurdanan Athena’ya bir bakış atan Dünya hemen adama döndü.

“Elbette, yeter ki bizi çözün.” Dedi son derece yumuşak bir sesle.

Aynı dili konuşmaları bir yana, onları tutsak eden bu garip adamların kibar saflıkları şaşkınlıklarını arttırıyordu ama ikisi de hiç bozuntuya vermedi. Tehdit derecelerini düşük gören adamları pişman etmek için sabırsızlanan Athena, ifadesini hiç değiştirmeden, onu da çözmelerini bekledi.  Çözüldükten sonra uzattıkları paketi alırken uyuşmuş bacaklarını kımıldattı ve yan gözle Dünya’ya baktı. Dünya da kaslarını hareket ettirmeye çalışıyordu, bir yandan da verdikleri paketi açıyordu. İki adam da ayağa kalkıp gerileyeceklerken Athena yaydan kurtulmuş bir ok gibi fırladı ve bir nefes sonrasında iki adam da baygın olarak yere düştü. Seslerini çıkaracak zamanları olmamıştı. Dünya bir yandan ekmeği kemirirken adamlarda silah arayan Athena’ya yardım etti. İki elini kullanmayan Dünya, ona ters bir bakış atmayı ihmal etmeyen Athena’ya söylendi.

“Ne var, çok acıktım!”

Askerlerden işe yarar bir silah bulamayan Athena sinirlenmişti. “Sersemler! Yanlarına silah almamışlar, bir çakı bile yok.”

“İhtiyacın var mı sanki?”

“Senin için gerekiyor.” Dedi doğrularak. “Yakın dövüşte hala çok kötüsün.”

“Kalabalık değillerdir zaten, tüm eğlenceyi sana bırakıyorum.” Dedi Dünya ve ekmeğinden ısırdı. “Önden buyur.”

Dört boş odadan oluşan yapıyı terk etmek zor olmadı. Açık havaya çıktıklarında tuhaf bir kampta olduklarını fark ettiler. Onların kaçmasını hiç beklemeyen adamlar, ilk şaşkınlıklarını üstlerinden attıklarında Athena dört tanesini bayıltıp eline kısa bir kılıç geçirmişti. Henüz kimseyi öldürmemişti ama karmaşa yüzünden an meselesiydi. Dünya ölüm olması halinde işlerin sarpa saracağını tahmin ettiğinden kaçacak bir aralık aramaya başladı. İleride geniş bir nehir akıyordu, uzaktaki köprünün yolun devamı olduğunu fark etti ama nereye gideceklerdi? Köprünün devamında ne ile karşılaşacaklardı?

                                                *    *    *    *    *

Derken güçlü bir kükreme yeri sarstı. Dünya, onu yakalamaya çalışan adamdan sakınarak mide boşluğuna sert bir tekme atmıştı. Athena da, burnunu kırdığı adamı ileri fırlatıyordu. Korkunç bir kükreme sesi herkesi dondurdu, saldırı anında kesildi. Dünya ve Athena, kükreme sesinin geldiği yöne doğru döndüler. Kaplan ve aslan karışımı devasa bir hayvan kocaman ağzını açarak yeniden kükredi ve çenesinden sarkan iki sivri dişini sergilercesine uzun dilini çıkarıp yaladı. Hayvanın yanında ise uzun boylu bir adam duruyordu. Uzun atkısını, saçlarını ve yüzünü örtecek şekilde sarmıştı, ceketinin önü açıktı ve aralıktan hafif bir kumaştan yapılmış kaliteli gömleği görülüyordu.

Athena savunma pozisyonuna geçerken yeni adamdan gözünü ayırmadı. Ayakta kalan askerler, saldırma niyetleri kaybolmuş gibi gerileyerek sıraya giriyorlardı. Yaralananlar toparlanırken uzun boylu adam etrafı süzdü, en sonunda bakışları Athena’ya döndü.

Ne yapacağını düşünen Athena, gelen hayvan ile işlerin sarpa sardığını anladı. Elinde kısa bir kılıçla, devasa hayvana ne kadar zarar verebilirdi ki, üstelik yanında Dünya vardı. Kaçma ihtimali de yoktu, hayvan iki adımda onları yakalardı. Yine de savaşmadan pes edecek değildi. Adamdan gözünü ayırmadan mırıldandı.

“Yönlenmeyi tekrar dene Dünya, kendini kurtar. Sadece kendine odaklan!”

“Boşuna!” dedi Dünya sinirle. “Yeteneklerimiz burada işlemiyor.”

Uzun boylu adam, diğerlerinin toparlanmasını bekledikten sonra zarif ve rahat adımlarla onlara doğru yürümeye başladı ve yanında hareketlenen hayvana doğru konuştu.

“Burada bekle!”

Hayvan, ona itaat ederek durdu ve usulca yere oturdu. Adam kendine güvenen adımlarla yaklaşmaya devam etti. Elinde Athena’nın mızrak haline getirdiği sopa haricinde bir silah yoktu.  Adam aralarında beş metre bırakana dek yaklaştı, sonra durdu ve doğruca Athena’ya baktı. Gözlerinin rengi tam seçilmiyordu ama şekli oldukça biçimliydi.

“Bazı kuşkularım yüzünden size saçma bir soru soracağım.” Dedi her ikisine bakarak. Sesi pürüzsüz ve otoriter çıkıyordu. “Erkek değilsiniz ama kadın olmanız da düşük bir ihtimal, siz nesiniz?”

“Gerçekten saçma bir soruymuş.” Dedi Dünya.

“Ne fark eder?” diye tüm huysuzluğuyla sordu, gereksiz laf kalabalığından sıkılarak.

Adam soruyu soran Athena’ya döndü ve gözleri hafifçe kısıldı.  “Fark etmez ama kadın olmanızı tercih ederim. Bugün kimseyi öldürme isteğim yok, bu kaybolmuş bir casus olsa da.”

“Öldürebileceğini sana düşündürten ne?”

Dünya, saldırmak için sabırsızlanan kadında Ares’in ruhunu gördü, bir kelime ve hücum… Tutsak edilmek kadına hiç yaramamıştı, öfkesini dizginlemekte zorlanıyordu. Konuya el atması gerektiğini anlayarak ileri adım attı.

“Bakın, biz buraya yanlışlıkla gelen iki kadınız. Casus filan değiliz ve bağlanmamış olsaydık kimseye de saldırmazdık. Zarar vermek istemiyoruz.”

“Ama sen bir istisnasın.” Dedi Athena adamın elindeki kısa sopaya bakış atarak. “Silahımı elimden alanları af etmek huyum değildir.”

Adam ilginç bir şey duymuş gibi başını hafifçe eğdi ve elindeki sopaya baktı. “Bu silah olarak mı düşünülmüştü.” Dedi ve yeniden Athena’ya döndü. “Alışılmadık!”

Sopayı Athena’ya doğru fırlattı, kadın boştaki eliyle sopayı kolayca yakaladı. Karşılarındaki adamın, şu anda uslu bir kedi misali oturan hayvanın kabiliyetine güvendiği belliydi, güvenmesi de normaldi. Adam yüzünü örten kumaşı sıyırdı. Güzel gözlerine eşlik eden hoş yüz hatlarını görmek, beklentilerine rağmen onları şaşırttı. Yakışıklı genç adamın soğuk bakışları oldukça otoriter bir hava yayıyordu. Dünya hala tetikte olan kadına doğru mırıldandı.

“Adam da Adonis’e rakip çıktı iyi mi?”

İnat olarak seçtiği sopasına da kavuşan Athena, onun saptamasına aldırmadan adama seslendi. “Şimdi, kararınızı verin, ya bize engel olur ve cehenneminize erken kavuşursunuz ya da yolumuzu açıp sağlıklı yaşamaya devam edersiniz.”

Adam hiç acele etmeden onu süzdü. “Bence karar vermesi gereken sensin. Geleneksel tavırlarınız olmadığından uzak ve barbar bir diyardan geldiğiniz belli. Savaşmayı bilen bir kadın olman bir yana, silahsız ve hiç fark edilmeden sınırı geçip buraya kadar gelebilmeniz ilgimi çekiyor. Kusura bakma, o yonttuğun sopayı silah olarak değerlendirebilmem çok zor. Ayrıca diyarımızı hiç bilmediğinizi anlamak da zor değil çünkü azıcık aklı çalışan hiç kimse faleymiyi ham haliyle yemez. İlk bulduğunuz meyveyi yiyecek kadar çaresiz kaldığınız bir diyarda dolanmak yerine, bizim size eşlik etmemiz daha uygun olacak. Hiç değilse, iki taraf için de güvenli bir durum sağlanana dek, birbirimize katlanabiliriz.” Dedi ve Dünya’ya döndü. “Tuhaf kıyafetine rağmen kadın mantığına sahip olan sizsiniz sanırım. Arkadaşınızı ikna edin, lütfen.”

Adam arkasını dönüp yaralılarla ilgilenen askerlerin yanına yürürken son cümlesini de söyledi.

“Kararını bekliyorum.”

Athena, adamın haklı tavrına sinir olmuştu ve sözlerinde açık bulamadığı için de öfkesi katlanmıştı. Dünya ona yaklaştı.

“Ne diyorsun?”

Sırtı onlara dönük adama ölümcül bakışlar atmayı bırakmayan Athena homurdandı. “Kaçmak çözüm değil, şimdilik geri de dönemiyoruz. Belki sorunu anlamak için bu garip boyutu tanımak gerekiyordur.”

“Adamlar çok tuhaf değil mi? Kadın olduğumuzu öğrendikten sonra neredeyse teslim oldu.”

“Sopayı geri vermesi teslimiyet sayılmaz Dünya. Aslan bozması kaplan yeterince canımızı sıkardı, sanırım o sersemin lafını dinliyor.”

“Uyumlu mu olacağız?”

Athena omzunu silkti. “Senin kararın genelde çözümü sağlıyor.” Dedi ve adama doğru pis bir bakış attı. “Uyumlu olacağız, doğru zaman gelene dek.”

“Buranın komutanı gibi bir şey galiba…” Dedi Dünya onun bakışını izleyerek. “İnsana tokat atan bir mantığı var ama Hena, lütfen sakin ol ve sözlerini şahsi alma. Adama düşman olmak bize yaramaz.”

Athena ona döndü. “Şahsi alma mı? Onu, sopamı küçümsemeden önce düşünecekti.”

Genç adam yaralıların durumunu incelerken ne yapması gerektiğini düşünüyordu. Bu iki yabancı kadını, faleymi çalısının dibinde sızmış halde bulduklarından beri aklını kurcalayan tek konu, onları şehre götürmesinin ne kadar güvenli olduğuydu. Savaşmayı bilen bir kadın… Nereden gelmiş olabilirdi ve neden savaşmayı öğrenmek zorunda kalmıştı? Kimden öğrenmişti? Medeni olan hiçbir diyarda, kadınların savaşmayı öğrenmesine gerek olmazdı. Bir kişinin askerlerini bu hale getirdiğini kendi gözüyle görmeseydi inanmazdı. Gerçi kadın olduğu için sert davranmaktan çekinmişlerdi ama zapt etmeyi başaramamaları ayrı bir sorundu. Usta birliği, iki kadına karşı yetersiz kalmıştı.

Onlara eşlik edecek askerleri seçtikten ve yaralılar için yakındaki şifacıya haber saldıktan sonra, kararını vermişti. Kadınları şehre götürmesi ve kurula sunması gerekiyordu. Onlara ne olacağı onun yetkisi dışındaydı. Binecekleri govaksları hazırlamalarını emretti ve ileride devrik bir kütüğe oturan kadınlara döndü. Erkek gibi giyinmişlerdi, alışılmadık bir kumaş ve kıyafetleri vardı. Bir parça rahatsız görünüyordu ama hareketlerini hiç kısıtlamadığına tanık olmuştu. Askerlerini dağıtan kadın zayıf ama güçlü birine benziyordu, diğeri daha zarifti.  

“Onları hangi unvanla Yüce Kurul’a sunacaksın Dea?”

Genç adam rüzgâr yüzünden kuruyan dudağını yalayarak düşündü. Kararını verdi, konuşan kadınlardan bakışını aldı ve yaverine döndü. “Esir değiller eğer sorduğun buysa… Misafir olarak kabul edip etmemek ise kurula kalmış.”

“Misafir olarak mı sunmayı planlıyorsun?”

Gözlerini arkadaşı da olan yaverine dikti, ne demek istediğini ve uygunsuzluğunu biliyordu. “Testi geçtiler, insan oldukları kanıtlandı. O iki kadın imkânları olmasına rağmen kimseyi öldürmediler, yani niyetleri kötü değil. Eğer onları bağlamasaydın bu kadar korkmayacaklardı.”

“Korkmuş biri gibi değildi Dea, görmedin mi kadın nasıl savaşıyor! Hem bence test uygun yapılmadı, kanlarını kontrol…”

“Kanıt için kan dökülmesine gerek yok! Onlar laun değil!” sert sesi ile konuyu kapatan Dea gözlerini kıstı, derinlerinde hafifçe parlayan bir ışık karşısındaki uyarırcasına yanıp söndü. Bağlamalarını emretmemişti. Kadınların kılık kıyafetinden ve fiziklerinden çekinen askerleri, o Tamon’u beslemeye götürdüğünde ikisini de bağlamışlardı. Dea bu itaatsizliği bir istisna olarak görmeyi seçmişken yaveri onu sorgulamaya cüret ediyordu.

“Protokolü biliyorum Virton.”

Adamın buz gibi sesiyle bir adım gerileyen asker kaşlarını çattı. “Af edersin, ben…”

Konuyu uzatmamak için lafını kesti. “Govakslar ayarlanınca, kadınlara söyle yolculuk için hazırlansınlar, sonra bana haber ver.”

“Emredersin.”

Dea durum raporunu yazmak için barakasına doğru yürümeden önce aralarında konuşan kadınlara bir bakış attı. Kadın da onu izliyordu, bakışları çakıştı. İlginç göz renkleri bu kadar uzaktan bile seçilebiliyordu. Bir kadına göre yüz hatları kusursuzdu ama bakışları ölümcül derecede soğuktu, nefretini gözlerinden kolayca yansıtabiliyordu. Dağılmış saçlarını toparladığı için yüz ifadesini daha iyi görüyordu. Dea başını çevirecekken kadın kendi gücüne güvenen kibirli bir tavırla doğruldu. Hala meydan okuyordu. Dea içini çekerek önüne döndü ve barakasına girdi.

Athena onlara uyaran bir bakış atan komutana bakarken çenesinin kasılmasına engel olamadı. Suç işlemeden onları hapsetmişlerdi ve şimdi de saçmalayıp ukalalık taslıyorlardı. Küçümsemeleri de cabasıydı. Neredeyse bir gündür bu boyuttaydılar ve ellerinden hiçbir şey gelmiyordu. Dünya için daha çok üzülüyordu çünkü pek belli etmese de çocukları ve Ares için endişelendiğini biliyordu. Ares delirmiş olmalıydı. Onun bu deliliğine güvenerek yakında bulunacaklarını da umuyordu. Anahtarın bile açamadığı bir boyutu nasıl bulacağı meçhuldü ama söz konusu sevdiği biri olunca adamın engel tanımadığına birçok defa şahit olmuştu, özellikle Dünya için.

“Sakin olmalıyız Dünya. İnceleyip plan yapmaktan başka çaremiz yok.”

“Vakit kazanmalıyız.” Dedi Dünya ve onlara yaklaşan adamı fark ederek kısık sesle mırıldandı. “Yanımdan ayrılma kapıyı sezer sezmez bizi yönlendireceğim.”

Adam tam karşılarında durunca Athena ayağa kalkıp adamı karşıladı. Adam kibar ve mesafeli bir tavırla konuştu.

“Yanlış anlaşılma için özür dilerim. Şehrimize kadar misafirimiz olmanızı rica ederiz. Ben yaver Virton Hwol-Mas, emrinizdeyim.”

Athena, adama ve uzakta onları beklediğini düşündüğü garip hayvanlara göz attı. Uzun iki bacaklı, kuşu andıran bir kafaları vardı fakat at yelesine ve derisine sahiptiler. Uzun kuyrukları yeri süpürüyordu. Basit bir geme ve tek kişilik bir eyere sahiplerdi. Uysal görünüyorlardı. Onun bakışını fark eden yaver şaşırarak sordu.

“Hiç govaksa binmediniz mi? Çok olağandır ve her diyarda bulunur. Gerçi bizim govakslar…”

“Sizin govakslar umurumda değil yaver.” Dedi Athena. “Yola çıkacak mıyız?”

Virton kabalık karşısında afallayarak Dünya’ya döndü. Dünya omzunu silkti. “Laf kalabalığını sevmez.” Dedi ve adamın kolundan sarkan kumaş parçalarını işaret etti. “Onlar bizim için miydi?”

“Ah, evet.” Dedi adam kolunda asılı duran atkıları onlara uzattı. Açıklama yapacak gibi ağzını açmıştı ki, Athena’ya bakıp susmayı tercih etti ve kumaşları onlara verdi.

Teşekkür eden Dünya uzun atkıyı öylesine boynuna doladı, anlaşılan bu atkı her durum için kullanılıyordu. Bir çeşit acil durum kıyafetiydi. Onların üniformasına çok uyumluydu ama onun ve Athena’nın gömlek-tişört-kot üçlemesi için tuhaf duruyordu. İyi ki Artemis yanlarında değildi yoksa kıyafetler hakkında milleti canlarından bezdirirdi.

Virton ile beraber hayvanlara doğru yürürken yandaki barakadan komutanları çıktı. Uzun siyah saçlarını atkıyla kapatmamıştı, hafif bir rüzgâr genç adamın saçlarını savururken bakışlarını doğruca Athena’ya çevirdi. Çok genç diye düşündü Athena, yetkili bir komutan olmadığı belli. Verdiği kararın şehirde yanlış anlaşılıp yeniden hapse girmeleri daha olasıydı. Emirleri sorgulanmayan tecrübeli biri olmasını tercih ederdi. Başını çevirecekken adam konuştu.

“Kendimi tanıtmayı unuttum.” Dedi onlara yaklaşarak. Kadınlar ona döndüğünde resmi bir duruşla başını hafifçe eğdi. “Ben Deacas Tai-Darin, Zenwar Diyarının Baş Orunuyum.”

Sözleri Athena için anlamsız gelse de; Athena, adamın tüm ciddiyetiyle kendini tanıtmasına aynı ciddiyetle cevap verdi. “Ben Athena, dünyalıyım.”

Dünya da devam etti. “Ben de Dünya’yım.”

Genç adam bir an afalladı, dalga geçildiğini düşünmüş olacak bedeni gerildi. Yine de tepkisini koruyarak ötede duran Virton’a kısa bir baş işareti yaptı. Virton askerlere binme emrini verip düzgün bir hizaya girerlerken komutan da kendi hayvanına doğru yürüdü. Basit bir hamleyle govaksa bindi ve onlara bakmaksızın durdu. Dünya kararsızdı, şimdiye kadar ata dahi binmemişken bu garip hayvana nasıl binecekti. Neyse ki, Athena hayvana nasıl yaklaşması gerektiğini sabırla gösterdi, sanki daha önce bu hayvanlara binmiş gibi sakin ve anlaşılır şekilde nasıl anlattı. Hayatı boyunca sayısız boyutta savaşmış olan kadın çok çabuk uyum sağlıyordu, elbette pratik zekası da buna yardım ediyordu. Athena’nın yardımıyla binmişti ama korkusu hala geçmemişti. Athena tereddüt etmeden kolayca hayvana tırmandı ve usta hareketlerle yönetimi eline aldı.

Dea, Athena’yı yan gözle izliyordu, yardımsız govaksa binmesi bir yana duruşundaki asillik sanki tahtında oturan bir kraliçe edasını çağrıştırıyordu. İkisinin hazır olduğunu anlayınca, Tamon’a seslendi. Onun çağrısını duyan hayvan gevşekliğinden kurtularak canlandı ve koşarak onun hizasında durdu. Govaksın gemini hafifçe çekti.

“Ha!”

Hareketlenen hayvanın ardından geri kalanlar da bineklerine emir verdiler. Dünya ile Athena da onların hareketini taklit ederek peşlerine düştüler. Askerler öyle hizalanmışlardı ki, disiplinleri sayesinde onların hızına ayak uydurabiliyorlardı. İkisini de Dea’nın hemen ardında tutmaya özen gösteriyorlardı. Athena küçük bir birlik olsa da bu askerlerdeki disiplini takdir etti ama içinden. Hepsi komutanlarına inanılmaz saygı gösteriyorlardı, tavırlarından yansıyan otoriteyi hepsi kabullenmişti. Genç adam onların hayvanlara alıştığını düşünmüş olmalı birliği hızlandırdı. Bindikleri garip hayvana rağmen sürüşleri komik gelmiyordu.

Mola verdiklerinde bayağı yol almışlardı. Dünya zorlanarak govakstan indi. Athena bile kasılan kasları yüzünden rahat değildi. Virton hemen yanlarına geldi, ikisini serilen bir örtüye yönlendirdi. Adam yanlarından ayrılınca Dünya ona eğildi.

“Bunların da bir ortası yok.” Dedi kısık sesle. “Adamın binek için özür dilemesine ne dersin? Sanki başka bir seçenek varmış gibi.”

Athena gülmemek için dudağını ısırdı. Birlikten biraz ayrıydılar, kaçmalarından çekinmedikleri belliydi, sadece rahatsız etmemeye çalışıyorlardı. Komutanları da askerlerin arasındaydı. Kumanyalarını onlarla paylaşmışlardı, sade bir çörek, kurutulmuş hoş aromalı bir parça et ve içecek olarak su. Dinlendikten sonra anlaşmış gibi hepsi toparlandı ve yola çıktılar. Akşama kadar da arada yavaşlamak dışında hiç mola vermediler. Sonunda durduklarında, Dünya’nın bacaklarını kımıldatacak hali kalmamıştı. Yine de gururu gereği dışından değil içinden söylendi.

                                                *    *    *    *    *

Güneş batmak üzereydi ama hava hala ılıktı, uzun süredir yolda olduklarından terlemişlerdi. Banyo yapma imkanları olmadığından onlara verilen mataradan döktükleri suyla yüzlerini ve enselerini ıslattılar. Biraz olsun ferahlamışlardı. Askerlerin bazıları kamp yerini kurarken bazıları da ateş ve nevale ile ilgileniyordu. Athena ve Dünya ise geniş bir ağacın gövdesine yaslanmış oturuyordu.

“Adım atabileceğimi sanmıyorum Hena.” Diye mırıldandı. “Tüm karizmam bir günde yıkıldı.”

“Sen o karizmayı kapıyı bulamadığında kaybetmiştin, anahtar.”

Dünya şakacı bir tavırla onun omzuna vurdu. “Sen ve soğuk esprilerin!”

“Saptama tatlım bu espri değil.”

Dünya gözlerini devirip bakışlarını çalışan adamlara çevirdi. “Komutan ortalarda yok.”

Athena yorum yapmadı, Dünya söyleyince fark etti ki, gerçekten de adam geldiklerinden beri görünmemişti. Bineği ile hayvanı da yoktu. Yemek dağıtılırken anca çıktı geldi. Evcil hayvanına kamptan uzakta durmasını emrettikten sonra govaksını birine teslim edip Virton’un bulunduğu gruba doğru yürüdü. Oturması için hazırlanan kütüğün başında duraklayıp etrafa bakındı, ikisini görünce Virton’a dönüp bir şeyler söyledi. Aldığı cevaptan sonra yeniden onlara bakıp yaklaşmaya başladı.

“Sorgu zamanı…” diye fısıldadı Athena, ifadesini bozmadan.

Komutan ile Athena’nın düşünce tarzı ve stratejik tavırları birbirine çok benziyordu. Dünya ona baktı ve bir süredir düşündüğü fikri açıkladı. “Bu yakışıklı kime benziyor sence?”

“Kime?” dedi Athena ama cevap alamadı.

“Dinlenebildiniz mi?” dedi genç adam onlara yaklaşırken.

“Evet.” Dedi Athena soruyu geçiştirmek için. “Keyfimiz yerinde, ilginize ihtiyacımız yok.”

Komutan tepeden konuşmamak için tek dizinin üstüne çöktü ve kibarlığını bozmaksızın konuştu. Sanki az önce azarlanmamıştı. “Yemek için bize katılır mısınız? Eğer isterseniz burada da ayarlayabilirim. Utanmayın, lütfen.” Dedi ve meydan okuyan bakışlarını ona çevirdi. “Çekiniyor olma ihtimalinizi saygısızlık olarak almayacağıma emin olun. Görgü konusunda eksik olmanızı hoş gördüğümüzü söylersem, umarım rahat davranırsınız.”

“Çekinmek mi?” dedi Athena yüzünü buruşturarak. “Aklınca kibar kelime oyunlarıyla haddimizi mi bildiriyorsun! Bana meydan okuma!”

Dea’nın gözleri ışıldadı, gülümsememek için boğazını temizledi ve duruşunu düzeltti. “Zekân karşısında dilim tutuldu.”

“Kaşınıyorsun dostum.” Dedi Dünya adamı uyarmak için. “Basit bir yemek davetini katliama çevirmeyelim.”

“İşini kolaylaştıralım.” Dedi Athena doğrularak. Bağdaş kurdu ve doğruca adama baktı. “Sorularını sor ve herkes rahatlasın.”

Genç adam ona bakarken bir süre düşündü, sonrasında yumuşak bir tonda konuştu. “Yemekten sonra ilginize ihtiyaç duyan ben olacağım.” Dedi ve ayağa kalktı. “Buyurun, lütfen.”

Adam arkasını dönüp Virton’a doğru yürürken Athena içini çekti ve sinirle fısıldadı. “İnanamıyorum adam banyo yapıp gelmiş.”

Dünya onun ardından ayağa kalkarken hayretle fısıldadı. “Nereden anladın?”

“Ter kokmuyor ve saçları nemli! İnsan bize de teklif eder! Bencil herif, bir de bize barbar diyor!”

Dünya kadının dikkatine hayret ederek yürüdü. Aklına yine Ares geldi ve onun baştan çıkarıcı kokusu, altın gözleri, gülümsemeyle süslenen muhteşem dudakları… Çok özlemişti. Onu ve çocukları bu kadar uzun süre görmediği hiçbir zaman olmamıştı. Ne yapıyordu acaba şimdi? Tatlı eşine bir sarılsa çektiği tüm sıkıntıları anında unutacağını biliyordu, o yüzden moralini bozmadan bir çare aramaya devam etmeliydi.

Askerlerden ayrı kendi küçük gruplarında sessizce verilen yemeği yediler. Virton onları rahat ettirmek için dört kişilik bir ortam ayarlamıştı ve oturacakları yerlere örtü serdirmişti. Athena rol yapmadıklarını düşünmeye başladı, bunlar gerçekten de Dünya’nın anlattığı elfler olabilirler miydi? Fakat olağandışı bir şansla bir araya gelen adamların yüz güzelliklerini saymazsa, genel fiziksel özellikleri insana benziyordu. Erkekleri böyle güzelse, acaba kadınları nasıldı? Yemekten sonra Virton yanlarından ayrıldı ve nöbet durumlarını iletmek için askerleri toparladı. Ateşin başında üçü kalmıştı.

Sıcak ateşin ve ılık havanın etkisiyle bunalan Dea, ceketini üstünden sıyırdı ve kenara bıraktı. Kemerine takılı ikiz hançerlerini de çıkardı ve ceketinin üstüne bıraktı. Athena’nın hançerlere attığı bakışı yakalayınca takılmadan duramadı.

“İstemsiz oluyor, değil mi?” Athena şaşaladı ve ona bakınca Dea ekledi. “Silah görünce dayanamıyorsun.”

Athena umursamaz bir tavırla başını doğrulttu. Bu adamı silahsız da alaşağı edebilirdi ama şimdi hiç sırası değildi. Hançerler ilgisini çekmişti çünkü öncelikle tedbirsiz sandığı adamların gizli silahları olduğunu anlamıştı ve bu hançerler basit bir silah değildi. Çok zarif kınlara sahiplerdi ve birbirinin tıpkısı olmaları özel yapım olduklarını ilan ediyordu. Güçlü bir metalden yapıldıklarını tahmin etti. Sormamak için kendini zor tuttu çünkü Dea’nın gizlemeye çalıştığı merakı hissetmişti. Genç adam onun tepkisini izliyordu ama neden?

“Saldırıya uğramaktan korkmuyorsunuz sanırım komutan?” dedi Dünya sohbet açmak için.

“Komutan ne demek?”

“Ah! Şey, askerleri yöneten liderlere biz komutan deriz.” Diye açıkladı Dünya. “Sanırım bazı terimler iki taraf için de yabancı geliyor.”

“Anladım.” Dedi Dea yumuşak bir sesle. “Alışana dek sorularımız olacak elbette.”

“Alışmak mı?” dedi Athena. “Birbirimizi kandırmayalım, tüm bu kibarlıklarının sonucunda bizi bir zindanda çürümeye terk edeceksin. Sana baştan söyleyeyim, bizden öğreneceğin hiçbir şey işine yaramayacak. O yüzden o kibarlık maskeni çıkar artık çünkü sinirimi bozmaya başladın. Yolculuk için teşekkür ederim ama gereksiz konuşmalarla beni yorma. Net olursan, ikimiz için de daha kolay olur.”

“Ne kadar zor bir kadınsın…” dedi doğal bir şekilde ona söylenen kadını dinledikten sonra. “Nerdeyse senin için üzüleceğim.”

“Sen kimsin ki!” dedi Athena gayet sakin bir şekilde adama dönerek.

Dünya araya girmekten yorulmuştu ama bir kez daha denedi. “Aslında, olanlardan sonra biraz gerginiz komutan… Şey, adını hatırlayamadım.”

“Dea.” Dedi bakışlarını Dünya’ya çevirerek. “Sadece Dea diyebilirsiniz, tam ismim ve unvanım zor geliyordur.”

“Teşekkür ederim Dea.” Dedi Dünya ve devam etti. “Dediğim gibi, gerginiz çünkü anlamadığımız bir sebepten dolayı hiç bilmediğimiz bu ülkeye yönlendik. Çıkış yolunu da bulamıyoruz.”

“Her şeyi açıklamana gerek yok Dünya, hak etmiyorlar.” Dedi Athena araya girip. “Ayrıca ben de onlara güvenmiyorum.”

“Yabancı olan sensin ve bize mi güvenmiyorsun? İlginç! Yanlış hatırlamıyorsam, askerlerime saldıran sendin!”

“Bizi hapseden de senin askerlerindi!”

Dea gözlerini kıstı. “Sen nasıl davranırdın?”

Athena kaşlarını çattı ve dudaklarını sıktı. “O kadar mantıksız davranıyorsun ki, sana normal bir cevap veremiyorum. Madem kibar davranacaktın, bizi neden bağlayıp odada bıraktın.”

“Benim emrim değildi ve bu disiplinsizlik cezalandırılacak. Diyarımızda birden ortaya çıkan insanlar hayırlı karşılanmaz.” Dedi ve üstüne basarak ekledi. “Özellikle garip kıyafetli faleymi sarhoşu iki kadın oldukça şüphelidir.”

“Alay etme komutan!” dedi Athena iyice gerilerek.

Dea nefeslenip başını salladı. “Ne kadar aksi!” diye mırıldadı.

Dünya, Athena’nın patlamak üzere olduğunu anlayınca hemen müdahale etti. “Hey, biraz işbirliğinin sakıncası olmaz Hena.”

Sözleri çok hoşuna gitmişti. Karşılaşalı kısa bir süre olmuştu ama nedense bu ikisine alışmıştı. Athena’nın tersliği bile eğlenceli olmaya başlamıştı. Kendini tutamadı.

“Hena mı? İsminin Athena olduğunu sanıyordum.”

“Senin için Athena!” dedi kadın sinirini zor zapt ederek. “Bana asla Hena diyemezsin.”

Dea dayanamadı, önce gülmeye başladı derken gülümsemesi kahkahaya dönüştü. Ve evren değişti… Kelebekler her yeri istila ederek kainat bin renkli gökkuşağına dönüştü.

Athena karşısında rahatça gülen adama bakarken göğsünde bir sıcaklık hissetti, ısı yükselerek yanaklarını sardı ve yanlarında yanan ateş bile zayıf kaldı. Muhteşem dudakları aralandı ve düzgün beyaz dişleri meydana çıktı. Gülümsemesi yükseldi, mavi-yeşil birer güneşi andıran gözlerini parıltıya boğarak kısılmasını sağladı. Teni ay ışığı ve ateşle yıkanırken insan dokunma isteği ile dolup taşıyordu. Başı dönmeye başlayan Athena parmaklarını oturduğu örtüye geçirip tüm gücüyle sıktı. Bu adamın bu denli kusursuz olduğunu nasıl fark etmemişti? Elmacık kemikleri ve çene hattı kusursuzdu, gülümsemesini hapsetmeye çalışan dudakları… Düzgün ve orantılı kaslarla bezenmiş çekici fiziği, duruşu ve keskin zekası… Athena yutkundu, bakışlarını genç adamdan alamıyordu. Tüm dünyasına egemen olmuştu, sanki başını nereye çevirse onu görecekti.

“Dea…” neden seslendiğini bilemeden genç adamın ismini dillendirdi. Tekrarlamamak için kendine zor engel oluyordu.

Dünya anlık gelişen değişimi hissetmişçesine, Athena’nın yüzüne doğru eğildi ama kadının tüm ilgisi Dea’daydı. Ve yüzü… Karşısında kanlı canlı bir melek görmüş gibi huşu içinde adamın gülümsemesini izliyordu. Delirmiş olabilir miydi acaba? Onu dürttü ama cevap alamadı, hala Dea’ya bakıyordu. Kesin öldürecek diye hayıflanarak koluna doğru uzanmışken Athena dua misali içtenlikle fısıldadı.

“Dea…”

Genç adam uzun zamandır tuttuğu kahkahanın aşırı olduğunu fark etmişti, durmak için zorlandı. Ona meraklı bir ifadeyle bakan askerler işlerinin başına geri dönerken ancak susmuştu ki, tepkisini beklenmedik karşılayanın sadece askerler olmadığını fark etti. Öfkeli gözlerle yüzleşeceğini düşünürken baygın bakışlarla karşılaştı ve kadın onun ismini fısıldadı. İyice batırmıştı anlaşılan. Ellerini kaldırdı.

“Özür dilerim. Niyetim alay etmek değildi, Athena.”

“Hena.” Dedi Athena yanaklarını saran ısıyla soluksuz kalmıştı. “Hena diyebilirsin.”

Dea şaşaladı ve yardım istercesine Dünya’ya baktı. Dünya boğazını temizleyerek Athena’nın koluna asıldı. Ayağa kalkmamak için direnen kadının kolunu çekiştiriyordu.

“Bize biraz izin verir misin? Hena! Benimle gelir misin?”

Kısa bir an direnen Athena sonunda pes etti ve Dünya’nın peşinden gitmeden önce Dea’ya döndü. “Sakın bir yere gitme. Benim de sorularım olacak!”

Kamptan yeterince uzaklaştıklarına kanaat getiren Dünya, hala Dea’ya bakmaya çalışan Athena’yı kendine çevirdi.

“Senin neyin var? Birden ne oldu ya!”

“Bir şeyim yok, harikayım. Görmüyor musun? O, çok yakışıklı ve akıllı… Neden böyle düşündüğümü ya da neden daha önce düşünmediğimi bilmiyorum ama aniden farkına vardım ve şimdi ise kendime engel olamıyorum.”

“Yakışıklı olduğunu söyledim zaten de… Neden kendine engel olamıyorsun? Oyun mu bu? Adamla dalga mı geçiyorsun ki, bence bu tavır oldukça haksız bir hareket olur.”

“Gayet ciddiyim Dünya.”

Dünya dikkatle kadının gözlerine baktı, herhangi bir ipucu bulabilmek için ama garip bir neşeyle parıldayan bakışlar haricinde bir şey bulamadı. Kollarından tutup heyecanlı ifadesine bakarken söylendi.

“Seni en son bu halde gördüğümde Apollon’un tatlısına müshil ilacı atmıştın.” Dedi dişlerinin arasından. “Bu kez mutluluğunun sebebi ne?”

Athena, omzunun üstünden genç adama doğru baktı. “Sebebi orada oturuyor.”

“Adamı dövmenden korkuyorum, lütfen, yapma. İşleri karıştırırsın.”

“Uyumlu davranalım diye anlaşmadık mı? Şimdi Dea’yı dövmek yerinde övmemden neden rahatsızsın?” dedi Athena. “Kahretsin, onun yüzünden kelime oyunları yapıyorum. Bir insan bu kadar çekici nasıl olur?”

“Hena! Yeter artık!” dedi ama ne fayda oyunundan vaz geçmiyordu. Onun kollarını serbest bıraktı ve bıkkın bir sesle konuştu. “Bence biraz uyumalıyız, ben çok yoruldum.”

“Uykuyu boş ver.” Dedi ve oturdukları yere dönmüştü ki, Dea’yı göremedi. “Nereye gitti bu adam?”

Zamanında kaçmıştı. Athena’nın onu kampta aramasını izlerken ne düşüneceğini bilmiyordu. Sorgudan kaçmak için bu oyunlara ne gerek vardı anlayamadı. Kurnaz kadın resmen onunla dalga geçiyordu. Buz gibi soğuk bakışlar aniden yanan bir aleve dönüşmüştü. Aslında kaçması mantıksızdı ama bu gece baştan beri saçma geçiyordu ve Athena ile yeniden yüzleşmekten çekiniyordu. Zaten son kahkahasından sonra ikisinin yanından uzaklaşması askerlerinin dikkatinden kaçmamıştı. Tamon’u alıp uzaklaştı, hançerleriyle biraz alıştırma yaptıktan sonra nefes nefese kalmıştı. Tembellik yapan hayvanın yanına çöktü. Gözlerini kapatıp başını ağaca yasladı ve soluğunu toparlamaya çalıştı.

“Seni merak etmeye başlamıştım, neyse ki buradaymışsın.”

Adım seslerinden kimin geldiğini zaten anlamıştı. Gözlerini açmadan seslendi. “Nöbetçileri değiştirdin mi?”

“Az önce kontrol ettim, sorun yok.” Dedi Virton ve yanına oturdu. “Sanırım haklısın, bu kadınlar taşıdığımız vergi altınları ile hiç ilgilenmiyorlar. Hırsız olmaları her bakımdan mantıksız.”

Dea başını sallayıp gözlerini açtı. “Zaten son vergileri de alıp doğrudan şehre gideceğiz. Sen yine de dikkatli ol, çok garip davranıyorlar. Onlar hakkında bir türlü karar veremiyorum.”

“Annen vergi kafilesine katıldığın için zaten sinirlenmişti. Bir sebepten dolayı saraydan uzak durmaya çalıştığını anladı bence.  O kadar sıkıntının üstüne bir de nereden geldiği belli olmayan iki yabancı kadının varlığından hoşlanmayacaklar. Nasıl açıklayacaksın?” dedi Virton ve cevap beklemeden devam etti. “Casus olma ihtimali hala var, belki bu ihmal yüzünden sen ciddi bir ceza almazsın ama kadınları yakalayan askerler kolay kurtulamazlar.”

“Hep kötüyü düşünmek zorunda mısın?” dedi ve tek hamlede ayağa kalktı. “Kampa dönüyoruz Tamon, bu karamsarı burada bırakalım.”

Hayvan emri ikiletmeden ayağa kalktı ve Dea’nın yanında yürümeye başladı.

“Karamsar değilim.” Diye peşine düştü. “Bu arada yemekten sonra size ne oldu öyle. Kadına ne söyledin de, sonra kaçacak delik aradın?”

Soru rahatsız etmişti, cevaplamadı çünkü ne olduğunu o da anlamamıştı. Sabaha kadar Athena’nın sakinleşmesini ummaktan başka çaresi yoktu, yoksa önündeki iki gün çok uzun geçecekti. Saraya döndüğünde ise… Günleri olması gerekenden daha acılı ve uzun geçecekti.

                                            *    *    *    *    *

Athena sabah uyandığında midesindeki kelebekler uçmaya devam ediyordu, yatmadan önceki kadar heyecanlıydı. Nasıl sakinleşeceğini de bilmiyordu. Aklı fikri Dea’daydı, genç adamı görme heyecanıyla baş etmeye çalıştı, ne fayda! Hala uyuyan Dünya’ya baktı. Henüz erkendi, güneş doğmamıştı. Rahatsız etmemek için küçük çadırdan çıktı ve serin havayı içine çekerek gerindi. Bu boyutun havası çok hafifti ve güzel kokuyordu. Yine de Olimpos’a dönmeyi isterdi. Yani dün geceye kadar çok isterdi, şimdi bu boyut da gözüne hoş geliyordu.

Onun dışarı çıkışıyla kamp biraz daha hareketlendi, yere saplanmış meşaleler sayesinde kamp aydınlıktı. Askerlerin kampı toplamaya başladıklarını gördü, erken yola çıkılacaktı. Gözleri istemsizce Dea’yı aradı ama genç adam ortalıkta görünmüyordu. Acaba onları geride bırakıp yola devam mı etmişti? Kalbi sıkışır gibi oldu ve bu histen nefret etti. Hayatında hiç hissetmediği duyguları tanımakta ve adlandırmakta zorlanıyordu, açıklamak zordu ama verdiği mutluluk bağımlılık yaratıyordu.

Kampta öylesine dolanmaya başladı, arada yanlış yapılan bir şeyi düzelttiriyordu veya toplanmalarına yardım ediyordu. Sonuçta defalarca bu tarz kamplarda bulunmuştu, eşyaların düzgün istiflenmesi konusunda bilgiliydi. Güneş ışıklarını yaymaya başlarken kamp onların çadırı dışında toplanmıştı. Athena, Dünya’yı uyandırmaya giderken kısa süreliğine olsun aklını Dea’dan uzaklaştırmayı başardığını fark etti. Belki dün geceki anlık bir duygusallıktı, kalbi inkâr etse de beyni bu fikre inanmaya çalıştı. Çadırın girişinden kaybolduğunda iki çift gözün onu izlediğinden habersizdi.

Dea kollarını kenetleyerek gizlendiği ağacın ardından çıktı ve Virton’un yanında durdu.

“Sandıklarla ilgilenmedi bile.” Dedi ve iç geçirdi. “Keşke çalmaya çalışsaydı.”

Virton güldü. “Elbette bunu isterdin, kararını kolaylaştırırdı.” dedi ve omzunun üstünden ona baktı. “Çözülmesi zor bir bulmaca!”

Dea adama seslendi. “Ben önden gidiyorum, vergi binasında buluşuruz. Gelmeden önce hepsini hana yerleştir, sandık odasına dört adam bırak.”

“Emredersin.” Dedi Virton yürümeye devam ederek. Fısıldadı. “Kaç bakalım.”

                                            *    *    *    *    *

O sırada Olimpos’un merkezindeki taş odada acil durum ilan edilmişti ama hiç ipucu bulunamamıştı. Ares öfkeden deliye dönmüştü, uykusuzluk ve açlık bile enerjisini azaltmamış, tüm hiddetini kusmak için bir kurban arıyordu. Haber vermeksizin nereye gitmişlerdi ve neden bir iz bulunamamıştı? Dünya bir anahtar olarak çok yetenekliydi ama kapalı duran bir boyut yoktu ki, onun enerjisinin izini kaybetsin. Tüm risklere rağmen tüm boyutları açmışlardı, yine de iki kadından iz yoktu. İlk gün diğer evlerden habersiz kendileri bir araştırma yapmışlardı ve döneceklerini ummuşlardı ama haber çıkmayınca, Ares tüm gücünü evlerin üzerine yaymış ve iradelerini zorlamaya başlamıştı.

“Ares.” Diye adama yaklaştı Artemis. “Bence biraz sakinleşmeli ve bakış açını değiştirmelisin.”

Ares eriyik altına dönmüş gözlerini kadına çevirdi. “O beni terk etmez.”

Omuzları düşen Artemis dudağını büktü. “Terk etse yanında Hena’yı götürmezdi. Aptallık etme Ares, onun görümcesi yahu!”

“İnan eğlence modumda değilim Artemis.” Dedi Ares dolanmaya devam ederek. “Solan nerede kaldı?”

“Gelir birazdan.” Dedi Artemis, Ares’in yaydığı güç öylesine baskındı ki, yanında nefes almak zorlaşıyordu. Çocukların Sedef’te olmasına sevindi, burada olsalardı Olimpos’un enerjisinden rahatsız olabilirlerdi. “Ares, bakış açısı demişken Dünya’nın yeteneğini kullanamayacağı bir boyut var mı? Ya da yönlenmenin zor olduğu bir boyut…”

Ares hızla ona döndü ve derin bir nefes alıp kadına yaklaştı. “Ritüeller!” dedi neredeyse sırıtarak. “Artemis sen mükemmelsin!”

Ona çabucak sarılan adam aniden ortadan kaybolunca Artemis sırıttı ve saçlarını eliyle savurdu. “Mükemmel de laf mı bebek!” dedi ve durakladı. “Ama bana hiçbir şey açıklamadın ya!”

Hiç yorum yok:

Seri Hikayelerin Düzeni

TUTSAK SERİSİ 1. Kitap    Tutsak 2. Kitap    Anahtar 3. Kitap    Dünya 4.Kitap    Cehennem Hikayelerin dizilişi bu şekildedir. Diğer ...