BEKLENMEDİK ATAK
Bir hafta olmuştu yola çıkalı ve Tardus doğru iz üzerinde olduklarından bile pek emin değildi. Üstün iz sürme yeteneklerine karşın; bir yandan bu anlamsız görevin kendisine neden verildiğini sürekli sorgulamaktan, diğer yandan da kendini bu sorgulamadan alıkoyma çabasından dolayı, bir türlü dikkatini toparlayamıyordu.
Daha önce de zor görevler almıştı, ama böyle bir görev ilk kez kendisine ve ordusuna verilmişti. Tamamen anlamsızdı, asıl düşmanları kuzeyde hiç olmadıkları kadar güçlü bir biçimde dururken ve en etkin askeri birimin, kendi ordusu olmasına rağmen; neden bu görev bir başkasına değil de kendisine verilmişti, bir türlü anlayamıyordu. Yine de emri ancak kafasında sorgulayabilirdi Tardus, daha fazlasını düşünmeyi aklının ucundan bile geçirmezdi. Kral Marin'di ve o bir emir verdiyse, bu yerine getirilecekti. Yine de kadınların, çocukların öldürüldüğü, köylerin yağmalandığı, bebeklerin babasız bırakıldığı topraklarda kendilerine ihtiyaç varken...
Daha fazla düşünmemeye çalıştı dev komutan, galiba en doğrusu, verilen görevi süratle yerine getirip kendilerine asıl ihtiyaç olan yere, savaş meydanına geri dönmekti. Bunun için de artık sorgulamayı bırakıp hızla yapması gerekene odaklanmalı, izlerini bulup o ikisini yok etmeliydi. Sonra Priest'e dönmeyerek hızla kuzey batıya doğru hareket eder, kaybettiği zamanı sürpriz bir saldırıyla kapatabilirdi.
Henüz detaylarını düşünmemişti ama kendi ülkesiyle neredeyse komşu haline gelmiş Kursk ülkesinin bağlantı noktasına bir saldırı düzenleyerek aradaki bağı keser, sonra da Priest'e geri dönüp kalıntıları temizlerdi. Kral Marin'in kendisine söylediği savunma gücüyle birleştikten sonra da, en azından ana ordu gelene kadar insanlarının hayatını biraz olsun güvence altına alabilirdi.
Kral Marin'in gözü, şu sıralara kardeşinden ve kayıp kılıçtan başkasını görmüyordu, o yüzden mantıksız kararlar veriyordu. On dokuz sene önce kaybolduğu söylenen, Phreal adında bir kılıçtan bahsediyordu herkes. Tardus, buna inanmıyordu, yine de kendisine öğretilen şey, mutlak itaat olduğundan, asla karşı gelmeyi düşünmemişti.
"Stear'ı istiyorsa gelsin alsın." diye geçirdi zihninden, "Ben, bana verilen görevi yerine getirip asıl işime dönerim."
Bu sırada, arka sıralardan tanıdık bir ses yükseldi:
-"Komutan Tardus sanırım yanlış yoldayız, şu yönde yanan bir şeyler var. O tarafa gitmeliyiz. Dumanları izlersek, yağmacıları daha kolay bulabiliriz."
-"Doğru yoldayız Maxiel. Görevimiz yağmacılar değil."
Başka bir ses daha yükseldi, adı Lance olan savaşçı:
-"Nasıl yani, düşmanın bu kadar yakınından öylece geçip gidecek miyiz? Orada suçsuz insanlar ölüyor komutan!"
-"Çenenizi kapayın ve beni izlemeye devam edin. Bir görevimiz var ve onu yerine getirene kadar duramayız. Hiçbir şey için!"
Tardus'un son cümlesindeki "Hiçbir şey için" kısmını vurgulayarak söylemesi, ordudaki herkesi şaşırtmıştı. Homurtular arasında ilerlemeyi sürdürüyorlardı. Lance, yavaşça Maxiel' e yaklaşıp:
-"Dostum, Tardus'un nesi var? Orada Kurskların olduğu gün gibi ortada. Onu ilk kez böyle görüyorum."
-"Ben de bilmiyorum. Onu çocukluğundan beri tanırım. Cylex birliklerine de daha çocukken birlikte katılmıştık. Kral Marin'le görüştükten sonra yola koyulmaya karar verdi. Kral, ona ekstra bir görev vermiş olmalı. Her neyse, o sonuçta bizim komutanımız. Yetki onda olduğuna göre sorumluluk da onda."
-"Yine de ben o köye gitmeliyiz diye düşünüyorum. Bu gece yarısı gidip bir göz atacağım. Belki de tek başıma halledebileceğim bir şeydir. Böylece hem göreve devam edebiliriz, hem de benim vicdanım rahat olur. Yoksa ben bu gece uyuyamam dostum, bir mil ötemizde lanet Kursklar köy yağmalayıp çocukları öldürürken ben yoluma devam edemem."
-"Lance! Lanet olsun sanki aklımı okuyorsun dostum."
İki savaşçı birbirlerine gülümsedi.
***
Gecenin çökmesiyle birlikte, Cylex ordusunun kurduğu kampta, çok dikkatli gözlerin bile güçlükle seçebileceği iki karartı, yavaşça ağaçların dibine doğru sürünerek hareket ediyordu. Çok dikkat etmek zorundaydı iki arkadaş, Tardus onları bu halde yakalarsa ne yapacağı bilinmezdi. Ağaçları hızla sürünerek geçtiler, araya yeterince mesafe koymuşlardı ancak yine de nöbetteki askerler de onları fark edebilirdi.
Bir süre daha göğüslerini yerden kaldırmadan ilerlediler. Mesafe yüz metre civarına yaklaşana kadar, kendilerini riske atmadan sürünmeye devam ettiler. Sonunda Maxiel ayağa fırladı ve hızla koşmaya başladı, peşi sırada Lance. Şimdi hem Kursklarla biraz idman yapma şansı bulacaklar, hem de masum insanların hayatlarını kurtararak kahramanlık yapacaklardı. Üstelik bunu yapmak için önlerinde şafağa kadar uzunca bir süreleri vardı, Tardus'a yakalanmadan geri dönebildikleri sürece hiçbir sorun olmayacaktı.
Dumanların çıktığı o köye benzeyen yerde kaç tane Kursk olabileceği, ya da kendilerine tehdit olup olamayacağını akıllarına bile getirmiyorlardı, çünkü savaşmak için gereken tüm donanıma sahiptiler. Onlar, belki de yeryüzünün en seçkin ordusuna mensup iki kişiydi, yani ikisi de birer ordu gibiydiler. Kendilerinden son derece emin bir biçimde koşmayı sürdürdüler.
Birkaç dakika sonra varmaları gereken yere yaklaştıklarında, burunlarına gelen ince yanık kokusuyla yavaşladılar. Maxiel, nefes nefese arkadaşına baktı. Bir şeyler oluyordu orada. Tuhaf sesler duyuyorlardı, kılıç ve mızrak sesleri. Lance'nin yüzünde tuhaf bir gülümseme belirmişti, mutlu olmuştu sanki adam.
-"Sonunda. Birkaç Kursk haklayabileceğiz dostum." diye mırıldandı.
Yine de Maxiel'in içi hiç rahat değildi. Bir şeyler dönüyordu ilerideki koruluğun arkasında ve bunun Kursklarla ilgisi olduğunu pek sanmıyordu.
-"Yine de dikkatli olmalıyız. Sessiz ol biraz."
İkili yeniden yere yattılar ve sürünmeye başladılar. Koruluğa kadar geldiklerinde yavaşça otları araladılar, gördükleriyle neredeyse dilleri tutulmuştu. Atın üstünde bir adam vardı ve bir kadınla konuşuyordu. Karanlıkta seçilmese de adamın zırhı, ay ışığında adeta göz alıyordu. Bu kadar parlak ve geniş zırh giymek, çok eski bir Priest âdetiydi. O zırh ne kadar geniş ve parlak olursa, giyen kişinin de o kadar yüksek rütbeli bir komutan olduğu varsayılırdı. Birbirlerine şaşkınlıkla baktılar ve aynı kelime ikisinin de ağzından, yine aynı anda döküldü:
-"Brox!"
***
Minik bir kan gölüne dönüşmüş otların üzerinde yatan beş paralı asker ve onlardan daha fazla dikkat çeken parıl parıl yanan bir çift yeşil göz, Brox'u inanılmaz heyecanlandırmıştı. İlk iki askerinin ölümü sırasında duyduğu yoğun şaşkınlık, yerini üçüncüde korkuya, dört ve beşincide de böylesi bir rakiple uzun zamandır karşılaşmadığını anımsayarak heyecana bırakmıştı. Adam inanılmazdı; gece karanlığında zaten azalan görme yetisi, barbarın hızı ve çevikliği karşısında hepten yok olmuş, sadece yere yığılan beş adet zırhın tınısı gelmişti kulaklarına.
Lea ise gerçek anlamda şoktaydı. Muhtemelen kılıç kullanmayı bile bilmediğini düşündüğü adam, bir kasap rahatlığıyla beş kişiyi gözünü bile kırpmadan öldürmüştü, üstelik son derece profesyonel beş kişiydi bunlar. Kaşındaki seğirmenin durduğunu gördükten sonra bir daha yüzünü görememişti adamın, birkaç saniye sonra kanlı bir yüzün altından çakmak çakmak yanan iki yeşil maden bile onu kendine getirmeye yetmemişti.
Barbar, çıldırmış gibiydi, her an her şeyi yapabilecek birine benziyordu bu haliyle. Lea, yine de kendini hiç hissetmediği kadar yakın hissediyordu şimdi adama, sanki ruhları bütünleşmeye çalışıyordu. Tuhaf bir ironiyle, genç adam hakkında hiçbir şey bilmediğini fark etti. Ne adını biliyordu, ne nereden geldiğini ne de nereye gitmekte olduğunu.
Tek bildiği, zaman zaman daha önce hissetmediği ama Beatrice' nin anlatırken bile yüzünün kızardığı "şehvet " dediği o tuhaf duyguyla, adamın kaslı vücudunu izlerken, kendini birkaç kez yakalamasıydı. İlk kez farklı bir özelliğini görüyordu adamın, kabalığı ve bir savaşçıyı andıran kasları dışında, andırmaktan ziyade gerçek bir savaşçı olabileceğini düşündü. Yine de boğazına dayanmış beş mızraktan nasıl kurtulup da o askerleri öldürebildiğine hala akıl erdiremiyordu.
Tung, yavaşça Brox ve Lea'nın bulunduğu yere doğru hareketlendi. Tamamen kendini kaybetmişti artık, gündüz yaşadığı bastırılmışlık, sanki onu daha güçlü kılmıştı. Kolundan ince bir şerit halinde sızan kan bile hoş bir iç gıcıklanması hissi veriyordu adama. Gece yarısı olmasına rağmen, onun gözündeki gece neredeyse gündüz gibiydi. Bu yüzdende tam kuzey doğusundan üzerine dörtnala gelen atı görmek, onu hiç zorlamadı bile. Olduğu yerde durdu, mızrağını düşmanına saplamak için kendi soluna doğru yatmaya çabalayan askerle göz göze geldi bir an, ama duruşunu hiç bozmadı.
Lea, tamamen gerilmiş vücuduyla adeta yaprak gibi titriyordu. Yine donup kalmasından korkuyordu adamın, çünkü bu sefer sadece sıyıran bir okla kurtulamayacağı açıktı. Tung halen hareketsiz bekliyordu, sağ dizini kırmış, sol bacağını ise arkaya doğru açmış, sanki üzerine esnemiş, garip bir duruş almıştı. Aynı anda, öndeki dizine yüklenip kendi ekseni etrafında, olabildiğince hızlı, yarım tur dönerek esnettiği bacağını, düşmanının geliş yönüne doğru çevirdi ve bir anda dibine kadar gelmiş olan atın adeta altına girmiş oldu. Sağ elinde tuttuğu kılıç da böylece daha geniş bir açıya ve daha güçlü bir vuruş kabiliyetine ulaştı.
Eski bir asker olan Brox bile adamın ne yapmaya çalıştığını hemen anlayamamıştı, sadece izliyordu ve hayreti, hareket etmesini engelliyordu. Tung, yeni oluşturduğu açıyla ölümcül kılıcını, atın ön dizlerine olanca gücüyle vurdu ve hayvanın iki ön bacağını anında biçti. O hızla duramayan at, zaten artık ön bacakları da olmadığından, acıyla kafasının üzerine doğru kapaklanmakta iken atın üzerindeki paralı asker de, hafifçe havalandı ve öne doğru tamamen savunmasız bir biçimde yere çakıldı.
O hızla yere düşmesiyle birlikte, şimşek gibi çakan bir göğüs acısıyla beraber ağzına gelen bakırımsı kan tadı, ona kırılan birkaç kaburga kemiğini anlatıyordu adeta. Asker ölümünün nasıl olacağını merak etmeye başlamıştı ki, yere düştükten birkaç salise sonra, atın kalçası da tam sırtının üzerine gülle gibi inerek bu merakını da sona erdirdi. Kılıcıyla adama dokunmadan onu kendi atının altında, tüm kemiklerini kırarak öldürmüştü Tung. O ana kadar ona şaşkınlıkla karışık, kıskanç bir hayranlık duyan paralı askerler ve komutanı, artık sadece korkuyorlardı.
Tung, Lea ve Brox'a doğru yürümeye devam etti. Sanki az önceki şeyi yapan kendisi değilmişçesine rahatça ve hatta aldığı hazla neredeyse kırıtırcasına keyifle ilerliyordu. Ay ışığının geniş göğsü ve karın kasları arasındaki gölge oyunları, Lea'nın yeniden yüzünün kızarmasına ve şaşkınlığının yerini müstehcenliğin getirdiği o yoğun utanca bırakmasına yol açtı.
Bu kadar kanlı bir sahnenin içine böyle saçma sapan, normalde aklının ucundan bile geçmeyecek bir hissi getirmesi, genç kızda mide bulantısıyla karışık bir açlık hissi oluşturuyor, ama her geçen an da durumun çekiciliğini arttırıyordu. Yavaşça Brox'a döndüğünde, adamın yüzündeki sarı rengin karanlıkta bile çok net fark edildiğini hayretle gördü.
Adamın yüzüne gülümsedi Lea, altında bir sürü şey taşıyordu, ama karşısındakine acıdığını ve onun yerinde olmak istemediğini de anlatıyordu bu bakışı. Daha da kötüsü Brox da biliyordu bunu ve çaresizliği onu iyice takatsiz bırakıyordu.
Büyük bir kabullenmişlikle kılıcını yavaşça kınından çekti eski komutan. Kendisine bağlı paralı askerlerin halen komutanıydı gerçi, bir anda aklına onlarca askerinin etrafta olduğu geldi. Kafasını kaldırıp onları aradı gözü, ama hepsi adeta korku ve şaşkınlıkla oldukları yere çakılıp kalmışlardı. Hiç biri hareket etmiyordu ve adam daha sadece altısını devre dışı bırakmıştı. Bu bile yetmişti sanki.
Lea'nın yüzüne baktı, adeta kendine doğru yağan acımayı tüm iliklerinde hissetti. Ama kendisi Brox'du, eski batı orduları komutanı. Asla korktuğunu belli edemezdi. Yine de şu bir gerçekti ki, adamın kabiliyeti karşısında kendisine iyi bir rakip bulduğunu düşünüp heyecanlanmıştı önce. Ama şimdi anlıyordu ki, bu şey her ne ise, bir insandan çok daha güçlüydü ve Brox'un sınırlarını aşan bir şeyler vardı onda.
Genç adamın adeta yeri sarsan uzun yürüyüşü, sonsuza kadar uzayacak gibiydi, elinde tutmakta olduğu kılıcın ucundan damlayan kanda, kendi sonunun bir göstergesi gibiydi. İlk kez bu kadar korkuyordu Brox, neredeyse dizlerinin bağı çözülecekti. Çok büyük savaşlar görmüş, devasa ordularla çarpışmış ve çok yetenekli savaşçılar tarafından defalarca kez öldürülmenin kıyısına gelmişti ancak hiç birinde böyle şeyler hissetmemişti. Bu duyguların normal olmadığı açıktı, sonuçta ilk kez iyi bir savaşçı görmüyordu, onu asıl endişelendiren göğsünün orta yerine gelip oturan bu yoğun korkuydu.
Lea, seçenekleri düşünüyordu. Bu adam nasıl bu hale gelebilmişti, bunu sonra düşünecekti. Ama şimdi önemli olan bu kadar çok askere karşı neler yapacağıydı. Hepsi oldukları yerde duruyordu, korktukları açıktı, ama komutanlarının başına bir şey geldiğinde ölesiye savaşmaya başlayacaklardı. Derinlerinde bir kırılma hissetti Lea, ruhundan geliyordu sanki. Bu öyle bir kırılmaydı ki, sanki etleri ve kemikleri birbirinden ayrılacaktı. İstemsiz bir hareketle sağ elini, yüzünün sol yanına götürdü ve elini tüm yanağıyla birlikte yüzüne sardı. Başı ağrımıyordu ama sanki acının çıkış yeri orasıydı.
Brox, artık tamamen hazırdı ve ilk vuruşun gelmesini bekliyordu. Titreyen ellerini sabit tutmaya çalışıyordu, yapacağı en ufak bir hatanın hayatına mal olacağı açıktı. Adam yaklaşıyordu, ilginç olanı kendisine doğru değil Lea'ya doğru ilerliyordu ve üç dört adım kala elindeki kılıcı tuhaf bir açıyla kaldırdıktan sonra, doğrudan Brox'un yanındaki kızın gözlerinin içine baktı ve durdu. Alev alev yanan parlaklık hızla kayboldu genç adamın gözlerinden, hiç kıpırdamadan doğruca kızın gözlerinin içine bakıyordu.
Lea da şaşırmıştı, adamın bakışlarına odaklanmaya çalıştı ama neredeyse ruhu çekiliyordu kızın, diğer elini de yüzünün sağ yanına götürmüştü şimdi. Canı çok yanıyordu, yüzünü ekşitti ve o sırada yanındaki adamın da hayretten irileşmiş gözlerini fark etti. Barbarın neden olduğu yere çakılıp kaldığına muhtemelen anlam veremiyordu komutan da, ama Lea anlamıştı. Gündüz yaşadığı şeyi, tekrar yaşıyordu şimdi adam, yine aynı belirtileri gösteriyordu. İrileşmiş gözleriyle etrafa anlamsızca bakıyor, ancak hiçbir uzvunu hareket ettiremiyordu. İşte bu kötüydü, artık sadece kendisi vardı ve işi çok daha zor olacaktı şimdi.
Tung, gecenin karanlığında, elinde kendi parmaklarını kırarcasına sıkmakta olduğu kılıcı, masmavi iki güzel gözü ve hemen arkasında elinde kılıcıyla, tuhaf bir savunma pozisyonu almış, pırıl pırıl parlayan bir zırhın içindeki, ortadan daha kısa boylu olan adamı gördü. Buraya nasıl geldiği, ne yapmakta olduğu, karşısındaki bu adamın kim olduğu ve dahası neden yine vücudundaki hiçbir kası oynatamadığı gibi belki onlarca soru kafasına hücum ediyordu genç adamın.
Emin olduğu tek şey, duymakta olduğu tuhaf haz duygusuydu. Tam o anda önünde aydınlanan meşaleler gibi, cevaplar, birer birer belirmeye başladı kafasının içinde. Yine yapmıştı, onun bedenindeydi yine. Bir şekilde dönüşümü yine yarıda kesmişti genç adam, bu seferki pahalıya mal olacaktı, adamın zırhından anladığı kadarıyla bu kesindi. Yine de kafasında yanan son meşale, Tung'a dönüşümünün yarım kalmasına şükrettirmişti.
KARANLIKTA GEZENLER
Gözlerini açıp açmamakta kararsızdı genç adam. Neyle karşılaşacağını bilmiyordu, ayrıca hareketleri de gayet normal gibiydi. Demek ki, son hatırladığı şey –yani yaptığı katliam- sadece bir rüyaydı. Yine de kendini tuhaf hissediyordu, o kadar büyük bir gücü avuçlarında tuttuktan sonra, hep hissettiği o aşırı tükenmişlik duygusu, yine gelip bedenine yerleşmişti.
Kendi kendine "Acaba rüya değil miydi?" diye düşünürken, o güne kadar duyduğu en güzel ve melodik ses, adeta nazire yaparcasına çatallaşmış bir ses tonuyla:
-"İyi misin?" dedi.
Ses tanıdıktı, ama son derece de sertti. Sanki işlediği bir suçu yüzüne vuracaktı birazdan, öncelikle sağlığını sorması bundandı. Yavaşça gözünü araladı, hatırlamadığı süre içinde her ne yaşamışsa cesur olmalıydı artık:
-"Evet, sanırım. Neler oldu?"
-"Nasıl yani hatırlamıyor musun?''
-"Hayır, pek bir şey hatırlamıyorum. Sadece yorgun hissediyorum."
Karanlığa olabildiğince dikkatli bir bakış savurdu. Gözleri artık iyice alışsa da pek bir şey seçemedi.
-"Neredeyiz böyle?"
Lea, derin bir nefes aldı. Bir süre tuttu, sonra da sanki söyleyeceklerini yutmuş gibi:
-"Paralı askerlerin elindeyiz. Sanırım kamp gibi bir yere getirdiler bizi. Diğer köylüleri de bize yardım ettikleri için bizimle getirdiler ama sadece ikimizi buraya tıktılar. Sanırım mağara gibi bir yerdeyiz."
-"Köylüler nerede peki?"
-"Bilmiyorum. Brox, benimle daha sonra görüşeceğini söyledi. Çok özelmişim gibi davranıyor, sanırım benden hoşlanıyor."
Tung gülümsedi.
-"Karanlıktı ya, ondandır."
Lea da gülümsedi. Sonra aniden:
-"Gerçekten olanları hatırlamıyor musun? Oradaki neydi öyle?"
-"Hatırladığım son şey senin yüzün. Ama eğer diğerini soruyorsan, bir başkası olsaydın, anlayamayacağın bir şey derdim, ama sanırım sende de bir tane var."
-"Diğeri mi? Tam olarak neden bahsediyorsun?"
-"Diğeri işte, o... Lanet yani... Bilirsin, seni dövüşürken gördüm. Başka birisi gibiydin. Lanetli birisi gibi..."
Lea şaşırmıştı. Dönüşümünü fark etmişti ve benzer bir şeylerden bahsediyordu galiba bu adam. Ya da yine o kendini beğenmiş karakterine geri dönmüş kendisiyle dalga geçiyordu. Asabi bir tonla:
-"O lanetli dediğin birisi senin hayatını kurtardı, sanırım ona borçlusun."
Tung umutsuzca:
-"Evet, farkındayım. Ama sen aslında ödeştiğimizin farkında bile değilsin."
-"Neden bahsediyorsun? Bilmece gibi konuşma barbar!" Bir an duraksadı. Utançla önüne eğilirken:
-"Şey, üzgünüm. Adını bilmiyorum halen ve görünüşün bir barbarı anımsattığı için sana böyle hitap ediyorum. Adını söyle bana ve bende bir daha sana barbar demeyeyim."
-"Adım Tung. Neden bahsettiğimi de boş ver, zamanla anlayacağız zaten. Seninle ilgili düşüncelerimde yanılıp yanılmadığımı göreceğiz ama sende, diğeri etraftayken dikkatli ol. Ne demek istediğimi sen de yakında anlayacaksın. Senin adın ne?"
Demek adam, o şeye, lanet ismini veriyordu? Sahip olduğu şeyin kendisininkine ne kadar benzediğini henüz bilmiyordu ancak bu dönüşümün pek de normal olmadığı, içinde mistik bir şeyler taşıdığı da açıktı. Yine de kendi sahip olduğu "şeyi" daha önce hiç lanet diye adlandırmadığını düşündü. Boş boş adama baktı. Ama bakışlarıyla bir şeyler anlatamayacağı kadar karanlık bir yerde olduklarını anımsayarak adamın bu bakışı göremeyeceğini anladı ve kendi aptallığına gülümsedi. Gülümseyişinin sesine yansımamasına gayret ederek:
-"Neyse, dediğin gibi bunu zamana bıraksak daha iyi olacak sanırım. Bu arada benim adım Lea. Priest ülkesini bilir misin? Oradan geldim."
-"Hayır, ama adını duymuştum. Babam, çok gelişmiş bir ülke olduğunu söylemişti. Ama savaş konusunda çok beceriksizmişsiniz. Sanırım bir de seni görmesi gerekli."
-"Başkenti ben de hiç görmedim. Öz annem kadar sevdiğim bir kadınla, batı sahilindeki bir köyde yaşıyordum. Ama bir Kursk saldırısında onu ve en iyi arkadaşımı kaybettim. Burada ne aradığıma gelince; işte onu bende bilmiyorum, sadece kaderimi arıyorum diyelim. Peki ya senin hikâyen nedir, Tung."
-"Ben Tyrus kabilesindenim. Doğudan geldim. Açıkçası benim burada olma sebebim de sanırım seninkiyle aynı. Kaderimle yüzleşmem için ülkemden bizzat babam tarafından kovuldum ve yüzleşmem gereken bir şeyler var. Yani onun ve Yüce Tegin'in dediği bu."
-"Öz baban, seni ülkenden mi kovdu? Hakkınızda pek bir şey bilmiyorum ama kulağa pek hoş gelmiyor. Şu lanet işine dönersek nedir tam olarak?"
-"Sana bunu kelimelerle anlatamam. Ama orada gördüğün şey, yeryüzünün en büyük laneti, en azından gördüklerim arasında. Her zaman da bu kadar şanslı olmaz çevredeki insanlar. Sanki farklı bir ruh var ve savaş sırasında o kişi oluyorum. Benden başka bir karakter daha yaşıyor içimde adeta, benden oldukça farklı birisi. Dizginleri eline alıyor. Sanırım sen, beni anladın. Yine de babamın dediğine göre bu lanet aslında belki de armağanımmış. Bunu bulmalıymışım."
Lea, şaşkınlıktan neredeyse bayılacak gibiydi, kulakları uğulduyordu. Doğru duyup duymadığından emin olmak istedi, ama sesini çıkaramayacak kadar şoktaydı. "En büyük lanet, belki de en büyük armağan..." İnanamıyordu, tıpkı perinin söylediği gibiydi her şey. "Bu bir lanet, ama aynı zamanda da onu kontrol edebilirsen bir hediye ve sen onu kontrol edebilirsin."
Acaba perinin ona söylediği şeyle bir alakası olabilir miydi? Aradığı kişi Tung muydu? Genç kız, ne düşüneceğini ya da hissedeceğini bilemiyordu, sadece basit bir refleksle epeyce bir süredir açık unuttuğu ağzını kapatabildi.
***
Maxiel yavaşça yerden kalkarken, bir yandan da ağzında birikmiş kanı sildi. Sakince konuşmaya çalıştı:
-"Sana yalan söylemiyorum komutan Tardus. Onu gördük. Burada, hemen şu ilerideki köyde idi. Bütün köyü esir alıp kampına götürdü, Lance'i de onları takip etmesi için peşlerine taktım. Kahretsin, sanırım dişimi kırdın!"
Tardus öfkeyle tısladı:
-"Beni dinlemezsen daha çok yerin kırılacak. Senin aptallıkların yüzünden Lance'i de kaybetmiş olabiliriz."
-"Neden anlamak istemiyorsun dostum. Brox buradaydı ve Lance onu izliyor şu an. Kamplarını bulacak ve..."
Yüzüne inen yeni bir tokatla bir kez daha sırtüstü yığıldı Maxiel. Sabrının limitlerindeydi artık, karşısındakinin kim olduğunu bir an unutmak üzereydi ki kendini toparladı. Bir Cylex için en utanç verici şey, komutanına karşı gelmek olurdu. İtaatsizlik, bu kadar seçkin bir birlikte asla hoş görülmezdi ve Maxiel, bunu çabucak hatırladığı için şanslı bile sayılırdı. Eğitimi sırasında yaptıkları işkence karşısındaki nefes eğitimini hatırladı ve nabzını hızla normal sınırlara çekti. Sonra yavaşça doğruldu ve ağzını bir kez daha sildi.
Üstüne çöken sakinliği, sözlerine de yansıtarak:
-"Sana artık karşılık vermeyeceğim. Bana inanıp inanmamakta serbestsin. Zaten Lance döndüğünde bunu anlayacaksın. Yine de sonuçta vermiş olduğun bir emre itaatsizlik ettiğimi düşünüyorsan... Eh, ne yapalım, komutan sensin. Cezam neyse ver."
Tardus'un yüzünü hızla yalayıp geçen öfke fırtınasını, beş metredeki herkes ürkerek gördü. Hiçbiri, o an Maxiel'in yerinde olmak istemezdi. Tardus öfkeyle:
-"Geri gelse iyi olur Maxiel. Yoksa bu sorumsuzluğunun bedelini çok ağır ödersin."
O daha sözünü bitirmeden, elli metre kadar gerisindeki koruluktan bir haykırış koptu. Lance, çığlık çığlığa kendilerine doğru koşuyordu:
-"Maxiel! Komutan Tardus, buradasınız. Brox'u ve kampını buldum. Haydi, çabuk hareket edersek, yerlerini değiştiremeden onları yakalayabiliriz. Köylüler onları çok yavaşlatıyor."
Tardus, hızla adama doğru hareketlendi ve nefes nefese kalmış Lance'in yanına kadar gidip okkalı bir tokadı da, onun yüzüne yapıştırdı. İki metrelik bir adamın tokadı da en az boyu kadar etkili olmuştu, sesi tüm kampta yankılandı. Tokadın etkisiyle havada süzülerek yere düşmesi, en azından birkaç kalp atımı sürmüştü genç askerin.
-"Seni aptal. Ne yaptığını sanıyordun?"
Adam şok içinde toparlanmaya çalışıyordu. Tardus, Maxiel'e döndü ve onun şahsında, tüm ordusuna hitaben:
-"Lanet kulaklarınızı iyi açıp bunu tam olarak duyduğunuzdan emin olun; bu ordunun komutanı benim. Benzer bir hatayı kesinlikle affetmem. Benim verdiğim emirleri uygulayacaksınız ve hiç bir şeyi sorgulamayacaksınız. Beni anladınız mı?"
O an için hedeflerinin ne olduğunu, Maxiel ve Lance'nin verdiği bilgilerin ne kadar değerli olduğu gibi şeylerle uğraşamazdı Cylex komutanı. Otoritesi sarsılmıştı ve tüm askerlerin önünde yeniden kazanmalıydı, yoksa bu kadar savaşçıyı bir arada tutması mümkün olamazdı. Tardus istediğini aldı ve tüm askerler, hep bir ağızdan olmasa da, mırıltılar halinde, basit onay kelimeleri ile karşılık verdiler.
Maxiel, bakışlarını önüne eğdi, sormak istediği şeyi soramayacaktı. Tardus'un sesi, tekrar kulaklarında yankılandı:
-"Anlat bakalım ne gördün orada?"
Lance, doğruldu ve kafasını toparlamaya çalışır gibi başını iki yana salladı. Derin bir nefes aldı ve devam etti:
-"Buradan birkaç saat kadar uzakta bir yere gittiler. Oraya bir kamp kurmuşlar ve esir aldıkları tüm köylüleri orada tutuyorlar. Barbarı ve yanındaki kızı, özel yaptıkları bir zindana kapatıp başlarına da nöbetçi diktiler."
-"Barbar mı? Neden bahsediyorsunuz siz iki geri zekâlı?"
Maxiel:
-"Kim olduğunu bilmiyoruz, içlerinden beş tanesini kolayca hakladı. Sonra aniden durdu ve yakalandı. Brox, yanındaki kızla beraber o ikisini ayrıca götürdü. Giyiminden doğudan geldiğini düşündük."
Kızgınlığı yatışmakta olan Tardus, halen öfke parıltıları taşıyan gözleriyle, yerde yatmakta olan Lance' ye bakarak:
-"Her neyse. Nasılsa kim olduğunu öğreniriz. Ama siz, sözlerimi sakın unutmayın. Tekrar hata yapma şansınız yok. Bunun bedelini size de diğerlerine de çok ağır ödetirim. Şimdi toparlanın ve savaşa hazırlıklı olun. Bir an önce bu lanet yerden kurtulmak ve Priest'e dönmek istiyorum..."
Askerler, sessizce söyleneni yaptılar. Cylexler, on dakika içinde, öyle bir toparlanmışlardı ki; orada değil bir kamp, bir tek hayvanın bile geçmediği sanılabilirdi.
Tardus:
-"Yola çıkıyoruz. Hadi!"
OYUNLAR KURULUYOR
Yavaşça diz çökmüş olduğu yerden, kılıcının yardımıyla doğruldu Stear. Yine gözlerinde yaşlar birikmiş, bir izin verse, sanki bir daha asla duramayacakmışçasına, kopup gelen şelaleler gibi ağlayacağından emindi. Hep böyle oluyordu buraya gelince... Kendince aşkının anısına bir mezar yapmıştı. İsyanın direniş merkezi olarak seçip örgütlendikleri bu yemyeşil ovanın tam orta yerine, bir mezar taşı dikmiş ve biricik sevgilisi için her gün buraya gelip dua etmeyi alışkanlık haline getirmişti.
Hiç çıkmamıştı ki aklından Leani, hep sevmişti onu. Kendini bildiği günden beri, hep kalbinin en hassas yerindeydi güzel kızın aşkı. Ama artık orada sadece bir hayal vardı, sonsuza kadar aynı yerde kalacak olsa da sadece bir hayal. Uzun zamandır hissettiği tek duygu intikamdı. Zaten sırf bu yüzden girmemiş miydi bu yola, intikamı için...
Doğrulurken tekrar gözlerini avuçlarının ayasıyla sertçe sildi. Bunu o kadar hızlı yapmaya alışmıştı ki, kimse fark edemiyordu bile. Hızla arkasını döndü ve geldiği istikametin aksi yönde ilerledi. Kapıda bekleyen Bellion'a döndü ve:
-"Ne durumdayız dostum. Söylediğim şeyleri yaptın mı?"
Bellion, almış olduğu askeri terbiyeyi bir an olsun elden bırakmayan büyük bir saygıyla:
-"Yerine getirdim Kralım. Emrettiğiniz gibi yandaş köylerden topladığımız vergi ile birlikte, eli silah tutan, askeri disiplin içinde eğitebileceğimiz gençleri de merkeze getirdik. Eğitimleri hemen başladı, emrettiğiniz süre içinde hazır hale gelecekler."
-"Güzel. Silah durumumuz ne âlemde? Ve Yiyecekler?"
-"Marin'in ordusundan ele geçirdiğimiz silahlar, bize gereken savaş gücünü sağlıyor yüce Kralım. Köylülerde eksik olmasınlar, tüm desteği veriyorlar. Köylüler de yiyecek ihtiyacımız için her türlü fedakârlığı yapıyorlar. Arkamızda çok önemli bir halk gücü var efendim."
-"Biliyorum. Ağabeyimin yönetim tarzı ve bu Kursk belası yüzünden zaten çok ezildiler. Gözünü açık tut Bellion. Kursk saldırılarından onları mutlaka korumalıyız. Temel hedefimiz Priest'in başkenti olsa da halkın yaşamı çok daha önemli. Bunu sakın aklından çıkarma."
Bellion, büyük bir itaatle eğildi ve:
-"Siz nasıl emrederseniz Kralım."
Son anda aklına gelen bir şeyi sormak istercesine atıldı Stear:
-"Bellion! Bir şey daha. Brox'dan haber var mı? Bize katılmak konusunda kararında halen bir değişiklik yok mu?"
-"Ne yazık ki yok efendim. Bizden ayrıldığından beri Brox, tamamen kendi dünyasına dalmış. Ülkesi, vatanı ve kralı onun için hiçbir şey ifade etmiyor belli ki. Köy yağmalamaktan başka bir düşünmeyen birisi haline gelmiş. Aslında elindeki ordu iyi yetişmiş, yazık, çok işimize yarayabilirdi..."
Stear iç geçirdi:
-"Bu yağma işine devam ederse, ne yapmamız gerektiğini biliyorsun değil mi Bellion? Onun senin silah arkadaşın olduğunu ve eskiden orduda birlikte savaştığınızı biliyorum ama yine de..."
-"Elbette efendim. Ölümüm ve yaşamım, sizin emirlerinize bağlıdır ve asla sorgulamayacağıma tanrıların kutsal huzurunda yemin ettim. Brox ile tekrar omuz omuza savaşmayı isterdim, tıpkı eski günlerdeki gibi. Haklı bir amaç uğruna, kutsal hedeflerimizi yerine getirmek için, yani vatanımız için, tehlikeli görevlere gözü kapalı atıldığımız gibi. Ama vereceğiniz emir, benim ya da onun ölmesi ise, kralımın emirleri mutlaka yerine getirilecektir. Bu konuda şüpheniz olmasın efendim."
-"Sadakatinden bir an bile şüphe duymuyorum zaten Bellion. Marin'in saldırı planı ne âlemde? Yeterli katılımı sağladı mı?"
-"Svallia'nın önemli bir kısmı desteğini verecek gibi gözüküyor. Ama bu yeterli değil. Kursklar hiç olmadıkları kadar güçlüler efendim. Bence Tyrusun da katılımını sağlanması gerekiyor ama bu pek de mümkün gözükmüyor. Sonuçta Marin, onları barbar olarak görüyor."
-"Evet Tyrus. Ben Teginleri ile çoktan görüştüm. Nihai savaşımızda bizi destekleyecekler. Sonra da benden ufak bir iyilik isteyeceğini söyledi. Göreceğiz bakalım neymiş bizden isteyeceği... Marin Tyrus' un gücünü anlayamayacak kadar dar görüşlü. Şimdilik sen gözünü açık tutmaya devam et. Vergi ve asker işinin, düzenli bir şekilde devam etmesi çok önemli. Kursklara karşı da tetikte ol. Tabi Brox içinde de."
Prens gülümsedi.
-"Çok şey istiyorum senden değil mi dostum? Ama senden başka sırtımı dayayabileceğim kimse yok."
Yaşı ilerlemiş olsa da, güçlü ve heybetli görünümünden pek bir şey kaybetmeyen eski komutan, hiçbir cevap vermedi. Minnet dolu gözlerle, doğrudan kendi kralı kabul ettiği Stear'ın gözlerinin içine bakması, vereceği cevap için yeterli oldu ve uygun bir süre geçtikten sonra da saygıyla tekrar eğildi. Adamın itaatkârlığı ürkütücü boyuttaydı.
Prens:
-"Sana güveniyorum." dedi ve askeri eğitim alanına doğru hareketlendi.
Bir süre, arkasından öylece baktı Bellion, sonra da az önce kralının dua ettiği mermer odanın içindeki yemyeşil bahçedeki ezilmiş çimlere kaydı bakışları. Her sabah buraya geliyordu Stear, biraz dua ediyor sonra da gizlemeye çalıştığı yaşlı gözlerle odadan çıkıp günün raporunu alıyordu kendisinden.
İlk başlarda onun bu yumuşak karakterini garipsemiş olsa da, zamanla aslında adamın tamamen öfke ve intikam arayışıyla sarılmış yüreğini görüp tanıdıkça, kralına olan hayranlığı ve çekingenliği artmıştı. Tüm Priest'in kuzey ordularını tek başına komuta etmiş birisi olarak, bir gün kendinden en az yirmi yaş genç bir prense hayranlıkla karışık derin bir itaatle bağlanacağı, aklına hiç gelmezdi. Ama küçüklüğünden beri tanıdığı Stear'ı, ne olursa olsun hep takip etmiş, hatta Kral Phereas onu ülkeden sürgün ettiğinde de bir an bile düşünmeden komutanlık görevini bırakarak onun peşine düşmüştü.
Kendi ülkesinde, gerçek bir askeri deha kabul edilirdi Bellion. Brox'la birlikte, çok küçük yaşta girdikleri orduda, baş döndürücü bir hızla yükselmişler ve Bellion, daha otuz beş yaşına bile gelmeden ordunun kuzey gücü, tamamen kendi komutasına verilmişti. Priest'in en önemli askeri kanadı kuzey ordusu olmuştu her zaman.
Kursk saldırıları ülkenin kuzey doğusundan geldiği için, genellikle en iyi yetişmiş askerler oraya kaydırılır ve Bellion'un emrine verilirdi. Bu görevini dört beş yıl kadar sürdürmüş, bu süreçte sıklaşan Kursk saldırılarına da elinden geldiğince karşı koymuştu. Ta ki Phereas, Stear'ı sürgüne yolladığı zamana kadar. Her şeyi arkasında bıraktı ve ülkesi adına doğru olduğunu düşündüğü, günün birinde kralı olarak tüm Priest'e hükmedecek gerçek kralının peşine düştü. Kendi hedefi büyük ve uğrunda ölünecek kadar kutsaldı. Peki, Stear neyin peşindeydi?
Bunu bilmiyordu, ayrıca sorgulamıyordu da. Ama onun asla unutamadığı bir şey, tam önünde duruyordu ve önündeki otların ezilmişliğine bakılırsa kendi kralına bile diz çöktürecek kadar büyük ve güçlü bir duyguydu. Her ne kadar kendisi bu duyguyu pek anlayamasa da Leani, yaşlı komutanın saygısını çoktan kazanmıştı.
***
Cylexler, devasa ağaçların arasından yavaşça ilerliyorlardı, ilerlemek de denemezdi buna, adeta akıyorlardı. O kadar sessizdiler ki, küçük bir çocuğun ağırlığı bile onlardan daha fazla gürültü çıkarırdı. Yaklaşık beş yüz kişilik dev bir ordu, yerdeki dal parçalarına kadar dikkat ederek çıt çıkarmadan ilerliyorlar ve sinsice Brox'un askerlerinin etrafını çeviriyorlardı. Gece bile yapılması çok güç olan bu operasyonu, hem de günün ortasında yapıyorlardı ve şimdiye kadar da gayet başarılıydılar.
Atları geride bırakmıştı Tardus, yürüyerek ve sürünerek yaklaşmış sonra da çevirme harekâtını başlatmıştı. Plan basitti: koruluğun etrafındaki ağaçlara kamufle olarak etraflarını saracaklar, Brox'un görünmesini bekleyecekler, sonra da adamın görünme açısına göre üç cepheden saldırıya geçeceklerdi.
Liderlerini düşürdükten sonra, paralı askerlerin de savaşma kabiliyetini kaybedeceklerinden aşağı yukarı emindi usta asker, hatta mümkün olsa, tek başına çıkmak istiyordu Brox' un karşısına. Ne kadar az asker kaybederse o kadar başarılı sayacaktı kendini. Çünkü bu kadar gereksiz bir görevde, tek bir askerini bile kaybetmeye tahammülü yoktu Tardus'un. Her biri en az yüz Kursk'a bedeldi adamlarının ve böyle bir yerde ölemeyecek kadar çok değerliydiler.
İyi bir plan yapabilirse belki bunu sağlayabilirdi, yine de en kötü ihtimali düşünerek kaybı minimum da tutmalıydı. Diğer hedefi çok daha zorlu olacaktı zaten, Bellion doğrudan Stear'a bağlıydı ve o, gerçek bir savaş olacağa benziyordu. Ama Stear işin içinde olduğuna göre, o zaman Marin de gelip kendisine katılacaktı, hem de güçlü bir orduyla gelecekti. Bu da demekti ki, Cylex ordusu orada da kayıp vermeyecekti.
Tabii bu, biraz da Brox'u ne kadar çabuk ve etkileyici bir şekilde ele geçirebileceğine de bağlıydı. Sonuçta tek asker bile kaybetmeden kralının en büyük düşmanının eski komutanlarından birini ele geçirdiğinin duyulması, hem Marin'i savaşma azmiyle hızla buraya getirir, hem de düşmanlarına Cylexlerin gücünü tekrar anımsatırdı.
Yeniden yapmakta olduğu işe konsantre oldu Tardus. Etrafta fark edildiklerine dair herhangi bir belirti yoktu. Kuşatma da neredeyse tamamlanmıştı. "Nerede bu lanet olası herif?" diye mırıldandı, artık tek ihtiyacı olan, onun ortaya çıkmasıydı. Tek tek askerlerle uğraşmak yerine doğrudan Brox'a saldıracaktı ve neredeyse her şey hazırdı.
Beş yüz kişiye yakın ordusuyla, düşmanı kuşatmıştı ve göründüğü kadarıyla esir alınan köylüler dışında en fazla seksen kişilik bir grup vardı karşısında. Onlarla karşılaşmak niyetinde değildi, sonuçta liderlerinin işini bitirince dağılacakları neredeyse kesindi. Yine de başarısızlık durumunda savaşmaları gerekirse, köylülerden yararlanabileceğini düşündü. Köylüler, kalkan olarak kullanılabilirdi. Sonuçta her şart altında savaşması öğretilmişti ve birçok durumda da siviller zarar görürdü. Eğer askerlerinden birinin bile hayatını kurtarabilecekse, bu köylülerin hepsi ölebilirdi, pek de önemli değildi. Kendisi ve askerleri Priest halkı için canını ortaya koyardı, hain Svallialılar için değil...
Adam, halen ortalıkta yoktu, aklına kampta hiç olmayabileceği geldi. Gözleriyle Lance'i aradı, kendisinden on beş metre kadar ileride, yere bir kertenkele gibi uzanmış olarak buldu. Genç adamın gözleri, kulakları neredeyse bir çita gibi hedefine doğru eğilmiş gelecek emri bekliyordu, kendi ağzından çıkacak o tek bir kelimeyi. Sonra fırtına gibi patlayacak ve kim bilir neler yapacaktı. Mümkün olduğunca aşağıdan hareket ederek Lance'in yanına sokuldu.
Sertçe:
-"Onun burada olduğuna eminsin değil mi?"
Lance, yanına geleni fark etmemiş gibi irkildi. Tardus'u görünce sakinleşerek:
-"Evet efendim. Onu buraya kadar takip ettim. Size bahsettiğimiz o ikisini zindana benzeyen şu tuhaf mağaraya götürüp kendisi de tam ortadaki büyük çadıra girdi. Bir süre bekledim ve çadıra alınan birkaç esir köylü kızını da gördükten sonra anladım ki, adam burada kalacak. Sanırım eğlence gibi bir şey düzenlenecek..."
Tardus yeniden damarlarına kanla birlikte öfkenin pompalanmakta olduğunu hissetti. Dişlerini gıcırdatarak:
-"Ona birazdan eğlencenin ne olduğunu öğreteceğim. Peki, sen bizim yanımıza döndüğün sırada buradan ayrılmış olamaz mı?"
-"Sanmıyorum efendim. Şuradaki parlak zırhla kaplı at ona ait. Başkasının atıyla çıkmış olması için de, bir şeylerden şüphelenmiş olması gerekir, ama bu adamın kendine güveni tamdı. Hiçbir tehdit altında olmadığını düşünüyordu. Tabii dün geceye kadar. Geceki adamı görmeliydiniz. Tek başına altı Kursk' u biçti. Ayrıca birinin de atını..."
-"Yeter Lance, zırvalık duymak istemiyorum. Sadece konsantre ol ve adamın burada olduğunu bana onayla. Bu kadar kalabalık bir birlikle karşılaşmak niyetinde değilim. Hele boşu boşuna!"
-"Anladım komutanım. Onun burada olduğuna eminim. Yine de gizlice oraya gidip bakabilirim."
Tardus hayretle:
-"Nasıl yapacaksın bunu?"
Lance, kendinden gayet emindi.
-"Köylülerden biriyle yer değiştirip elbisesini alacağım. Sonra da esir gibi kampa sızacağım ve adamın orada olduğundan emin olacağım. Devamında size işaretle bildirebilirim, geri dönebilirim, ya da adama suikast düzenleyebilirim. Emirleriniz hangi yönde olursa?"
Lance'in bu cesareti, Tardus da şaşkınlığa ve hafif bir ürpertiye bırakmıştı. Adamının cesaretine sayısız kez şahit olmuş ve etkilenmişti ama bu kadarını da beklemiyordu:
-"Neden bahsettiğinin farkında değilsin sanırım evlat. Öğlen vakti, her yer aydınlıkken, yaklaşık yüz kişilik bir profesyonel asker grubunun arasına sızacağını ve liderlerine suikast düzenleyeceğini söylüyorsun. Kaldı ki adam, şu an birkaç kızla birlikte, yani zayıf bir anında olduğunu kendisi de biliyor. Korumalarını da ona göre örgütlemiş olsa gerek."
Lance'in tüm bu konuşma içerisinde dikkatini çekecek tek bir şey olmuştu, o da Tardus'un kendine "evlat" demesi. Babası o daha çocukken Kursklar tarafından öldürüldüğünden beri, Cylex ordusuna katılmıştı ve sadece annesi kalmıştı arkasında. O da sırf parası için bir başkasıyla evlenip Lance'in de bunu kabullenmesini bekleyerek kendisinin saygısını çoktan kaybetmişti. O zamandan beri Cylexlere bağlılığı daha da artmış, burayı evi, askerleri kardeşleri, komutanını da babası bellemişti. Aslında bu ordudaki herkes kendisi gibiydi.
Cylex askeri olup da bir aileden bahseden, ara sıra ailesini görmek için izin isteyen birileriyle hiç karşılaşmamıştı. Neredeyse her askerin kendisininki gibi hikâyeleri vardı, ana fikri özetle aynı olan, bir baba ve tamı tamına beş yüz on iki kardeşle sonuçlanmış, sadece konuları farklı kendisinin ki de dahil beş yüz on üç değişik hikâye. İlk kez babasının yerine koyduğu adam, farkında olarak ya da olmayarak, ona evlat demişti. Lance coşkuyla neredeyse bağırdı, Tardus onu uyarmasa az daha yerleri tespit edilecekti:
-"Siz bana güvenin efendim! Sadece emirlerinizi bekliyorum. Beni bunun için eğittiniz ve iyi bir iş çıkardığınızı da size göstermeliyim!"
Tardus, itirazın anlamsız olacağını anlamıştı. Yine de çocuğu tek başına bu imkânsız göreve yollamak istemiyordu ama burada böyle çok uzun süre bekleyemezlerdi de. Fark edilmeleri an meselesiydi, demin kendisi de söylemişti bunu, etraf ışıl ışıldı. Güneş hiç olmadığı kadar parlaktı.
Alnında tomurcuklanan ter tanelerinden birisi kopup gözünden aşığa yuvarlanırken tekrar düşündü komutan, iki ya da üç kişi yollarsa onların hayatını daha beter tehlikeye atabilirdi, üç kişi daha kolay fark edilebilirdi. Kendi gitmeyi düşündü, ama hem devasa vücuduyla daha büyük bir boy hedefi olacaktı, hem de Lance burayı daha iyi tanıyordu. Kampı izlemesini söylememiş, hatta bunu yaptığı için onu cezalandırmıştı. Ama şimdi anlıyordu ki, bu aslında çok önemliydi ve kampı gözetleyen, dolayısıyla burayı tanıyan tek kişi vardı elinde. Pişmanlıkla dolu bir çaresizlik, kelimelerine gelip yerleşti:
-"Pekâlâ evlat. Sana güveniyorum. Sızmayı gerçekleştirdikten sonra, adamı bir şekilde dışarı çek ve ortadan kaybol. Beni iyice anladın mı? Seni ortalıkta kahramanlık yapmaya çalışırken görmek istemiyorum. İşler yeterince iyi giderse bir savaş olmayacak. Ben o herifi öldüreceğim ve buradan cehennem olup gideceğiz. Ortadan kaybolacaksın, emri net anladın mı?"
Lance bir an duraksadı. Bir asker olduğu ve şimdiye kadar üç ayrı savaşta savaştığı halde kendine acemi muamelesi yapılması, biraz gururunu kırmıştı ama Tardus'un bakışlarındaki sevecenliği gördüğünde, daha da sarsıldı. Sert komutanı böyle görmeye hiç alışkın değildi. Yine de bunu söyleyip adamı utandıracak ve kendi üzerine çekecek de değildi elbette...
-"Emredersiniz efendim. Bana güvenin, başaracağım."
-"Sana güveniyorum. Brox'u bir yol bulup dışarı çekene kadar, mümkün olduğu kadar fark edilme ve çok dikkatli ol. Hadi göreyim seni!"
Lance'e gereken emir işte buydu. Hızla geri döndü ve yerden göğsünü iki parmaktan fazla kaldırmadan birkaç saniye içinde otların arasında gözden kayboldu. Tardus, verdiği kararı tekrar gözden geçirmek istediyse de artık bunun için çok geç olduğunu fark etti ve askerinin başarılı olması için, içinden dua etmeye başladı. İşler ters giderse, en azından tek kaybı bu çocuk olmalıydı. Daha fazlası değil...
KAMPA SIZAN CASUS
Lea, bir süredir perinin kendisine söylediklerini düşünüyordu. Söylediği her şey tek tek çıkıyordu ama daha ilginci bir bütünün yarısını oluşturacağını söylediği kişiyi de bulmuş olabilirdi. Bu barbar, kendinin bütünleyicisi olabilir miydi, bunu bilmiyordu ama bildiği kesin bir şey vardı ki, adının Tung olduğunu öğrendiği bu genç adam, onu ürkütüyordu.
Sadece güç anlamında değil, daha önce hiç kimseye karşı hissetmediği duygular hissediyordu zaman zaman. Öfkesine karşılık, adam da bir anda öfkeleniyordu mesela. O öfkelendiğinde, Cylus olsa susar sakinleşmesini beklerdi, o da hemen normale dönerdi. Ama bu adam tam tersi bir üst perdeden konuşabiliyordu kendisiyle.
Adamın aşırı özgüveni adeta çıldırtıyordu Lea'yı. Yine kendisine karşı o kadar umarsız davranıyordu ki bazen, onu boğmak istiyordu, ama tuhaf şekilde de kendisine yakın hissediyordu. "Galiba ben de böyleyim." diye geçirdi içinden, o yüzden kendisine yakın hissettiğini düşündü. Gerçekten ruh ikizini bulmuştu galiba, ama bu kez de adamda gördüğü şeylerin, kendininkilerin bir yansıması olup olmadığını sorguluyordu. Ne kadar inanmak istemese ve reddetse de, kendisi gibi davranıyordu adam; umarsız, kendine güvenen, hatta karşısındakini bir nebze aşağılayan.
-"Hayır, ben öyle birisi değilim." diye mırıldandı kendi kendine, nerede olduğunu unutarak.
-"Hı? Ne dedin?" diye yanıtladı Tung.
Lea panikle:
-"Bir şey yok. Kendi kendime konuşuyordum. Buradan nasıl çıkacağımızı düşünüyordum sadece."
-"Evet, bende bunu düşünüyordum. Sanırım meşale gibi bir şey bulamazsak, yolumuzu bile bulamayız burada. Yerdeki taşlara dokun, keskin olanlara. Belki işe yarayacak bir şeyler bulabiliriz."
-"Ne işe yarayacak taşlar? Kılıçlarla geldiklerinde kendini taşla mı savunacaksın?"
Tung'un gülümsediğini işitti:
-"Ne ters birisin sen. Bazen sana bakınca kendimi görüyorum. Baya benziyorsun bana, zekân pek uymuyor gerçi. Yerde ateş yakabileceğimiz türden taşlar bulabileceğini düşünemiyorsun. Bu tür mağaralarda sık rastlanır."
Lea, sinirinden boynuna kadar kızardı ve karanlığa bir kez daha şükretti. Gün ışığı, karanlığın zifiri tonunu kırmıştı ama yine de birbirlerinin yüzünü seçemiyorlardı. Zekâsıyla ilgili yapılan iğneli saptamaya cevap veremeyecek kadar utanmıştı, kendisine benzetmişti adam da onu.
Derin bir nefes aldı, sakinleşmesi gerekiyordu ve mağaradaki rutubet bunu bile güçleştiriyordu. Yavaşça oturduğu yerden doğrulmaya çalıştığı sırada, hemen arkasından metalik bir gürültü geldi ve peşi sıra ateşin dans eden kızıl tonu, içinde bulundukları karanlığa saplandı.
Brox, üzerinde ipekten yapılma uzun bir elbiseyle içeri girdi. Elindeki meşale, tuhaf ışık oyunları yaparak adamın göğüs kısmı yarı yarıya açık, ayak bileklerine kadar uzanan garip elbisesi üzerinde geziniyordu. Kızın yanına kadar geldi, neredeyse aynı boydaydılar, gözlerinin içine bakarak olabildiğince içten bir gülümseme yolladı ve:
-"Sizi almaya geldim. Sanırım bir yanlış anlaşılma olmuş güzel leydim. Sizi bu katil barbarla aynı yere kapatmışlar. Tüm özürlerimi ayaklarınızın altına sunuyor ve geceki arkadaş seçiminizle ilgili naçizane önerimi yeniden hatırlatıyorum." diyerek elini yavaşça kıza doğru uzattı.
Lea, adamın kelimelerle verdiği gözdağını hemen anlamıştı, yine de hemen cevap vermek yerine, kızıl ateşin parlaklığını kullanarak Tung'un yüzünü görmeye çabalıyordu. Nedense onun vereceği tepkiyi çok merak ediyordu, bu da ilk kez hissettiği bir şeydi. Kendi yerine bir başkasının cevap vermesini istemek, hatta istekten de ziyade arzulamak, hiç ona göre bir şey değildi. Sanki o an Tung adama bir cevap vermezse, hiçbir şey yapamayacak, kalkıp adamın elinden tutacak ve istediği her şeyi yapacaktı.
Kendi kendine gülümsedi. Zaman kazanmaya çalışıyordu, kendi ya da Tung, hiç fark etmez, acil bir plan oluşturmalıydılar. Adamın kalkıp buraya gelmesi kendilerine bir fırsat da sunuyordu ve bu fırsatı kullanması şarttı.
Bu arada iki şey fark etti; ilki Tung hiçbir şey söylememiş ve göründüğü kadarıyla yüzündeki ifadede herhangi bir değişiklik de olmamıştı. Aklından bir şeyler geçiriyor olması için dua etti. Buradan çıkmak için bir şeyler yapması gerekiyorsa bunu mutlaka yapacaktı ve şuan, gerçek bir planı olan birine ihtiyacı vardı. İkinci olarak da yüzündeki gülümsemeyi adam kendi üzerine alınmıştı ve şimdi ne söylese, kendisinden hoşlandığı için naz yaptığını düşünecekti. Bu durumda, doğrudan adamın gururuna saldırmalıydı ki, kendisiyle flört ettiğini düşünmesin.
-"Bu aptal elbisenin içindeyken elini tutacağımı düşünmüyorsun değil mi? Basit bir kadın gibi giyinmişsin."
Brox gülümsedi:
-"Elbiselerimi çıkartmak konusundaki aceleciliğini, bu barbarla geçirdiğin yorucu geceye veriyorum leydim. Şimdi, benimle gelecek misin, yoksa kalıp bununla ve yılanlarla vakit geçirmek daha mı çok hoşuna giderdi?"
O kadar aşağılayıcı konuşmuştu ki, Tung bir anda yerinden fırladı. Ellerinden yere kelepçelenmemiş olsa adamı oracıkta boğabilirdi. Kalın zincirler, tuhaf bir tınıyla gerginleşmişti. Öfkesi karanlığı doldururken, Brox'un da soğuk kahkahası etrafı sardı. Lea, hızla düşündü ve içeride kalmasının kendilerine bir yardımı olamayacağını anladı.
Plan oluşturma işini dışarıda yapmaya karar verdi, hızla yerinden kalkıp:
-"Pekâlâ, geliyorum. Nereye gidiyoruz?"
Adam gülümsedi:
-"Elbette ki benim çadırıma. Bu kadar muhteşem bir güzellik, ancak kralların ağırlanabileceği bir yere götürülür. Üstünü değiştirip banyo yapmak isteyebilirsin. Ve eğer beni saf güzelliğinden yoksun bırakmazsan ki, bu bana bir ömür yeter, ayrıca da borcunun bir kısmını ödemiş bile olursun."
-"Borç mu? Ne borcu?"
-"Sana ve bu katil barbara bedava yatacak yer sağlamak. Ayrıca sana yiyecek güzel yemekler, temizlenecek bir yer ve efsanevi bir komutanın sıcacık kolları. Bunun ödenmesi zor bir borç olduğu ortada."
Lea, açıkça yapılan iğrenç teklif karşısında yüzünü buruşturdu. Yine de adamı çok öfkelendirmemesi gerektiği gerçeğini unutmadan:
-"Biz burada esiriz. Ayrıca sıcak kol konusundan da pek emin değilim!"
-"Bunu köyün diğer kızlarına sorabilirsin leydim. Senin kadar güzel olmasalar da, onlar da benimle ilgili deneyimlerini seninle paylaşabilirler."
Lea kusmak üzereydi, içinden "aşağılık herif" diye geçirdi. Yine de sessiz kalmaya ve kabullenmiş görünmeye zorladı kendisini. Brox, Tung'a dönerek ekledi:
-"Sana gelince katil. Öldürdüğün insanlar, Svallia'nın en seçkin ailelerine mensup kişilerin çocuklarıydı. Tek başına olmadığını biliyorum ve kiminle birlikte bunu yaptığını bana söyleyeceksin. Yarına kadar süren var. Bu arada öldürdüğün altı askerin de hesabını vereceksin."
Dün gece, korkusundan sararmış adamın yerinde yeller esiyordu. Brox da bir gece önce gördüğü şeyin sanrı olduğuna neredeyse emindi. Lea, adamın neden bahsettiğini anlayamadı, tam dönmüş gidiyordu ki son bir kez Tung'u görmek için arkasına bir bakış fırlattı. Brox'un meşalesi, tuhaf bir açıyla doğrudan adamın yüzünü aydınlatmıştı ve sol kaşının üzerindeki hızlı seğirmeyi fark etti. Neler olduğunu anlayamamıştı, ama orayı hemen terk etmesi gerektiği şeklinde tuhaf bir içgüdüsü vardı. Sezgilerine uydu ve adamın arkasından dışarı çıktı.
Genç kız, dışarı çıkar çıkmaz gözlerine dolan güneş ışığına engel olabilmek için, kolunu yüzüne siper etmeye çalıştı. Yavaş yavaş aydınlığa alışmakta olan gözlerini hafifçe araladı ve karşısındaki adamın kendisine sırıtarak baktığını fark etti. Bu kadar basit bir hareket bile adam için tahrik unsuru olmuştu.
İçinden "Bu adamla işim var." diye geçirdi Lea. Tekrar yürümeye başladılar. Bu arada da etrafı dikkatle izlemeye çalışıyordu, ihtiyacı olabilecek her bilgiyi adeta kafasına kazıyordu. Herkesin gözü de kendisindeydi, onlardan biri olmadığı bu kadar açık bir şekilde ortadayken, aslında bu çok da normaldi.
Ortada onlarca sivil vardı, görünen oydu ki tüm köyü yanlarında getirmişlerdi. Hepsini esir almışlardı, aralarda tek tük askerler göze çarpıyordu. Ya birini hırpalarken, ya birinin parasını, atını almaya çabalarken, ya da bir kadına sarkarken görüyordu onları Lea. "Kursk çapulcularından bir farkları yok." diye geçirdi içinden.
Nereye baksa aynı manzarayla karşılaşıyordu, aslında liderlerinin kişiliğine bakılınca, bunların da böyle olması gayet normaldi. Kalabalıkta birisi dikkatini çekti o sırada, eski bir başlıklı pelerine sarılmış, bir kenarda usulca duran ve yüzünün görünen kadarından bile genç birisi olduğunun kolayca anlaşılabilen bir köylüydü. Görünüşü onlardan farksızdı, ama bir tuhaflık olduğunu hemen anladı genç kız.
Tıpkı diğerleri gibi, o da kendisine bakıyordu. Bir süre daha dikkatle süzdü adamı, kendisiyle ya da hareketleriyle ilgilenmediğini fark etti. Dahası, orada olduğunu ve Lea'nın kendisine baktığını bile anlamamıştı, adeta hedefine kilitlenmişti. Demek ki orada öylece durup başka birini izliyordu. Herkes durmuş kendisine bakarken, bu adam ilgiyle kimi izliyordu böyle? Ayrıca bu kadar genç olup da köyde ne işi vardı? Eli silah tutan herkes savaşa gitmemiş miydi?
Bu kadar çok sorunun yanıtını, adama biraz daha dikkatini vererek çözdü güzel kız. Genç adam, yavaşça oturduğu yerden doğrulurken, bir yandan da elini beline doğru götürdü, doğrudan doğruya, hemen kendi önünde yürümekte olan adama bakıyordu.
Brox'a!
***
Tardus, kendilerinden çok uzakta, kampın tam ortasında bir şeylerin döndüğünü fark etmişti. Mesafe çok uzaktı ve tam olarak seçemiyordu, ama korktuğu şey başına gelmek üzereydi. Genç adam, kendini öldürtecekti ve dahası, planı bozguna uğrayacaktı. Bir şeyler yapmalıydı, acilen bir şeyler yapmalı ve işleri yoluna sokmalıydı. Zaten burada gereğinden fazla kalmışlardı, her an fark edilebilirlerdi.
Hızla gerisin geriye sürünerek, on beş dakika kadar önce Lance'in geçtiği yere ulaştı. Onun izlediği yolu takip ederek kampa ulaşacak ve aptalca bir şeyler yapmadan olaya müdahil olacaktı. Hem kendisini hem de Cylex birliğini tehlikeye atmadan bunu yapmalıydı. Maxiel'e dönerek:
-"Burada kal ve ben dönene kadar herkesin yerde yatmaya devam etmesini sağla. Komuta sende."
Maxiel itiraz edecek oldu ama bunun anlamsızlığıyla, yine bizzat kendi kendini engelledi. Çalışılmış birkaç el hareketiyle, Cylex birliklerine durumu anlattı ve kendisi de öncü birliklerin bulunduğu noktaya doğru sürünerek ilerledi. Tardus ve Lance için gerçekten endişeliydi.
Kampın batı kolundaki ağaçların arasında bulduğu son izle birlikte, artık yolun sonuna geldiğini anlamıştı Tardus. Burada bir şekilde bulduğu pelerinle aralarına sızmayı başarmıştı Lance ve şimdi de aynısını kendisinin yapması gerekiyordu. Tam bu sırada önündeki manzara karşısında donup kaldı. Elli metre kadar ilerisinde ayakta durup bu yakıcı güneşinin altında başlık takmış pelerinli adam, muhtemelen Lance idi ve baktığı doğrultudaki her kimse, yavaşça ona doğru ilerliyordu.
"Sanırım onu buldum." diye geçirdi aklından Tardus. Başka kaç aptal bu sıcakta yünden yapılma bir pelerin giyip başlık takardı ki? Neyse ki adamlar göründükleri kadar profesyonel değillerdi ve bu detayı atlamışlardı. Ağacın arkasındaki yerini biraz daha sağlamlaştırdıktan sonra izlemeye koyuldu.
Dikkatini biraz daha yoğunlaştırdığında, pelerinli adamın, bir kıza doğru ilerlemekte olduğunu gördü. Bir kıza ve birkaç adım önündeki tuhaf giyimli bir adama doğru ilerliyordu Lance. Bu Brox olmalıydı, bu kadar uzaktan seçemiyordu ama eğer Lance onu haklayabilirse, mesafeyi koşarak kapatıp ona yardım edebileceğini düşünüyordu. Aynı anda ordusu da harekete geçerse buradan canlı bile çıkartabilirdi genç askerini.
Kızın kim olduğu hakkında bir fikri yoktu, ama yine de dikkatli olmalıydı. Brox'un kadınlara olan düşkünlüğü ortadaydı ve bu kız da onun kadınlarından birisi olabilirdi, bu durumda Lance, kendini tehlikeye atmış oluyordu. Saklandığı ağacın etrafına şöyle bir göz atıp olacakları izlemeye koyuldu.
Lance, adama doğru ilerliyordu. Tamamen ona odaklanmıştı ve ne yapacağını kestirmeye çalışıyordu. Kendisine verilen emir, adamı açık hedef haline getirebileceği bir yere çekmekti ama bunu yapabileceğinden emin değildi. Üzerinde zırhı olmadığı düşünüldüğünde uzunca bir süre dinleneceği, ne yaparsa yapsın adamı dışarı çekemeyeceği kesin gibiydi.
"O çadıra girerse, tanrılar bilir bir daha ne zaman çıkar!" diye geçirdi içinden.
Şimdi ona saldırırsa her şeyi bitirebilirdi, ama etraftaki onlarca korumayı nasıl atlatabileceğini bilemiyordu. Zaten şimdiden fazlasıyla dikkat çekmişti. O sırada tuhaf bir şey oldu ve izlemekte olduğu adam, olduğu yerde durdu, arkasını dönüp kıza doğru yürümeye başladı. Bir şey söyleyecekmiş gibi, kızın tam önünde durduktan sonra onun yanından geçti ve mağaraya geri girdi.
O anda, kızla göz göze geldi Lance, saçlarının önündeki kızıllık, çenesine değerek göğüslerine doğru iniyordu. Şuh bir hareketle, onları kulağının arkasına geçirirken kendisine de bir gülümseme fırlattı. Küçük çapta bir felç geçiriyordu şimdi genç adam, kızın gök maviliğindeki gözleriyle bir kez karşılaşmıştı ve... "Lanet olsun" dedi içinden, adamı gözden kaçırmıştı.
Tam bu sırada etraftaki tüm korumaların kendisine şüpheyle baktığını fark etti. Farkında olmadan epeyce yaklaşmıştı Brox'un çadırına ve korumalar ondan şüphelenmişlerdi. Artık arkasını dönüp gidemezdi, çok geç kalmıştı. Ayrıca kendine yaklaşmakta olan bir koruma da dikkatini çekmişti. Adam şüpheyle kendisini süzdükten sonra:
-"Hey! Hemen buraya gel."
"İşte buraya kadar" diye düşündü Lance. Artık yapabileceği hiçbir şey yoktu. Kaçmayı deneyebilirdi, birkaçını haklar ve kaçardı, ama o zaman başkalarının da olabileceğinden şüphelenebilirlerdi. Ordusunu, kardeşlerini tehlikeye atamazdı. Köylüymüş gibi davranırsa belki bir şansı olabilirdi, korktuğu için savaşa gitmediğini söyler ve her ne yapılacaksa sadece kendisine yapılmasını sağlayabilirdi. O zaman, en azından Cylexlerin bir şansı olurdu. O, bu düşüncelere dalmışken adam tekrar seslendi:
-"Hey! Dilini mi yuttun? Seninle konuşuyorum. Hemen gel buraya, yoksa bacaklarını keserim senin!"
Lance, adam bir bakış fırlattı ve ona doğru çaresizce ilerlemeye başladı. Tam bu sırada koşarak kendisine doğru gelmekte olan kızı fark etti. Az önce dikkatinin dağılmasına sebep olan o kız, kendisine doğru koşarak geldi ve beklenmedik bir sıcaklıkla boynuna atıldı. Bir yandan da herkesin duyacağı bir perdeden:
-"Ruth, buna inanamıyorum. Döndün demek, bana döndün, tıpkı söz verdiğin gibi. Tanrıya şükür bir şeyin yok, savaştan sağ salim dönmüşsün. Ama ne tuhaf bir kaderimiz var ki, senin katılmaya geldiğin askerlere esir düştük. Burada mı karşılaşacaktık seninle? Oh, yüce tanrılar adına!"
Lea, konuşmasını yarıda kesti ve adamın boynundan yüzünü kaldırmadan, yapmacık hıçkırıklar içinde etrafa incelemeye başladı. Genç askerin üzerindeki dikkatler bir anda keskinleşmişti, ama artık kim olduğuyla ve orada ne aradığıyla ilgili şüpheli bakışlar değil, ona acıyan hatta biraz da eğlenen, yine de üzgün olmaktan çok uzak, donuk bakışlar yağıyordu üstlerine.
Aynı anda da köylülerin şaşkınlıkla karışık hayal kırıklıklarını da gözlerinden okudu genç kız. Sanki "Sana güvenmiştik" der gibi bakıyorlardı, hayal kırıklığıyla doluydular. Sevgilisi ya da kocası artık her neyiyse, paralı asker olmaya çabalıyordu ve işte şimdi hepsi onlara esir düşmüşlerdi. Ama şuan bununla uğraşacak zamanı yoktu, küçük oyununa ve rolüne geri dönmeliydi. Başını genç adamın boynundan kaldırmadan fısıldadı:
-"Bu şeye devam et! Tabii yaşamak istiyorsan..."
Lance şaşırmıştı, yine de bunun, sesine yansımamasına dikkat ederek:
-"Neden yapıyorsun bunu?" diyebildi. Lea bekletmeden yanıtladı:
-"Benim ve arkadaşımın buradan kaçmamıza yardım edeceksin. Hayatının karşılığında bu iyiliği yapman gerek."
Asker, gözünün ucuyla etrafı süzdüğünde, kızın haklı olduğunu anladı. Brox, o tuhaf mağaraya girip ortadan yok olmuştu ve kendi hayatı büyük risk altındaydı. Oyuna devam etmeli ve en azından görevini yerine getirebilmek için uygun ortamı yaratmalıydı. Çaresizce:
-"Olur. Bu arada Ruth eski Priest dilinde domuz demek!" dedi ve kıza sıkıca sarıldı.
Genç kızın yapmacıktan da olsa boynunda hıçkırıyor olması, çok garibine gitmişti genç adamın, bir eşi ya da nişanlısı olsa, kendisi savaşa giderken veya geri döndüğünde yaşayacak olduğu şeydi bu. Lea'ya bir daha bırakmayacakmışçasına sarılmış sıkarken, duyduğu sesle irkildi. Az önce kendisine yaklaşıp kimliğini soran adamın sesiydi bu, neredeyse orada olduğunu unutmuştu:
-"Siz ikiniz, ayrılın hemen!"
Adamın söylediğini o kadar güçlükle ve isteksizlikle yerine getirdiler ki, neredeyse Lea bile yaptığının oyun olduğunu unutacaktı. Gerçekten kendisiyle gurur duymalıydı, çok kısa süre içinde bir plan kurmuş ve bunu hemen uygulayarak adamın hayatını kurtarmıştı. Detayları bile insanüstü bir hızla düşünmüştü ki bunu, nöbetçinin bir sonraki cümlesinden anlayacaktı:
-"Yanında silahı olan birisi bu kadar yakına gelemez. Ama anladığım kadarıyla sen, komutanın yeni gözdesinin sevdiği adamsın. Ayrıca kız demin bize katılmak istediğini söyledi ki, bu pek kolay değildir. Biz sadece maharetlileri aramıza alırız. Yine de seni Brox ile görüştürebilirim. Seninle ne yapacağına o karar verir. Ama dostum, şunu söyleyeyim ki, Brox, kızla ne yapacağını zaten biliyor. Senin için üzüldüm."
Bunu söyledikten sonra, onları duyma mesafesinde bulunan tüm korumalarla birlikte, adeta böğürürcesine kahkahalar atmaya başladılar. Lance, işlerin gidişatından hayli memnundu. Tam bu noktada nişanlısını kıskanması gerekiyordu. Sesine sert ve acıklı bir ton yerleştirmeye uğraşarak:
-"Nişanlım!" diye bağırdı.
Adamlar sustu ve birbirlerine bakmaya başladıkları sırada en yakındaki adam:
-"Ne dedin?" dedi.
Lance, istifini hiç bozmadan:
-"Sevdiği adam dedin. O benim nişanlım."
Koruma tekrar gülümsedi:
-"O zaman çok yazık. Nişanlın senden önce bir başkasıyla birlikte olacak."
Lance'in şimdi öfkelenmesi gerekiyordu, yoksa karşısındakiler şüphelenebilirdi. Daha da ilginç olanı gerçekten öfkenin midesinden boğazına doğru yükseldiğini fark etti. Erkeklere özgü bir koruma duygusu hızla oyunu gerçek kılmaya başlamıştı. Lea olayı hemen sezdi ve atıldı:
-"Ruth, boş ver onları. Ben komutan Brox'la konuşacağım. O bizi anlayacaktır ve belki de seni paralı asker olarak yanına almayı bile kabul eder. O zaman evlenebiliriz."
Lea, bunları söylerken adamın kolunu öyle bir sıktı ki, Lance kızın kollarına, sahip olduğu güç nedeniyle bir bakış atmaktan kendini alıkoyamadı. Gerçekten de saçmalamaması gerekiyordu, olmayan bir nişanlıyla ilgili tuhaf bir kıskançlık krizine girerek kendini öldürtmek üzereydi ve genç kız bunu tam zamanında ona hatırlattığı için şanslıydı. Kendisini çabucak toparladı ve korumaya:
-"Bizi yüce komutanla görüştürür müsünüz efendim? Günlerdir yoldayım ve size katılmak için millerce yol teptim. Kabalığımı bağışlayın."
Bu sözler korumanın hoşuna gitmiş olacak ki kendinden emin bir sesle:
-"Pekâlâ. Ama fazla umutlanmamanı tavsiye ederim evlat. Dediğim gibi, bize katılmak için yeterince iyi olduğunu sanmam, sonuçta çok gençsin. Ayrıca nişanlın da çok güzel ve Brox, güzel kadınlara bayılır. Bu da diğer şanssızlığın..."
Yine tuhaf sesler çıkararak gülmeye başladılar. Lance, bu kez sinirlerine hâkim olmayı başardı, itaatkâr bir biçimde boynunu eğdi ve beklemeye başladı. Bu havası, grup üzerinde etkili olmuş olacak ki, bir süre sonra gülmeyi kesip devasa çadıra doğru hareketlendi koruma.
-"Benimle gelin!" diye uyarmayı da ihmal etmedi.
Fırsat ikinci kez ayağına gelmişti Lance'in. Adamın nerede olduğunu bilmiyordu, mağaranın herhangi bir yerinden geri çıkmış da olabilirdi, halen içeride de. Sonuçta bu çadıra döneceği kesindi ve ilk seferde yapması gerekeni, kendi aptallığı yüzünden yapamamıştı. Kader karşısına bu kızı çıkarmış ve ona ikinci bir şans vermişti. Şimdi dikkatli olmalıydı ve bu işi bu sefer halletmeliydi, aksi takdirde Tardus'un yüzüne bakamazdı. Güvenmişti kendisine ve bu güveni boşa çıkarmaması gerektiğini biliyordu.
ZİNCİRE VURULMUŞ DEHŞET
-"Biliyor musun barbar, fikrimi değiştirdim. Sana süre falan vermiyorum, hemen söyleyeceksin bana seninle birlikte olan yandaşlarını. Koskoca bir şehirden, kimlerle birlikte haraç aldığını, dün gece yaptığınız katliamı... Hepsini istiyorum. Bana söyleyeceksin ve bende senin ölümünü kolaylaştıracağım. Aksi takdirde aklına bile gelmeyecek işkencelere hazır ol."
Sağ dizinin üzerine çökmüş ve sol bacağını da kırarak öne doğru uzatmış bir şekilde, derin derin nefesler alıyordu Tung. Ne yapması gerektiğini sağlam kafayla düşünmeliydi ve bir plana şiddetle ihtiyacı vardı. Dışarıdaki kızın bir şansı olabilirdi belki, o zamana kadar sesini çıkarmamalı, adamın sinirlerini gerecek sözlerden kaçınmalıydı. Bunun için her şeyden önce, acil gereken plandan da daha önce, derin nefeslere ihtiyacı vardı çünkü kaşındaki seğirme yine tehlikeli bir boyuta ulaşmıştı. O anda ilginç bir biçimde eğer değişirse zincirleri kırıp kıramayacağını merak etti Tung. Sonra da bunun saçmalığını düşünüp kendi kendine güldü. Brox öfkeyle:
-"Ne gülüyorsun aptal! Sen kendini ne sanıyorsun? Seninle işim bittiğinde bana seni öldürmem için yalvaracaksın aşağılık herif!"
Tung sakinleşmişti artık. Kendi bile zor duyabileceği bir sesle:
-"Tek başınaydım. Tüm saydıklarını tek başıma yaptım. O anki suratını görsen, bana inanırdın. Şu anda bile korkudan titriyorsun ve tek başıma olmadığıma inanmayı deli gibi istiyorsun ama aslında bunun doğru olduğunu sen de biliyorsun. Yine de seninle işim yok, kendi kaderimin peşindeyim, aslında hiçbiriniz umurumda değilsiniz. Bu yüzden bırak, gideyim."
Brox, şaşkınlığını gizlemek için çabalarken, adamın son cümlesi, bu adamla ilgili aklındaki işkence fikrini daha parlaklaştırdı:
-"Demek kimse umurunda değil. Peki ya şu mağaranın önündeki güzel kız? Çadırımda beni bekliyor, muhtemelen çıplak. Nedimelerim onu benim için hazırlamışlardır. Belki bu ilgini çeker ha? Tabi onu da umursamıyorsan o başka!"
-"Bir insan aynı anda, hem buranın girişinde olup hem de çadırda çıplak bir şekilde nasıl seni bekleyebiliyor? Acınacak haldesin yaşlı adam. Asker olduğunu sanıyordum bir de..."
Brox'un gözleri, öfkeden ateş gibi parlıyordu adeta. Kılıcı yanında olsaydı, bu adamı şuracıkta öldürür, hayır sadece öldürmez, kafasını da keserdi. Yine de durabileceğini sanmıyordu, öfkesi onu kudurtuyordu.
Yanındaki korumalardan birinin elindeki kamçıyı çekip aldı, önce kolunu, sonra da bileğini kullanarak usta bir açıyla savurdu. Kamçı, mağaranın içindeki alacakaranlık havayı yaran bir ıslıkla, Tung'un tam sağ omzunun üzerinde patladı. Kauçuğun uzun ucu da sağ omzundan sırtına kadar olan bölgeyi adeta biçti. Kızıl kanların, loşluğa rağmen havaya dağılışını görebilmişti, ürpertisine engel olamadan titredi.
Müthiş bir yanma hissetmişti önce Tyruslu, peşi sıra gelen sızlama ve acıma hisleri birbirine karışmış, seğirme yeniden ve daha hızlı bir biçimde başlamıştı. Canı müthiş yanıyordu genç adamın ve az önce zincirlerle ilgili merak ettiği sorunun cevabını bu hızla giderse birkaç saniye içinde öğreneceğini düşünüyordu. Gerçi içinde bulunduğu durumda eğer o zincirler koparsa yapacakları için bu sefer üzülmeyecekti, bunu biliyordu. Tek istemediği şey, dışarı çıktığında herhangi bir esir ya da Lea ile karşılaşmaktı, onun dışında omzundaki giderek yükselen yanma hissine neredeyse minnettardı.
Brox, korkusunu yenmek için öfkesine sığındı. Bir kez daha kamçıyı kaldırmıştı ki, adamlarından birisi koşarak yanına geldi ve bir şey söyleyecekmiş gibi tam önünde durdu. Brox, alev alev yanan gözlerini adama çevirdi, neredeyse öfkeden kudurmuştu. Asker, yavaşça Brox' un kulağına doğru eğilerek:
-"Efendim. Kadını çadırınıza aldık. Ve kampa birisi daha geldi, kızın nişanlısıymış. Sanırım bize katılmak istiyor, dediklerine bakılırsa Marin'in topladığı ordudan firar edenlerden birisi. O da çadırınızda."
Brox, derin bir nefes aldı. Sonra sert bir hareketle kamçıyı sahibi olan nöbetçiye uzattı ve haşin bir emirle:
-"Bunun zincirlerini çözüp çadıra getirin. Kimi umursadığıyla ilgili bir test yapacağım. Ve akşamki gibi bir rezillik istemiyorum. Ayağınızı denk alın."
Bunları söyledikten sonra arkasına bile bakmadan mağarayı terk etti. Şimdi diğer nöbetçide gelmişti ve arkalarında üç kişi daha vardı. Öndeki nöbetçi ve Brox'a haber vermeye gelen asker, kılıçlarını çekip adamın boğazına dayadılar. Arkadan gelen nöbetçi de elindeki anahtarları, arkasındaki üç askerden uzun olanına vererek mızrağını, Tung'un göğüs kafesine dayadı. Adamların korkuları gözlerinden okunabiliyordu. O kadar zorluyorlardı ki kendilerini, titreyen üçüncü adamın tuttuğu mızrağın ucu, Tung'un vücudunda küçük bir delik açmıştı ve ince bir çizgi halinde kan sızıyordu.
Elinde anahtar olan asker usulca yaklaştı ve sanki güvenli olup olmadığını anlamak istercesine, Tung'un sürekli seğirmekte olan sağ kaşına ve gözlerine baktı. Görmek istediği şeyi görmüş olsa gerek, eğilerek adamı yere bağlayan zincirlerin kilidini açtı. Sağ koluna sıkıca dolayarak sertçe çekti ve onu ayağa kaldırdı.
Tung, adamları takdir etti. Gerçekten de hiç açık vermemişlerdi o ana kadar, kaçmak için yapabileceği fazla bir şey yoktu. Yavaşça mağaradan dışarı çıktılar, şimdi dışarıda bekleyen iki adam da kılıçlarını vücudunun farklı yerlerine dayamışlar ve hafifçe bastırarak kaçma teşebbüsüne nasıl tepki vereceklerini ima ediyorlardı.
Gözlerine dolan güneş ışığı, yavaş yavaş Tung'a kendini alıştırırken, onun o insanlık dışı öfkesinin de yavaşça akıp gitmesine izin veriyordu. Askerlerden biri önde onu çekiyor, diğerleri de arkasından dürterek kampın ortasına doğru götürüyorlardı. Etrafa hızlı bir göz gezdirdi, köylülerin büyük çoğunluğu bakış alanındaydı. Ya zorla çalıştırılıyor ya da istemedikleri başka bir şey yaptırılıyordu.
Köyde konuştuğu yaşlı adamla göz göze geldi bir an, sanki adam gözleriyle konuşmak ister gibiydi. O sırada adamın yüzündeki yara izlerini ve morlukları fark etti. Askerler onu dövmüş olmalıydı, aslında bir esir için iyi durumda bile sayılabilirdi. Kendi yaptıkları kale kuşatmaları geldi gözlerinin önüne, Yüce Tegin böyle bir şeye asla izin vermezdi. Ne yağmaya ne de ganimete ya da esire asla izinleri yoktu.
"Biz savaşçıyız ve siz de ona göre davranacaksınız!" derdi hep. Silkinerek kendine geldi genç adam, kendisini tırnağı kadar sevmeyen bir adamı bile özlemle andığına göre durumu gerçekten vahimdi.
Kampın tam ortasına kurulmuş devasa çadır ve içindekileri görünce küçük çaplı bir şok yaşadı Tung. Böyle bir lüksü hiç düşünmemişti. Şimdiye kadar gezdiği tüm şehirlerde bile bu kadar gösterişli bir tek yer görmemişti. Gözü, az ilerde diz çökmüş, adeta kutsanmayı bekleyen bir adama ve onun yanında neredeyse yalvaran gözlerle karşısındaki adama bakmakta olan Lea'ya kaydı.
Onu hiç böyle uysal görmemişti tanıştıklarından beri, neredeyse bir kedi kadar masumca bakıyordu. "Nişanlısı" türünden zırvalıklar etmişti yaşlı asker, "Acaba neler dönüyor?" diye düşünüyordu ki, sol diz kapağının hemen arkasına inen bir tekmeyle kendisini yerde buldu. Boynuna geçirilen zincir, hızla geriye doğru çekilince kafasını, Lea ve yanındakilere doğru kaldırmak zorunda kaldı. Belli ki izlemesini istedikleri bir şeyler olacaktı. Yine seğirmeye başlayan kaşı, Brox'un sözleri karşısında adeta dondu:
-"Seni orduma almayı kabul ediyorum. Yalnız bir şartla, ben ordumda evli bir askeri asla bulundurmam. Askerlerimin kadınlarla ne yapacaklarına da karışmam. Bu kız senin nişanlınmış madem, onunla istediğin gibi eğlenebilirsin. Yalnız bunu ilk yapan ben olmalıyım. Eğer komutanına bu kadar yüce gönüllü bir davranışta bulunursan, mükâfatını almakta da fazla gecikmeyeceğini sana garanti ederim."
İki gözüyle de Tung'a bakıyordu Brox ve teklifin asıl hedefinin kim olduğu son derece açıktı. Muhtemelen kendisine söylenen nişanlılık masalının tek kelimesine bile inanmamıştı kurt komutan. Bir taşla iki kuş vuracaktı, hem karşısındakilerin niyetini anlayacak, hem de barbarın tepkilerini ölçebilecekti.
Lance, hemen kabul etmiş görünmek istemedi. Sonuçta oyuna devam etmesi gerektiğini biliyordu, adamın bu kadar yakınında bulunabileceğini hiç tahmin etmemişti. Kılıcını aldıklarına içinden bir lanet daha okuduktan sonra yeniden sıkıntılı havasına geri döndü. Şimdi; sonuçta kızı tanımıyordu, adam kızla ne istiyorsa onu yapabilirdi.
Elbette ki çok gerekli olursa onu kurtarırdı, sonuçta tüm Cylexler şerefli birer asker ve kahramandılar. Ama bu sonuçta ikisinin oynadığı bir oyundu ve gizli görevi uğruna hiç tanımadığı bir insanı tabiî ki feda edebilirdi. Yine de bunu düzgün ve inandırıcı yapmalıydı, sonuçta kendisinden nişanlısı isteniyordu ve elbette ki adam onu mutfakta çalıştırmak için istemiyordu. Etkileyici ama kabullenmiş bir cevap vermeliydi, hem oyunları ortaya çıkmamalı, hem de adamı kızdırmamalıydı. Böylesi bir teklifi bu kadar açıkça ve uluorta "nişanlı" olan bir çifte yapılmasının arkasında ne olabileceği ile ilgili hiçbir şeyden şüphelenmemişti genç ve tecrübesiz asker.
-"Büyük komutanım. Tüm batının en ulu kişisi sizsiniz ve zaten batıdaki bütün orduları siz komuta ettiniz. Bizim de sahibimiz sizsiniz. Bir komutanın askerlerine nasıl davranması gerektiğini, sizden daha iyi bilen birisi yeryüzünde yoktur. Batının yalnızca komutanı değil aynı zamanda sahibi de olduğunuza göre, aynı şey elbette ki dışarıdaki tüm köylüler ve nişanlım içinde geçerlidir."
Brox, şöyle bir düşündü. Aslında iyi bir cevap vermişti karşısındaki asker adayı, "Kendimizi merhametli ve adil ellerinize bırakıyoruz." türünden üstü kapalı bir cevap. Sakallarını sıvazlayarak ileri geri yürüdü, adamın verdiği cevap kendisini askerlerinin önünde onore etmişse de genç adam, aslında kendisine olumlu ya da olumsuz hiçbir şey söylememişti. Bununla daha sonra ilgilenmeye karar verdi, şimdi asıl konusu karşısındaki barbardı. Onu konuşturmak için her şeyi yapardı.
-"Pekâlâ, dışarı çıkabilirsin. Nişanlının bu adamın yanında ne aradığını da bana daha sonra anlatırsın."
Lance, dışarı çıkarken adamın yaptığı imayı anlamış ve fazla zamanının kalmadığını fark etmişti. Söylediği şeyin yalan olduğundan şüphelenmişti, ama bunu direk söylememişti. Demek ki o da bir şeyler planlıyordu. Yapacağı şeye odaklanmalı ve hızlı bir çözüm bulmalıydı, güneş tepeyi geçmiş ve hızla batmaya çalışıyordu. Cylexler iyi bile saklanmışlardı ama artık Tardus'un da sabrı tükeniyor olmalıydı.
Dışarıda kendisini bekleyen şeyin ne olduğunu bilmiyordu, dışarıda kendisine yapacakları hakkında da herhangi bir fikri yoktu. Sadece ''Çık'' demişti kendisine ve o da çaresizce bunu yapmıştı. Kendisine verilen emir açık ve netti. Daha hızlı düşünmeliydi, bir şekilde adamı açıklığa çekmesi gerekiyordu. Yine de ordusu çok uzaktaydı halen ve onlar yetişene kadar, buradaki adamlar onlara doğru onlarca ok fırlatabilirlerdi. Ayrıca da hedef hemen kaçabilirdi, tabii kaçmamayı tercih ederse o başkaydı. Bu kadar yüksek bir egodan beklenen buydu.
Gerçekten karşılaşmak istiyordu Brox'la. Aklına bir anda kız geldi. Ona hayatını borçluydu. O küçük oyunları olmasaydı belki de şimdi ölüydü. "Ne yapmayı planlıyor acaba kızla?" diye geçirdi aklından. Ama kolaylıkla zihninde beliren yanıt, karnına giren şiddetli bir krampla son buldu. Artık Brox'la karşılaşma isteği, çok daha güçlüydü. Kıza yapacakları için bile onun karşısına çıkardı Lance, kendisi de bir kahramandı sonuçta ve kahramanlar böyle yapardı.
Meydana doğru ilerlerken, bir yandan da etrafı kolaçan ediyordu Lance. Köylülerin durumu gerçekten perişandı; acınacak haldeki yaşlılar, pislik içindeki küçük çocuklar, ya işkence görmüş ya da tecavüze uğramış zavallı kadınlar. Kaldı ki burası, Marin'e asker göndermiş bir köydü ve onlar kendilerine yardıma geldikleri için kadınları, çocukları, yaşlıları bu haldeydiler. İçinde hızla yükselmekte olan öfkeyi tekrar baskı altına alarak yürümeye devam etti. Bir yandan da düşünmeye çalışıyordu.
Kafasını kaldırdığında çadırdan iyice uzaklaşmış olduğunu fark etti. Arkasından kendisine bakan askerlerin alaylı gülümseyişlerini, omurgasının üzerinde kıpırdanan bir yılanmış gibi hissetti. Muhtemelen dalga geçiyorlardı kendisiyle, nişanlısını Brox'a teslim edişi hoşlarına gitmişti anlaşılan.
"Biraz daha sabır!" dedi kendi kendine ve tekrar önüne döndüğünde kendisine çevrilmiş iki göz gördü.
Adeta kor gibi yanan iki göz, doğrudan kendisine bakıyordu. Ancak kendi eğitimli gözleri bunu fark edebilirdi. Hızla toparlandı ve baktığı yeri fark ettirmeden tüm dikkatini oraya yöneltti. "Çok geç" diye geçirdi içinden, Tardus'un sabrı taşmış görünüyordu ve artık her an saldırabilirlerdi. Ne yapabileceğini düşündü, biraz daha zamana ihtiyacı vardı ama alamayacak gibi görünüyordu.
***
Tardus, olduğu yerde yavaşça doğruldu, "Bu iş buraya kadar!" diye düşündü. Artık beklemeyecekti. Haberleşme amaçlı olarak yirmi metre kadar kendisine yaklaşmış askere dönerek sağ kolunu dirseğinden büktü, sol eliyle sağ bileğini tutarak aşağı doğru çekti. Bu, Cylexlerin beklediği işaretti ve her seferinde ölümcül bir silahın tetiğinin çekilmesiyle aynı etkiyi yaratıyordu. Haberleşmeyi sağlayan diğer askerlerde aynı işareti ordunun geri kalanına ilettiler ve her biri gerilmiş birer ok gibi bulundukları yerden ileri doğru fırladı.
Artık geri dönülemez bir noktadaydı Tardus ve mümkün olan en az kayıpla bu işi bitirmek için, içinden küçük bir dua mırıldandı. İstediği gibi gitmemişti işler, planı acilen değiştirmiş ve topyekûn bir saldırı planlamıştı orada beklerken. Aynı anda Cylexler, aradaki mesafeyi hızla kapatarak kampın ön koruma bölgesinde bulunan tüm paralı askerleri biçti.
Şaşkınlıktan dona kalmış askerler, etraflarında avına atılan birer çita gibi, hızla çoğalmakta olan Cylexleri gördükçe ne yapacaklarını şaşırıyorlardı. Az önceki rahatlıklarından eser yoktu, ne yaptıkları yağmalar, ne ganimetleri, ne de kendilerine katılmaya gelen şu tuhaf adam ve nişanlısı artık umurlarında değildi. Şimdi sadece hayatta kalmaya çalışıyorlardı, yine de bu ömürlerinin birkaç saniye daha uzaması için boş bir çabaydı.
Öncü birliklerin hızla yerle bir olması, kampın merkezindeki Brox'un asıl muharip birliklerini oluşturan muhafız grubunun acil durum borusunu çalmasıyla baskın özelliğini yitirdi. Zaten Tardus için öncüleri bu kadar kolay ezebilmek bile sürprizdi, sonuçta askerlerini konuşlandırdığı yerle kampın merkezi arasındaki mesafe, en azından yarım mildi ve ne kadar hızlı koşarlarsa koşsunlar bir yerde onlarda toparlanacaktı. Artık savaş zamanıydı.
İlk andaki şaşkınlığı atlatmış olan paralı askerlerde hemen savaş durumu aldılar. Ama Tardus rahatlamıştı, çünkü bu aşamaya gelene kadar ordusu, çeyrek mil yol almıştı ve okçu mesafesini çoktan geçmişlerdi. Teke tek dövüşte hiç şans tanımıyordu paralı askerlere, artık işlerin iyiye doğru gittiğine inanmaya başlamıştı.
Lance, borunun çalmasından saniyeler önce saldırının başladığını anlamıştı ve büyük bir sorumluluk bilinciyle sağa sola saldırmak yerine ilk önce yakınlardaki çocuk ve kadınların güvenli bir yere toplanmasını sağladı. Böylece paralı askerler, onları kalkan olarak kullanamayacak ve köylülerde kazara ölmeyecekti.
Bu akıllıca hareketi, Tardus'un da dikkatinden kaçmamıştı, genç askerine gönülden bir aferin yolladı. Hemen ardından da kendisi, kampın batı yanından bacaklarındaki kasları yırtarcasına kampın meydanına doğru koşmaya başladı. Yolu üzerinde, askerlere doğru dönmüş yaylarına ok yerleştirmeye çalışan iki paralı askeri de biçmeyi ihmal etmeden koşusunu sürdürdü.
Dışarıdaki gürültü ile kulak kesilen Brox, acil durum borusunu da duyunca hızla yanındaki askerden kılıcını aldı ve etrafını kuşkulu gözlerle süzmeye başladı. Sonra da sesinin yettiği ölçüde haykırdı:
-"Bu da ne? Neler oluyor? Lanet olsun! Hemen dışarı çıkıp neler olduğunu öğrensin birisi!"
Tung kendini tutamadı, zincirlerler içinde yerde otururken ve boğazına altı mızrak dayalıyken kıkırdar gibi güldü. Brox'un bu gülüşe verdiği tepki çok açıktı. Artık öfkesi, adeta elle tutulacak kadar, neredeyse kafasının üstündeki kan kırmızı bir bulut gibi somut görünüyordu. Dişlerinin arasından:
-"Aşağılık barbar! Ayağa kalk da, son gülüşünü suratına sabitleyeyim!"
Tung gülmesini durdurmaya tenezzül bile etmeden:
-"Ellerim bağlıyken yapabilirsin sanırım. Bu kadarcık şeyi, sen bile yapabiliyor olmalısın."
Tek ve sert bir emir geldi:
-"Çözün ellerini!"
Askerler korkudan neredeyse titriyordu. Anlamsız gözlerle komutanlarına bakıyor ve emri tekrar etmesini bekliyorlardı. Dışarıdan gelen gürültüler ise, saldırının ne ölçüde geliştiği hakkında yeterli fikri veriyordu ve Brox'un bununla pek ilgilendiği yoktu. Tüm öfkesini karşısındaki bu adama yöneltmişti ve ondan başkasını gözü görmüyordu. Kamp düşmek üzere olmalıydı, ama tek düşündüğü bu adamı öldürmekti. Brox bu sırada tekrar gürledi:
-"Size şunu çözün dedim! Duymadınız mı aptallar!"
Hepsi aynı anda, rahatsız edici bir uyumla mızraklarını kaldırdı ve birer adım geriye doğru açıldı. Tung, gözleriyle adeta hepsinin hareketlerini ezberliyordu. Stratejisini belirlemeye çalışıyor, bir yandan da kafasında bir kaçış planı oluşturmaya çabalıyordu. Tam bu sırada Lea ile göz göze geldi, kızın kendi amacını anlaması için dua ediyordu. Ona ulaşacak zaman bulamayabilirdi, arkasından güvenle geleceğinden emin olabilmeliydi.
Bir tomar anahtarı önüne doğru fırlattı askerler ve hemen bir adım geride savunma pozisyonu aldılar. Mızraklarını Tung'a doğru çevirdiler, destek ayaklarının üzerinde hafifçe yaylanarak silahlarına daha sıkı sarıldılar. Brox'la dövüşmesine izin verip onu öldürmesine izin vermeyecek gibiydiler.
Anahtarı usulca eline aldı ve karıştırmaya başladı. Elindeki zincirin üzerindeki büyük kilide en uygun olanını bulmaya çalışıyordu. Bunu elinden geldiğince yavaş yapıyordu ve kafasından aynı anda onlarca senaryo geçiriyordu. Bu senaryoların en azından yarısında, hem çadırdaki tüm askerleri hem de Brox'u öldürüp Lea ile birlikte güvenle buradan cehennem olup gidebiliyordu. Dışarıdan gelen gürültülere ve çığlıklara bakılırsa saldırı her kim tarafından yapılıyorsa çok başarılı olmalıydı, bunu savaşlara alışık kulağıyla anlayabiliyor, bu sırada da anahtarları tek tek deniyordu.
İlk anda zaten kilide ait olduğunu fark ettiği ama yine de zaman kazanma amaçlı olarak elinde çevirip durduğu anahtara geldiğinde kafasını hafifçe Brox'a doğru kaldırdı. Gözlerindeki öfke hala bıraktığı gibiydi, çakmak çakmak yanan gözlerle elinde kılıcı, kendisini bekliyordu. Lea'nın gözlerindeki endişe de gözünden kaçmamıştı bu arada Tung'un. Kendisi için endişeleniyordu, bakışlarından anlamıştı bunu genç kızın.
Sakince saçlarındaki kızıl tutamı kulağının arkasına geçirirken, teninin büyüleyici beyazlığı bir kez daha gözlerini kamaştırdı. Kızın buradan çıkması gerekiyordu, dönüşümü daha önceki gibi yarıda kalabilir, ya da daha kötüsü kıza zarar verebilirdi. Önceki savaşları gözünün önüne geldi genç Tyruslunun, onlarca kişiyi öldürdükten sonra kendine gelişi ve bir sürü kadını hatta çocuğu bile öldürdüğünü fark etmesi. Tam olarak kendinden geçiyordu adam ve Lea, etrafında olmasını isteyeceği kişilerden biri değildi.
Tardus, neredeyse meydanının ortasındaydı artık, ordusu yetişene kadar tek başına savaşmış ve paralı askerlerin etkili bir savunma yapmasını engellemişti. Acilen geliştirdiği planın ilk aşamasını ağırlıklı olarak kendisi halletmişti. Okçulara fırsat vermemek, yapabileceği en hızlı şekilde onları etkisiz hale getirmek temel öncelikti, bu arada Lance'in de yardımlarını yadsıyamazdı. Tam bir kahramandı o da ve ordusunda öyle bir asker bulunduğu için gururluydu.
Cylexler yetişmişlerdi artık ve bir tek kişiymiş gibi hareket ediyorlardı, meydanı tamamen ele geçirmek üzereydiler. Brox'un muhafız ordularının heybetli komutanı da çaresizlik içinde ordusunu yönlendirmeye çalışıyordu ama daha saldırıyı durdurmak şöyle dursun, bir tek Cylex bile öldürememişlerdi. Askerlerinin morali altüst haldeydi ve ölmektense teslim olmayı yeğliyorlardı. Son bir ümit atıldı Tardus'un üzerine, belki onu indirebilirse bir toparlanma imkânı verirdi paralı askerlerine.
Mızrağını tüm gücüyle fırlattı, ama Tardus kendisini çoktan fark etmişti ve saldırıyı bekliyordu. Hafifçe sıçradı ve havada, kendi ekseni etrafında bir tam tur döndü. Mızrak, Cylex komutanını zırhını sıyırarak uçtu gitti. Artık karşı karşıyaydılar ve iyi bir savaşçı olmasına rağmen, karşısındaki bu iki metrelik dev adamın karşısında pek şansı olmadığını da biliyordu. Kılıcını biraz daha sert tuttu muhafız, sonra tüm gücüyle başının üzerine kaldırıp hamlesini yaptı.
Tardus, önce kendi kılıcını alnının üzerine doğru yanlamasına kaldırarak hamleyi kolayca bloke etti, hemen ardından da seri bir hareketle, sol eliyle belinin sağındaki bıçağı kapıp fırtına gibi dikey bir kavis çizdi. Adamın boynu, diklemesine iki parçaya ayrılmıştı ve fışkıran kan, adeta Tardus'u yıkıyordu. Tüm yüzü kana boyanmışken yavaşça arkasını döndü, korku Brox'un adamlarının gözlerinin içinden haykırıyordu.
Parlayan gözlerle düşmanını süzdü dev komutan, sonra adeta gürledi:
-"Size teslim olmanız için tek bir şans veriyorum. Silahlarınızı derhal bırakın!"
Adamlar, sanki eğitimli birer köpekmişçesine söyleneni hızla yerine getirdiler. Silahlarını fırlatıp attılar ve ellerini zararsız olduklarını göstermek amaçlı iki yana uzattılar. Zaten Cylexlere herhangi bir zarar verebileni yoktu içlerinde, tek kayıp, hatta tek yaralı bile vermeden kampı ele geçirmişlerdi. Tardus gülümsedi, hedefe çok yaklaşmıştı ve sonuç istediğinden de iyiydi...
TEHDİT
Brox'un tam gözlerinin içine bakarak yavaşça doğruldu Tung. Adama gözleriyle meydan okuyordu adeta ve kendi üzerine yıldırım bulutlarını andıran bir öfke yağıyordu. Baya kızdırmış olmalıydı adamı, aslında amacı da oydu ama bu işi bu kadar abartacağını düşünememişti yaşlı komutanın.
Etrafına bakındı, kendisine de bir silah verilip verilmeyeceğini sorgulayan bir hareket yaptı. Alamayacağını bildiği halde yine de şansını denemek istemişti, sonuçta bir kılıç fena olmazdı. Paralı askerlerin gözlerinin içindeki korku, en az Brox'un öfkesi kadar gerçekti.
Yeniden adama döndü, Priest'in eski batı orduları komutanı, kendisine doğru ufak adımlarla yaklaşmaya başlamıştı, bir yandan da elindeki kılıcı kendi ekseni etrafında çeviriyordu. Bu haliyle kendinden çok emin görünüyordu adam. Kendi elinde bir silahının olmayışı gerçekten problem olabilirdi. Dahası şu an gayet kendindeydi Tung ve diğeri henüz yakınlarda bile değildi. Bu ciddi bir sorun değildi, çünkü bir anda ortaya çıkıp duruma el koymakta üstüne yoktu. Yine de kendini, hala kendisi gibi hissediyordu ve bu şekilde kalması, aslında herkes için çok daha iyiydi.
Dışarıdaki sesler tamamen kesilmişti ve Lea bunun nedenini merak ediyordu. O adamın, yani sözde nişanlısının bir şeyler çevirdiği açıktı, muhtemelen yalnız da değildi ama bu kampta ne yapabilirdi ki? Ufak anlaşmalarına sadık kalacak mıydı acaba, bu çok önemliydi Lea için. Buradan gerçekten kurtulmak zorundaydılar, zira Brox çok tehlikeli ve her an her şeyi yapacak türde bir adamdı.
Yanındaki üç kıza baktı, kendisini hazırlamak için Brox tarafından görevlendirilmiş kızlar, sanki küçük köleler gibiydiler. Onlara yaptığı şeylerden sonra yüzlerine utançla birlikte gelip yerleşen ıstırap, ilk görüşte bunu algılayan genç kızın da yüreğini dağladı bir an. Ne olursa olsun bu kızları da kendisiyle götürecekti, onları burada bırakamazdı.
Tam bu sırada çadırın arka girişinde birkaç asker belirdi. Paralı askerlere kesinlikle benzemiyorlardı, zırhları deri gibi bükülgen, tuhaf bir metalden yapılmıştı, ayrıca kılıçları daha kısa olmakla birlikte diz kapakları ve dirseklerinde de aynı zırhın parçaları bulunuyordu. Bu görüntü, bu askerlerin dövüş sırasında alışılmış tekniklerin dışına çıktıklarını gösterirdi.
Dirseklerini de dizlerini de savaşın içinde kullanabilmek önemli bir yetenekti ve bunu en iyi anlayan Tung'du. Kurumuş kandan neredeyse simsiyah zırhlarının içinde kendilerinden oldukça emin görünüyorlardı. Lea anlamıştı, o adam paralı asker değildi ve kampı basmışlardı. Şimdi her şey altüst olmuştu, neler olacağıyla ilgili hiçbir fikri yoktu genç kızın. Gelenlerin niyeti neydi, kendileriyle ya da köylülerle ilgili bir amaçları var mıydı, hiçbir şey düşünemiyordu.
Brox, hızlanarak aradaki birkaç metrelik mesafeyi de kapatıp rakibinin üstüne atıldı. İlk saldırıda işini bitirmeyi amaçlıyordu Tung'un, ama adam çok atik çıkmıştı. Kendi sağına doğru atlayarak bir takla attı ve bir dizinin üzerine çökmüş bir biçimde tekrar adamın yüzüne bakmaya başladı. İkinci saldırıyı da geciktirmedi eski komutan, elindeki kılıcı hızla sol eline geçirirken aynı anda kılıcını rakibinin boynunu hedefleyerek yeniden salladı. Bu sefer sağa ya da sola kaçamayacağını anlayan Tung, olduğu yerde belinden geriye doğru esnedi, belinin üst kısmı neredeyse yere paralel hale gelinceye kadar esnemişti.
Bu sefer ki saldırı daha kontrolsüzdü, kılıç sadece havayı yararak Tung'un üzerinden zararsızca geçerken, genç Tyruslunun gözleri parladı. Artık kendi sırası gelmişti, kılıcın ağırlığı ve ivmesi iyice artmış olmalıydı düşmanının elinde. Bu da yeniden toparlanana kadar kendisine yeterli süreyi verecekti. Hızla doğruldu ve adamın iki omzundan yakaladı.
Brox, elindeki kılıcı toparlayıp bir yandan da adamı omuzlarını bırakmaya zorlarken, rakibinin alnı, tam burnuyla yanağının birleştiği noktaya, gözünün hemen altına tonluk bir ağırlıkla indi. İlk anda her tarafın karardığını gördü komutan, yavaşça iki dizinin üzerine inerken kulakları da çılgınca uğulduyordu. Karartı bir süre sonra kendiliğinden dağılmaya başlarken bu seferde siyah ve beyaz renkli noktalar gözlerinin önünde adeta dans ederek uçuşuyordu. Kulaklarındaki uğultu da tamamen geçtiğinde dengesini sağlamayı başardı ve kafasını kaldırıp rakibinin yüzüne bakmaya çalıştı.
Çok ilginçti, adam karşısında gülümseyerek kendisine bakıyordu ve en azından on saniye, yerde neredeyse bayılmak üzere durmasına rağmen kılıcı almak ya da kendisini öldürmek için hiçbir hamle yapmamıştı. Sol elini hafifçe oynatınca kılıcının da halen elinde olduğunu bir kez daha şaşırarak fark etti. Bu adam, kendisiyle dalga geçiyordu, buna daha fazla dayanamazdı. Eski batı orduları komutanı, kendi askerlerinin önünde, silahsız bir barbarın karşısında diz çökmüş kendine gelmeye çabalıyordu ve burnundan, kandan daha yoğun bir şeylerin aktığını hissedebiliyordu. Utanç vericiydi.
Hırsı biraz daha artmış olsa da, yapabileceği başka ne olduğunu bir türlü bilemiyordu orta yaşların sonundaki adam. Mükemmel bir komutan olmakla birlikte hiç bir zaman iyi bir dövüşçü olmamıştı, zaten buna hiç ihtiyaç da duymamıştı. Her zaman işi kendisi için halledecek birileri olurdu etrafında, Stear'dan ayrıldığından beri komuta konusunu da pek önemsemiyordu. Yanındaki yüz kadar askerle Svalliada serseri avlayıp kocası askere gitmiş kadınları kendisine günlük eğlence yapıyordu bir süredir. Galiba kaderi ona cezasını burada verecekti, aslında ölümü dert etmiyordu ama görünen oydu ki adam kendisini iyice küçük düşürmeden öldürmeyecekti. Bu kadarına katlanamazdı.
O sırada aklından kurtuluş umudu olacak bir yüz geçti, hemen arkasında duran kızı kullanabilirdi. Hışımla ayağa fırladı, başı fırıl fırıl dönüyordu ve burnu sanki bir kan pompasıymışçasına kopkoyu kanıyordu, ama bunlara takılamazdı şu an. Saldıracak gibi bir hamle daha yapıp karşısındaki adamla arasındaki mesafeyi biraz daha açtı ve hemen arkasını dönerek Lea'nın yanına gitti. Kılıcın sivri ucunu, kızın bembeyaz boynuna dayadı ve ufak bir çizik bırakarak adeta ne yapmak niyetinde olduğunun bir gösterisini sundu. Sonra da blöfünün işe yarayıp yaramadığını görmek için başını çevirip arkasındaki adama baktı.
İşe yaramıştı. Tung olduğu yerde hareketsiz duruyordu ve gözlerini ayırmadan kızın, ufak bir kırmızılığın ikiye böldüğü kar beyazı boynuna bakıyordu. Adam onu öldürebilir miydi; evet, sırf kendisine bunu yapabildiğini ispat etmek için yapardı. Boş ellerini bir kez daha iki yana doğru zararsız olduğunu gösterircesine açtı.
Gözünü bile kırpmadan adamın bileğinin ve dirseğinin hareketlerini takip ediyordu, o kadar odaklanmıştı ki kılıcı biraz daha ittiğinde ya da kesmeye kalkıştığında anında fark edecekti. Yine de asla zamanında yetişemezdi ve Lea'ya bir şey olmasını gerçekten istemiyordu. Sonuçta onu uzun zamandır tanımıyordu, ama yine de kendisine çeken bir şeyler vardı bu kızda. Güzelliğinden ya da olmayan kadınsılığından değildi etkileyiciliği, farklı bir şey çekiyordu onu kendisine. Ne olduğunu bulmadan ona bir şey olmasına izin veremezdi, kaderi bir şekilde bu kızla birlikte yazılacaktı ve Tung bunu tüm benliğiyle hissediyordu.
Daha ikna edici görünmesini amaçlayarak avuçlarını da adama doğru çevirdi ve açtı. İkna edici olmasını umduğu bir sesle:
-"Onu bırak. Bu bizim kavgamız yaşlı adam. Ayrıca sana henüz bir şey yapmadım."
Brox öfkeyle soludu. Tıslar gibi konuşurken akan siyah kan ve salyaları birbirine karışıyordu:
-"Ne oldu barbar? Kimseyi umursamadığını sanıyordum. Hele ki bir başkasının nişanlısını!"
-"Kimi umursayıp umursamadığımı görmek senin için neden bu kadar önemli? Gerçekten derdin ne senin?"
Brox, boş gözlerle bakıyordu. Bakışlarında vahşet vardı, uzun zamandır şerefsizce yaşayan birinin yaptıklarının bedelini ödeyeceğini hissettiğinde boğazına gelip oturan, ölmeden hemen önceki dengesizliği taşıyordu gözleri. Kılıcı kızın boğazından biraz daha aşağı indirdi. Gözlerini bir an olsun Tung'dan ayırmıyordu. O anda orada ne olduğuyla, kimin ne yaptığıyla kesinlikle ilgilenmiyordu. Çadırın ön kapısında da tıpkı arka kapıdaki gibi farklı zırh giymiş askerler belirmişti ve etraftaki altı muhafızı da teslim almışlardı.
Tardus, askerlerini eliyle yana doğru iterek onların ilgiyle bakmakta oldukları şeye doğru ilerledi ve çadırın ön kapısından içeri girdi. Tuhaf bir görüntü vardı içeride, Brox olması kuvvetle muhtemel bir adam, kızın birinin boğazına kılıcını dayamış etrafa çıldırmış bakışlar fırlatıyordu.
Bu sırada da hemen önünde, üstü çıplak ve muhtemelen işkence görmüş bir adam ellerini kaldırmış ona doğru bakıyordu. Maxiel de nefesini tutmuş bu manzarayı izliyordu ki, yaklaşarak adama omzundaki zırhla sertçe vurdu. Aralarındaki iki karış boy farkı nedeniyle bu basit omuz vuruşu, Maxiel'in çenesine geldi ve adam sanki uykusundan sıçrayarak uyandı. Tardus:
-"Savaşta olduğunu unuttun sanırım. Bu kadar dalmış neye bakıyordun? Toparla kendini!"
-"Üzgünüm Tardus. Sana bahsettiğimiz yabancı bu. Yanındaki kızı Brox esir almış."
Tardus, Maxiel'in gösterdiği yöne doğru baktı. Maxiel devam etti:
-"Bu konuyla ilgili herhangi bir şey yapacak mıyız?"
Tardus, başını olumlu anlamda salladı. Maxiel'e:
-"Onun Brox olduğuna emin misin?"
Maxiel'in başını sallaması üzerine adama acıyarak baktı Tardus. Brox'a hitaben:
-"Brox! Seni kral Marin adına tutuklamaya geldim. Elindeki kılıcı at ve hemen teslim ol ki; kendini, yüce Priest kralının merhametine teslim edebilesin..."
Brox, hala bir şey duymamış gibi sadece Tung'a bakıyordu. Sanki orada Tung'dan ve kendisinden başka hiç kimse yoktu. Tabii bir de güzel esiri. Kılıcın sivri ucunu biraz daha aşağı, kızın göğüslerinin arasına doğru indirdi. Bir yandan da hafifçe bastırarak canını acıtmaya çalışıyordu Lea'nın. Tung'un nefes alış verişi bir anda değişiverdi. Az önceki sakinliği ve rahatlığından eser kalmamıştı.
Saf bir öfke, hızla bir yerlerden yükseliyor, geliş yeri belli olmasa da doğrudan Tung'un kalbine doğru akıyordu. Öfke hiç bu kadar sert ve keskin şekilde yükselmemişti, Tung şaşırdı. Adamı tekrar sertçe uyarmak için ağzını açtı, ama ağzından çıkacak olan sesin kendisine ait olmadığını daha o anda anlamıştı. Bir başkası konuşuyordu onun ağzından:
-"Onu bırak! Seni son kez uyarıyorum."
Brox, tekrar iğrenç bir sırıtışla cevap verdi ve kılıcı biraz daha aşağı kaydırdı.
-"Hadi barbar, sana onunla eğleneceğimizi söylemiştim. Bana öfkeni göster!"
Tung artık bir başkasıydı. Sesine gelip yerleşen dinginlik fırtınanın hemen öncesiydi. Lea'nın sırtından bir ürperme geçti, aynı anda genç adamdan kendisine ait olmayan bir ses daha çıktı:
-"Devam et. Yapmayı düşündüğün şeyi yap. Sonra da seni nasıl öldüreceğimi hayal et aşağılık! Lanet kollarının ikisini de keseceğim..."
Tardus'un da tüyleri diken diken olmuştu. Adamın sesinde saf bir öfke vardı. Efsanevi bir kötülük, ölümcül bir nefret, sanki bu adamın ruhunu ele geçirmiş gibiydi. Sırt kaslarındaki gerilme göze çarpıyordu adamın, kolları ve hatta vücudunun üstü kadar kolay seçilemese de bacak kasları bile irileşiyor sanki savaşmak için yeniden yaratılıyordu. Kendisini tekrar müdahale etmek zorunda hissetti:
-"Duymuyor musun beni! Sana kral Marin adıyla teslim olmanı söyledim. Bu bir emirdir ve derhal yerine getirmezsen ben gelip senin canını alacağım. Ölünü ya da dirini kralıma götürmekle görevliyim ve bunu ne pahasına olursa olsun..."
-"Kapa çeneni! Senin de kralının da burada lafı geçmez. Burası Stear'ın bölgesidir ve sizi alakadar eden bir şey yok. Defolun buradan!"
Tardus öfkelendi:
-"Kampı ele geçirdik. Ben, kral Marin adına Cylex ordusu komutanı Tardus, sana son kez teslim olmanı emrediyorum. Seni illaki tek parça götürmem emredilmedi. Kralıma içi boş kafanı da götürsem yeterli."
Brox artık bir delinin gözlerine sahipti:
-"O zaman iki kişinin kafasını almak zorundasın Cylex komutanı. Bu kızda benimle gelecek."
Çadırın arkasından giren askerler iyice birbirlerine yakınlaştılar ve Brox'u, Lea'yı ve Tung'u da içe alacak bir çember oluşturdular. Tehdit gelebilecek herkesi güvenlik çemberinin içine dahil etmiş oldular böylece, Tardus yabancıya şöyle bir göz attıktan sonra daha üst bir perdeden:
-"Üç saniyen var. Sana üç saniye veriyorum. Hemen teslim ol yoksa kimi yanına aldığını umursamam. Ben bir Cylexim ve bunun anlamını sen iyi bilirsin."
-"Evet, ünlü Cylex ordusunu ve komutanını görmek güzel. Ama bu kızda benimle birlikte ölür."
-"Hiç umurumda değil. Bir!"
Tung, gözünün ucuyla tam karşısındaki Cylexe bakıyordu. Artık kendisi değildi. Artık insan bile değildi, savaşmaktan başka hiçbir şey yoktu aklında. İlk tehdit, muhtemelen tam karşısındaki askerden gelecekti, çünkü kılıcını doğrudan Brox'a doğru uzatmış emir bekliyordu. Savaşırken bir önceliği olmazdı genelde ama bu kez farklı bir şeyler vardı. O kızı kurtarabilirse kurtaracaktı, aynı bedeni paylaştığı adama bu kadarını borçlu sayılırdı. Ölümcül tebessümü yine yüzüne gelip yerleşmiş olsa gerekti ki, bakmakta olduğu adam gözlerini dikmiş dimdik kendisine bakıyordu.
-"İki!"
-"Hadi, üç de ve bitsin bu iş. Bakalım sözünde duran biri misin? Ünlü Cylex acımasızlığını görelim."
Kılıcı biraz daha derine itti. Lea'nın iki göğsünün arasında, soğuk demir tenini biraz daha deldi. O ana kadar ağzını bile açmamıştı, pür dikkat Tung'u ve dönüşümünü izliyordu. Gözleri şaşkınlıkla açılmıştı, adamın üstünün çıplak olması tüm detayları açıkça görmesini sağlamıştı.
Kendisi gibi olmuyordu bir defa, adamın kasları bariz bir şekilde şişiyor ve gittikçe irileşiyordu. Büyümekten ziyade daha çok geriliyor gibiydi, yoksa az önceki vücuttan tek farkı, savaşlarda yoğrulmuş birinin kas yapısı görünümüydü. Gözündeki seğirme durduğu anda gülümsemeye ve etrafa tehdit bakışları fırlatmaya başlamıştı.
Aklından bir saldırı ya da savunma planı yaptığı kolayca anlaşılabiliyordu, başka hiçbir şeye yer yoktu kafasında. Bu demekti ki kendisini kurtarmak ya da başka bir şey için zaman kaybetmek istemeyebilirdi. Her şeyi bir tehdit olarak algılıyor olmalıydı, bakışlarındaki karanlık pırıltı bunu gösteriyordu. Yakalandıklarında hayatını kurtarmasıyla ilgili ödeşmekten bahsettiği sözlerini hatırladı bir an.
"Ödeştiğimizin farkında bile değilsin. Anlayacaksın." demişti.
Şimdi anlıyordu neden bahsettiğini, odadaki herkesi öldürecekti, hatta kendisini bile.
"Etrafımdakiler her zaman bu kadar şanslı olmazlar" derken de bunu demek istemişti, hemen buradan uzaklaşmalıydı. Tabii adamın tehdit gücünün ne olabileceğini henüz bilemiyordu. Cylex ordusunu kendisi de duymuştu, hatta Cylus bir gün kesinlikle onlara katılmak istediğini söyler dururdu. Sonuçta çağlarının en seçkin ve güçlü ordusu ile karşı karşıyaydılar ve o tek başınaydı.
Ayrıca iki kez kendisi etraftayken adamın gücünün tükendiğine şahit olmuştu, bu kez de perinin kendisine zihin – beden uyumuyla ilgili dediği şeyleri hatırladı. Adam zihninin kontrolüne sahip değildi, bu açıkça seçiliyordu. Onu kendisiyle tek bir vücutmuş gibi düşünmeliydi, bir şekilde bağlantı kurarsa belki bir çözüm üretebilirdi.
Tenine biraz daha saplanan kılıcın acısı Lea'yı inletti. Gözlerini, Tung'dan ayırmıyordu ama cidden canı çok yanıyordu. Hiçbir korku hissetmiyordu, sadece biraz canı yanıyordu. Korkusuzluğu, zaten köyünde ünlüydü, ama bu kadarı ilk kez başına gelmişti. Adamdan yayılan güç, kendi içinde hissettiğiyle aynıydı. "Tek bir beden olmak böyle bir şey mi acaba?" diye geçirdi aklından. Gür bir ses, tüm çadırı doldurdu:
-"Şaka yaptığımı mı sanıyorsun? Bitirin işini!"
Kendilerine en yakın Cylex, hızla kılıcını Brox'a saplamak üzere hareket etti. Aynı anda da kendi göğüslerinin arasındaki kılıcın, teninde biraz daha derine ilerlemekte olduğunu hissetti.
Bulunduğu yerden yukarı doğru sıçrayan Tung, Tardus dışında hepsinin boyunun üzerinde bir mesafeye çıktı önce, saldırıyı yapmakta olan Cylexin üzerine geldiğinde diz kapağını bir silah gibi dışarı çıkarıp hızla adamın üzerine indi. Asker neye uğradığını şaşırmıştı, tam başının üzerine aldığı tekmenin basıncı, genç askeri kendinden geçirmeye yetti. Boynunun kırılmaması büyük şanstı.
Tung eğilip yerden askerin düşürdüğü kılıcı alırken gülümsüyordu. Sırtı Brox a dönük bir biçimde Cylex askerlerini karşısına aldı ve yüzündeki tebessüm biraz daha büyüdü. Açlıktan ölmek üzere olan bir adamı, ziyafet masasının başına oturtmak gibiydi sanki, bir avcı için olabilecek en mükemmel avı bulmuştu kendince. Cylexler şaşkın gözlerle birbirlerine bakıyorlardı, bir an önce birkaç metre ötede duran adam, göz açıp kapayana kadar arkadaşlarını etkisiz hale getirmişti.
Maxiel, ciddileşti:
-"Kendinize gelin! Hazırlıklı olun! Bu adamı kimse hafife almasın! Savaş vaziyeti al!"
Tardus da şaşırmıştı. Adamın saldırısını hiçbiri beklemiyordu, aksi gibi dengesiz bakışları yüzünden bir sonraki hareketini de tahmin etmeleri pek mümkün değildi. Maxiel'i tanırdı ve sesinden belli etmese de korktuğunu ilk kez görüyordu arkadaşının. O bir şeylerden korkuyorsa bunun kesinlikle mantıklı bir yanının olması gerekirdi, Maxiel'in cesareti ve kabiliyetleri şüphe götürmezdi.
Askerler bir anda ciddileştiler ve yeniden savaş vaziyeti aldılar. Çemberi kademeli olarak yarım adım daha daralttılar. Tehdit, şekil değiştirmişti, artık Brox ile değil, karşılarındaki adamla ilgileniyorlardı. Tardus yabancıya hitaben:
-"Önümüzden çekil, her kimsen. Bu adamla aramıza giren herkes ölür! Kim olduğun umurumda değil."
Brox, böğürür gibi gülmeye başladı:
-"Bak sen şu işe! Barbar, kızı korumak için tüm Cylexlerle dövüşmeye karar vermiş. Bu kızın neden bu kadar önemli olduğunu iyice merak etme başladım. Güzelliği dışında tabii!"
DÜELLO! KILIÇLAR ÇARPIŞIYOR
Lance arka kapıdan girmiş ve uygun bir köşeden olanları izliyordu. Bir yandan da elinde bıçağını çevirip uygun bir açıyla Brox'un kafasına isabet ettirip ettiremeyeceğini hesaplamaya çalışıyordu. Kıza zarar vermeyi kesinlikle istemezdi. O sırada şahit olduğu sahne, diğerleri gibi kendisini de çok şaşırtmış ve asıl hedefinin Brox olmayabileceğini fark etmişti.
Kızı öldürmek zorunda kalabileceği yegane an, Tardus'un ağzından çıkabilecek emir cümlesiydi ve bu cümle edildiği anda yerine getirilirdi. Aldıkları eğitim bunu gerektiriyordu. Sonuçta hayatını kurtarmıştı yaptığı küçük oyun, ama karşısındaki barbar için aynı şey geçerli değildi. Son bir çaba göstermesi gerektiğini kıza borçlu olduğunu hissetti:
-"Tardus! Bekle. Kızın bir suçu yok, zarar görmesi gerekmez. Bırak önce onu alayım sonra bununla ilgilenelim."
Tardus öfkeli bir bakış fırlattı:
-"Bana ne yapacağımı söyleme! Bu adamı hemen alacağız. Bedeli ne olursa olsun! Askerlerim bu iş için hayatlarını ortaya koymuşken bir barbarın yoluma çıkmasına izin vermem!"
Tung, artık gülümsemiyor, dişlerini göstererek sırıtıyordu neredeyse. Tam olmasını umduğu şeye ulaşmış kadar rahattı:
-"Yolunun tam üzerindeyim komutan! Hadi gel de çek beni!"
Bir şok dalgası, tüm Cylexleri dolaştı. Adamın niyeti, gerçekten kendileriyle savaşmaktı ve etrafta yardımına gelecek herhangi birisi de görünmüyordu. Buralarda bir yerlerde, bu adamın bir ordusu yoksa gerçekten bir deli olmalıydı. Yoksa neden koskoca bir orduya tek başına kafa tutmaya kalkışsındı ki? Maxiel sesini ayarladı ve:
-"Bak dostum. Sana veya kız arkadaşın ya da her neyse ona zarar vermek niyetinde değiliz. Ama sen de şunu anla ki, biz bu adamı alıp kralımıza götürmekle görevliyiz. Sen bize işimizi yapmamızda yardım edersen, ben de senin ve arkadaşının buradan sağ salim çıkmanızı bizzat garanti ederim. Ne diyorsun?"
Maxiel'in bu makul hali, grubun üzerindeki şaşkınlığı biraz daha arttırmıştı. Bu da neydi böyle? Önce bir Cylexe saldırıp onu bayıltmış, ayrıca kendi aralarında kutsal kabul ettikleri kılıcını almıştı, sonra Cylex ordusunun komutanını tehdit etmişti ve şimdi de Maxiel son derece anlayışlı ve neredeyse taviz verici bir konuşma yapıyordu. Buna hemen bir son verilmeliydi. Solis, ordunun en gözü pek üyelerinden biri olarak bu görevi kendi üzerine alındı ve kılıcını kınından sıyırarak kükredi:
-"Neden bahsediyorsun sen tanrılar aşkına Maxiel? Bu barbardan korkuyor musun yoksa?"
Maxiel tedirgince:
-"Hayır, ama onu dövüşürken gördüm ve sana tavsiyem o kılıcı hemen kınına geri sokman!"
Solis güldü. Tung'a doğru tehditkâr bir adım daha atarak:
-"Yoldan çekil barbar! Komutanım aynı uyarıyı ikinci kez yapmaz. Biz uygulamaya başlarız!"
Tung gözlerini çıldırtıcı bir sakinlikle gözü pek askere doğru devirdi. Başını iki yana sallayarak:
-"Cık... Cık... Cık... Adamı dinlemeliydin." dedi ve hızla adamın üzerine atıldı.
Kendini korumaya fırsat bile bulamadan Tung'un kılıcı, adamı belinin sağ altından sol göğsünün üstüne doğru çaprazlama ikiye böldü. Asker, kanlar içerisinde yere düşerken, vücudunun muhtemelen kalp kısmından fışkıran kan huzmesi, Tung'un yüzünü ve vücudunu boyuyordu. Adeta savaş boyalarını sürünüyormuşçasına, tuhaf bir mutluluk yansımıştı yüzüne. Avcı, avına başlamıştı. Avın boyutları o an umurunda değildi, sadece avlanma içgüdüsü vardı ve tüm benliğini öldürme isteği kaplamıştı. Lea da aslında pek umurunda değildi, o sadece kendisine gereken bahane olmuştu.
Tardus, ağzını açamıyordu. Şok, dalga dalga bedenine yayılıyordu. "Bedeli ne olursa olsun!" derken böyle bir bedel ödemeyi hiç ummuyordu. Arkadaşının kederi, yavaşça tüm vücudunu kaplarken düşünceler sıralanıyordu saniyeden daha küçük anlarda. Nasıl yapabilmişti böylesi bir hatayı, aklı almıyordu bir türlü. Neredeyse yüz kişilik bir orduyu yenerken tek bir kayıp, hatta yaralı vermemişken şimdi Solis yerde cansız yatıyordu. Baygın yatan Holm'ün de can güvenliği yoktu, her an onu da öldürmeye niyetlenebilirdi bu adam.
Tüm sorumluluk kendisine aitti ve kendini kolayca affedemeyecekti. Nasıl böyle bir acemilik yapardı, adamın, hem de kendi askerlerinden birinin kılıcını eline geçirmesi, sonra o kılıçla yine askerlerinden birinin hayatına son vermesi... Bunun bedelini ona ödetecekti tabi ki ama kendisi de Solis'in ölümünden sorumluydu. Kılıcını kınından hiddetle çekti, yoldaşının kanı kurumadan bu herifi onun yanına gönderecek ve dostunun onurunu kurtaracaktı.
Tung ise küçük çapta bir askeri birliğinin kurduğu yarım dairelik savaş alanının içindeyken savaş kabiliyetlerini, sonuna kadar kullanamayacağını biliyordu. Bir şekilde çadırın dışına çıkmalı ve daha açık bir yerde onlarla karşılaşmalıydı. Sahip olduğu üstünlükleri ancak o zaman kullanabilecekti. Kendi sağına doğru bir bakış fırlattı. Lance, şaşkın şaşkın etrafa bakıyor, gördüğü şeyi anlamaya çalışıyordu. Herkes gibi o da hayretler içerisindeydi ve savaş alanında bu, bazen en ölümcül duygu olabilirdi. Zincirin zayıf halkasını bulmuştu Tung, oradan saldıracaktı.
***
Lea da, Brox da tıpkı Cylexler gibi, bu beklenmedik gelişme karşısında hayretler içinde kalmıştı. Öyle ki, Brox elindeki kılıcı sadece düşmeyecek kadar sıkı tutabiliyordu artık, kızla ya da ona zarar vermekle ilgilenemeyecek kadar şaşkındı. Lea, göğsündeki acının azaldığını, dolayısıyla adamın dikkatinin dağılmakta olduğunu fark edince kurtulmak için bir fırsatın yaklaştığını anladı.
İkiye biçilen Cylexin intikamı için harekete geçeceklerdi ve o sırada bu kargaşayı kullanarak kaçabilirlerdi. Bir at bulabilirse Tung'u da yanına alarak buradan uzaklaşabilirlerdi, ancak izlerini kaybettiremeyecekleri açıktı. Sonuçta intikam, bu seçkin ordunun kendilerine karşı hissetmesini isteyecekleri son duyguydu ve lanet olsun ki, iş daha da büyüyeceğe benziyordu.
Perinin sözleri bir kitap gibi açılıyordu kızın zihninde, an be an ne demek istediğini çözüyordu. Ruh ikizinin bir ordu kadar güçlü olması, kendisine tuhaf bir gurur bile veriyordu, yine de onun kendinde olmadığı belliydi. Gücünü kendisi kontrol edemiyordu, gelecekte de bunu yapabileceğini sanmıyordu. Perinin dediğine göre bu kendisinin işiydi ve onun da henüz bu konuyla ilgili bir fikri yoktu. Yine de bir çözüm bulmalıydı, kendilerini öldürtmeden bunu hemen yapmalıydı.
Konuşmaya ve ortalığı sakinleştirmeye niyetlenmişti ki, Brox'un kılıcının biraz daha gevşediğini fark etti. Sesini çıkarıp adamı uyandırmaktansa, Tung'a ve Cylexlere yaptıklarından sonra hayranlık ve biraz da kıskançlıkla dalıp gitmiş adamın elinden kurtulabileceğini düşündü. Bulunduğu yerden fazla hareket etmemeye çalışarak göğsünü biraz geriye doğru çekti.
Kılıcın sivri ucu, kızın teninden yavaşça sıyrıldı, tam bu sırada da aşağı doğru eğilip adamın görüş alanından çıktı. Brox neler olduğunu anlayamadan iki avucunu yere dayayıp güç aldı ve sol ayağının tabanıyla adamın destek bacağının diz kapağına tüm gücüyle vurdu. Darbe, adamın dizinin dönmesine ve acıyla haykırmasına neden oldu, ama Lea durmaya niyetli değildi.
Avuçlarını dayadığı yerden güç almaya devam ederek, dizinin acısıyla sol diz kapağının üzerine doğru eğilmekte olan adama, bu sefer sağ ayağının tabanıyla tam çenesine olanca gücüyle ikinci darbeyi indirdi. Brox, artık kendinden geçmişti, acıyla burulmuş yüzüyle hırıltıya benzeyen bir ses çıkararak arkasına doğru düştü.
Kılıcını elinden bırakmamıştı ama şu anda, zaten ondan da herhangi bir fayda sağlayacak durumda değildi. Eğer birileri yardım etmezse sırtüstü yatmakta olduğu yerde, muhtemelen tekmenin etkisiyle kırılan dişlerinden ve kurumaya yüz tutsa da kırılmış burnundan boğazına sızmaya devam eden kendi kanında boğulacaktı.
Lea, gözlerini tekrar Tung'a çevirdi. Sağa doğru, direk Lance'e bir bakış fırlattığını görmüştü. "Hayır!" dedi içinden, "Bunu yapmasına izin vermemeliyim. Bir kişiyi daha öldürürse durumumuz hepten çıkmaza girecek!" Gerçekten odaklanırsa onu kontrol edebileceğini düşünmüştü, tuhaf bir düşünce olsa da o an elinden gelen sadece buydu. Sonuç oldukça ilginçti.
Tung, Cylexlerin oluşturduğu güvenlik zincirin zayıf noktası olarak gördüğü Lance'e doğru hızla atıldı, kılıcını tam kaldırdığı sırada beyninin en derinlerinde, yüzlerce metre yüksekten düşmekte olan bir şelalenin büyülü sesi, insan sesi formunda yankılandı. "Hayır!" diyordu ses, yapma gibi bir şeyler. Tung duraksadı. Bu duraksama, Cylexlere hem üzerlerindeki ölü toprağını atması, hem de Lance'in kendine gelmesi için yeterli zamanı kazandırdı.
Tung'un yüzü allak bullaktı, isterse o sesi dinlemeyebilirdi. Ama nedense kalbindeki zehir bile bir anda donmuş, bu da kanına yansımıştı. Artık kanı daha ağır akmaktaydı, sanki her şey daha berraktı. Kanıyla birlikte dünyanın ve zamanın akışı da yavaşlamış gibiydi. İsterse o sesi dinlemezdi, ama o kadar büyüleyici bir tınısı vardı ki, sadece tekrar duyabilmek için bile çok şeyi feda ederdi. Öldürmek, o anda, Tung için gerçekten feda edebileceği en büyük şeydi ve aslında kendisi için ağır bir fedakârlıktı.
Lea, yaptığı şeyin etkisine şaşkına dönmüştü. Bilerek yaptığı bir şey yoktu, ama galiba gücü ilk kez kontrol etmeyi başarmışlardı. Köydeki Kursk macerasındaki gibi donup kalmayacağını umut ediyordu Tung'un, çünkü kesinlikle öldürürlerdi o zaman onu. Grubun komutanı olduğunu az önce öğrendiği iki metrelik dev adam, kılıcını çekmiş Tung'a doğru yaklaşmaktaydı. Bir şeyler yapmalıydı ama ne yapacağını bilemiyordu. Neyse ki adam, yeniden gözlerini Tardus'un üzerine çevirince, Lea da derin bir nefes aldı. En azından donup kalmamıştı, bu da bir başlangıçtı.
***
Tung, artık yapacaklarının sınırında olduğunu fark etti. Çadırdan çıkamamıştı, nedenini bilmiyordu ama yapamamıştı işte. Bu noktadan sonra, artık stratejisi değil kuvveti işine yarayabilirdi ve bu kadar profesyonel askerin arasında işi baya zordu. Yine gülümsemeye başlamıştı. Av olarak gördüğü kişilerin, kendi hayatına bir tehdit oluşturabilmesi ihtimali bile tenini karıncalandırıyordu. Heyecan ve beraberindeki adrenalin, alev alev yanıyordu Tung'un vücudunda.
Tardus, kılıcını, bileğini dışarı doğru çevirerek tutmuş, diğer elinin avucunu da rakibine doğru kaldırmıştı. Tung, her ayrıntıyı ezberliyordu. Bir çeşit gard almıştı deneyimli komutan, salt gücüne çok güveniyor olmalıydı. Kendisine doğru açtığı sağ elinin avucu ile gelecek olan darbeleri, sanki elinde bir kalkan varmışçasına bloke etmeyi tasarlıyordu. Hayatına son verecek darbeler silsilesinin ilki, tam buradan gelecekti. Tung'un savaş planı, neredeyse hazırdı kafasında. Düşmanına saldırabileceği bir nokta bulmuştu ve artık av başlayabilirdi.
Gözlerini usulca sağına doğru çevirdi. Askerler ona öfkeyle bakıyordu, bir kısmı da yere çökmüş, kollarında Solis'in cesedini tutuyorlardı. Bayılan askeri de bir köşeye çekmişlerdi ve yerdeki adamın hareketlerinden anladığı kadarıyla elindeki kılıcın sahibi birazdan kendine gelecek ve yeni bir düşman daha kazanmış olacaktı.
Tebessümü yine sırıtışa dönüştü. Planı tamamen avları üzerineydi Tung'un, kaçmak ya da saklanmak gibi bir şey aklının ucundan bile geçmedi. Yalnızca Cylexler vardı görüş alanında, Lea da ilgilenmediği şeyler arasındaydı.
Lea yavaşça oturmakta olduğu yerden doğrularak Lance'e doğru bir bakış fırlattı. Yardım istiyordu bakışlarıyla, orada tek tanıdığı ve dahası kendine borçlu olan tek kişiydi Lance. Genç adam da bunu anlamış olacak ki önündeki öfkeli arkadaşlarını elinin tersiyle yararak dövüş alanına girdi.
Bu yaptığı çok tehlikeliydi. Tung'a gereğinden fazla yaklaşmıştı ve neler olacağını bilemezdi, sadece tahmin etmek isteyebilirdi; bunun için de iki metre ilerisinde yatan kardeşlerinden birinin, Solis'in, cansız bedenine göz atması yeterliydi. Yine de bu işi durdurmak için bir planı varsa, Lea'ya ne pahasına olursa olsun ulaşmalıydı. Lea hemen atıldı:
-"Hey! Sakinleşin biraz! Sinirlenmenize gerek yok. Bakın bir kaza oldu, arkadaşımın yaptığı şey için üzgünüm ve sizin arkadaşınızın başına gelenler için de. Ama bunu konuşarak halledebiliriz. Biz sizin düşmanınız değiliz, buraya bizim için gelmediniz, unutmayın bunu!"
Tardus, bakışlarını bir an olsun Tung'dan ayırmadan yanıtladı:
-"Sizin için gelmemiştik. Solis de öyle!"
Parmağını yerde yatmakta olan arkadaşına uzatarak devam etti:
-"Ama işte bu, amaçları değiştirir!"
Lea ümitsizce devam etti, karşısındakinin niyetini değiştirebilmekten çok uzak olduğunu bildiği halde denemekten başka elinden bir şey gelmiyordu:
-"Gerçekten çok üzgünüm ama dediğim gibi bir kaza oldu. Arkadaşınız görevini yerine getirmek isterken, kutsal bir amaç uğruna öldü. Kralınızın emrini yerine getirmek için buraya geldiniz ve o emri unutmuş gibisiniz. Hadi, sadece biraz sakin ol! Eminim ne bana, ne de arkadaşıma zarar vermek istemiyorsun!"
Tardus öfkeyle cevap verdi:
-"Bana ne düşünmem gerektiğini söyleme kadın! Ve arkadaşıma da ölü deyip durma. O artık kutsal bir savaşçı. Seninle işimiz yok, çıkıp gidebilirsin. Ama bu barbar yaptığı şeyin bedelini ödeyecek. Arkadaşımın kanı kurumadan bu adamın canı ruhundan çıkmış olacak!"
Sonunda Tung da konuştu:
-"Birazdan arkadaşının yanına gideceksin nasılsa, bu kadar özleme onu!"
Lea, tüm çabalarının boş olduğunu fark etti. Sesini toparlamaya çalıştı, yalvarır gibi konuşmak, pazarlık yaparken hiç etkili olmuyordu. Son bir ümitle:
-"Asıl amacınız bu adamdı işte, yerde yatıyor. Birazdan ayılır. Neden onu alıp buradan gitmiyorsunuz?"
Cylexlerden biri adeta haykırdı:
-"Sen kapa şu lanet çeneni! Yoksa senin de kafanı gövdenden ben ayırırım!"
Lance hemen atıldı:
-"Sakin ol Tardus. Kız haklı bunu biliyorsun. Barbara bir ceza verilecekse, önce bunu bir konuşmalıyız dostum."
-"Kapa çeneni Lance. Herkes kapasın!" dedikten sonra, yavaşça Tung' un etrafında dönmeye başladı. İlk saldırıyı ondan bekliyordu, ama adam da tıpkı kendisi gibi saat yönünün tersine doğru dönüyor ve saldırıyı bekliyordu.
***
İlk saldıran yine Tardus oldu, öfkesi stratejisine galip gelmişti. Kılıcını olanca gücüyle yere paralel olarak Tung' a doğru savurdu. Bir ağacın gövdesine bu şiddetle vursaydı, muhtemelen ikiye bölerdi. Tung, çevikliğini kullanıp eğildi ve kılıcın, üzerinden havayı kesen vızıltısını dinleyerek geçip gitmesini bekledi.
Aynı anda kendisi harekete geçti ve sağ alttan sol üste doğru çapraz bir açıyla Tardus'a doğru kılıcını savurdu. Aynı hareketin tersiyle ikiye bölmüştü Cylex'i, ama Tardus onun kadar deneyimsiz değildi, ya da hamleyi bekliyordu.
Sol dizini hızla çevirdi ve diz kapağından bükerek kaval kemiğinin üzerindeki zırhla darbeyi karşıladı. O kadar sert bir vuruştu ki, dev adam sarsılmıştı. Tung'un bu kadar etkili bir vuruşu bu kadar kısa mesafeden çıkarabilmesine şaşırmıştı. Daha önce bu kadar sert bir darbe aldığını hatırlamıyordu, hemen toparlandı ve bacağında ya da herhangi bir yerinde zırhı olmayan hasmına aynı hamleyi kendisi yapmak aklına geldi.
Ekseni etrafında bir tur dönerek ivmelendi, peşi sıra sol üstten sağ alta kavisli bir yay çizerek doğrudan Tung un diz kapağının üzerine, bacağına doğru kılıcını salladı. Tyruslu, o kadar seriydi ki, hamleyi daha yapmadan görmüştü ve hemen bacağını kaldırdı. Ama adamın boyunu ve dolayısıyla kulaç uzunluğunu hesaba katmamıştı. Kılıcın keskin yanı, diğer bacağına doğru ilerliyordu ki, yerdeki tek bacağının üzerinde yaylanarak yukarı doğru sıçradı. Havada diğer bacağını da çekince kılıcın kaderi az öncekiyle aynı oldu, yine vızıldayarak boşluğa gitti.
Havada geriye doğru bir takla atan genç adam, kılıcını iki eliyle kavrayıp daha ayakları yere değmeden tüm gücüyle rakibine vurdu. Rakibinin bacaklarını hedeflediği ve kendi boyu da fazla uzun olduğu için, hafif yere doğru eğilmek zorunda kalan Tardus, boşa giden hamlesinin verdiği ivmeyle de savrulmuştu, boyunun uzunluğu ilk defa başına bela oluyordu. Kaldı ki geriye doğru sıçrayan bir adam, böylesi bir savunma hamlesinden, bir anda nasıl saldırıya geçebilirdi ki?
Son andaki gayretiyle kılıcını yanlamasına kaldırabildi ve diz çökmüş olarak rakibinin darbesini havada karşıladı. Kılıcı yatay olarak kaldırmıştı ve vuruşu güçlükle durdurabilmişti. Tüm kasları gerilmişti, neredeyse patlayacak gibiydi. Şimdi adam üzerindeydi ve kendisi bir dizi yerde çökmüş, kendi kılıcını bloke amaçlı kullanarak rakibinin kılıcını yukarıda tutmaya uğraşıyordu.
Cylexler şoktaydı. Tardus, gördükleri en inanılmaz askerdi ve tüm Priest tarihinin belki de en müthiş savaşçısıydı. En seçkin ordunun komutanı ve kral Marin'in baş muhafızıydı. Şimdi o görkemli boyuyla yerdeydi ve bu barbara karşı koymaya uğraşıyordu. Bu böyle devam ederse, Solis'ten sonra komutanlarını da öldürme ihtimali vardı bu adamın, böyle bir şeyi düşünmek bile tuhaf geliyordu hepsine. Bunu hiçbiri kabullenemezdi, bir şekilde bu adam durdurulmalıydı.
Birbirlerine baktılar ve sanki aralarında sessiz bir anlaşma oldu. Cylexler arasında geçerli kurallardan biri olan tek rakiple mücadele ederken bir başkasının karışmaması kuralını ihlal edeceklerdi. Tardus'un ölmesine kimse izin vermeyecekti, gerekirse düelloya müdahale edeceklerdi, Tardus'un şerefini iki paralık edeceklerdi ama onu kaybetmeyeceklerdi.
Lea, nefesini tutmuş olanları izliyordu. Şansını tekrar denemeye karar verdi, ama bu sefer muhatabını farklı seçecekti. Onun başına bir şeyler gelmesinden korkan askerlerinin üzerine gitmeye karar verdi:
-"Lütfen durdurun onları. O kendinde değil, bana inanmalısınız! Komutanınızı öldürene kadar durmayacaktır!"
Hiç kimse cevap verecek halde değildi. Herkes kıyasıya süren yaşam savaşını izliyordu, bir avcının avını yakalamak için kullandığı bin bir çeşit taktiği ve hayatı için tüm gücüyle direnen avın çaresizliği. Birazdan kaçınılmaz son gelecekti, bunun işaretleri de ufaktan hissedilmekteydi. Lea tekrar haykırdı:
-"Ölmek zorunda değil! Bana yardım edin, onu durdurmama yardım edin!"
Lance konuşabildi:
-"Ne yapmamızı istiyorsun?"
Tardus'un gücü azalıyordu, Tung'un kılıcı, yavaşça boğazına doğru iniyordu. Kaslarını güçsüzleştiren korkunun titremesiyle hafifçe inledi dev komutan. Aynı anda Tung bir anda kılıcı bastırmayı bırakıp topuklarını kullanarak kendisini geriye doğru itti. Sırtüstü düşüyor gibiydi, amacının ne olduğunu anlayamamıştı Tardus.
Tam o anda kılıcını soldan sağa doğru sertçe salladı genç Tyruslu ve kılıcın ucu, hem karşısındakinin kılıcının savunmasını, hem de zaman zaman kullandığı kollarının üzerindeki zırhı aşıp tam yüzüne yapıştı. Bir yay çizerek kaşını enlemesine ikiye böldü. Geriye doğru yaptığı hareketle Tardus'un savunmasının altına inmişti adam. Tardus acı içinde yüzünü tuttu, canı çok yanıyor olmalıydı. Ölümcül bir darbe değildi, kılıç çok yüzeysel geçmişti ama yüzünü doğramaya yetmişti Cylex komutanının.
Tung ise, sırtının yere değmesiyle birlikte hemen geriye doğru bir takla atıp yeniden manevra yapabilecek pozisyona ulaştı, kılıcı iki eliyle sıkıca kavradı ve olduğu yerden ileriye doğru sıçradı. Az önce geriye doğru yatarken kaybettiği mesafeyi havada geçti, az önce Holm'e diziyle vurduğu kadarki gibi olmasa da oldukça yükselmişti.
Bu sırada kılıcını iyice arkasına çekip bacaklarını da geriye doğru bükmüştü. Kılıcın ucu, ayağının başparmağına değiyordu, Tardus yavaşça kanlar içindeki yüzünü kaldırıp ona baktı. Zaman sanki yavaşlamış gibiydi, tüm detaylarıyla görüyordu olanları. Havadan uçarak kendisine doğru gelmekte olan adamı gördüğünde, çok geç olduğunu anlamıştı. Zaten kılıcını kaldırmaya da hiç mecali kalmamıştı, kaldırmayı başarsa bile o kadar yakından o kadar güçlü darbeler vurabilen adamın, hızını almış uçarak üstüne gelirken yapabileceği şeyleri aşağı yukarı tahmin ediyordu ve çaresiz bir ölüme teslim ediyordu kendini.
Yine de bir Cylex olduğunu anımsadı, o kadar kolay vazgeçmeyecekti. Yerde diz çökmüş haldeyken, zaten kanla kaplanıp iyice sınırlanmış görüş açısının, kendisine izin verdiği ölçüde, kılıcını adama doğru savurmayı denedi. Tüm gücünü toplamıştı. Yıldırım gibi düşmekte olan Tung'la yerden ona karşı koymaya çabalayan iki metrelik Cylex komutanı Tardus'un kılıçları, kulakları sağır edecek bir tınıyla çarpıştı.
Kılıçlar çarpıştığı anda kolunda büyük bir sızı hissetti komutan ve aynı anda kılıcı tam ortadan ikiye ayrıldı, uç kısmı fırladı gitti. Darbenin şiddetiyle sağ kolu iki yerinden kırılmıştı komutanın, diğer elini de yüzüne bastırarak kanamasını azaltmaya çabalıyordu.
Tung, adamın üzerinde seri nefesler alarak gülümsüyordu ve bir anlamda eserine bakıyordu. Tardus, halen ölmediğini gösterircesine, kırık koluyla tutmakta olduğu yarım kılıcı, ölümcül acısına rağmen adamın karnına doğru savurdu. Aynı anda da sol baldırına saplanan kılıçla hareketinin tamamlayamadan soluksuz kaldı. Kendisi için her şey bitmişti, son darbeyi bekliyordu. Yüzü kan içindeydi, ama yine de son bir kez rakibinin yüzünü görmek istedi.
Gözlerini açtığında korkudan tüm tüylerinin dikenleştiğini hissetti, buz gibi bir ürperti geçti sırtından. Şeytani bir şey, sanki insan kılığına girmiş karşısında duruyordu, ama gözlerini saklayamamıştı ya da buna gerek duymamıştı. Tuhaf bir biçimde kendisine bakıyordu. Kadim dünyanın tüm kötülükleri, sanki karşısındaki bedendeydi ve sadece gözlerine bakarak bu anlaşılabilirdi.
-"Bu kadarı yeter!" diye haykırarak adamın üzerine doğru atıldı Ritas.
Savurduğu kılıcın altından eğilerek kurtuldu Tung, bu sırada hemen solundan, doğrudan kafasını hedefleyen bir parıltı daha sezinledi ve bu kez, geriye doğru esneyerek kılıcın üzerinden geçmesini bekledi. Üçüncü Cylex tam cephesinden saldırıyordu ki geriye eğilmiş olan Tyruslu, hemen toparlandı, kılıcını yan çevirerek adamın saldırısını bloke etti. Kendi ekseni etrafında bir kez dönerek adamın sağ kalçasına, artık öldürmeye alışmış metali indirdi.
Sağında kalan Cylex, ne yapacağını bilemez bir tavırla, adamın üzerine doğru bilinçsizce koşarken, kılıcı saplı olduğu yerden, şanssız askerin kalçasından çıkarıp direk üstüne gelmekte olan askerin karnına sapladı. Cylexler, dehşet içindeydi. Ortalık kan gölüne dönmüştü ve belki de bu ordunun tarihinde ilk kez akan kanın tamamı kendi askerlerine aitti. Tardus sağlam eliyle durmalarını işaret etti askerlerine, sesi çatallıydı:
-"Durun! Kimse karışmasın!"
Tung adeta sırıtıyordu. Oyuncaklarına kavuşmuş bir çocuk kadar mutlu görünüyordu. Komutana dönerek:
-"Neden karışmayacaklarmış? Eğlencenin tamamını kendine istiyorsun. Ne kadar bencilce!"
ŞÜPHELİ İTTİFAK
-"Hey bana bak! Bana bak!"
Lance irkildi. Kan gölüne ve içinde yatmakta olan kardeşlerine bakıyordu. Bir arkadaşı ölmüştü, komutanları ile kardeşlerinden biri ağır yaralıydı ve yerde ölümle pençeleşmekte olan bir arkadaşı daha vardı. Ritas vardı sadece adamın etrafında ve o da donmuş gibi hareketsiz etrafına bakıyordu. Bu askerler hayatlarının kanın ve savaşın içinde geçirmişlerdi, ama kendi kanlarını ilk kez görüyorlardı. Garipsemeleri bundandı.
Ses, tekrar yükseldi:
-"Beni duyuyor musun? Buraya bak, bana bak!"
Gözleri yavaşça çadırın kenarında yerde oturmakta olan kıza yöneldi. Az önce Brox'u devirdiği yerde hala aynı pozisyonda oturuyordu. Kalkacak mecali de fırsatı da bulamamış olmalıydı. Kafasında yüzlerce soru dönüyordu, şimdi ne yapacağı, buradan nasıl kurtulacağı, kurtulursa hayatının devamını nasıl geçireceği, Cylexlerin, kendi öz kardeşi olarak gördüğü cesur adamların hepsinin bu barbara yem mi olacağı...
O sırada yüzüne inen şiddetli bir tokatla kendine geldi. Baktığı yerde kimse yoktu artık, kız kalkıp yanına gelmiş ve yüzüne okkalı bir tokat yapıştırmıştı. Öfkelenecek oldu, ama peşi sıra seslerin ve görüntünün geri geldiğini, beyninin düşünmek için kullandığı bölümünün yeniden çalıştığını fark etti. Öfkesi yerini minnete bıraktı. Kızın yüzüne tekrar baktı, bu sefer takılıp kalmadan:
-"Ne yapacağız?" dedi.
Bu sırada Tung, gülümseyerek Cylexlere bakıyordu. Özellikle de büyük bir hışımla üstüne saldıran Ritas'ı alaylı alaylı süzüyordu. Lance, Lea'nın sesiyle dikkatini yeniden toparladı:
-"Önce adını söyle bana?"
-"Lance."
-"Benimki de Lea. Şimdi biraz sakinleşmelisin, sanırım onu durdurabilirim, ama yardımına ihtiyacım var. Burada hepinizi, hatta beni bile öldürmeden durmayacaktır. Nasıl bildiğimi ben de bilmiyorum ama lanet olsun, böyle işte. Beni dinle ve söylediklerimi yap. Yoksa hiçbirimiz buradan sağ çıkamayız."
-"Söyle! Ne yapacağız?"
-"Tüm arkadaşlarını alıp buradan çık. Yerdekiler için artık çok geç. Ayakta duran, onu biraz oyalayabilir ama sizin bu arada hemen burayı terk etmeniz gerekiyor. Onunla yalnız kalmalıyım."
-"Neden bahsediyorsun sen? Onlar benim kardeşlerim ve Pyro'nun durumu ağır görünüyor. Ona yardım edebilirim belki..."
Pyro, karnından kılıçla delinen askerdi ve gerçekten çok kan kaybediyordu. Lea anlayışlı, ama daha çok ikna edici bir ses tonuyla sürdürdü:
-"Onlar için çok geç Lance. Şimdi bir karar vermelisin, yüreğinle değil beyninle düşün. Ya bir komutan gibi düşüneceksin ve kurtarabildiğin kadar hayat kurtaracaksın, ya da zaten ölmekte olanlar yüzünden bir sürü arkadaşını da ölüme sürükleyeceksin. Sen seç."
Lance kafasını çevirdi ve etrafına bakınmaya başladı. Şok içindeki Cylexlerin arasında aradığı yüz, gözüne ilişmişti:
-"Maxiel! Maxiel! Buraya gel. Çabuk..."
Bir taraftan da Lea' ya döndü:
-"Biz dışarı çıkınca ne yapmayı planlıyorsun ve arkadaşlarımızı kurtarma imkânımız olacak mı?"
Lance, genç yaşına rağmen, müthiş bir otorite kullanıyordu, hayran olunmayacak gibi değildi. Lea, Tung'a tekrar baktı. Zamanının az kaldığını gördü:
-"Bilmiyorum. Ama şu an başka alternatifiniz yok. Av olan sizsiniz, anlayın artık bunu! Daha önce iki kez durdurdum onu, deminkini de sayarsak üç. Tekrar yapabilirim umarım!"
-"Demin ki?" derken yanlarına Maxiel geldi.
Afallamış gibi bakıyordu etrafına, bön bir ifadesi vardı. Hiçbir şey söyleyecek ya da düşünecek durumda olmadığı açıktı. Lance tekrar:
-"Pekâlâ. Dediğin gibi olacak. Ritas ve Pyro'nun hayatları sana bağlı. Komutanımızın da öyle. Bize yardım et!"
-"Deneyeceğim."
Lance, bu kez arkadaşına dönerek:
-"Hadi Maxiel. Onları buradan çıkarmalıyız. Sağ taraftaki tüm askerleri hizaya sok ve onları hemen dışarı çıkar! Dışarıda çift kuşaklı savaş vaziyeti alınsın ve sen de başlarında ol! Çabuk, fazla zamanımız yok!"
Maxiel ihtiyacı olan şeyi almıştı: Açık bir emir. Daha fazla sorgulamadı, hemen uygulamaya geçti, Lance'nin aldığı sorumluluk sayesinde, yeniden bir asker gibi düşünmeye başlamıştı. Olanca sesiyle:
-"Cylexler! Geri çekiliyoruz. Herkes çadırın dışına! Çabuk!"
Askerler hayal kırıklığıyla baktılar Maxiel'in yüzüne. Yine de hiçbiri düşünebilecek durumda değildi. Söyleneni yapmaktan başka bir şey gelmedi ellerinden. Maxiel önde, askerler ortada ve Lance de en arkada çadırı terk ettiler.
Lance, tam çıkarken dönüp son kez Lea'ya baktı. Bakışlarında umutsuzluk ve korku vardı, adeta yalvarıyordu kendisine. Üzgündü genç kız, ama Tung'u durdurabileceğine inanıyordu, nasıl yapacağını bilmiyordu ama inanıyordu buna.
Lance, arkasını dönüp çıktıktan sonra, Lea da dikkatini topladı ve Tung'a baktı. Adamın yüzündeki gülümseme biraz daha azalmıştı ve bakışlarıyla bir sorumlu arıyordu sanki. Gözleri Ritas'ın üzerine geldiğinde arayışı sona erdi. Yeni hedefini belirlemişti. Yine mutlu görünüyordu, çok korkutucuydu. Lea, derin bir nefes aldı. Belki de aldığı son nefes bu olacaktı...
* * *
Bellion, dev kapıdan içeri girdi, büyük bir saygıyla eğilerek kralına selam verdi. Resmi olarak öyle olmasa da Stear her zaman onun kralıydı. Çocukluğundan beri tanırdı Stear'ı, bir an olsun yanından ayrılmamıştı ve saygısını da sunmayı bir an bile ihmal etmemişti. Yine büyük bir saygıyla yanına geldi ve seviyeli bir ses tonuyla:
-"Misafirleriniz geldi kralım. Yemek odasına teşriflerinizi bekliyorlar."
Stear, camdan dışarı bakıyordu ve dalmıştı. Kapıdan içeri giren yaşlı komutanı bile fark edememişti. Aniden sıçradı olduğu yerde, geri dönerek adamın kendisine bakmakta olan yüzünü görünce tuttuğu nefesini bıraktı. Bıkkın bir ses tonuyla:
-"Sana daha kaç kez diyeceğim Bellion? Ben kral değilim. Yani henüz. Bana böyle deyip durmaktan vazgeç. Böyle gereksiz bir unvan hırsım olmadığını bilirsin, bizi duyan insanlarında öyle hırslarım olduğunu düşünmelerini istemem."
-"Üzgünüm kralım, ama siz babanız öldüğünden beri benim kralımsınız. Aksi şekilde hitap etmem kendime hakaret olur."
Stear iç geçirdi:
-"Neyse, hepsi geldi mi?"
-"Evet efendim. Tüm çağırdıklarımız gelmiş. Prados krallığı, Devues krallığı, Sposk kabilesinin temsilcileri ve Tyruslular. Hepsi burada."
-"Tyruslular da gelmiş mi? Hım..."
-"Evet kralım. Tyrus Tegini de burada."
-"Pekâlâ, sen hizmetçilere haber ver. Yemek servisi yirmi dakika sonra başlasın. Sonra da gelip toplantıda bana katıl. Başkomutanımın da yanımda olmasını istiyorum. Bu ittifakı sen onay verirsen yapacağım."
-"Bu ittifak, Priest tahtı için çok önemli. Bunun bilincindeyim efendim, ama bence, bize güçten daha çok sadakat gerekiyor. Brox bize gösterdi ki, ne kadar güçlü ve iyi bir askeri grup olunursa olunsun, eğer sadakatleri yoksa bize yarardan çok zarar verirler."
-"Sanırım Tyruslulardan bahsediyorsun?"
Soru gibi sormuştu. Bellion:
-"Evet, yüce kralım. Sposkların krallığını parçalayıp onları bir kabile topluluğuna dönüştürdüler. Devuesler de onları hiç sevmez. Pradoslularla zaten aktif savaş halindeler ve muhtemelen Zervok kalesini geri vermeden Tyrus'la barışmazlar. Şu halde ittifakı kurarken kimden vazgeçeceğiz? Bir arada bulunmak istemeyeceklerdir."
-"Hiç fark etmez Bellion. Tyrus çok saldırgan bir kabiledir, ama yöneticilik kabiliyetleri de bir o kadar kısıtlıdır. Herhangi bir stratejiyle ya da politikayla hareket etmezler, tamamen içgüdüleriyle savaşırlar. Babam Phereas, eğer onlarınki gibi bir orduya sahip olsaydı, Kursk işini kökünden çözebileceğini söylerdi. Tek yapılması gereken kuzeye Tyrus askerlerinin konuşlandırılmasını sağlamak, hepsi o. Kimseye itaat etmezler, ama kolay yönlendirilebilirler, kolayca istediğin yere çekersin onları."
-"Priest'in de savaşçı güçleri var efendim, şu an Marin'in emrinde olsa da Cylexler dünya üzerindeki en etkin savaş gücüdür. Onlarla savaşmak zorunda kalırsak ki öyle gözüküyor, askeri stratejilerin becerilerden daha önemli olduğunu da size ispat edebilirim."
-"Hayır dostum, ben bundan bahsetmiyorum. Priest ordusu da, bizim şu anki direniş ordumuz da yetişmiş ve güçlü bir ordudur, en seçkinleri de Cylexlere katılır. Bu doğru, ama Tyruslular çok farklıdır. Onların ülkesinde herkes askerdir ve her biri, birer Cylex kadar güçlüdür. Daha doğarken savaşçı doğuyorlar, kanlarıyla ilgili bir şey olsa gerek."
-"Yine de saf güçle ilgili fikirlerimi biliyorsunuz. Tyrusu tek başına müttefik yapmaktansa, onları dışlayıp diğer üç krallığı yanımızda tutmayı yeğlerim. Ama elbette ki emirleriniz ne yönde olursa planımı da ona göre yaparım."
-"Hassasiyetini anlıyorum ama onlara ve savaşçılarına ihtiyacımız var. Yine de söylediklerini düşüneceğim. Şimdi konuklarımızı daha fazla bekletmeyelim."
***
Stear, geniş taş odaya girdiğinde iki krallığın ve Sposkların temsilcisini, yan yana oturmuşken buldu. Gözleriyle dördüncü müttefikini aradı, odanın en köşesinde oturan Tyrus Tegini ile göz göze geldi. Temsilci yollamamış, doğrudan kendisi gelmişti. Bu üç krallığın, daha doğrusu Sposklarla birlikte iki buçuk krallığın karşısına tek başına çıkabilmesi büyük cesaret gerektiriyordu. Yine de yöneticilik kabiliyetinin olmadığı bir kez daha belli olmuştu işte, bu üçünden birini yıkmış, diğerine ültimatomlar vererek kendisine düşman etmiş ve biriyle de aktif olarak savaş halindeyken, bizzat kendisi gelmişti önlerine. İçlerinden biri onu öldürmeyi kolaylıkla deneyebilirdi. Cesurcaydı, ama aynı zamanda da aptalca.
Kendinden son derece emin bir tavırla, taş odanın ortasına kadar yürüdü. İlk önce Devues krallığının temsilcisiyle tokalaşmak için elini uzattı, adamı onore etmek isteyen bir tavır takınmıştı. Adam etrafına bakındı, sanki icazet ister gibi bir hali vardı. Sonunda ayağa kalktı ve saygıyla o da elini uzattı.
Bir iddiayı kazanmış kadar muzaffer bir bakış attı iki yanındaki adama. Sonra Sposkluya döndü Stear, ona da aynı alçakgönüllülükle elini uzattı. Aynı şekilde karşılığını aldı ve en son, kaçak günlerini sürdürdükleri Svallia'nın komşusu Prados kralının baş veziriyle el sıkıştı. Adamın gözlerinde kırgınlık vardı, diplomatik anlamını hemen çözmüştü Stear'ın bu hareketinin. Benzer biçimde karşılık verdi:
-"Prens Stear. Ne mükemmel bir karşılama bu!"
Kendisine prens demesi, Stear'ın dikkatinden kaçmamıştı, ama bunu sorun etmedi. Bir vezirle ağız dalaşına girecek değildi. Adamın diplomatik saldırısına gülümseyerek cevap verdi, sonra da gruba arkasını dönerek köşede oturmakta olan Tyrus Tegini Kalmarr'ın yanına gitti. Tyrus Tegini, çocuk denecek yaşta kabilesinin başına geçmişti ve neredeyse otuz yıldır ülke olmayı beceremeyen, homojen bir kabilenin lideri olarak da kalmıştı.
Stear onu hayal meyal hatırlıyordu, daha çocukken babasının önderliğinde bir Kursk saldırısına ağabeyiyle birlikte o da katılmıştı ve kendileriyle birlikte gelen müttefik ordusunun içinde Tegin de vardı. Henüz yirmisinde bile yoktu o zaman Kalmarr. O savaşa en az savaşçıyla katılan Tyrus olmasına rağmen, en fazla Kursku da yine onlar öldürmüştü.
Kendi babasını o savaşta kaybetmişti genç Kalmarr, ülkesinin Tegini olmuştu o günden sonra da. Tyrusluların savaşta ne kadar acımasız olduklarına o savaşta şahit olmuştu, babalarının arkasından bile ağlamayacak kadar doğal karşılayabiliyorlardı ölümü. Ölüme bu kadar alışkın bir insanın, savaşırken de yapabileceklerinin sınırı yoktu.
Daha sonra da görüşmeye devam etmişti zaman zaman Kalmarr ile ama bir daha onlarla aynı bayrak altında savaşmamışlardı. O zamanları düşünürken, aklına biricik aşkı geldi. Leani'yi özlemişti bir anda. Gırtlağına gelip oturan bir yumruk gibiydi, yutamıyordu. "Hiç yeri değil" diye düşündü, gözleri kendine ihanet etmeden konuyu değiştirmeliydi.
Gülümsemeye çalıştı, zorlama olduğu belliydi ama Kalmarr'ın anlayacağını umuyordu. Kollarını iki yana açtı, çok eski dosttular, ya da en azından Stear öyle olduğunu düşünüyordu. Kalmarr, yerinden kalktı, Stear'ın dolmak üzere olan gözlerine ve bu sahneyi maskelemek için sahte bir gülümseme takınan yüzüne buz gibi baktı. Sonra yavaşça eriyen buzullar gibi yumuşamaya başladı ve kollarını açarak aynı şekilde karşılık verdi.
-"Stear! Eski dostum!"
Kucaklaşmaları çok sıcaktı. Diğerleriyle soğukça el sıkışmıştı ama Tyrus Tegini ile kucaklaşarak, safını en başından belli etmişti prens. Kendisine adıyla hitap etmesi falan da umurunda değildi, diplomatik saçmalıklar çoktan aklından uçup gitmişti. Bu adam, kendisine Leani'yi anımsatan güzel bir anıydı. Ayrıca Tyruslular, zaten hiç kimseye "yüce kralım" türünden ifadelerle hitap etmezdiler, babasına bile göstermedikleri bir itaatkârlıktı bu.
Yavaşça geriye doğru çekildi Stear. Eski dostunun yüzüne baktı, hafifçe çekik olan gözlerinin kenarları çizgi çizgi olmuştu Tegin'in. Hala çok canlı bakıyordu, otuz yıl öncede var olan gözlerindeki ışıltı, hala çarpıyordu karşısındakini. İki elini Tegin'in sağ elinin üstüne koydu ve hafifçe sıktı. Gözlerindeki ışıltının içine bakarak:
-"Kalmarr. Eski dostum. Otuz yıl oldu neredeyse!"
-"Evet, uzun zaman oldu kardeşim. Biliyor musun, bana babamı hatırlatıyorsun."
Tyruslular bu tarz özlemleri çok sık dile getirmezlerdi. Stear, hafifçe gülümsedi. "Gerçek bir dost" diye düşündü, Kalmarr'ın yapmak istediğini anlamıştı. Demin Leani'yi düşündüğünde gözlerinin dolmasını ve hassaslaştığını anlamış ve yüzüne vurmamıştı, bunu fark ettiğini belirtircesine de kendi özlemini dile getirmişti. Çok takdir etmişti arkadaşını, minnetle yüzüne baktıktan sonra, elinden çekerek masaya doğru götürdü. Sonrada orada bulunanların tamamına hitaben:
-"Hepiniz hoş geldiniz dostlarım. Sizler ve atalarınız babamın müttefikiydiniz, yanımda bulunmanızdan onur duydum. Hepinizin ömrü uzun, ulusunuzun kaderi parlak olsun..."
İyi dilekleri başlarıyla onayladı delegeler. Bu sırada içeri giren hizmetçileri görünce hepsi bir yer bulup oturdu. Tyrus Tegini ile yakın oturmamaya özel olarak dikkat ediyorlardı. Stear da bunu fark etmiş, kendi oturacağı yeri Kalmarr'ın hemen yanı olarak seçmişti.
Bir yandan yemekleri servis edilirken, bir taraftan da şarap dolduruyorlardı. Hepsi aynı anda kadehlerini havaya kaldırdılar. Stear konuştu:
-"Eski dostluklara! Eski müttefiklerin yeniden buluşmasına!"
Sanki bunu bekler gibi atıldı Prados veziri:
-"Eski dostluklar kalmadı artık prensim. Burada düşmanımızla bir arada oturuyorsak, bu size olan saygımızdandır. Yoksa benim kralım kimin dost kimin düşman olduğunu iyi biliyor."
Düşman kelimesini üzerine basarak söylemişti. Kalmarr bu iğnelemeye çok sert cevap verdi:
-"Düşmanını tanımana sevindim. Her ne kadar seni savaş alanında karşımda göremediysem de en azından karşındakinin kim olduğunu biliyormuşsun!"
Gerilmeye başlayan ortamı acilen toparlaması gerektiğini anladı Stear. Hemen araya girip:
-"Dostlarım! Dostlarım sakin olun. Buraya birbirimize düşmek ve düşmanlarımızı sevindirmek için gelmedik. Birbirimizin arasında sorunlar olabilir, bu normaldir. Ama asıl düşmanımızı unutursak, o zaman hepimiz yok oluruz. Kursklara karşı birlik olmalıyız ve bunu hemen yapmalıyız."
Prados'lu vezir, bu sefer Stear'a dönmüştü. Çatallı bir dili vardı sanki... Lafını hiç esirgemiyordu:
-"Aynı talebi abiniz Marin de yaptı. Kral Marin demeliyim aslında, Priest ülkesinin kralı şu an o. Kralın çağrısına değil de kardeşininkine neden uymamız gerektiğini anlatır mısınız bana? Hele de düşmanımız olan bu barbarlarla birlikte..."
Bu cüret karşısında, hava bir anda buz gibi oldu. Adamı Bellion cevapladı:
-"Marin, geçici olarak tahtta oturuyor. Ayrıca o an için tahtta oturan, illa kral demek değildir. Tıpkı şu an senin burada sadece temsil görevi üstlendiğin gibi. Kralını kaldıramayacağı yüklerin altına sokma, dikkat et vezir!"
Adamın yüzü kıpkırmızı olmuştu:
-"Beni tehdit mi ediyorsunuz? Tam anlayamadım?"
Kalmarr girdi söze:
-"Anlayamamana şaşmamalı. Biz bile hala bazı şeyleri kafanıza sokamazken Bellion'un kibarlığının sana fazla geleceğini tahmin etmiştim."
Adam artık öfkeden kudurmuştu. Tyrus Tegini'nin söylediklerini hepten duymazdan gelerek Bellion'a hitaben:
-"Prens Stear! Bu saygısızlığı dinlemek için gelmedim ben buraya! Düşmanımla aynı masaya oturmam bile zaten yeterince ağırken, bir de askerinin ülkeme hakaret etmesine izin verecek değilim! Bir tahtınız ve bir ülkeniz bile yokken asıl siz sözlerinize dikkat etseniz iyi olacak..."
O ana kadar sessizce oturan Stear, yavaşça oturmakta olduğu yerden doğruldu. Herkes başıyla onu izliyordu. Sakin, ama buz gibi soğuk bir sesle:
-"Buradaki herkes, benim dostum ve misafirimdir, misafirlerimden de saygı görmek isterim. Bana söylediklerin pek umurumda değil. Çünkü unvan olarak eşitim değilsin, ama eğer buraya insanları tahrik ederek konuşmak amacıyla gelmişsen, bu senin ve temsil ettiklerinin amacının bana katılmak olmadığını gösterir. İttifakla alakalı bir amacı olmayıp da ittifak toplantısına katılanın derdinin, olsa olsa düşmanlara bilgi sızdırmak olduğunu tahmin ediyorum. Şimdi, biraz sakin ol, söylediklerini birkaç dakika daha düşün ve tekrar tart! Hala aynı fikirdeysen git kralına Stear'ın, Priest ülkesinin gerçek kralının, Prados'la tüm ilişkilerini askıya aldığını söyle. "Artık hiçbir dostluk yok aramızda ve bunun sorumlusu benim!" de."
Vezir, şimdi biraz daha sakinleşmiş gibi görünüyordu. Stear onu tehdit etmemişti, yapabileceği, gayet makul bir yaptırım uyarısında bulunmuştu ki, zaten Tyrus saldırılarıyla bunalmış kralı, kendisini buraya "Belki bir ateşkes olur" umuduyla ve diğer ülkelerle birlikte aracı olarak Stear'ın da desteğini almak için göndermişti. Yeniden konuşmaya başlamadan önce sözlerini tekrar düşündü ve karşısındaki adamın hoşlanmayacağı kısımları ona söylemeyeceğinden emin olduktan sonra:
-"Beni yanlış anlamanızı istemem efendim, bunun için özür dilerim. Sadece Bellion'un sözleri bende tehdit edildiğim izlenimi yarattı. Hepsi bu! Tekrar özür dilerim..."
Stear, gözünün ucuyla Bellion'a baktı. Adam da hayranlıkla kendisini izliyordu. Diplomatik üstünlüğü nasıl eline geçirdiğine bir kez daha şahitlik etmişti ve dahası, Prados'lu temsilci haklıydı. Gerçekten kral, resmen Marin'di, ayrıca kendileri de sürgündeydi, yani teorik olarak bir ülkeleri de yoktu. Tüm bu gerçeklere rağmen diplomatik kabiliyetlerini kullanarak adama geri adım attırmayı başarmıştı Stear. Zekâsına ve liderlik yeteneklerine bir kez daha hayran kalmıştı prensin, çok büyük bir kral olacaktı. Stear tekrar konuştu:
-"Bu kadar boş laf yeter! Burada toplanmamızın sebebi ortak düşmanımıza, yani Kursklara karşı bir savunma cephesi oluşturmak. Tek başımıza onlara karşı başarısız olduğumuz açık. Yetersiz kalıyoruz ve o çamur yiyen pislikler, tavşanlar gibi çoğalıyor! Ülkelerimizin toplam nüfusundan bile fazla askerleri var. Askeri pakt, bir teklif değil, bir zaruret şu an. Hepimiz için bu böyle. Değil mi dostum?"
Kalmarr'a dönmüştü Stear, ilk sözü ona verecekti. Bir yandan da içinden geri alınamayacak sözler söylememesi için dua ediyordu. Tyrus Tegini boğazını temizledi ve:
-"Bence de haklısın. Açık konuşmakta yarar var, buradaki hiçbir temsilcinin beni ya da kabilemi sevmediğini biliyorum. Farklı sebeplerimiz var ve farklı nedenlerle savaşıyoruz. Onlar kendilerini biz kendimiz haklı görüyoruz, ama şunu çok iyi biliyorum ki, kendi köylerimden birinin istilacı Kursklar tarafından yakıldığını görmek, bir askerimin, lanet oklarıyla vurulup düştüğünü görmek, ya da istila ettikleri köyde bir Tyrus kızının onlardan birinin tecavüzüne uğradığını bilmek benim için ölümcül bir vicdan azabı demektir. Henüz böyle bir şey yaşamadık, ama bu hiç yaşamayacağımız anlamına gelmez. Savaş kapımıza kadar geldi ve bu cüretkâr ırkın dişlerini nereye geçireceğini beklemeye artık tahammülüm yok. Sizlerin ve krallarınızın da aynı şeyi düşündüğünü sanıyorum."
Diğer üç temsilci birbirlerine bakıyordu. Tegin'i ilk kez bu kadar makul görüyorlardı, ürkütücüydü. Stear'la bir anlaşma yapmış gibi konuşuyordu, bir oyuna getirilmiş olabilecekleri geçti tek tek hepsinin aklından. Yine de söylediklerinde sonuna kadar haklıydı. Devues veliaht prensi söz aldı:
-"Söyledikleriniz de haklı olabilirsiniz, ama size bu konuda nasıl güveneceğiz? Sonuçta sırtımızı size dayayarak savaşmaktan bahsediyoruz. Ve Tyruslulara sırtımızı dayamak mı?"
Kalmarr, hafifçe başını iki yana salladı. Kabullenmiş bir ses tonuyla:
-"Biz kendi savaşımızı, kendi haklı nedenlerimizle veriyoruz, siz de kendinizinkini. Ama şuna emin olabilirsiniz ki, Kursklar hepimizin ortak düşmanı ve kral Phereas dönemindeki huzura yeniden kavuşmak istiyorsak birlikte hareket etmekten başka yapacak bir şeyimiz yok. Priest kralının önderliğinde tabii."
Biraz durduktan sonra ekledi:
-"Gerçek Priest kralının..."
Stear şaşırmıştı, masanın etrafındaki diğer üç kişiyle aynı şeyleri düşünüyordu. Gerçekten adamın niyeti iyi miydi, yoksa bir plan mı uyguluyordu, tam anlamamıştı. Tyrusluların "Birlikte savaşmak" konusundaki fikirlerini az çok bilirdi, sadece babası, o da ülkesinin en parlak döneminde onlarla aynı safta olabilmişti. Kendi liderliğinin, Tyruslularca bu kadar kabul görmüş olması da ayrı bir konuydu. Bir şeyler dönüyordu, anlayacaktı. Tyrus' un tecrübeli Tegininin strateji konusunda kendisini yanılttığı ortadaydı. Bu konuyu daha sonra düşünmeye karar verdi. Aynı anda Prados veziri tekrar konuşmaya başladı. Tegin'e hitap ediyordu:
-"Size gerçekten inanmak isteriz, ama bunun zorluğunun sizin de farkında olmanız güzel."
-"Merak etmeyin, sizi anlıyorum. Ayrıca Zervok kalesini iyi niyetimizin sembolü olarak kralına hediye edeceğim. Aramızdaki husumeti de bir süreliğine erteleyebiliriz böylece..."
Salondaki şaşkınlık elle tutulabilecek kadar yoğundu. Stear sessizliği bozan kişi oldu:
-"Yüce gönüllülüğünüze her zaman şahit olmuşumdur dostum ve bence bu, gerçek bir iyi niyet göstergesi."
Kalmarr onu gülümseyerek yanıtladı. Ama gözleri, ısrarla Prados vezirinin üzerinde geziniyordu. Vereceği tepkiyi tüm ayrıntılarıyla görmek, yapmayı düşündüğü şeyler için de Tegin'e fikir verecekti. Adam derin bir nefes aldıktan sonra:
-"Bu konuda gerçekten ciddiyseniz müttefik olma işini tekrar ve daha ciddi düşünebiliriz. Stear'ın önderliğinde, Tyrus ile birlikte hareket etmeyi ancak bu söz tutulursa gerçekten düşünebiliriz."
-"Tamam o zaman. Yirmi dört saat içinde kale el değiştirecek. Bu sana şahsi sözümdür, kralına böylece bildir."
Stear gülümseyerek araya girdi:
-"Tyrusluların sözlerine olan sadakati herkes tarafından bilinir. Sözünde durup durmayacağını beklemek, sadece zaman kaybı dostlarım. Sizce?"
Devues'i temsilen gelmiş olan veliaht prenste etkilenmiş görünüyordu. Sözlerini dikkatlice tartarak konuşmaya başladı:
-"Bence bu, iyi niyetinde ötesine geçen bir hareket. Kendi şahsi sözünü de vermişken artık daha fazla sorgulamak bizim niyetimizi kötüleştirir. Sanırım artık şartlar oluştu..."
Sposk temsilcisi de aynı şeyleri düşünmüş gibi uysalca başını sallıyordu. Devues ve Sposk, aslında Svallia'nın iki şehir devletiydi, dolayısıyla Prados kadar derin kökleri ve devlet anlayışları henüz oluşmamıştı. Ülkeleri parçalanınca kendi hakimiyetlerini ilan ettiler ve geri kalan kaderdaşlarının aksine onlar Stear'ı tercih edip ona yöneldiler, Marin'e asker göndermeyi de reddettiler. Svallia'nın en büyük iki şehir devletinden daha şanssız olanı, yani Sposk ülkesi, güneydoğuda Prados'la, doğuda da doğrudan Tyrus'la komşuydu ve bu komşuluğun bedelini devletlerinin yıkılmasıyla oldukça ağır ödemişti.
Şimdi birkaç büyük kabilenin oluşturduğu, Svallia'nın geri kalan küçük yerleşim birimleri gibiydiler; Devues'in aslında bu konuda bir söz hakkı yoktu. Çünkü kendilerinin güneyinde ve tek komşuları Prados iken, oldukça rahat bir dönem yaşıyorlardı ve Tyrus saldırının sadece Sposk'un sorunu olduğunu düşünüyorlardı.
Sposk yıkılıp da Tyrus onlarla ilk kez temas ettiğinde, Sposk'un savunulmasına yardımcı olmadıkları için çok pişman olmuştu kralları ama artık iş işten çoktan geçmişti. Yine de birleşik bir Svallia yeniden kurulduğunda kurucu güç kim olursa olsun Devues'in her zaman kayıtsız şartsız Sposk'un yanında olacağı açık şekilde ortaya konmuş ve aynı soydan gelen bu iki ülke, tek bir ülkeymiş gibi hareket etme kararı almıştı.
Sposk temsilcisi de konuşmaya başladığında, artık konu Tyrus un ittifaka alınıp alınmayacağı değildi:
-"Stear'ın önderliği konusunda sanırım hepimiz hemfikiriz. Ama yine de bence öncelikli hedefimiz onun tahtını geri alması ve şu kayıp kılıç meselesini halletmemiz olmalı. Bu tarz şeyler askerlerin üzerinde çok etki yapıyor, halklarımız da Priest kralının peşine takılmak için tereddüt etmez. Yani tahtta kılıçta herkes için çok önemli!"
Devues'i temsilen gelmiş prens de fikri başıyla onayladı. Prados'lu ise halen Kalmarr'ın yüzüne bakıyor, her çizgiden bir anlam çıkarmaya, adamın gerçek niyetini anlamaya çalışıyordu. Stear'ın sesi tekrar yükseldi:
-"Taht ve Phreal sonraki meseleler. Benim sizi bugün burada ağırlamamın sebebi, kurmak istediğimiz ittifaka onay vermenizdi. Hepinizin Kursklara karşı birleşmeye hazır olduğunuzu büyük bir mutlulukla görüyorum dostlarım. Sanırım bu toplantı hedefine ulaştı. Artık gönül rahatlığıyla bir sonraki adıma geçebiliriz..."
Sposklu meraklıca baktı:
-"Bir sonraki adımda ne yapmamızı bekliyorsunuz?"
-"Önce anlaşmayı onaylayıp yemek yiyelim sevgili dostum. Sonra işe geri döneriz, efsanevi ittifak tekrar kurulduğuna göre, artık uykusuz kalması gerekenler Kursklar."
Bu söze herkes kahkahalarla güldü. Bellion bile gülümsüyordu, ama aklı hala Tyrus'daydı. Ne isteyeceklerdi acaba, çok fazla ödün vermişlerdi bu ittifak için. Kesinlikle bir geri dönüşü olacaktı yaptığı hareketin, bundan adı gibi emindi. Ama şimdilik, bunun üzerinde durmamaya karar verdi, ittifak orduları tekrar kurulmuştu ve bunun tadını çıkartacaktı. Yarını yarın düşünürdü. Ayrıca Stear, gerçek bir kraldı, bu bugün netleşmişti.
Henüz ülkesi ve bir tahtı bile yokken komşu halklara Kursklar konusunda öncülük ediyor, onları tek bir sancak altında toplamaya çalışıyordu. Kursk işi halledildikten sonra seve seve geleceklerdi peşinden, Priest tahtı ve başkenti artık çok yakındaydı...
MASUM ÖLÜ
-"Beni dinle! Kendinde değilsin şu an, sadece sesime odaklan. Bırak içinden çıkmana izin vereyim!"
Tung görünürde boş ama içi şehvet dolu gözlerle kıza bakıyordu. Kan, adamın tüm duygularını uyandırmıştı, sanki en mutlu olduğu an buydu. Lea yutkundu. Ne çeşit bir tehlike altında olduğunu az çok tahmin ediyordu.
Anlaşılıyordu ki adamın kendisi için hissettikleri, o an orada bulunan herkese karşı gelişen basit bir öldürme açlığı gibi değildi. Kendisi gerçekten Tung'un hedefindeydi ve onu ciddi bir sorun olarak algılıyor olsa gerekti. Yine ortak tılsımlarıyla ilgili olacağını düşündü genç kız. Askerleri dışarı yollamanın ne kadar akıllıca olduğunu tekrar gözden geçirdi, ama artık yapabileceği bir şey kalmamıştı.
-"Pyro! İyi misin? Sesimi duyuyor musun?"
Ritas'ın haykırışı, Tung' un dikkatini kendisine yöneltti. Elindeki kılıcı yeniden sıkmakta olduğu fark ediliyordu. Tüm bu olanlara rağmen işin tuhafı yaralı olanlardan hiç birini öldürmemişti Tyruslu, ilk başta ikiye böldüğü Cylex dışında sanki bir şey ispat etmek istiyor gibiydi. Dişlerinin arasından, Ritas'ın tüylerini diken diken edecek bir ses tonuyla konuştu:
-"Kapa çeneni! Yoksa ağzını, lanet suratından söker eline veririm!"
Adamın yüzündeki dehşet, kolaylıkla okunabiliyordu. Yardım umarcasına etrafına baktı. Tardus, kırık eli tuhaf ve biraz da mide bulandırıcı bir açıyla yanına kıvrılmış, diğer eliyle de yüzüne bastırarak kanını yavaşlatmaya çalışarak yerde yatıyordu.
Pyro'nun durumu daha kötü görünüyordu, kendi kanı içinde yerde yatıyordu ve sadece aldığı nefeslerle şişip geri inen vücuduna bakarak hayatta olduğu anlaşılabiliyordu. Diğer yaralı arkadaşını dışarı çıkartmayı akıl etmişlerdi, en azından bir şansı olacaktı onun. Brox da yavaş yavaş hareketlenmeye başlamıştı, kendine geliyor olmalıydı.
Tung'a bakamıyordu Ritas, ama zaten onun da kendisiyle pek ilgilendiği yoktu. Bu sefer kızı gözüne kestirmiş olmalıydı. Ona doğru dönmüş:
-"Seni dinliyorum. İşte odaklandım, hadi çıkar bakalım içimden, ne çıkaracaksan!" dedi.
Lea bir kez daha ve bayağı seslice yutkundu:
-"Bana bak Tung. Gözlerimin içine bak. Rahatlamaya çalış. Seni tamamen ele geçirmiş ama bu, senin onunla savaşmayı denememen yüzünden!"
-"Hah!" diye bir kahkaha ile karşıladı kızın sözlerini."Ben zaten kendimdeyim aptal kadın. Ben buyum!"
-"Hayır değilsin" diye yanıtladı onu genç kız. Devam etti:
-"Seni tanıyorum. Sen bu değilsin, bu büyüyle ilgili."
Tung kendisine doğru bir adım attı. Yüzünde merak vardı:
-"Ne büyüsüymüş bu?"
O an, inanılmaz bir şey oldu. Lea sert bir titreme geçirdi, gözleri beyaza çalar uçuk bir mavi halini aldı. Sanki bir kuklaymış gibi elleri iki yanına cansızca düştü. Cansız, o an için kızın durumunu en iyi açıklayan şeydi. Gözlerindeki beyazlık, iki girdap gibi simsiyah bir hal alana kadar için için aktı, sanki kızın içine doğru akan bir nehir gibiydi.
Tung, hayretle kızın değişimini inceliyordu, kılıcının kabzasına biraz daha sıkı yapıştı. Lea konuşmaya başladı, ama konuşan o değildi. Onun sesi bile değildi, onun ağzı hareket ediyordu ama sanki birisi bir ölüyü konuşturur gibiydi. Kalın bir ses, kızın yüzünün güzelliğine yakışmayacak bir tonda konuşmaya başladı:
-"Ne büyüsü olduğunun önemi yok. Sadece bana bak ve odaklan. Gözlerimin içinde bulacaksın cevabını..."
Tung, gülümsemeye başladı. Kaşı yine seğiriyordu ve fazla bile konuştuğunu fark etti. Çoktan öldürmüş olmalıydı bu tuhaf kadını. Daha o gece öldürmeye çalışmıştı zaten, ama ne olduğunu hatırlayamadığı bir şey yüzünden şimdi buradaydı ve kadının zırvalıklarını dinliyordu.
Dişlerinin ve kapalı ağzının içinden yükselen bir nara patlattı, bu sırada da bedeninin üstündeki tüm kaslar gerilerek iyice belirginleşti. Sanki irileşmek için yaptığı bir efsundu bu ve işe yaramış görünüyordu.
Ritas'ın gözleri yaşadığı şokla iri iri açılmıştı, bir kızın tuhaf haline, bir adamın anormal denebilecek kaslarına bakıyordu. Nefes bile almıyordu, burada dönen şey kesinlikle normal değildi. Gözlerinin gördüğü hiçbir şeyden korkmamak üzere eğitilirlerdi Cylexler, ama burada gözlerinin görünenden fazlası vardı. Adamın hem Tardus'a hem de iki arkadaşına ölümcül yaralar vermesinin açıklaması buydu.
Tung, ona doğru bir adım atmıştı ki kızın simsiyah gözlerine baktı. İki siyah pırıltı, dönmekte olan bir anafor gibi içine aldı genç adamı, yavaşça derinliklerine doğru çekti. Soluk soluğa kalmıştı genç adam, bu inanılmaz bir duyguydu. İçinde kıpırdanmakta olan bir şeyler vardı ve bunu hissediyordu. Kız onu derinliklerine çektikçe o daha da fazlasını istiyordu, öleceğini de bilse istemeye devam edecekti. Artık ona aitti, ne istese yapardı.
Kılıcını tuttuğu elini biraz daha sıktı, kabza ezilecek gibi sesler çıkarıyordu. O gece kendisini durduran o melodik ses, yine kulaklarında çalındı. Bu sefer görseldi, ses yoktu ama yine de tüm benliğiyle hem duyuyordu, hem hissediyordu. Tüm duyuları alıcı gibi çalışıyordu, hepsi kilitlenmiş derinlerde bir yerde, sesin kaynağını arıyordu.
Lea'nın gözleri saçları kadar siyahtı. Onun da kendinde olmadığını, dikkatli bakan herkes anlayabilirdi. Tam o anda derin bir uykudan uyanırcasına ürpererek sıçradı genç adam. Boş gözlerle etrafına bakınmaya başladı, Lea'yı o halde görünce şaşkınlığı bir kat daha artmıştı. Sonra kız da değişmeye başladı, az önceki haliyle tek benzerliği bembeyaz ve pürüzsüz cildiydi. Mermer kadar beyazdı kızın yüzü, güzelliğini aldığı beyazlığın ötesindeydi bu. Sanki bir ölüydü ve yavaş yavaş tekrar diriliyordu.
Yanaklarına o tatlı kızıllık yeniden yayıldıkça insanın içini rahatlatan duru güzelliği de kendisini karşısındakine açıyordu. Son olarak gözleri de siyahtan uçuk maviye döndü ve bakışları yeniden normalleşti. Uzun siyah kirpiklerinin kıvrımları altından, iki gök mavisi büyük pırlanta, nasıl normal bakabilirse o kadar normaldi. Saçlarındaki kızıl tutam, kızın çenesine düşmüş ve sol gözünü iki parçaya ayırmış gibi görünüyordu, ama bu onun bakışlarını şuhlaştırmaktan başka bir işe yaramıyordu.
Derin bir nefes aldı Tung. Kalbine saplanan şeyin bir kılıç olmasını umardı, ama yazık ki az önce gördüğü şey bir kılıçtan daha tehlikeliydi. Kendisi bir savaşçıydı ve en olmaması gereken şeye bulaşmak üzereydi. Başını önüne eğdi, daha fazla incelemeyecekti artık kızı. Etrafına baktı, her zamanki gibi yine kana bulanmıştı ortalık.
Gözlerini kapatıp derin derin nefes almaya devam etti. Şişmiş omuz kasları hızlı hızlı yükselip alçalıyordu, kendini o kadar sıkıyordu ki yumruklarından bileğine ve oradan da kollarına giden tüm damarlar, büyük sıradağların içlerinden geçen geniş patikalar gibi görünüyordu.
Farkında olmadan Lea da aynı tepkiyi vermişti, başını öne eğdi, gözlerini kapadı ve derin derin solumaya başladı. Az önce olan her neyse birbirlerine biraz daha bağlanmışlardı, adamla ilgili üzerindeki baskıyı azaltmak zorundaydı. O, ruh ikiziydi ve kendisine hakim olamazsa kapılıp gidecekti. Babasını ve dolayısıyla annesini bulması için birlikte çalışacakları bir çeşit iş ortağıydı, kendisine hakim olması ve duygularını dizginlemesi gerekiyordu. Beatrice'i anımsadı yine. Kendisine zaman zaman gülümseyerek:
-"Sanırım sen hiç evlenemeyeceksin. Yaşın kaç oldu, hala sevebileceğin bir adam bile bulamadın. Elinde okla günlerce geyik peşinde koşup duruyorsun. Tek şansın Cylus' tu, onu da elinden kaçıracaksın." derdi.
Kendisi de hep oflayarak Cylus' la arkadaş olduklarını üzerine basa basa vurgular, böyle aptalca şeylerle uğraştığı için kızardı kadına. Şimdi kendi düştüğü durumu düşününce kızardı genç kız. Kafasını yerden kaldıramayacağını düşünüyordu ki o sırada bir ses yükseldi:
-"Lanet olsun bacağım!"
Ortalığa yayılmış kana dehşetle baktı ve devam etti:
-"Neler oldu burada?"
Brox kızın imdadına yetişmişti.
***
İçeriden herhangi bir ses gelmiyordu, bir çığlık ya da hareket olduğuna dair herhangi bir belirti de yoktu. Lance, verdiği kararın doğruluğunu sorgularken çadırın ön kapısında Ritas'ı gördü. Adamın yüzü allak bullaktı, ama en azından tek parçaydı. Lea başarmış olmalıydı. Ritas arkadaşlarına seslendi:
-"Birileri gelip bana yardım etsin. Pyro ile Tardus'u dışarı taşıyalım. Pyro'nun durumu kötü görünüyor."
En önde duran iki asker birbirine bakıyordu. Arkadaşlarını, yoldaşlarını orada bırakacak değillerdi, ama hiç birinin ayağı oraya gitmiyordu. Bir Cylex için gerçekten utanç vericiydi, bir kişiden korkup yaralı arkadaşlarını almaya gidemiyorlardı. Sadece Lance ona doğru hareketlenmişti ki, sonunda Ritas sesine yansıyan öfkeyle konuştu:
-"Normale döndü. Artık zararsız!"
Ne demek istediğini pek anlamasalar da Lance'i takip edip içeri girdiler. Maxiel, onlarla gelmemişti, dışarıda diğer adamlarla birlikte kalmayı tercih etti. Kimse onu suçlamazdı, ama bir gün eğer gerekirse, arkalarını kollamak konusunda Lance'i ona kolaylıkla tercih ederlerdi. Cylex ordusunun en önemli özelliği olan bağlılık, çatırdamıştı o gün.
İçeri girdiklerinde manzara Cylexler için içler acısı, dışarıdan bakan köylüler için mide bulandırıcıydı. İki kişi Tardus'un kollarına girerek onu kaldırdılar. Yaralı bacağının üzerine basmamasına dikkat ederek dikkatli hareketlerle onu dışarı çıkardılar.
Diğer iki asker ise kan kaybından dolayı çoktan kendinden geçmiş Pyro'yu kaldırıp dışarı taşıdılar. Ürkek gözlerle Tung'a bakmayı da ihmal etmiyorlardı. Son olarak Lance de ayılmış olan Brox'un yanına giderek yakasından tuttuğu gibi ayağa kaldırdı. Adam, kırılarak dönmüş diz kapağının acısından üzerinde duramıyordu, ama Lance çok öfkeli görünüyordu. Tam adamın gözlerinin içine bakarak:
-"Burada olanlar senin hatan. Bunun bedelini ödeyeceksin aşağılık herif!"
Bunları söyledikten sonra, onu tahtadan yapılma bir oyuncakmışçasına Ritas'a doğru fırlattı. Ritas adamın kolundan tutup bir hamlede omzuna kaldırdı ve çadıra, daha doğrusu yerde Tardus ve Pyro'dan ortaklaşa oluşmuş kan gölüne tekrar baktı. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı Cylexler için. Kendilerinden daha güçlü orduların, hatta insanların olduğunu öğrenmek hepsini çok sarsmıştı ve bunu zor yoldan öğrenmişlerdi. Komutanları ve üç arkadaşlarının yaralanmasının dışında özgüvenleri de parça parça olmuştu ve bu seviyedeki bir asker için kaybettikleri şey ölümcüldü.
Lance, gözünün kenarıyla Lea'ya bakıyordu, ne söyleyeceğini ya da yanına nasıl yaklaşacağını bilemiyordu. Kendi hesaplaşması arkadaşlarınınkinden çok daha farklıydı, o, Lea'yı içeride tek başına bırakışına hayıflanıyordu. Korkmuyordu karşısındaki bu garip adamdan, Tardus'a yaptıkları düşünüldüğünde muhtemelen kendisini ikiye bölerdi. Ama yine de korkmamıştı hiç, arkadaşlarından farklı olarak şu an pişmanlık duyduğu tek şey çadırda, olması gerektiği zamanda Lea'nın yanında olmayışıydı. Birliğinin ve dostlarının kaderini bir başkasının eline bırakmak ezikçe gelmişti kendisine. Dik bir ses tonuyla:
-"O adamla birlikte yan yana durmak ne kadar güvenli? Neden bizimle dışarı gelmiyorsun?"
Lea irkildi. Oraya ne zaman gelmişlerdi, yaralıları ne zaman alıp dışarı çıkmışlardı, Lance ne zamandır kendilerini izliyordu, hiçbiri hakkında en ufak bir fikri bile yoktu. Yüzü alev alev yanıyordu utancından ve utanmak için tam olarak ne yaptığı konusunda da hiçbir fikri yoktu. Kendisini kaybettiği, ne yaptığını hatırlamadığı bir an vardı ve kasıklarının hemen altına giren kramplar kızın rengini bu kadar kızartıyordu. Kan gölünün içinde, bir canavarla ne yapmış olabilirdi ki? Peki, neden kendine gelir gelmez adamın bedenine böylesine büyük bir arzuyla bakmıştı? Nereden geliyordu bu lanet olası duygular?
Lance'nin yüzüne anlamsızca bakmış olacak ki adam sözlerini tekrar etmek zorunda hissetti kendisini:
-"Dışarı gel benimle. Daha fazla burada durman anlamsız!"
Tung, orada yokmuş gibi davranılmasından rahatsızdı, öfkeyle soludu:
-"Senin için olduğu kadar değil!"
Lea söze girdi:
-"Tekrar başlamayacaksınız değil mi? Hadi Tung, dışarı çıkalım. Ben gidip yaralıların durumuna bakayım, sende gidip köylüleri toparla ve beni bekle. Birazdan dönerim yanına."
Tung gözlerini Lance'den ayırmadan yanıtladı:
-"Tamam, söylediğin gibi olsun. Ayrıca, onlarınkinden daha iyi bir komutan olurmuşsun."
Sözdeki iğnelemeyi fark etmişti Lea. Ama çok daha ilginç bir şey daha fark etti genç kız, diğer zamanlarda olduğu gibi değildi bu sefer durum. Tung muhtemelen her detayı hatırlıyordu, daha önce olduğu gibi mini bir hafıza kaybı ve etrafta gördükleriyle şok olmuş bir tavır ilk andan beri yoktu yüzünde. Bunu da daha sonra düşünülecek listesine kaydetti, boş boş bakarak:
-"Ne? Lütfen dememi mi bekliyordun?"
Cevap vermeden çıktı genç Tyruslu, arka kapıda kendisini bekleyen ve kendisine inanmaz gözlerle bakan köylülerin yanına gitti. Brox'un köle kızları da onun yanındaydı, hepsi minnet doluydu ama bir o kadar da korkuyorlardı adamdan. Etrafına bakınarak:
-"Gidin eşyalarınızı toparlayın. Neyiniz var idiyse hepsini toplayın. Sonra da burada bulduğunuz, taşıyabileceğiniz her şeyi alabilirsiniz. Bu şerefsizin size yaptıkları karşılığında ödeyeceği ufak bir bedel bu."
***
Lea, Tardus'un yanına eğildi. Usulca adamın hala kanamakta olan derince kesilmiş bacağına dokundu. Yanındaki kumaştan bir parça yırttıktan sonra, içine çiğnemekte olduğu otu, ağzından çıkarıp iyice yaydı. Sonra da adamın bağırış çağırış ve küfürlerine aldırış etmeden bacağını sıkıca bağladı. Canı çok yanmış olmalıydı komutanın. "Lanet kadın" benzeri şeyleri duydu, daha fazlasını duymazdan geldi. Dev komutan, kız tam işini bitirdiği sırada sağlam eliyle kızı, yakasından yakalayıp kendisine doğru çekti:
-"Kes şunu!"
Yüzündeki kesik, çok ciddi değildi, ama muhtemelen o iz hep duracaktı orada. Lea'yı asıl endişelendiren şey, adamın koluydu ve bir daha hiç iyileşmeyebilirdi. Gerçekten çok kötü görünüyordu. Sabırla:
-"Mızmızlanmayı kes. Ya da en azından kolunla ilgilenene kadar bekle."
-"Nerede o?"
-"Tung'dan mı bahsediyorsun? Arkada köylülerle birlikte. Onu bu kadar çabuk özleyeceğini düşünmemiştim."
Canı çok yanmasına rağmen bu şaka Tardus'u gülümsetti. Gülmeye çalışırken bile canı acıdığı yüz ifadesinden belli oluyordu:
-"Evet ya, ne demezsin. Çok özledim, senin elinden almayı bile düşünüyorum hatta!"
Sözdeki ima, Lea'yı utandırsa da işine devam etti. Adamın pansuman yapmakta olduğu yüzüne sertçe baktı ve elinin altındaki kaşına biraz sertçe bastırdı:
-"Biz onunla ortak sayılırız, hepsi bu. Daha fazlası değil!"
Tardus acı içindeydi ama gülümsemeyi başardı.
-"Tamam, tamam. Sakin ol sadece. Ve elini üzerimden çek!"
Lea yavaşça doğruldu. Lance'yi aradı gözleriyle ve onu diğer arkadaşlarıyla ilgilenirken gördü. Tardus'a kibar bir gülümseme yolladıktan sonra Lance'nin yanına gitti. Pyro'nun durumu gerçekten de kötü görünüyordu. Ama en azından artık ölümcül değil gibiydi. Kan durmuştu ve adamın karnını sıkıca sarmışlardı. İyileşecekti, ama zaman alacaktı.
Kalçasından yaralanmış asker de fena değil gibiydi. Yürümesi biraz aksayacaktı ama o da ölmeyecekti. Cylexler tek kayıp vermişlerdi tek rakiple giriştikleri bu savaşta ve görünen oydu ki, bu onlar için büyük şanstı. Lance, Lea'ya baktı, gözlerinin etkileyici maviliğine dalmamaya çalışarak:
-"O adamla ne yapmayı planlıyorsun?"
Lea yanıtladı:
-"Bir şeylerin tam ortasındaydık. Batıya gidiyoruz, Priest'in batısına. Büyük batı denizinin ortasında bulmamız gereken bir şey var. Bunu onunla birlikte yapabilirim ancak."
Lance meraklanmıştı:
-"Tam olarak aradığın nedir? Sana yardımların için gerçekten müteşekkirim ve yapabileceğim bir şey varsa elimden geleni yaparım. İhtiyacın olan birçok şeyi verebiliriz."
Lea birden ciddileşti:
-"Annemi de verebilir misiniz?"
Lance, soru karşısında şaşırmıştı. Başını olumsuzca, dahası anlamadığını belirten boş gözlerle iki yana salladı. Lea devam etti:
-"Şimdi sana anlatamayacağım bazı şeyler var. Zaten fark etmişsindir, Tung bir lanet sahibi. İçinde farklı birisi var. Savaşçı dürtüleri kendiliğinden ve ırkından geliyor olsa gerek, ama onu besleyen gücün kaynağı ile annemi bana geri verecek olan aynı. Arkadaşların için üzgünüm, ölen arkadaşın içinde. Ama şunu anlamalısınız; bizim sizinle ya da başkasıyla herhangi bir problemimiz ya da düşmanlığımız yok. Brox'u istiyordunuz, alın sizin olsun. Zaten bence onun yaşaması bile gereksiz. Yolunuzda değiliz emin olun buna..."
Kızın söyledikleri halen anlamsız gelse de bakışlarındaki samimiyet etkiledi genç askeri. Zaten aksi olsaydı şaşardı ya, daha fazla düşmedi üstüne. Bir komutan edasıyla:
-"Pekâlâ, gidin o zaman. Ölen arkadaşımızın bir intikamı olacak elbette. Bugün ya da yarın, mutlaka hesabı sorulacak. Ayrıca yardıma ihtiyacın olursa yanında olurum. Bunu da sakın unutma..."
-"Teşekkür ederim. Umarım komutanınız da çabucak iyileşir."
Lance'ye doğru elini uzatmadı genç kız. Ona kendisi uzandı ve boynuna sıkıca sarıldı. Tehdit etmeden bırakmamıştı adam onu ve sahip olduğu özellikler gereği boş tehditler savurmayacak birisi olduğunu biliyordu. Yine de bunu duymazdan geldi Lea, gülümsedi ve arkasını dönüp ondan ayrıldı. Hızlı adımlarla çadırın arkasına yöneldi.
Lance'de söylediklerinin farkındaydı, ayrıca komutanının yerine geçerek önemli bir karar vermiş, onları serbest bırakmıştı. Bunun da bir bedeli olacaktı, "Ne olursa olsun o kız bize yardım etti, borcumu ona bu şekilde ödemiş olayım en azından" diye düşündü. O adamla hesaplaşacağı gün de gelecekti, bunu biliyordu. Öfkesi yaşından ve hayat tecrübesinden çok daha büyüktü. Kız ona sarılmak için kendisine uzandığı sırada aldığı nefesi bırakmak aklına geldi.
Lea, Tung'un yanına geldiğinde adam çoktan hazırlanmıştı. Üstü hala çıplaktı ama diğer her şey tamam gibiydi. Tüm köylüler, gitmek için gereken her şeyi hazırlamışlar, kendisini bekliyorlardı. Yanındaki kızlarla birlikte bir atı yüklemeye çalışıyordu Tung, Lea alaycı bir ses tonuyla:
-"Üstünü giymeyeceksin sanırım. Kızların bakışları hoşuna gitmiş olsa gerek."
Tung da gülümsedi:
-"Bilmem, onu başka bir kıza sormalıyım. Sen bu konuda pek samimi olamazsın, bakışlarından anlaşılıyor..."
Lea, günün başı gibi geri kalanını da kırmızı geçireceğini anlamıştı. Çenesini tutsa iyi olacaktı, en azından belli etmezdi utancını. Tung devam etti:
-"Ayrıca kırbaçladıkları yerler inanılmaz sancıyor. Asıl neden bu."
Hafifçe gözlerini çevirip belli belirsiz baktı adamın kaslı sırtına. Omuzları, tam ortasında kandan oluşmuş şeritlerle korkunç görünüyordu. Sırt kaslarının çıkıntıları ve ortalarından akan kızıl bir vadi gibi kurumuş kan lekeleri, diğer tüm insanlarda iğrenç dururken, her nasılsa, bu adamda öpme isteği uyandırıyordu kendisinde. Tekrar başını yere indirdi ve soğuk bir sesle ekledi:
-"Kaybedecek zamanımız yok. Köylüleri bıraktıktan sonra ilgileniriz."
Tung şakayla karışık:
-"Tabi ya, lanet askerlerle ilgilenecek zaman var."
Lea dönüp adamın gülümseyen yüzüne baktı. Gerçekten hatırlamıyor muydu olanları, geçen seferkinin aksine sadece olayların sonuna bakarak yorum yapıyor gibiydi. Yarım saat öncesiyle çelişiyordu adamın şu anki durumu. Kendisi yaşadığı dönüşümlerden sonra hep kendinde olurdu. Tung kendisine olanları hatırlamadığını söylemişti daha önce, yine de çadırdan çıkarken sanki her detayı hatırlıyor gibiydi. Şimdiyse yine unutmuş bir tavrı vardı. Kendi zaman algısında da anlık bir boşluk vardı bugün, zamanla anlayacaklardı bunun neden olduğunu.
-"Bu kadar konuşma yeter, hadi gidiyoruz artık."
-"Sen bu komutanlık işine iyice alıştın bakıyorum! Nereye gidiyoruz peki, bari onu söyle."
-"Prens Stear'ı bulmaya. Bana vermesi gereken cevaplar var..."
-"Stear da kim?"
Lea gülümsedi:
-"Öğreneceksin..."
* * *
İki gündür yoldaydılar, köylüleri bıraktıklarından beri hiç durmadan dinlenmeden at sırtındaydılar. Tung, hiç bir şey sormuyordu kıza, dik başlılığından eser kalmamış gibiydi. Hatta biraz fazla umursamazdı, sadece köyden ayrılırken Stear'ın kim olduğunu yeniden sormuştu, Lea da tek ve basit bir kelime ile cevaplamıştı: "Babam." O andan beri tek kelime etmemişti genç Tyruslu, bir sorun olduğunu düşünmeye başladı Lea. Birkaç metre ötesinde, atını yavaşlatarak hafif tempo koşturuyordu ve hiçbir şeyle ilgilenmiyor gibi görünüyordu.
Lea, atını biraz hızlandırıp adama yetişti:
-"Sırtın nasıl?"
-"İyi, fena değil. Acımıyor artık"
-"Durunca bakayım. Zaten epeyce bir süredir hareket halindeyiz, biraz dinlensek iyi olur."
-"Bakacak bir şey yok. Dinlenmek içinde henüz erken. Ötede bir şehir var, orada bir han bulabiliriz. O zamana kadar dayan biraz."
Lea kızmaya başlamıştı:
-"Senin bir derdin mi var? İki gündür tek kelime etmedin. Sorun ne?"
-"Sorun falan yok. Bir sorun olsa çözerdim, ben sorunlarını konuşarak halledenlerden değilim, daha çok uygulama adamıyım, bilirsin." dedi ve göz kırptı.
Sonra da atının sağrısına hafifçe dokundu topuklarıyla, hızlanmaya başladı. Lea şaşkındı ama adamın konuşmak istemediği açıktı. Daha fazla üstelemeyecekti. O da biraz topukladı altındaki atı ve arayı açmakta olan adama yetişmeye çalıştı.
Bu şekilde birkaç saat daha yol aldılar. Ufukta görünen şehrin hemen dışında, küçük bir kasabanın sınırlarına gelmişlerdi ki Tung'un atı bir anda yavaşlamaya başladı. Lea da ona uydu, atının yularını çekerek durdurma noktasına kadar yavaşlattı. Meraklı gözlerle adama bakıyordu, o ise başını çevirme zahmetinde bile bulunmamıştı. Seri bir hareketle atının üzerinden tek hamleyle sıçradı. Yularından tutup en yakındaki ağaca doğru sürükledi hayvanı ve ağacın gövdesine sıkıca bağladı.
Lea artık dayanamadı:
-"Ne oldu? Neden durduk burada?"
Kızın yüzüne bakmadan yanıtladı Tung:
-"Para bulmalıyız önce. Ben paramın tümünü Felixa' ya bırakmıştım."
-"Paranın tümünü hancının yeğenine vermek mükemmel fikirmiş doğrusu! Değdi mi bari?"
Tung belli belirsiz gülümsedi:
-"Hem de her kuruşuna! Ayrıca kararımın doğruluğunu tartışmak yersiz. Birincisi Brox'un eline geçmiştik, yani para zaten elimden gidecekti. İkincisi para bana aitti. İstediğime vermekte özgürdüm."
Lea tam öfkelenmeye başlıyordu ki, bunun gereksizliğini fark etti. Sesine alabildiğine kayıtsız bir hava vererek ekledi:
-"Elbette. Senin paran, senin sorunun! Burada durarak ne yapmayı umuyoruz peki? Bir planın mı var?"
-"Evet, seninkiler kadar ayrıntılı değilse de sonuçta plan plandır. Gayet açık ve basit: sen burada atların yanında bekleyeceksin, ben de gidip para bulacağım. Hepsi bu..."
-"Bu kasaba da ne yaparak para kazanacaksın peki? Baksana kendilerine zor yetiyorlar. Sana verecek bir işleri olduğunu sanmıyorum."
-"Benim kendi yöntemlerim var. Burada bekle, birkaç saate dönerim."
-"Çalmayı falan düşünmüyorsun umarım. Gerçi en başından beri çalışarak para kazanan birine benzemiyordun ama benimleyken bunu yapamazsın!"
Tung, arkasını dönmüş kasabaya doğru ilerlerken bir anda durdu. Boynunu hafifçe sağa doğru çevirip yan gözle kıza baktı. Buz gibi bir sesle:
-"Hiç paran var mı?"
-"Hayır, yok."
-"Sana para getirecek birileri var mı?"
-"Elbette ki hayır. Peri beni direk o hana yollamıştı, para gibi şeylerle ilgilenecek vakit bulamadım. Ayrıca..."
-"Her neyse. İhtiyacım olanı duydum. Paramız yok, handa kalmak için bize para lazım ve ben gereken parayı bulup döneceğim. Anladığından emin misin?"
Lea bozulmuş bir tonla:
-"Evet, anladım."
-"Güzel, zorda olsa anlaşıyoruz. Şimdi beni burada bekle. Parayla yiyecek bir şeyler bulup hemen dönerim."
Bunları söyledikten sonra tekrar arkasını döndü ve kasaba yolunda gitgide küçülmeye başladı. Lea şaşırmıştı, atlarını bağladıkları ağacın dibine çöktü. Adamın huysuz olduğunu biliyordu, ama köyden çıktıklarından beri ağzını hiç açmamıştı, açsa da hiç dost canlısı görünmüyordu. Bir sorunu olmalıydı, mutlaka kendisine söylemediği bir şeyler vardı.
Tüm yol boyunca hep birlikte hareket ettikleri düşünüldüğünde, kendisinden habersiz bir şeylerin olmadığını da biliyordu. Demek ki adamın iç dünyasıyla veya düşünceleriyle ilgili bir şeyler vardı. Ya da hisleriyle! "Evet, işte bu!" dedi kendi kendine Lea. Adamın sorunu bu olmalıydı. O ana kadar hiçbir sevgilisinin ya da karısının olabileceğini düşünmemişti. Sevdiği birilerinin bile olabileceğinden emin değildi aslına bakılırsa, ilk karşılaştıkları handaki kızla olduğu gibi anlık şeyler yaşıyor olduğunu düşünmüştü hep.
Elini sertçe yanındaki çimenlerin üzerine vurdu. Öfkelenmişti, "Bir bu eksikti!" dedi kendi kendine. İçinden gelen bir ses, neden bu kadar sinirlendiğini soruyordu ona. Neden sinirlenmeyecekti ki? Bir şeylerin tam ortasında, öfkelendiğinde kendisini de muhtemel hedefleri arasına alan bir deli ile birlikteydi ve adamın canı sevdiği kıza sıkılıyordu. Üstelikte şimdi gidip ya hırsızlık yapacak ya da başka bir lanet kanunu çiğneyerek gelip kendisine üstünlük taslayacaktı.
"Tung' un kız arkadaşı nasıl biri acaba?" diye düşündü. İçindeki ses konuyu değiştirmişti sanki. Başını iki yana salladı. Seslice "Bana ne!" dedi ve ağaca sırtını iyice dayadı.
Başını hafifçe geriye doğru yasladı ve saçlarının su gibi omuzlarından aşağı akmasına izin verdi. Kızıl perçem, yüzünün üzerinde kalmıştı, onunla oynuyordu. Canı her sıkıldığında bunu yapardı. Hafifçe üflüyor, biraz havalanmasını seyrediyor, sonra tekrar düşüp dudaklarına çarpmasını bekliyordu. Tüm bunları yaparken bir türlü aklından çıkaramıyordu Tung'u ve gizemli kız arkadaşını. Handaki kızı görmüştü, güzel bir kızdı. Ama gelip geçiciydi, demek ki ondan daha güzelini bulmuş olmalıydı.
"Kes şunu!" dedi kendi kendine Lea, gözlerini yavaşça kapattı.
Biraz uyursa rahatlayacağını düşünüyordu, hafifçe gevşedi ve oturduğu yerde ileri doğru yayıldı. Nefesi yavaşça ağırlaşırken, o da iki günlük uykusuzlukla kendini uykuya teslim ediyordu. Tek umduğu, Tung'un en azından rüyalarından uzak kalmasıydı.
***
Kasabayı sınırlayan çitlerin arasından geçerek sıra sıra dizilmiş evlerin yanından ve ufukta, pusların arasında belli belirsiz seçilen dev yanardağın eşsiz manzarasında, kasabanın pazarına doğru ilerlemeye devam etti Tung.
Hava burada çok inceydi, nefes aldıkça ciğerleri yanıyor gibi oluyordu ama, yine de bu duygu çok güzeldi. Yaşadığını hatırlıyordu ciğerleri yandıkça, eski güzel günler geliyordu gözünün önüne. Daha küçük bir çocukken koşup oynaması, arkadaşları ve Salma'nın hatıraları geliyordu aklına.
Küçüklüğünden beri elinde kılıçla at üstündeydi, arta kalan boş zamanlarında ne kadar da mutluydu, kendine itiraf edemese de normal bir yaşamı çok özlüyordu. Irkının özellikleri ve ülkesinin özel durumu yüzünden, zaten savaşlarla yeterince haşır neşirdi. Bir de başında laneti vardı ve kendisini koparıp ayırmıştı tüm o güzel anılarından.
Derin bir nefes çekti ve içinde bir hayli uzun tuttu. Bırakmaya korkar bir hali vardı, sanki anıları buna bağlıymışçasına ciğerlerini daha da yakmaya uğraşıyordu. Bir dakika kadar bu şekilde yürüdü ve sonunda nefesini verdiğinde, karşısındaki büyük çiftlik evini fark etti. Dev bir ahırı vardı ve bir sürü at, belki kiralamak belki satmak amaçlı sıraya dizilmişti. "Tamam, işte!" dedi kendi kendine, hedefini bulmuştu.
Kendinden emin adımlarla çiftliğe doğru yaklaştı. Etrafı şöyle bir incelemeye başlamıştı ki, atlardan birinin boynuna bağladığı bir iple koşturarak eğitmeye çalışan bir kadın gözüne çarptı. Kadın, atı dairesel bir biçimde, olabildiğince hızlı koşturarak yormaya çalışıyordu, hareketlerine bakılırsa da daha önce yaptığı bir şeydi.
Böyle bir çiftlikte bir kadın çalışan olması şaşırtmıştı Tung'u, sonra ayrıldıkları köy aklına geldi. "Burada da eli silah tutan herkesi askere almış olmalılar, yoksa neden bir kadına böyle bir iş yaptırılsın ki" diye düşündü.
Çiftliği sınırlayan ufak duvarın üzerine iki kolunu yaslayarak dayandı. Kadını incelemeye koyulmuştu farkında olmadan, kızıl alevleri andıran saçları rüzgârda uçuşuyor, terden nemlenmiş alnına yapışmış birkaç tel, sanki onu rahatsız ediyormuşçasına kolunun üstüyle görüş açısını düzeltmeye uğraşıyordu. Yine de yaptığı işi o kadar önemsiyordu ki, dikkatini bir an olsun attan ayırmıyordu. Kadının bu işi, bu kadar ciddiye almasının sebebini merak etti Tung.
Dairesel dönüşü sırasında at tam önünden geçerken kızın da kendisine dönmüş olduğunu gördü, yüzü mermer heykeller kadar güzeldi. Dümdüz bir burnu ve sanki elle çizilmiş kadar biçimli kaşları vardı. Alt dudağının kalınlığı bile o mesafeden seçiliyordu, kızın güzelliği en azından on metreden dikkat çekiyordu. Yine de bunda bile kendisiyle alakalı özel bir durumun olduğunu biliyordu Tung. Bu kadar uzaktan birisinin kaşı gözü seçilemezdi, yine o lanetin işiydi bu.
Aklına yine geldiği için canı sıkılmıştı, farkında olmayarak derince iç çekti ve başını yere doğru eğdi. Sadece atın nal seslerini dinliyordu, gözlerini kapatmış bu laneti hak etmek için ne yaptığını düşünüyordu. Düşünceleri, derin bir boşluğa açılan dehlizler gibiydi, peşinden giderse bir daha dönemeyeceğini hissediyordu. Yine de çekiciliğine kapılmaktan kendini alamıyordu. Tam o boşluk anına dalmak üzereydi ki, omuzlarında bir çift mengene hissetti.
Önce ne olduğunu anlamadı, ama birisinin kendini çektiğini, dahası kırbaçlandığı yeri sıkmakta olduğunu büyük bir acıyla fark etti. Hızla arkasını döndü, adam bu sırada omzunu bırakmamış ve dönüşün verdiği ivmeyle omuzu biraz daha sıkışmıştı. Gözlerinden yaş gelecekti neredeyse, acıyı tarif edemiyordu.
Kolunun üstünü o kadar sertçe adamın bileğine vurdu ki, adam kendi ekseni etrafında bir kez dönmek zorunda kaldı, tabi karşısındakine sadece adam denilebilirse! İnsan azmanı adamla tekrar göz göze geldiklerinde sorgulayan ama deminki hareket karşısında şaşırmış gözlerle kendisine baktığını fark etti. Şaşkınlığı sesine de yansıyarak:
-"Ne arıyorsun burada? Kimsin sen?"
Tung'un canı hala yanıyordu. Sesi de çatallı çıkmıştı:
-"Sana ne bundan! Bir kez daha bana dokunursan bir daha hiçbir şeye dokunamazsın!"
Tung'un öfkesi, adamı sis gibi sarmıştı. Sert görünmeye çalışsa da istemsiz bir hareketle, iki elini de zararsız olduğunu gösterecek biçimde dirseklerinden yukarı doğru kaldırdı. Tung, kaşının tekrar seğirmekte olduğunu fark etti. Öfkesi iyice kabarmıştı, bu sefer kendisine kızıyordu.
Laneti zaten yeterince asabını bozarken, bir de olur olmaz yerlerde karşılaştığı böyle sersemler yüzünden, ortaya çıkmak için çabalayan bir deli ile uğraşıyordu. Kendisiyle iyiden iyiye bir kavga içine girmişti ve bu, Lea ortaya çıktıktan sonra başlamıştı. Kızı sorumlu tutmuyordu elbette ki ama ona karşı hissettiği, daha doğrusu hissetmekten korktuğu duyguları, kendisini bir şekilde olduğu şeyden soğutmaktaydı. Adamın kalın sesi, bir kez daha daldığı düşüncelerden uzaklaştırdı. Sesi de kendi gibi insan azmanıydı:
-"Burada ne aradığını hemen söyle, yoksa seni pişman ederim. Bir Kursk casusu olmadığını nerden bileyim?"
Tung sabırla iç geçirdi. Başını çevirip kızın bir anıta benzeyen güzelliğine bakmak istiyordu, ne zamandır güzel olan birisine, sadece güzel olduğu için bakma fırsatı bulamamıştı. Lea da, kendisini sürekli frenlemek zorunda hissediyordu, kapılıp gidecekti yoksa. Hâlbuki bu kadına istediği kadar bakabilirdi, yüzünün her detayını istediği gibi inceleyebilirdi. İnsanların ya da kadınların yüzlerini incelemek gibi bir derdi yoktu elbette Tung'un, ama bu, kendisinde gördüğü ve Lea'dan beri elinden alınmış gibi hissettiği bir özgürlüktü ve bu kez yakaladığı fırsatı karşısındaki sersem elinden almaya çalışıyordu:
-"Önce sen bana kim olduğunu söyle. Ben de neden geldiğimi anlatırım o zaman."
-"Ben bu çiftliğin ve hanımımın korumasıyım. Çiftliğimize gereğinden fazla yaklaştın ve tehlikeli bir dönemde yaşıyoruz. Bir Kursk ya da lanet bir yağmacı gözcüsü olabilirsin."
Kursk, ya da yağmacı denmesine pek alınmasa da "lanet" sözü, cidden canını sıkmıştı Tung'un. Kaldı ki adama haksız olduğunu bile söyleyemiyordu, sonuçta çiftliğin kapısına dayanıp oradan haraç almak amacıyla çevreye bakınırken kadını görerek duraksamıştı. "Bu nasıl anlatılır ki?" diye aklından uygun kelimeleri ararken, duvarın diğer yanından yükselen iç gıcıklayıcı ses, iki adamın da o yöne dönmesine sebep oldu:
-"Biraz sakin ol Valdo! Çiftliğin etrafında dolaşan herkese bu şekilde davranamazsın!"
Valdo, gözle görünür biçimde sindi. Tung, onun bu sinme hareketinin gülünçlüğü karşısında, ilk kez adamı inceleme fırsatı bulmuştu. Gerçekten de insan azmanı gibiydi, elleri belki kendisininkinin üç katı büyüklüğündeydi ve kule gibi uzundu. Kendisini yakaladığında bırakması için sarf ettiği çaba aklına gelince o ellerin gücünü yeniden anımsadı. Boynu bile Tung'un omuzları kadardı, sonradan çalışılarak yapılmayacak derecede kaslı görünüyordu. Doğuştan böyleydi bu adam ve tuhaf biçimde böyle birini doğuran şeyin ne olduğunu merak etti.
Adam gerçekten sinmişti, başını boynuna doğru çekmiş ve sanki yeni doğmuş bir köpeğe aitmiş gibi görünen gözlerle sahibesine bakıyordu. Kadının, insanın etkilenmemesi gereken uzuvlarını etkileyen şuh ve hafif nemli sesi, bu adamda nasıl böyle bir etki yapmıştı, bilemiyordu. Tyruslu, kadına doğru kibarca gülümsedi, hiç yapmadığı bir şeydi.
Kadın, aynı kibarlıkta bir gülümsemeyle karşılık verdi, bir taraftan da adamı süzüyordu. Karşısındaki yabancı, oldukça ilginç ve sıra dışı gelmişti kadına, gözleri adamın kollarına ve giyimine takıldı. İnanılmaz irilikteki çıplak omuzları ilk bakışta göze çarpıyordu ve buralardan olmadığını sanki insanın yüzüne bağırıyordu, giyimine bakılırsa Kursk da değildi. Kibarlığını hiç bozmadan:
-"Hassas korumam adına sizden özür dilerim. Kocam biraz pimpiriklidir, ama yaşadığımız zamanlara bakarsanız ona hak vermemek elde değil. Sizden nasıl özür dileyeceğim bilemiyorum..."
Tung, doğrudan kadının gözlerinin içine bakarak konuştu:
-"Önemli değil. Sadece bir suçluymuşum gibi davranılması pek hoşuma gitmez. Siz de benim kabalığımı mazur görün."
Sözlerindeki boşluk kendisini bile güldürecekti neredeyse. Olabildiğince kibar konuşmuştu, Tyruslu sınırları içerisinde bu kelimeler limitlerinin çok üzerindeydi.
Kadın, ilgiyle süzüyordu genç adamı, gözlerine bakarak konuşmaya pek çok kişi cesaret edemezdi. Karşısındaki adam ise, adeta içleri yanmakta olan yemyeşil gözlerle, alabildiğine kışkırtıcı bir biçimde doğrudan kendisine bakıyordu. Sanki mahremini görüyormuş gibiydi adam, bakışları çok rahatsız ediciydi. Rahatsızlığının arkasında tahrik olduğu gerçeği yatmaktaydı ve bu daha da fazla rahatsız ediciydi. Bakışlarını kaçırarak:
-"Size özürlerimi tekrar sunuyorum. Kendimi affettirmek için size soğuk üzüm suyu ikram edebilir miyim?"
Tung, bir kadına, bir diğer yanında duran Valdo'ya baktı. Ne cevap vereceğine karar veremiyordu. Haraç almaya geldiği eve davet edilmişti ve bu durumu değiştirirdi. Şimdi başka bir hedef bulmalıydı, görünüşe göre Lea biraz daha bekleyecekti. Kadının kızıl saçlarını, terden yapışmış alnından alıp kulaklarının arkasına atarken, kendisine yaptığı kaçamak bakışı tekrar fark etti ve alaycı bir tonda:
-"Kocan bir yabancıyı eve almandan hoşlanmayabilir."
Kadın gülümsedi. Adamın kabalık sınırını zorlayan samimiyeti hoşuna gitmişti. Sesindeki alaycılığı görmezden gelerek:
-"Kocam yok. Bir görüşme için burayı terk etti. Birkaç gün evde olmayacak." Son kısmı üstüne bastırarak söylemişti.
Tung, imayı anlamamış göründü, sonra iki elini önündeki beton bloğun üzerine koydu. Sanki kadını öpecekmiş gibi öne doğru eğildi. Valdo da şaşkın şaşkın bakıyordu. Genç adam, olduğu yerden sıçrayıp iki bacağını da havada altında toplayarak yüksek duvarın üstünden geçti. Kadının hemen yanına düşmüştü, nefesi kadının biçimli dudaklarını yalıyordu adeta. Gülümseyerek ondan uzaklaştı ve az önce kadının eğitmek için çabaladığı atın yanına doğru yürümeye başladı.
At çok huysuz görünüyordu, sadece koşmak için yaratılmış gibiydi. Sapsarı bir saç gibi ensesinden dökülen yeleleri, uçlara doğru açılarak beyazlaşıyor ve güneş ışıklarını yansıtıyordu. Gözleri iri iri açılmış, yanına yaklaşmakta olan yabancının ne amaçladığını bilememenin verdiği huzursuzlukla şaha kalkarak kişnemeye başlamıştı.
Kadın, Tung'un arkasından bakakalmıştı, neredeyse dudaklarına dokunacak kadar yaklaşması, kadının kontrol yetisini iyice bozmuş görünüyordu. Tung, ata yaklaştı, elini sanki tutmak istiyormuş gibi yelesine doğru götürdü. At kişnemeyi kesmişti, sadece bağlı olduğu yerde şaha kalkıp geri iniyordu, göz alıcı bir aygırdı. Tung dokunmadı, elini sadece yaklaştırıp avucunu açarak o şekilde bekledi. Hayvan biraz daha huysuzlandıktan sonra, sonunda duruldu, sadece gözleriyle yanındaki adamı takip etmeye başladı.
Çiftlikteki diğer seyislerde yapmakta oldukları işi bırakıp Tung'la atın tuhaf ilişkisine bakıyorlardı. Adam elini biraz daha yaklaştırdı, şimdi parmak uçlarıyla atın yelesine dokunuyordu. Aynı anda arkasında kendini izlemekte olan kadın da birden titredi. Adamın parmak uçları sanki kendi tenine değmiş gibi ürpermişti. Alev alev yanıyordu ve bir yaprak gibi titrediğini fark etmemesini umarak, göz ucuyla Valdo'ya baktı.
At son bir kez daha şaha kalktı, belki de en görkemli şahlanışını yaparak tekrar indi ve başını teslim olduğunu bildirircesine Tung'a doğru uzattı. Tung, iki eliyle atın başını yakaladı ve kendine doğru çevirerek doğrudan gözlerinin içine bakmaya zorladı. İkisi orada öylece birbirlerinin gözlerine bakıyor, kadında uzakta onları izleyerek bedensel bir kavrulma yaşıyordu. Tuhaf bir ilişki üçgeni kurmuşlardı.
Kadın, tüm tahrik olmuşluğunu yürüyüşüne yansıtan akıllara zarar bir edayla, Tung'un yanına yaklaştı, adamın omzuna usulca dokundu. At artık tamamen hareketsizdi, iyice uysal bir halde etrafına bakınıyordu. Sesine, az önce yaşadığı inanılmaz duyguları bastırmaya çalışan bir hayret hissi ekleyerek:
-"Buna inanamıyorum! Bu atla neredeyse bir haftadır uğraşıyordum. Artık umudumu kaybetmeye başlamıştım. Gerçekten inanılmaz birisin."
Tung, gururla dolu bir ses tonuyla, ama gözlerinin hayvanın gözlerinden ayırmadan konuştu:
-"Atlarla aram iyidir. Onlar da beni severler. Bu arada adım Tung."
Kadın, adamın kendisine uzattığı eline ve az önce kendisinden metrelerce uzaktan hayatının en büyük cinsel hazlarından birini yaşatan parmak uçlarına utançla ve biraz da korkuyla baktı. Sesinin çatallaşmasına engel olamayarak:
-"Bende Vivien. Tanıştığımıza gerçekten çok memnun oldum. Adınız bir yabancınınki gibi. Prados'tan değilsiniz sanırım."
-"Hayır, değilim. Aslen Tyrusluyum, Svallia'dan geliyorum ve kalacak bir yerler arıyordum ki gözüme at ve sen iliştin. Durup eğitimi izlemek istedim. Hepsi bu. Sen burada at eğitmenliği mi yapıyorsun?"
-"Hayır" dedi gülerek,
-"Sadece bir hobi. Eşim Prados baş veziridir, bu kasaba da ona ait. Başarılarından dolayı Prados kralı hediye etmişti. O yokken canım sıkılıyor, ben de kendime meşgul olacak bir şeyler arıyorum. At eğitimi çok keyifli ve bir o kadarda yorucu. Ya siz; Svallia'dan gelip nereye gidiyorsunuz? Kabilenizin adını sıklıkla duyuyoruz. Sanırım bizim doğu sınırımızda, askerlerimizle Tyrus akıncıları savaş halindeler."
-"Emin ol, Tyrus akıncılarıyla savaş halinde olmazsın. Onların düşmanı olursan hayatta kalamazsın. Bu kadar açık."
-"Bir asker gibi konuşuyorsunuz. Zaten görünüşünüze bakıldığında bir akıncı olduğunuzu tahmin etmiştim."
Kadın zoraki gülümsüyordu. Sözleriyle kendisini kırmaktan çekiniyor gibiydi, bu haliyle hiç Lea'ya benzemiyordu. O olsa üstüne üstüne gelir, hepten canını sıkardı. Tung da kadını rahatlatmak istedi:
-"Öyleydim. Ama artık pek bir alakam kalmadı, gördüğün gibi yollardayım. Beni Tyrus'a bağlayan tek şey kanım. Başka bir ortak özelliğim kalmadı, düşmanlarım bile aynı değil."
Kadın bu sefer daha içten gülümsedi:
-"Nereye gidiyorsunuz? Sormamda bir sakınca yoksa tabi?"
-"Stear adında birini arıyorum. Ne için aradığıma gelince, uzun iş."
-"Stear mı?"
Kadın şaşırmış gibiydi.
-"Ne tesadüf! Kocam da şu an onun yanında. Onunla görüşmek için gitti."
Tung, ilgisiz görünmeye çalışarak omuz silkti:
-"Hım, onu tanıyorsun demek ki. Gitmem gereken yeri biliyorsun, yani bana yardım edebilirsin."
Vivien karşısındakinin cehaletine tebessümle karşılık verdi:
-"Tabi ki bilmiyorum! Stear bir sürgün prens, Priest'in tahtına aday. Sence nerede olduğunu önemli birkaç kişiden birinin dışında bilen olması normal olur muydu?"
Kadının haklılığı Tung'un canını sıkmıştı. Bozuntuya vermedi, Stear'ı kendi yöntemleriyle bulmak zorunda kalacaklardı:
-"Sanırım bir de üzüm suyu sözü vermiştin?"
-"Oh! Elbette. Bağışlayın lafa daldım."
Kadının elini tek bir çırpışı ile yanlarına gelen hizmetkâr, Tung'un aklına nedense Lea'yı getirmişti. Zaten sürekli onu düşündüğü gerçeğini bir kenara iterek kızın kendisini aç bir şekilde geri beklediğini anımsadı. Buradaki işini daha fazla uzatmadan yiyecek bir şeyler alıp ayrılmaya karar verdi.
Tung, tam bunları düşündüğü sırada, sağ kaburgasının altında çok şiddetli bir sancı hissetti. Gözleri kararmıştı bir anda, kafasını çevirip arkasına bakacak fırsatı bile olmamıştı. Olduğu yere yığılmakta iken, bu yaşadığı şeyin ne olduğunu ve yarasının ne kadar ciddi olduğunu düşünüyordu. Seğirme tekrar gelmişti bu arada, kalbi deli gibi çarpıyordu. Elini göğsünün üstüne götürdü ve koşarak yanına gelmiş Vivien'e doğru başını kaldırdı. Kadının şaşkınlıkla açılmış boş gözleri bir anda dehşetle doldu. Tung'un avucunda kan vardı...
***
Toplantı bitmişti, artık herkes evine dönüyordu. Buraya gelirken neyle karşılaşacaklarından pek emin değilken, şimdi sırtlarını dayayabilecekleri çok sağlam bir ittifak gücüyle ülkelerine dönüyorlardı. Özellikle Tyrus konusunda hepsi çok şaşırmıştı, böyle bir dönüşüm, beklentilerinin çok ötesine geçmişti. Can düşmanları olarak gördükleri kabile, şimdi hepsi için askeri bir dayanak olmuştu ve bunu krallarına anlatmaları çok zor olacaktı. Yine de hepsi çok mutluydu temsilcilerin, hele Prados vezirinin keyfine diyecek yoktu.
Buraya bir düşman ve büyük bir güvensizlik içinde, kralının kendisini gözden çıkardığı için böyle anlamsız bir yere gönderdiğini düşünürken, şimdi çok sağlam bir askeri ittifakın parçası ve Zervok kalesi ile birlikte dönüyordu. Baş vezir, kendi değerini bir kat daha arttırmıştı, hele haberi verdiğinde kralının yüzünün alacağı ifadeyi gerçekten görmek istiyordu. Tegine halen güvenmiyordu, kolayca güvenebileceğini de zannetmiyordu. Ama kesin olan bir şey vardı ki Tyruslular bir söz vermişlerse bunu kesinlikle tutarlardı.
Yanında Tegin de vardı. Stear, Kalmarr'ın da kendisiyle gelmesini ve krallarıyla bizzat görüşmesini rica etmişti. Tyrus Tegini tuhaf davranmayı sürdürmüş ve bu teklifi de seve seve kabul ederek baş vezirin hemen arkasından, Prados'a doğru at sürüyordu. Vezirin aklında ise Stear'ın verdiği sözler ve kurmayı tasarladığı büyük askeri ittifak vardı.
İlk kez bir askeri bütünlük içinde Tyruslularla birlikte savaşacaktı ülkesi, tabi her şeyden önce kralını ikna etmesi gerekiyordu. Bu fikir için çok sağlam temeller de geliştirmişti toplantı boyunca, ama daha ilginci düşman olarak tanımladıkları ülkenin en önde gelen kişisini yanında, kralına götürüyordu. Kral, bu yüce gönüllülüğü takdir ederdi kesinlikle.
Kralının yanına ulaşmak için, adeta atının adımlarını sayıyordu orta yaşını çoktan geride bırakmış baş vezir. İyice yorulmuş atlara tekrar yüklendiler; hemen arkasında, tozu dumana katarak ilerlemekte olan kalabalık maiyeti ve biraz daha arkasında küçük bir muhafız gurubuyla birlikte kendilerini takip etmekte olan Tyrus Tegin'i bulunmaktaydı.
Yolları üzerinde kendi kasabaları vardı ve Tegine misafirperverliğini göstermek istiyordu. Kendi kariyerinde yükselmesine, istemeyerek de olsa bu derece yardımcı olmuş bir adama en azından bu kadarını borçlu hissediyordu kendini. Ayrıca güzel karısı Vivien'i de görmek istiyordu saraya gitmeden önce, başkentten çabuk dönemeyebilirdi. "Kim bilir, belki onu da alırım yanıma" diye geçirdi aklından.
Kasabanın yakınlarındaki çeşmede duraksadılar, hayvanların su içmesi ve biraz dinlenmeleri için mola vermeye karar verdiler. Kalmarr, vezirin yanına gelerek:
-"Daha ne kadar yolumuz var? Çok gidecek miyiz?"
-"Bir şey kalmadı sayılır yüce Tegin. Yalnız efendimle görüşmeden önce, benim çiftliğimden geçeceğiz. Sizi bir süre olsun evimde, karımla birlikte misafir etmek isterim. Bir gün olsun kasabamda kalalım, sonra şehre doğru yola çıkar, yarın öğlen olmadan kralın huzuruna varırız. Ayrıca yarın bizim bayramımız, kralımızın tahta geçişinin üzerinden tam on yedi yıl geçti. Onun kutlamalarında şeref konuğumuz olacaksınız!"
Adamın heyecanı karşısında Kalmarr sessiz kalmayı yeğledi. Başını olumlu anlamda aşağı yukarı sallayıp biraz kafa dinlemek için yürüyüşe çıkmaya karar verdi. Baş danışmanı ve muhafızı Byras, Tegin in yanına yaklaşarak:
-"Planın nedir?" dedi. Bakışları kuşku doluydu. Kalmarr ona gülümseyerek:
-"Dediği gibi olsun, gidip biraz dinlenelim. Bir gün kaybetmekten zarar gelmez."
-"Bundan bahsetmediğimi biliyorsun. Bu ittifak saçmalığı da nedir? Zervok kalesi için neleri feda ettik, kaç savaşçımızı bunun için kaybettik ve sen hepsini bir çırpıda onlara geri verdin. Neden?"
-"Byras, bazen konuşurken kendini kaybediyorsun. Unutma, Tyrus'un Tegini benim, sen değilsin."
-"Seni anlayamıyorum."
-"Anlayacaksın dostum, yakında. Çok yakında."
Onlar bu şekilde konuşup bir taraftan da ilerlerken, patikanın biraz aşağısında iki atın bir ağaca bağlı olduğunu ve altında birisinin yatmakta olduğunu fark ettiler. Byras, hemen mevzilendi ve öfkeyle karışık:
-"Bir pusu mu? Tabi ya, düşman topraklarındayız, haberimiz bizden önce gelmiş!"
-"Kapa çeneni Byras. Pusu kursalar, atlarını da saklamayı akıl ederdi herhalde. Vilet'i de al ve ağacın arkasından dolaş. Yine de dikkatli olun, elinde ok ya da benzer bir şeyler olabilir."
Yavaşça ve dikkatlice ilerlemeye başladı Vilet ve Byras, ağaçların arkasından dolaşarak hedefe doğru dairesel bir açıyla yaklaşmaya devam ettiler. Kalmarr'ın bir gözü de arkasındaki vezirdeydi, her an her şeyi yapabilecek birisiydi. Eğer amacı onu öldürmekse kendisini, buraya bilerek çekmişti, durumu buysa ona planını yedirecekti. İyice eğilerek yürümeye çalışıyordu, neredeyse sürünüyor gibiydi.
Tekrar arkasına bir göz attı, ne olduğunu anlamadan gelip saplanacak bir ok, en son ihtiyacı olan şeydi şu an. Baş vezir, şaşkın şaşkın ona bakıyor, ne yaptığını anlamaya çalışıyordu sanki. Bu işte bir tuhaflık vardı, belki de Marin' in casusuydu oradaki atların sahipleri.
Vilet ve Byras, yerlerini almışlardı, harekete hazır olduklarını gösterir biçimde gerekli işareti verdiler. Ağacın altında yatmakta olan kişi hala hareket etmemişti, fark etmiş miydi acaba kendilerini? Kalmarr, yavaşça yaklaşmaya devam etti. Bir kedi kadar sinsiydi, neredeyse yerde sürünerek ilerliyordu.
Aradaki mesafenin yeterince kapandığına kanaat getirdiğinde, yatmakla yatmamak arasında olduğu yerden ok gibi fırladı. Aynı anda kılıcını çekmiş ve kabzasından iki eliyle kavramıştı ve niyeti düşmanına hiç fırsat vermeden etkisiz hale getirmekti. Belki düşmanı değildi, belki kendisiyle hiç ilgisi olmayan bir gezgindi ve şans eseri orada dinleniyordu. Yine de bu riski göze alamazdı Tegin, hele şu an hiç alamazdı.
İki atın bağlı olduğu dev bir meşe ağacının solundan Vilet, sağından Byras ve tam ortadan da Kalmarr karşılarındakine doğru atıldılar. Kalmarr, yatan kişinin zararsız olduğunu fark etmişti, uyuyordu sadece ama durmak için artık çok geçti. Tam o sırada Lea, gözlerini açtı ve üzerine saldırmakta olan Vilet'i gördü. Çevik bir hareketle ayağa fırlayıp içgüdüsel olarak saldıran adamın tam zıttı yöne dönmüştü ki Kalmarr' la yüz yüze geldi.
* * *
Uyku sersemi olarak bir anda korunma refleksiyle ayağa fırlayan kız, daha neler olduğunu anlamadan sağ kaburgasından giren soğuk metali hissetti. Kaburgasının altından tenini parçalayan kılıç, sanki canını sökmek ister gibi içinde ilerliyor, her iki ucundan da bir yerleri kestiği hissediliyordu. Yaşam içgüdüsüyle kılıcı keskin tarafından iki eliyle tuttu genç kız. Gözleri iri iri açılmıştı, kılıcın üçte biri içindeydi ve eliyle tutuğu kılıç, iki avucunu da parçalamıştı.
Kalmarr, boş gözlerle kıza baktı. Yaptığı şey yüzünden en ufak bir pişmanlık hissetmiyordu, bir yanlış anlamanın içinde olduğunu daha kılıcı saplamadan anlamıştı. Ama bu soğukkanlılığı sayesinde hala hayattaydı ve nefes alıyordu. Tyrus Teginini herkes öldürmek ister, farklı planlar kurardı. Çocuklara bile verilirdi bazen görev. Bu kız da böyle bir görev almış olabilirdi pekâlâ ve doğru olanı yaptığından emindi Tegin.
Yavaşça kılıcını saplandığı yerden geri çıkardı. Kızın derisinin ve iç organlarından bazılarının parçalanma sesi, iç gıcıklayıcı bir şekilde duyulmuştu. Lea, kılıcın tamamı çıktığında acıyla inledi ama bağırmadığı dikkatlerden kaçmamıştı. Yavaşça etrafının karadığını hissetti. Uykusuna az önce kaldığı yerden devam edecekti. Müthiş bir ağırlık çökmüştü üstüne, göz kapaklarını açık tutamıyordu. Acı bile hissetmiyordu artık. Gökyüzünden düşen ilk kar tanesi gibi yavaşça yere düştü.
Vilet, içinde panik sezilen bir sesle:
-"Lanet olsun! Lanet olsun! Ama bir suikastçı gibi görünüyordu! Bu sadece bir kız! Hey! İyi misin, beni duyuyor musun?"
Kız, yüzü bembeyaz bir halde yere yığılmış hareketsiz yatıyordu. Kalmarr, sakince kılıcındaki kanı temizledi ve kınına geri koydu. Bu sırada nefes nefese yetişen baş vezir, yerde yatmakta olan kıza bakıp:
-"Bu da ne böyle? Neler oluyor burada!"
Sesi öfkeli çıkmıştı ama öfkesinin kime karşı olduğunu ilk anda kendisi de bilmiyordu. Yerde yatan kız, kıyafetlerinden anlaşıldığı kadarıyla bir yabancıydı. Kalmarr, ona öyle ters bir bakış attı ki, kendi öfkeli bakışlarını, maiyetindeki adamlara çevirmek zorunda hissetti kendisini. Haykırarak:
-"Bu kimin sorumluluğu! Lanet olsun, dinleneceğimizi söylediğimde burayı neden güvenlik altına almadınız?"
Kalmarr, usulca:
-"Sakin ol, sorun yok. Önce senin kurduğun bir plan sanmıştım, ama şimdi görünen o ki buradan geçmekte olan bir kızmış ve dinlenmek için uzanmış. Yine de ikinci bir atın olduğunu düşünürsek birisi daha var buralarda, en azından senin bir komplon olmadığına artık eminim."
Adam kekeleyerek:
-"Be... Benim komp... Komplo kurduğumu mu düşündünüz? Hayır, efendim, böyle bir şeyi nasıl yapabilirim? Sizinle artık müttefikiz ve asla ihanet etmeyiz. Bu biz Pradosluların asla yapmayacağı bir şeydir, dostlarımıza ihanet etmeyiz."
Adamın gerginliğini gereksiz yere arttırmadan bu işi kapatmaya karar verdi Kalmarr:
-"Her neyse. Dediğin gibi dostuz artık, ama ülkendeki herkesin bunu bilip bilmediğinden emin olana kadar biraz fazla korumacıyım diye beni suçlayamazsın sanırım. Hala düşman olarak görülebileceğim topraklardayım ve bu kız da bunun kurbanı oldu."
Baş vezir, yerde yatan kızın ölüp ölmediğini bile kontrol etmedi. Kız belki suçsuz olabilirdi, yine de kurulmakta olan ve sadece kendininkini değil dört ülkeyi ve onların halklarını da etkileyecek bir ittifakın devamını sağlamak için Tegin'e kurban verilmesi gerekliydi. Yüzünü buruşturdu ve hırsla arkasını döndü, adamlarına bağırarak:
-"Bunu alıp atın arkasına bağlayın! Götürüp kasabanın meydanında asacağız! Tyrus Tegini artık bizim dostumuzdur ve ona karşı yapılan bir saldırı cezasız kalmaz. Hele benim topraklarımda asla!"
O ana kadar bir ağaca yaslanmış, kızın güzelliğine bakarak iç geçiren Byras, alaycı bir tonda söze karıştı:
-"Bu kız, size karşı tam olarak hangi saldırıyı yapmıştı yüce Teginimiz?"
Sert bir bakış fırlattı Kalmarr:
-"Bunun bir kaza olduğunu söyledim. Ama mademki kaza oldu, bu kullanılabilir. Sayın baş vezirle aynı fikirdeyim. Birbirimizin halkına karşı böyle güç gösterileri etkin olabilir. Bunun için illa ki bizi öldürmeye çalışacak birini yakalamayı bekleyemeyiz!"
Byras, bir Kalmarr'a bir yerde yatmakta olan kıza baktı ve kollarını göğsünün üstünde kavuşturarak arkasını döndü. Yavaşça çeşmeye doğru yürümeye başlamıştı. Tebessümle:
-"Diğer kişi, umarım kızın kocası ya da sevgilisi falan değildir. Sana karşı kan davası gütmesini istemeyiz."
Alayı hırlayarak karşıladı Kalmarr. Ama hemen sakinleşmeye koyuldu. Kimsenin asabını bozmasına izin vermeyecekti. Planları tıkır tıkır işlerken yanlışlıkla öldürdüğü bir kızın hesabını kimseye vermezdi.
SİYAH KADİFENİN İÇİNDEKİ KIZIL İPEK
Tung, başını yavaşça kaldırıp Vivien'in endişeli yüzüne baktı. Kadın, anlamaz gözlerle kendisine bakıyordu. Şefkatle doldurduğu iç gıcıklayıcı sesiyle:
-"Neyiniz var? İyi misiniz? Tanrılar adına!"
Tung, yavaşça doğruldu. Konuşurken ilginç biçimde sesinin titrediğini fark etti:
-"İyiyim, bir şeyim yok. Neler olduğunu bende bilmiyorum, sanırım yorgunluktan olmalı..."
Bu sırada avucunu tekrar açtı ve kızıl rengi yeniden gördü. Demek ki hayal görmemişti. Hemen üstüne baktı, sağ göğsünün olduğu yer kanlanmıştı. Kadın hayret dolu bir çığlık kopardı, aynı anda da hizmetçilerine seslendi:
-"Hemen gelin buraya! Koşun, çabuk!"
Tung, arkasına baktı. Valdo epey uzakta hayretle olanları izliyordu, bu kadar kısa sürede gelip saldırmış, sonra da kaçmış olması imkânsızdı. Üstündekini bir çırpıda çıkardı. Göğsünün üzerinde herhangi bir ok parçası ya da benzeri bir şeyler aradı. Hiçbir şey yoktu, su döküp üzerindeki kanı temizledikten sonra tekrar baktı. Yine hiç bir şey bulamadı. Sanki gözeneklerinin içinden sızıyordu kan, hiçbir yara izi olmamasına rağmen kan çıkıyordu teninden. Terlese kan terleyecekti sanki, etini sıktıkça içinden kan çıkıyordu. Tuhaf bir şeyler oluyordu Tung'un anlamadığı, daha ilginci beyninde bir ses dolaşıyordu.
* * *
Lea gözünü aralar gibi oldu. Canının yanması devam ediyordu, ama kendini biraz daha iyi hissediyordu şimdi. Daha hafifti, kendisini bıraksa uçacak gibiydi. Derin nefes alamıyordu, hançer gibi bir şey batıyordu ciğerine. Yarasının ne kadar ciddi olduğunu anlamaya çalıştı, nefesini ne kadar az alabildiğini görünce ölmediğine şaşırdı. Neredeyse hiç şişiremiyordu ciğerlerini, damarlarında kan kalmamıştı muhtemelen ama halen hayattaydı. Şimdilik...
"Lanetle ilgili olmalı" diye geçirdi içinden, yine de bu halde ne kadar yaşayabileceğini düşünüyordu. Yüreğinin en derin yerinden kopan bir çığlık savruldu gitti boşluğa:
-"Neredesin Tung!"
***
Vivien biraz sakinleşmişti. Adamın koyu yeşil gözlerine daha rahat bakıyordu artık. Olayın ilginçliğini kavrayamamış gibiydi, beyni de kavrayamadığı bir şeyi görmeyi reddediyordu. Tung da üstünde durmadı, yavaşça oturmakta olduğu yerden doğruldu ve kadına gülümsedi.
-"Seninle tanışmak güzeldi ama neler oluyor bilmiyorum, ayrıca başım felaket ağrıyor. Gitsem iyi olacak."
Yiyecek bir şeyler istemeyi de düşündü, ama parası olmadığı aklına gelince sustu. Başı gerçekten çatlar gibi ağrıyordu, bir gürültü vardı beyninin ta içinde ve kaşının seğirmesini durduramıyordu. Şu an kimseye sinirlenmemişti, tuhaf durumundan kimse sorumlu değildi yani. Peki neden seğiriyordu bu gene? Neden çıkmak istiyordu ortaya? Kadının şuh sesini duydu yine:
-"Olmaz öyle şey! Sizi bu halde nasıl bırakırım? Lütfen oturun biraz daha, başınızın ağrısını geçirecek şifalı ilaçlar bilir hizmetçim. Hemen hazırlayıp getiririz!"
Kadının arkasından hiç zahmet etmemesini söyleyecekti ki, Vivien devasa bahçede sekerek uzaklaştı. Kadın, tam eve gireceği sırada, kasabanın girişine doğru dikkat kesildiğini gördü. Kendi kulaklarına da geliyordu at nalı sesleri ve hem göğsünün üzerinde bir yer hem de başı çatlarcasına ağrıyordu. Tabi bir de kaşının seğirmesi...
Kadın koştuğu hızla kendi yanına döndü ve Valdo'ya dönerek:
-"Koş Valdo. Vraksim geliyor, onu karşıla."
Telaşla Tung' a döndü ve:
-"Kocam geliyor. Onunla da tanışabileceksiniz."
Bir el hareketiyle Tung'un ilacının hazırlanıp getirilmesini işaret ettikten sonra kendisi de koşarak çiftliğin girişine doğru hareketlendi. Tung başını iki yana salladı, kadının enerjisi başını döndürüyordu, yine de biraz toparlanmıştı şimdi. Gitmek üzere ayağa kalktı, bu tuhaf yerden kurtulmalıydı. Göğsünün üstünden ılık ılık kan gelmeye devam ediyordu ve başında yankılanan ses, yavaş yavaş anlam kazanmaya başlamıştı. Kendi adını bağırıyordu sanki biri:
"Tung! Tung!"
Lea'yı görmek için dayanılmaz bir istek dolmuştu içine, daha da kötüsü bu hisse yavaş yavaş alışıyordu. Neresinin kanadığını görmek için üstünden çıkardığı elbisesini toparlayıp koltuğunun altına sıkıştırdı, üstüne giymek için zaman kaybetmeyecekti. Hızlı adımlarla duvara doğru yönelmişti ki, hizmetçi kızın nefes nefese sesini duydu:
-"Efendim, lütfen hanımımı bekleyin. Sizin bu halde gittiğinizi duyarsa bize çok kızar."
Tung kıza bakmadan cevapladı:
-"Ona misafirperverliği için tarafımdan teşekkür edersin. Gerçekten gitmem gerekiyor, arkadaşım beni bekliyor."
Kız ısrarla:
-"İzin verin, bari yaranızla ilgileneyim. O zamana kadar, zaten hanımım dönmüş olur, hem de ben yaranızı pansuman etmiş olurum."
İtiraz etmek için ağzını açmaya hazırlanıyordu ki, kapının önünde duran atların nal sesleri, tüm dikkatini o yana yöneltti. Yavaşça boynunu çevirip bakmaya çalıştı, her tarafının sızladığını hissedince vazgeçti. Derin bir nefes aldı, tüm ciğerlerini havayla doldurduktan sonra yeniden arkasını dönüp gitmek üzereydi ki Vivien'in sesini duydu:
-"İşte Vraksim, sana bahsettiğim konuğumuz bu. Tung, bu da kocam."
Kadının yanındaki ufak tefek adam, garip görünüşüyle kadının yanında ciddi bir tezat oluşturuyordu. Giyimine bakılırsa, üst düzey bir görevdeydi, muhtemelen devlet görevlisiydi. "Öyle ya, adam vezirdi!" diye geçirdi içinden. Kafasını bile toplayamıyordu, ilk defa kendini bu kadar kötü hissediyordu. Düşünmeye çalıştı, Stear ile toplantıda olduğunu söylediğini anımsadı kadının.
Adamın arkasındaki maiyetine ve yeni elbiselerinin üzerini kaplayan toz tabakasına bakılınca uzun bir yoldan geldikleri anlaşılıyordu. Demek ki kendi yolları da epeyce uzun olacaktı. Kadın onları tanıştırdığı gibi adeta uçarak gerisin geri kapıya doğru koştu. Bir yandan da etrafına emirler yağdırıyordu:
-"Çabuk olun! Misafirlerimiz var. Durmayın misafirlerimizin eşyalarını taşımalarına yardım edin."
Baş vezir Vraksim, buna nasıl tenezzül ettiğini kendisi bile anlamaz bir tavırla, Tung'u baştan ayağa süzerek başını hafifçe eğdi. Bir yandan da gözü adamın çıplak vücudunda ve sağ göğsünden süzülmekte olan kandaydı. "Ne zaman soracak bakalım" diye geçirdi aklından Tung, tam adamın selamını karşılamak için başını eğeceği sırada Vivien'in, artık o alıştığı, şaşkınlık ve dehşet dolu haykırışını duyarak refleks gereği arkasını döndü ve kadının olduğu tarafa baktı.
Bir anda, hiç beklemediği birini, onun yüzünden ülkesini terk etmek zorunda kaldığı, Tyrus Teginini ve hemen arkasından gelmekte olan Vilet ve Byras'ı gördü. Şaşırmıştı, onları burada göreceğini hiç ummuyordu. Vivien'in çığlığı, tekrar kulaklarında yankılandı:
-"Aman tanrım! Ne olmuş bu kıza? Yardım edin çabuk!"
Peşi sıra arkasındaki Vraksim'in sesi yükseldi:
-"Hayır Vivien! Bırak onu. O bizim müttefikliğimizin mührüdür. Adamlarım gerekeni yapar. Sen şimdi misafirlerimizle ilgilen. Yüce Tegini adımıza ve kralımıza yakışır şekilde ağırlamalıyız."
Kadın şaşkındı, aynı zamanda gördüğü sahne karşısında ürkmüştü:
-"Ama kızcağızın durumu çok kötü Vraksim, yardıma ihtiyacı var. Nabzı halen atıyor."
Tung, iyice meraklanmıştı. Neden bahsediyordu acaba kadın? Dikkati yeniden eski dostlarına kaydı. Byras'ı görmek ona iyi gelmişti, evini hatırlamıştı. Yine de Tegin'in ve iki Tyruslunun burada ne aradığını merak etti. O sırada gözü yine göğsüne takıldı, kanın yoğunluğu azalmış ve daha akışkan hale gelmişti, sürekli kanıyordu. Karnına doğru süzülerek iniyordu kan, yanındaki hizmetçi kız bir şeyler yapmaya çalışıyor ama bir türlü durduramıyordu.
Vraksim, yeniden bağırdı:
-"Sana söylediğimi yap Vivien. Valdo! Adamlara yardım et sende!"
Vraksim'in muhafızlarından biri, atın arkasından bir şeyi sırtına alıp yanındaki adamla birlikte tuttu ve Valdo'ya doğru fırlattı. Dev adam, dikkatli bakıldığında içinde insan olduğu anlaşılan şeyi omzuna atıp muhafızlardan birinin söylediklerini dinlemek için ona doğru eğildi. Bu şekilde çok tuhaf görünüyorlardı. İki metrenin üzerinde bir adam, omzunda ölmüş ya da baygın birisini tutarken, talimat almak için eğilmiş, başka bir adamı dikkatlice dinliyordu.
Olayın tuhaflığından çok görüntü ilginç gelmişti. Valdo'nun omzundakine gözü kaydı Tung'un. Uzun saçları aşağı doğru sarkıyordu, yine de uzun boylu Valdo'nun kalçalarına ancak değiyordu. Bu bir kızdı, simsiyah saçlı bir kız. Ayrıca siyahın parlaklığı da Lea'yı anımsatmıştı kendisine. "Sahi..." dedi kendi kendine, Lea kendisini bekliyordu ve muhtemelen açlıktan atları bağladıkları ağacı kemirmeye başlamıştı. Tam yeniden arkasını dönmeye hazırlanıyordu ki tanıdık bir ses duydu:
-"Tung! Bu sen misin? Ufaklık, seni buralarda görmek ha!"
Sesin geldiği yöne baktığında Byras'ı gördü. Byras, onun ağabeyi gibiydi, gerçekten sıkıştığı her durumda ondan yardım istemişti. Kendisine dövüşmeyi de o öğretmişti, haliyle kılıçta ilk yendiği kişi Byras olmuştu. Babası da Byras'ı çok severdi, yemeklerde gelir annesinin hazırladığı sofrada kendileriyle birlikte otururdu. Tüm Tyrus da sevdiği, gerçekten sevdiği ve yanından ayırmak istemediği ender kişilerden biriydi o. Tung da onu gördüğüne sevinmişti:
-"Merhaba Byras. Uzun zaman oldu, unutmuşsun sanırım: bana, ufaklık, deme!"
Byras, Tung'a ufaklık diyerek dalga geçmeyi çok severdi, onu kızdıracak kadar araları iyiydi. Kaşındaki seğirmeyi de ilk onunla paylaşmıştı, sonucunu ilk o görmüştü. Bu bir lanet dememişti tabii ama elinden gelen yardımı yapmak konusunda da geri kalmıyordu. Elbette ki Tung da bu yardımları, savaş meydanında onun hayatını defalarca kurtararak ödemişti.
Gülümseyerek kendine doğru yaklaşmakta olan eski dostuna, eğer yalnız olsalardı kesinlikle sarılırdı Tung. Özlemişti gerçekten onu; annesini, evini yurdunu, Salma'yı ve hatta babasını... Ama sadece hoş şeyler değildi aklına gelenler, kulaklarına gelen diğer ses, kendisini hemen hatırlatmıştı:
-"Tung? Ne arıyorsun sen burada?"
Sesinin titrememesine çalışarak söylemişti bunu Kalmarr ama açıktı ki Tung'dan çekiniyordu. Onu savaşırken gördüğünden beri babasına Tung'u uzaklaştırması için sürekli baskı yapmıştı. Adamın pervasızlığı ve savaştaki acımasızlığı, her zaman kendisini ürkütmüştü. Neyse ki defolup gitmişti sonunda.
"Lanet olsun!" dedi içinden, yine nereden çıkmıştı şimdi karşısına?
* * *
Tung, Tegin'in bakışlarındaki sorgulayıcı şaşkınlığı, uzun süredir görmediğini, yine de hiç özlemediğini fark etti. Hemen ardından Vilet geliyordu, Kalmarr'ın dalkavuğu! Arkasından yine Vraksim'in adını duydu. Her şey, tüm sesler yavaş yavaş yine birbirine karışıyordu:
-"Siz birbirinizi tanıyor musunuz? Vivien'in tuhaf bir altıncı hissi vardır zaten. Baksanıza, eve davet ettiğim konuklarımızın arkadaşını bulmuş..."
Valdo, aldığı talimat gereğince omzundaki yükü taşımaya başladı. Kasabanın merkezine giden yolun tam ortasına geldiklerinde de fırlatıp attı. Tam yolun ortasına sırt üstü düştü kız, saçları etrafına simsiyah dalgalar halinde saçıldı.
Tung'un kaşı kalbinden de hızlı atıyordu artık, nedenini bilmediği bir öfke dalgası yayılıyordu tüm bedenine. Kalmarr'ın suratını görmeye bağladı bunu ama başı çatlarcasına ağrıyordu, göğsü de sürekli kanıyordu. Bir türlü durduramamıştı hizmetçi kız. Mahzun ve özür dileyen gözlerle kendisine bakıyor, büyük ihtimal sahibesine ne cevap vereceğini düşünüyordu.
Kimsenin söylediklerini duymuyordu Tung, Byras'ın hizmetçi kızın, çıplak vücudunda ne yaptığıyla ilgili, komik olduğunu düşündüğü bir şeyler söylediğini duydu. Herkes konuşuyor, bir şeyler söylüyordu, Kalmarr bile. Ama hiçbir şey duymuyordu o, beyninde yankılanmakta olan tek şey kendi adıydı. "Tung!" diye haykırıyordu birileri, o anda aklına Lea geldi yeniden.
Bu sefer büyük bir özlemle gelmişti, yerde yatan kızdan çok etkilendiğini, bu yüzden onu anımsadığını düşündü. Beyni zonkluyordu, kaşı, sağ gözünü çıkarmak istercesine atıyordu. Sanki tam gözünün içinden çıkmaya çalışan birisi vardı.
Yine bir ses:
-"Dinleyin beni ey Pradoslular. Tyruslular artık bizim müttefikimiz ve dostumuzdur. Bundan sonra onlara zarar vermeye çalışanın sonu yerde yatan gibi olacaktır. Bu, baş vezir olarak benim sözümle mühürlenmiştir."
Etrafta toplanan tüm insanlara ve tüm bu konuşmaların içinde Tung tek bir şeye dikkat etmişti; yerde yatmakta olan kızın simsiyah saçlarının altından çıkmış alev gibi yanan kızıl tutama...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder